Etiket arşivi: ZAFER DERGİSİ

Kur’an’ın Fatiha’da Dercedilmesi

Cenab-ı Hakk’ın kudret kalemiyle yazmış olduğu şu kainat kitabındaki birçok meseleler ve hadiseler, Kur’an-ı Kerim’in bir tek suresine, hatta birtek kelimesine veya bir harfine dahi nazire getirmek beşer gücünün çok üstünde olduğu gibi, şu kainat kitabının bir tek cümlesi olan bir ağacın ya da bir tek kelimesi olan bir elmanın ve bir tek harfi olan bir çekirdeğin nazirini getirmek de insanların haddi değildir. Cenab-ı Hak bir ağaçtaki bütün manaları süzüp çekirdek te topladığı gibi, bütün Kur’an-ı Kerim’i de süzüp Fatiha’da cem etmiş bulunuyor. Bazı haddini bilmez cahil kimseler, Fatiha’nın mücmel bir mealini getirerek, “bütün Kur’an; mesela Sure-i Yasin, bunun neresinde?” diye ahmakane soru soruyorlar. Bu sorunun cevabına muhatap olabilmek de büyük bir ilimle olabileceğinden, meseleyi basit olarak şöyle izah ediyoruz:

Elimize bir elma çekirdeği alarak o şahsa soruyoruz: “Yapraklar bu çekirdeğin neresinde? Dallar neresinde? Çekirdeğin kökü nerede?

O şahsın bize vereceği cevap şöyle oluyor: “Bu çekirdeği toprağa atıp beklemek veya bu mesele ile ilgili bilimin derinliklerine varmak lazımdır ki mesele anlaşılsın.

İşte, kainat kitabında durum böyle olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’de de böyledir. Fatiha çekirdeğinin nasıl büyüdüğünü ve ondan Kur’an ağacının nasıl çıktığını anlamak için de bunun için lüzumlu ilmi tahsil etmemiz lazım geliyor.

Mehmed Kırkıncı / Zafer Dergisi

Bir Yanda Mahşer, Bir Yanda Dertler…

—Yiğit, düştüğü yerden kalkar.

Gece, bir uçurum gibi. Düşersin içine birden. Hiçbir şey anlamadan. Anladığını da anlatamazsın zaten. Düşersin işte. Bir derdin varsa, inlersin. Elini böğrüne kor, kanlı bir bıçak gibi saplarsın bir yanına. Akan kanın da sızısını duymazsın ya… Gecenin karanlığı kan olur, akar üstünden. Bıçak gittikçe saplanır içine, tâ derinine… Gece, karanlık ve bıçak… Kucak kucak derdi olanın ıztırabı, ondan da beter.

Elleri böğründe nice insan var. Elleri göğüslerine kapanmış, dar bir düşüncenin koridorunda yürürken, çıkacak bir kapı, bir yol ararlar.

Dizlerinin bağı da çözülmüştür. Yapacak bir şeyi de yoktur. Yürüyemez. Yıkılır kalır olduğu yere. Ağlamak istese, gözyaşları çare değil. Pınarlar kurumuştur. Eller titremekte, birbirine zor kenetlenmekte. Göğüs, işte öyle… Çarpıyor, ama ne için çarptığından habersiz. Bir dâvâsı olmadı mı, yüreği yüksek bir hakikat için çarpmadı mı insan, paranın pulun, onun bunun, hayatımızı kirleten ne varsa her türlü tehlikeli gelişmenin kirlerini üzerinde hisseder. Önce düşünceler kirleniyor, sonra insanlar. Ardından da dünyalar.

Nereye kaçmalı? Bu kirlenmeden kurtulmak için nereye sığınmalı?

Bir çadırda mı yaşamalı? Yoksa zindanda mı, yer altında bir mağarada mı? Yoksa… Siz söyleyin. Nerede yaşamalı insan?

Çıkarların, menfaatlerin, riyaların, alkışların, desinler, görsünler hastalığının kol gezdiği, Allah’ın istemediği her şeyin cirit attığı bir dünyada, ulvî bir ıstırapla inleyen bir kalp ne yapsın?

Yazmakla susmak arasında kalınca, sarkacın ucu nereye gitsin, nerede dursun?

Bu halde bir insan ne yapsın? Bir gün, iki gün değil, yıllar boyu sussa, hiçbir şey yazmasa, konuşmasa da, bu yürek buna ne kadar dayanır? Bir gün olur coşmaz mı? Çağlamaz mı?

Olanca hızıyla kirlenen ve ruhların kirlenip öldüğü bir dünyada, bedenlerin ölümü ne kıymet ifade eder ki? Üç kuruşluk basit çıkarların, menfaatlerin, faydasız hazların ve zevklerin uğruna ne canlar telef oluyor, ne idealler batıyor…

Elleri böğründe bir insan ne yapsın gecenin bir karanlığında? Kalbine bir bıçak sokuluyorsa, ıstırabın bıçağı saplanıyorsa iyiden iyiye, ne yapsın?

