Muhammed Numan tarafından yazılmış tüm yazılar

Ehl-i Sünnet müslüman ve pürmerak Risale-i Nur Talebesi instagram sayfası: risaleinurdan.vecizeler

Dimağın ikinci mertebesi tasavvurdur.

mevlevi tasarımTasavvur; bir şeyi zihinde şekillendirme, tasarlama ve suretler biçmedir. İnsan dimağda önce hayal ettiği şeylere suretler biçmeye başlar. Mânâlar kalbden hayale ma’kes bulunca hayalde suretler giyerler. Bu hayal ve düşünceler suretleri giyerek birer resim gibi şekillenmeye başlar. Bu resmedilen suretlere tasavvur diyebiliriz. Bu suretler bizim ilgi alanımıza ve gördüğümüz şeylere göre değişir ve şekil alabilir. Ancak bu hâl de mantıkça bir hükmü ifade etmez. İnsan bu hâlden istifade de edemez. Bu mertebede dimağda bîbehre (nasipsiz, mahrum) olma hâli vuku bulur. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Mânâlar kalpten çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebep tahtında, bir nev’î suretleri nesç eder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır; hangi mana geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder.”1  dediği nokta tam da bu tasavvur mertebesi olmalıdır.

Tasavvur bir şeyi zihinde şekillendirmek, tasarlamak ve tersim etmektir. Yani hayal edilen tabloların biraz daha müşahhas olarak işlenmiş ve şekillenmiş aşamasıdır. Kalbten gelen soyut mânâlar, hayal ve tasavvur aşamasında resmedilip şekillenir. Böylece ilk şeklî tasavvurât merhalesi başlamış oluyor. Çünkü insanda “gayr-ı mazbut (kayıt altına alınamaz) olan tasavvurât ve efkâr”2 vardır.

Dimağın tasavvur mertebesine geçen fikir bu mertebede bir takım kesme, biçme ve giydirmelere maruz kalır. Bu mertebenin neticesinde ise insan nasipsizdir. Daha doğrusu bu tasavvur aşamasında netlik yoktur. Bu sebeple dimağ bu aşamada bu hâlden nasiplenemez. Bu sırdan dolayıdır ki beşerin nihayeti olmayan ve kâinatı ihâta eden tasavvurâtı vardır. Onun için tasavvurât kayıt altına alınamaz bir konumdadır. Böylece tasavvurât-ı insaniye gayr-ı mütenâhi bir hâlde insanın dimağında vuku bulur. Ayrıca “Çok defa lisân, insanın tasavvurâtından incelerini tabirden âciz olduğu gibi, kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez.”3 Bazen de insan hilâf-ı hakîkat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur. Bu hâl insan için hatarlı bir yol ve durumdur.

Bediüzzaman Hazretleri Muhakemât eserinde tasavvurdaki şekillenmeleri şöyle ifade eder: “Tesirat-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtisasatı ihtizaza gelmekle müyulât (meyiller) tevellüt eder. Ondan hevaî (başıboş) mânâlar, bir derece aklın nazarına ilişmekle, aklı kendine müteveccih eder. Sonra o buhar hâlindeki mânâ, bir kısmı tekâsüf etmekle (yoğunlaşmakla), temayülât ve tasavvurâtın bir kısmı muallâk kalıp, bir kısım dahi takattur (damla damla) ettiğinden, akıl ona rağbet gösterir. Sonra, mayi (sıvı) hâlindeki kısımdan bir kısım tasallüp (katılaşma) ve tahassul (hasıl olma) ettiğinden, akıl onu kelâm içine alıyor. Sonra, o mütesallibden (katılaşmış, sertleşmişten) bir resm-i mahsus ile temessül ve tecelli ettiğinden, akıl, onun kametine göre bir kelâm-ı mahsus ile onu gösterir.”4 Böylece insanda “hissiyat iltihaba başlamakla, âmal (emeller) ve müyulât dahi heyecana gelip, birden o amaller üst kattaki hayalin tabanını deler. İmdat istediklerinden, o hazinetü’l-hayalde safbeste-i hareket ve mahbubun mehasinini ellerinde tutmuş veyahut onun mehasinini hatıra getirmekle tasvir eden, başkasının mehasini ile işba olunmuş olan hayalât ise o amalin imdadına koşarlar. Beraber hücum edip, hayalden lisana kadar inme”ye5 başlarlar. Böylece hayalden tasavvura mânâların intikal aşamalarını Bediüzzaman Hazretleri veciz bir şekilde izah etmiş olur.

Hem “Bazı maâni-i muallâka6 vardır ki, bir şekl-i muayyenesi7 ve bir vatan-ı husûsiyesi yoktur. Müfettiş gibi her bir daireye girer. Bazı kendine husûsî bir lâfız takıyor. Bu muallâkatın bir kısmı ise, harfîye ve hevâîye gibidir. Başka kelime onu derununa çeker.”8 Konuya devam edeceğiz inşâallah…

Abdülbakî ÇİMİÇ

Dipnot:

1- Sözler, 2013, s. 434
2- Muhakemât, 2013, s. 186.
3- İşârâtü’l-İ’câz, 2013, s. 73.
4- Muhakemât, 2013, s. 135.
5- Muhakemât, 2013, s. 136.
6-Tam olarak anlaşılmamış, yerine oturmamış manalar.
7- Kesin olarak belirli olan şekil.
8- Muhakemât, 2013, s. 140-41.

www.Nur.Net.Org

Büyük Cevşen ve Tahmidiye

Tahmidiye, Cevşenin on iki bölümünden bir bölümünü oluşturan çok müessir bir duâdır.

Hazreti Ali (ra) Efendimiz ismi azam olarak kendine kabul ettiği Ferd, Adl, Hay, Kayyum, Hakem, Kuddüs olan altı esmayı, 19 ukdeden oluşan ve bu isimleri şefaatçi  ederek duâ ettiği çok tesirli, küllî bir duâdır. Bu tesirli duânın pek çok maddî ve manevî olan hastalıklara şifa olduğu belirtilmiştir. Bu duâyı birçok büyük zatlar hasta oldukları zaman okudukları rivayet edilmiştir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin de hastalandığı zaman, özellikle zehirlendiği durumlarda bu duâyı daha çok okuduğu