İnsanlığın bütün derdi, bazen bir insanın omzunda titrer.”

Öyle dermiş bir bilge. Taşınacak yük ne kadar ağır olursa olsun, onu yüklenen omuzlar da ona uygundur. Çünkü Allah taşıyamayacağı yükü, hiçbir kulun omzuna koymaz.

İnsan mukaddes bir hamaldır. Hamal ise yüküyle güzeldir. Bu yük, büyük. Yükü de taşıyandan mukaddes. Ya taşımalı, ya doğrulup kalkmalı, ya yazmalı, ya susmalı, ya konuşmalı… Ama asla yatmamalı, görevden kaçmamalı.

Tercihler çok. Birinden birini yapmalı. Birinden birini seçmeli. Gecenin karanlığı ebedî değil ya… Her derdin, her ıstırabın yine nefes alacağı bir delik vardır mutlaka. Anahtar deliği kadar da olsa. Işık, vefalı ışık, yetişir imdada. Nereden olursa olsun, karanlığın kendisi bile bir zaman ışık oluverir. Yanar, aydınlatır. Karanlıkta kalmak istemeyeni taşır bir nur, bir aydınlık, en berrak iklimlere.

Hiç kimsesi olmayan yalnızları da bir düşünelim. Bütün insanlık ailesini tek tek… Binleri, milyonları, yüz binleri… Hiçbiri bizden uzak yerlerde değildir onların. Her birinin kendine mahsus derdi vardır. Yarın mahşer arkadaşımız olacak bizim onlar. Her birinin bir hesabı var. Geçmişte yaşayanların, şu anda yaşayanların… Mahşer arkadaşlarımız olacak onlar. Bugünkü insanlar da, yarın yaşayacak olanlar da… Hepsi birlikte duracaklar divana, Allah’ın huzuruna. Birlikte hesap vereceğiz.

O zaman aralarından bir adım öne çıkacak olanlar, başkalarının dertleriyle dertlenenler, onların dertlerini yüreğinde hissedenler olacaklar. Bıçağın sıcaklığını, ıstırabın sesini yüreğinde duyanlar, kalbinde duyanlar, gözyaşını kanla, kanı gözyaşıyla yıkayanlar olacak.

Vakti yok artık. Ne insanın ne de kâinatın boş şeylerle oyalanmaya, vakti yok artık.

Bir yanda mahşer, bir yanda küçük dertler…

Öyle bir ayna koymalı ki önüne, dertler utanmalı dert olduğundan. Hesabın, o çetin günün yanında… Mahşerin yanında her şey küçülmeli. O kadar küçülmeli ki, görünmez olmalı, yok olmalı.

Hayatı iki eli böğründe yaşamaya mahkûm değildir insan. Doğrulmalı. Yattığı yerden doğrulmalı. Silkinip kalkmalı. Yeleleri altından parlayan bir küheylan, bizi bekliyor. Eşiniyor, sabırsızlanıyor. Miraç öncesi Burak gibi. Yakışır mı yatmak? Dört bir yanı saran ateşlere bîgâne kalmak yakışır mı? Yangınlar seyredilmez. Hele sende onu söndürecek su varsa, aşk varsa…

Haydi bre… Topuğunu geçmeyen suları tepele. Zincirlerini kır da gel. İçinin tutsaklığından kurtul da gel. Bekleniyorsun… Sensiz olmayacak, biliyorsun… Haydi bre… Tut paçasından, ser yere. Tuş et nefsini, kurtar kendini ve kendin gibi nicelerini.

Çamlıbel yaylalarında Köroğlu’nun atı gibi, dörtnala giderken bile çamur sıçratmayacaksın. Hiç kimseye, hatta kendine bile bir leke atmayacaksın. Kimseyi kırmayacak, hiç kimseye çamur sıçratmayacak ey kahraman! Nerdesin?

Nerdesin? Günün başlamak üzere. Senin için döner bu devran. Ey küheylan! Ey isimsiz kahraman… Sen nasılsan, öyle gel. Boşluğu dolduracak kadar güzelsin. Gel… Ardından geleceklerin de işareti ol, öyle gel. Kalksın iki eli böğründe yatanlar, gözyaşını kanla yıkayanlar, kanı gözyaşıyla yuyanlar… Kalksınlar. Binilecek küheylanlar geldi, bekliyor… Bu asrın, bu zamanın kahramanları buradalar. Belki de aramızdalar.

Geceden sonradır aydınlık. Karanlıktan sonradır ışık. Zahmetlerden sonradır rahmet. Zorluğa, darlığa düşenin ışığa ulaşması çok daha kolaydır. Zorun karnındadır, zorun içindedir rahmetin çekirdeği ve müjdesi. Bayrağı taşıyacak kahraman artık gelsin. Hepimizin gözdesi nerdesin? Onu beklemek müjdeler müjdesi. Hz. Peygamber’in (asm) müjdesi, her asır üstatlarının ve dahi son asır üstadının da müjdesi…

Gelsin bakayım yeleli bir küheylan. Kıskıvrak yakalasın bir yanından. Atsın şöyle üstüne kahramanını. Binmesini beklemeden tutsun, o atsın onu üstüne. Kahramanını seçer gibi. Tıpkı Medine-i Münevvere’ye teşrifinde Ebâ Eyyüb el-Ensarî’nin hanesini seçtiği gibi o mübarek devenin…

Evet, o küheylan da seçer kahramanını. Nerede olursa olsun, bulur. Çevik ve çalak bir rüzgâr gibi eser, kaldırır önündeki setleri. Işık, o gözü, o kalbi, o ruhu en karanlık bir gecede aydınlatır işte.

“Bak” der, yatma zamanı geçti. Kalk! Eli böğründe olanların devri geçti. Kalk, sahte kahramanlara meydanı terk etme. İnsansan kalk! Sahtelerin dünyasında hakikati haykırmak görevini yüklen. Yiğitsen kalk… Kahramansan kalk… İnanıyorsan kalk…

Yiğit düştüğü yerden kalkar…

Kalk da yattığın yerler de seninle beraber kalksın. Belki de içinde bulunduğun kâinat seninle beraber kalksın, uyansın. Bir kişinin ayağa kalkmasıyla başlar her şey. Kalk! Sen kalk. Kalkacak olan daha çok kahraman var. Hele bir kalk! Hele bir doğrul! Ellerini böğründen aşağı çek. Gözyaşlarını sil. Kirpiklerinin üstündeki o incileri elinin tersiyle sil. İstersen iç. Ama yeter ki, sen dâvânı bir hiç uğruna satma hiç…

Kibrin, riyanın, gösterişin ve kendi içine kapılıp gitmenin o basit ve fasit dairesinde dolanıp durma. Bırak! Allah’a teslim ol. Allah’ın bir kuluna neler yaptıracağını ibretle seyret. Seyret acizlerin ne kadar güçlü olduğunu. Seyret, bir karıncanın Firavun’un sarayını nasıl harap ettiğini. Bir sineğin Nemrut’u nasıl yere serdiğini…

Seyret fakirlerin zenginliğini. Seyret hiçbir şeyi olmayanların, her şeyin sahibi olacaklarının işaretlerini seyret. Sahteler çekilip giderken, günün ilk ışıklarıyla her şey rengini belli eder. Kahramanlar ise çoktan işlerini bitirip yine yerlerine yurtlarına dönmüşlerdir. Kimsenin görmeyeceği ve bilmeyeceği köşelerine çekilmişlerdir. Sen onu seç. Onlarla ol.

Atla küheylanın arkasına. Bin sırtına bakalım. Yolda sana açılan ne varsa topla güzellikleri bir bir. Yaralı kalplere deva ol. Gözü yaşlılara merhem ol, yeter. Yüzünü bile görmesinler isterse, tanımasınlar, adını da bilmesinler. Yeter ki kalk şöyle etrafına bak.

Silkin bakalım gafletin tozlarından. Üzerindeki o uzun yılların getirdiği ağır tembellik uykularından hele bir sıyrıl bakalım. Hele bir “Bismillah” de…

Bir zelzele gecesi gibi, bir bahar sabahı gibi, birden bir diriliş, bir uyanış, bir ışık içinde yansın. Bahar seninle başlasın. Kalpte iz bırakan günahlar, tövbelerle yıkansın. Uyanışlar ve dirilişler senle başlasın.

Hadi bakalım… Hadi aslanım…

Hele bir doğrul yattığın yerden. Bak, sen ayağa kalkınca, sen haydi “Bismillah” deyince, seninle beraber daha pek çok kimse ayağa kalkacak, pek çok evde ışıklar yanacak, pek çok kalplerde nurlar yanacak. Uyuyanlar uyanacak. Kendini kaybetmekle dünyayı da kaybediyorsun, hayatı da, sana bakan hayatları da…

Eh, bu kadarı da hakkın değil hani. Şimdi naz değil, niyaz faslındayız.

Kader her zaman üstündür. Kader konuşunca insan susar, konuşanı dinler. Kaderin her şeyi güzeldir. Allah var, keder yok. Allah var, dert yok…

Selim Gündüzalp

selimgunduzalp@hotmail.com

BİR KISSA:

Dertlerin Arkası

Hz. Mevlânâ bir gün eve gelir, oğlunu üzgün görür. Sebebini sorar. Oğlu: “Hiç…” der. Hz. Mevlânâ dışarı çıkar. Kapıda asılı bir kurt postu vardır, onu alır üstüne giyer. Ellerini havaya doğru açıp ulumaya başlar. Oğlu babasının bu haline bakıp güler.

Hz. Mevlânâ:

Evlâdım, gördün mü?” der. “Dünya dertleri de işte böyledir. Kurt, aslında korkutucu bir hayvandır. Ama sen o postun arkasında babanın olduğunu bildiğin için korkmadın ve güldün. İşte bütün dertlerin arkasında da Rabbinin olduğunu bil ve ona güven.

www.zaferbilimarastirma.com / 2011 – Eylül Sayısı

Özgüvenim var ama yüzüm kızarıyor

Çevremde hep özgüvenli olarak tanınırım. İnsanlarla hoş sohbet, sosyal diye gösterilirim. Ama son zamanlarda benim de anlam veremediğim bir yüz kızarmasıyla karşı karşıyayım. Şimdi soracaksınız bir şey mi oldu psikolojini bozan; hayır her şey gayet normal. Nedenini çözemedim. Topluluk önünde konuşmak benim için sorun değil ama yüzüm kızarınca söylediklerimin etkisi kaybolur diye bazen konuşmuyorum. Yüzüm kızarmasa hiçbir sorun olmadan konuşabilirim. Kendimce kararlar aldım. Bunu yeneceğim diye. Sakız çiğnemeye başladım dershanedeyken. Sonra insanlarla doğal halimden daha rahat konuşmaya çalıştım ve oldu da.. Son derece umursamaz ve rahat konuşabiliyorum ama yüzüm bütün karizmayı çiziyor bazen. Bende ilk defa olan bir şey, hiç heyecanlanmadığım yerde kızarması beni çıldırtıyor. Heyecanlanmadığım halde neden kızarıyorsun diyorum. Eğer bu sorunumu giderirseniz gelecekte çok ünlü bir oyuncu, hatip olacağıma dair söz veriyorum.

CEVAP: KARAKTERİN ZAMANLA OTURDUKÇA, BEDENİN DE BU OTURMUŞLUĞA EŞLİK EDECEKTİR

Genç Arkadaşım, İNSAN çok acaip ve karmaşık bir varlık. Bedenimiz bizim zannediyoruz, onu istediğimiz gibi kullanabileceğimizi düşünüyoruz. Ama basit bir yüz kızarmasına bile çözüm bulamayıp bundan son derece mutsuz olabiliyoruz bazen. Bedenimizin denetleyemediğimiz o kadar çok detayı var ki! Herhalde ”yaratılmış olmak” böyle bir şey. Bu yüzden, ”insanlık hali” denilen kavramı çok iyi anlamalıyız. Öyle şeyler olur ki, insan öyle hallere girer ki, kendisi bile anlamaz ne olduğunu çoğu zaman. Sanırım, burada biraz hepimizin yaratılmış olduğumuzu ve nasıl yaratıldıysak o şekilde bir parça kendimizi kabul etmemiz gerektiğini hatırlamamız yerinde olur kanaatindeyim. Anlattıklarına gelince: Yüzünün kızarmaması senin için çok önemli. Çünkü neredeyse bütün hayat planların veya hayallerin buna bağlı gibi görünüyor. (Ama burada hayallerin ile yüz kızarması arasında hakikaten birebir etkileşim söz konusu mu? Buna sonra değineceğim.) Üstelik, çevrenin seni kendine güvenli olarak tanıdığını söylüyorsun. Sen de zaten öyle olmak istiyorsun ve öyle olduğunu düşünüyorsun. Fakat şu yüz kızarması, hem senin kendine ait hislerini hem de başkalarının senin hakkında düşündüklerini ezip geçiyor. En azından görüntü olarak, yüzü kızaran biri olarak, kendine güvenen birisi değilmişsin gibi bir imaj sergiliyorsun. Bu da iç dünyanda ciddi bir çatışma ortaya çıkarıyor. Hatta belki de bu çatışma yüzünden, yüzün daha fazla kızarıyor. Bana göre ”insanlarla konuşurken rahat davranma” isteğin de ayrı bir sıkıntı kaynağı. Çünkü bunu hiç kimse her zaman başaramaz. Sana ters gelebilir ama bazen kişi içindeki rahatsızlığıyla da barışık olmalıdır. Örneğin, o sırada rahat hareket edemiyorsun. O zaman rahat hareket etme. Zaten istesen de rahat hareket edemeyeceksin. Neden o sırada bu ”insanlık hali”ni kabul etmeyi denemiyorsun bir kere de? Acaba başkalarının gözünde ve kendi hayallerinde kendine ”yüksek bir pozisyon” belirlemenin bu olanlara katkısı yüzde kaç? Bunu hiç düşündün mü? İstediğin pozisyonda olamadığın her seferinde rahatlığın kaybolup gitmeyecek mi? Ne dersin? Unutma, gerçek rahatlık ve huzur, insanın kendisini olduğu gibi kabul edebilmesindedir. Sonuçlar üzerinde ipotek koymaya çalışmasında değil! Kişi kendisindeki yüksek meziyetleri görebildiği gibi, zaaflarıyla da barışık olabilmelidir.

Bununla birlikte, ben şahsen ”yüz kızarması”nın ciddi bir zaaf olduğu kanaatinde de değilim. Mesela, hatip olma isteğini ele alalım. İyi bir hatibin özellikleri nelerdir? Yüzünün kızarmaması mı, yoksa söyleyecek bir şeyi olup bunu samimiyetle ve etkileyici biçimde söyleyebilmesi mi? Ve karşısında oturan insanların bu söylenenlere ihtiyacı olması mı? Üniversitede Amerikalı bir hocamız vardı. Politics 301 kodlu derste, ne yüz kızarması, adam sucuk gibi terlerdi. Arkasını döndüğünde gömleğinin terden ıpıslak olduğunu görürdük. Her derste bir selpak bitirirdi. Ama Eflatunun metinlerini sanki kutsal bir metinmiş gibi o kadar aşkla okur ve sınıfa anlatırdı ki, etkilenmemek mümkün değildi. Hatta o hocanın terlemesini, biz bir zaaf olarak değil, samimiyetinin bir parçası olarak değerlendirirdik. İnan, ben öğrencilik hayatım boyunca onun kadar iyi bir hatip öğretmen hatırlamıyorum. Demek, hatip olmanın başka esaslı ilkeleri var. öyle değil mi? Biliyorum, epey aykırı bir yerden cevap veriyorum anlattıklarına. Ama insanların bu tarz meselelere bu açıdan da bakabilmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde, fiziksel özelliklerimize veya ”zaaflarımıza” çok fazla mahkum olup soluğu ya kozmetikte ya hekimde alıyoruz. Onlar da zaten reklamlar sayesinde bu yaraları durmadan kaşıyıp duruyorlar. Buna da direnç göstermemiz gerekmez mi? Son olarak, bu tarz sorunların genelde gençlikle ilgili olduğunu da bilmemiz lazım. İlerleyen yıllarda, duyguların ve düşüncelerin oturdukça, bedeninin de bu oturmuşluğa eşlik edeceğini ve belki de istesen de yüzünün kızarmayabileceğini bilmeni isterim. öyle bir çağdayız ki, insanın yüzünün kızarması belki de bir meziyet olacak.

DOKTOR ŞİFA

Zafer dergisi / Nisan 2009

Kişilik Gelişiminde Ene ve Zerre’nin İki Yüzü EGOSANTRİZM ve EGOİZM

ÇOCUK, okul öncesi, 2-6 yaş arası dönemde benmerkezli (egosantrik) bir düşünce yapısına sahiptir. Dünyaya ve olaylara kendi açısından bakar. Kendisini dünyanın merkezinde görür, her şey onun için yaratılmıştır, anne baba ona hizmet etmek için vardır. Herkesin, hatta her şeyin, kendisi gibi düşündüğüne inanır. Benmerkezli düşünce yapısında çocuk başkalarının farklı düşünceleri ve duyguları olduğunu kavrayamaz. Başkalarının düşünceleri ve duyguları onun için önemli değildir. Konuşmalarında hep kendisinden bahseder. Paylaşmayı bilmez. Oyuncağıyla bir başka çocuğun oynamasına izin vermez. Mülkiyete saygı duygusu gelişmemiştir. Kendi oyuncağını başka bir çocuğa vermediği gibi onun elindeki oyuncağa da sahip olmak ister. “Benim, benim” diye tutturur. Anne babanın yalnız kendisiyle ilgilenmesini ister, bu yüzden yeni doğan kardeşini kıskanır. Her isteğinin yerine getirilmesini isteyen egosantrik çocuk, “yok”tan anlamaz. İsteklerinin ertelenmesinden hoşlanmaz. Belediye otobüsünde üç yaşlarında bir çocuğun “su, su!” diye annesini ne kadar bunalttığına şahit olmuştum. Anne “burada su yok, eve gidince içersin, otobüsten inince alırız” dediyse de çocuk “bana ne, bana ne, su istiyorum!” deyip başka bir şey demiyordu.

Her isteği yerine getirilen, davranışlarına sınır konmayan çocuk egosantrik düşünce yapısını aşıp sosyalleşemez. Bedensel olarak büyüse de zihinsel ve duygusal olarak çocuk kalır. Egosantrizmi egoizme dönüşür, kendisinden başka kimseyi düşünmez. Herkesten yardım ve anlayış bekler. Anne baba çocuğun sosyalleşmesi için, baskı yapmadan, her isteğine her zaman kavuşamayacağını, bazen sabretmesi gerektiğini; paylaşmanın, yardımlaşmanın, iş birliğinin, başkalarının düşüncelerine ve haklarına saygının önemini anlatmalı, kendi yaşantılarıyla örnek olmalıdır. Her isteğini yerine getirerek egosantrizmine yenik düşmemelidir.

Çocuğun sosyalleşmesinde oyun ve arkadaşın önemi büyüktür. Sokaktan ve arkadaştan tecrit edilen, dört duvar arasında büyüyen çocuklar dış dünyaya uyum sağlamakta zorlanır.

Kişilik Gelişiminde Egosantrizmin Önemi

İLK BAKIŞTA bencillik gibi görünen egosantrizm, çocuğun kişilik gelişiminde çok önemlidir. Anne babanın kendisiyle ilgilendiğini, tehlikelere karşı koruduğunu, ihtiyaçlarını giderdiğini, onu sevdiğini görüp yaşadıkça kendisini değerli hissetmeye başlar, yaşama sevinci artar. Anne babaya güvendiği için gelecek kaygısı duymaz. Bu düşünce, dini bilgi ile beslediği zaman, ileri yaşlarda kolayca “Rabb’ine güvenme” şeklinde gelişecek; Allah’ın özellikle Rahman, Rahîm ve Rezzak isimlerinin kainattaki yansımalarını (cilvelerini) müşahede edebilecektir.

Egosantrik düşüncenin animizm ve finalizm şeklinde iki tezahürü vardır. Çocuk canlı cansız ayırımı yapmaz, her şeyin canlı olduğunu ve onu anladığını düşünür. Tahta atıyla canlıymış gibi konuşur. Bu düşünce ileri yaşlarda atomdan güneş sistemine kadar yaratılan her şeyin Allah’ı tanıdığına ve O’nun emrine itaat ettiğine inanmasını kolaylaştırır. Finalist düşüncede çocuk her şeyin bir amaç için var olduğuna inanır. Anne baba çocuğun isteklerini yerine getirmek, güneş ısıtmak, ağaç meyve vermek için vardır. Finalist düşünme biçimi ileri yaşlarda Allah’ın hiçbir şeyi boşuna yaratmadığına dair inancın temelini oluşturur.

Çocuk Kalan Yetişkinler

ÜSTAD Bediüzzaman’ın izahlarından Peygamber(ASM) öğretisiyle desteklenmeyen, felsefe ile beslenen egosantrizmin zamanla egoizme dönüşeceğini anlıyoruz. Toplumumuzda bu tip insanlara çok sık rastlıyoruz. Bu insanların çoğu Allah’ın varlığını kabul ettikleri halde, gerçek Allah bilgisinden (marifetullahtan) yoksundur. Sahip oldukları sağlığa, zekâya, ilme, yeteneklere, makama, mal ve mülke kendi gayretleriyle, şu veya bu sebeplerle, sahip olduklarını iddia ederler. Allah’ın kendileri üzerindeki isim ve sıfatlarının cilvelerini (yansımalarını) göremezler.

Ailesi tarafından her isteği yerine getirilen, terbiye edilmeyen, sınır konmayan, sorumluluk yüklenmeyen, gerçek din bilgisinden mahrum büyüyen bir çocuğun Allah inancı da aldığı hatalı eğitimin etkisi altındadır. Fiziksel olarak büyüdüğü halde, zihinsel ve duygusal olarak çocuktur. Doğan Cüceloğlu’nun ifadesiyle buna “çocuk yetişkin” diyoruz. Anne baba nasıl onun her isteğini yerine getirmek zorunda ise, Allah da onun her işini yoluna koymak ve yardım etmek zorundadır. Bilgisizliğinden ve beceriksizliğinden işleri ters gittiğinde önce Allah’ı sonra sırayla anne babayı, müdürü, patronu ve iş arkadaşlarını sorumlu tutar. Çocuk yetişkinler başkalarının haklarına saygı duymayı bilmezler. Bencildirler, başkalarının duygularını önemsemez, empati yapmayı bilmezler. Emek ve dikkat isteyen, kurallara uymayı, sabretmeyi, paylaşmayı, işbirliğini gerektiren işleri sevmezler. Fazla emek vermeden, kısa yoldan zengin olmayı (köşe dönmeyi) isterler. Nasihatten, eleştirilmekten hoşlanmaz; hemen savunmaya geçerler.

Geçenlerde ters yönden gelen bir sürücüyü el işaretiyle uyarma cesaretinde bulundum. Hemen durdu, el frenini çekti, arabadan indi, “dur” işareti yaptı. Bana doğru öfke ile gelen takım elbiseli, yarım sakallı, saçları jöleli genç sürücünün özür dilemek için durmadığını anladım, ama artık yapılacak bir şey yoktu. Her ihtimale karşı kapıları içeriden kilitledim. Cama yaklaştı, yüksek sesle: “Neden el kol hareketi çekiyorsun!” diye bağırdı. “Belki farkında değilsin ama, ters yola girmişsin,” dedim. Kapıyı tekmelemeye başladı. Yine yüksek sesle: “Sana ne ulan, trafik polisi misin? İn aşağı da sana ters yolu göstereyim!” diye bağırıp meydan okumaz mı. Polisi aramaktan başka çarem kalmamıştı. Polisi aradığımı anlayınca işi uzatmadı, kapıya iki tekme daha atıp gitti. Polis gelinceye kadar bizim “çocuk yetişkin” çoktan kayıplara karışmıştı. Büyük şehirlerde, arabasıyla işe gidip gelenler, kalabalık trafikte neler yaşandığını iyi bilir. Hatalı sollayanlar, kırmızı ışıkta geçenler, sıra beklemeyip yandan girenler, yeşil ışık yanar yanmaz öndekine yürü diye kornaya basanlar, küfredenler, gece şehir içinde uzun farla gelenler, hız limitini aşanlar… Bunların hemen hepsi ailenin hatalı eğitimi sonunda çocuk kalan yetişkinlerdir. Temizliğin iyi bir şey olduğu, çevremizi temiz tutmamız gerektiği hem okulda hem ailede anlatılır. Müslüman’ın, inancından dolayı, temiz olması gerektiğini bilmeyen yoktur. Ancak, gelin görün ki, sokaklarımız, çöp bidonlarının çevresi, umuma açık park ve bahçeler, piknik alanları, hatta cami avluları ve şadırvanlar dahi çöple doludur. Yetişkin bir insan, tekrar gelip piknik yapacağı alana çöpünü atıp gider mi? Eğer bu bir “çocuk yetişkin” ise atar. İnancımız gereği topraktan geldik toprağa döneceğiz. Bunun içindir ki, ona “toprak ana” demişiz. İnançlı bir yetişkin hiç kendi mayası ve anası olan toprağı kirletir mi? Eğer bu bir “çocuk yetişkin” ise kirletir. İslâm kültüründe “ekmek” çok kutsaldır, Allah’ın nimetidir. Anadolu’da yemin ederken “ekmek çarpsın” derler. Yolda bir ekmek parçası bulduğumuzda basmayız, alıp kenara koyarız, kuşlar veya kedi-köpek yesin diye. Ancak aynı kültürün insanları sofradan arta kalan ve bayatlayan ekmeği çöpe atıyorlar. Sağlık Bakanlığı tarafından hazırlanan ”Sağlıklı Beslenme ve Gıda İsrafı” raporu Türkiye’de her gün 12 milyon ekmeğin atıldığını ortaya koyuyor. Buna göre, üretilen her on ekmekten biri atılıyor ve en çok ekmeği İstanbullu atıyormuş. Yoksa, ekmeği çöpe atanların çoğu Allah’ın: “Yiyin, için, ama israf etmeyin. Şüphesiz Allah israf edenleri sevmez,” emrini bilmiyor mu? Her zaman dediğimiz gibi, çocuk ailenin aynasıdır. Çocuğun kişiliği ailede şekillenir. Çocuğa bakın, ailesini görürsünüz. Ailesine bakın, çocuğun yetişkinliğini anlarsınız. Öyle ise, eğitime aileden başlamamız gerekiyor.

Ali Çankırılı

Zafer Dergisi: Ocak/2008

 

Gençler soruyor “Ben Kendim Olamıyorum!”

Umarım, soruma bir cevap verirsiniz. Aslında nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Bir genç olarak bir kararsızlık içindeyim. Nerede nasıl davranacağımı bilemiyorum. Arkadaş çevresinde başka, evde başka birisi gibi davranıyorum. Böyle davrandığımın farkındayım aslında. Ama kendime engel olamıyorum. Kendim olamadığımı hissediyorum. Bu halim beni çok rahatsız ediyor. Bana yardımcı olur musunuz lütfen?

“KENDİNE KARŞI HOŞGÖRÜLÜ OL!” SEVGİLİ genç kardeşim, Gençlik yıllarında bu tarz kararsızlıkların, gelgitlerin yaşanması doğaldır. Zamanla kişiliğin oturdukça, bu konuda daha bir istikrar yakalayacağını sana şimdiden müjdelemek isterim. Zaten yaşadıklarından rahatsızlık hissediyor olman, şahsiyet noktasında bir istikrar arayışı içine girdiğinin bir alâmeti. Her tohum kendini çatlatırken sancı yaşar. Şimdilik bu sancının ne işe yaradığını göremeyip kızıyorsun. Ama o vicdanî ses, esasında kendin olmak yolunda sana en büyük yardımı yapacak bir rehberdir. Düşünsene, eğer insanlar içinde bulunduğu halden rahatsızlık duymasalardı, kendilerini değiştirmeye ihtiyaç hissederler miydi?

AYRICA bu zamanda kendin olabilmenin hakikaten çok zor olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Baskıcı bir toplum içinde yaşıyoruz. Herkes, seni kendisine benzetmek istiyor. Farklı olana tahammül, az bulunur bir fazilet oldu. Bu şartlarda bir hareket yaparken, kendi iç dünyana kulak vermek yerine, etrafa kulak kesilmek zorunda kalıyorsun. Evde “babana göre” okulda “öğretmene göre” sokakta “arkadaşa göre” hareketlerini ayarlıyorsun. Zamanla bu o raddeye varıyor ki, “Ben bu hayatın neresindeyim?” “Ben kimim?” sorusunu sormak zorunda kalıyorsun. Bir tür kaybolma duygusu nefesini kesiyor ve kalbini bunaltıyor. Her şeye rağmen, bu kuşatmayı kaldırmak senin elinde. Sen ortaya “şahsiyetini” koyabilirsen, etraftan yönelen baskıları belli bir mesafeye itebilirsin. Çünkü karşı tarafta bir saygı uyandırırsın. Yani sorun, bir “şahsiyet sorunu.” Ne demek bu? İnsanlar senin hakkında belli kanaatlere sahip olmalı. Onlara bu kanaati verecek bir istikrar sergilemelisin. Diyebilmeliler ki, Ahmet dürüst biridir, ne kadar zor koşullarda olsa da yalan söylemez. Ahmet, izzetli birisidir; küçük bir menfaat için kimseye yaltaklanmaz. Ahmetin kendi prensipleri vardır, onlardan kolay kolay ödün vermez. Ahmet, sorumluluklarını bilir; başka birisinin ona sorumluluklarını hatırlatmasına ihtiyaç yoktur. Ahmet akıllı birisidir; onu kandırmak hiç de kolay değildir. Ahmet yardımseverdir; gerektiğinde kendi işini bırakır sana yardımcı olur; vs. İşte böyle bir şahsiyet profili ortaya koyabildiğin anda, etrafındaki kişilerin senin üzerinde baskıları azalacak ve sana olan saygıları artacaktır. Böylece sen onlara göre hareket etmek yerine, belki de onlar sana göre hareket etmeye başlayacaktır. En azından, senin varlığın ve tercihlerini hesaba almaya başlayacaklardır. Eğer iç dünyanda anlamlı ve istikrarlı bir yapı kuramazsan, dış dünyada esen rüzgarlar seni biçimlendirmeye devam eder ve daha kötüsü, bunu yapmaya kendilerinde hak bulurlar. Çünkü karşılarında, kendi iradesiyle hayatına bir düzen getirememiş birisi durmaktadır. İç dünyanın inşasına gelince, aslında hayat boyu süren bir çabadan söz ediyoruz. Ama yine de, binanın temelleri gençlik yıllarında atılır. Tüm mesele şu: Nefsinin istek ve arzuları peşinden mi gideceksin; yoksa kalbinin ihtiyaçlarını rehber edinip ve kendini bir parça zorlayıp ahlâkî faziletleri (yukarıda altını çizdiğim şahsiyet özelliklerini hatırla!) nefsine benimsetmeye mi çalışacaksın? Bana göre şahsiyetin yolu, ikincisinden geçiyor. Ve bu yolu tercih edersen, zaman ve mekânı aşan saygıdeğer bir şahsiyet sahibi olursun diye düşünüyorum.

TABİ bir de, “Ben kendim olamıyorum” derken, kullandığın cümleye dikkatini çekerim. Bir “ben” ve bir “kendim”den bahsediyorsun. Yani, kendini gözleyen ve değerlendiren bir ben’in var. O gözleyici ve şuurlu ben, “kendim” dediğin şeyden memnun değil. Tüm sorun da burada. O zaman şu soruyu sormak icap ediyor: “Sen” nasıl bir “kendin” olmak istiyorsun? Başka bir ifadeyle, şu dünyada nasıl biri olmak istiyorsun? Ne yaparsan, hayatının anlam kazanacağını düşünüyorsun? Şahsiyeti oluşturan önemli bir unsur da işte bu sorulara vereceğin cevaplarla ortaya çıkacak. Meselâ kendine kimi örnek alıyorsun? Bu soruya vereceğin cevap çok önemli. Yanlış kişiyi örnek alırsan, hiçbir zaman seni mutlu edecek bir şahsiyet oluşturamayabilirsin. Yanlış örnek, yanlış bir hayata malolabilir çünkü. DOĞRU örnek ise, uğruna hayatını adayabileceğin sağlam bir hedef anlamına gelir. Böyle bir hedef, şahsiyetini toparladığı gibi enerjini doğru yerde harcamanı sağlar. Ama bir insanın kendi olabilmesinde en yüksek makam, hiç şüphesiz, Allah’a layıkınca abd olmuş bir insandır. Düşünüş ve davranışında kişinin, ancak Allah’a hesap verme gibi bir yüksekliğe erişmesi ve O’ndan başka mutlak otorite tanımaması, esas “kendin olma”nın yolunu açar. Gerçek şahsiyetin kapı eşiği de bu noktadır. Sana kendin olabildiğin bir hayat diliyorum.

Doktor Şifa

Mayıs 2008 / Zafer Dergisi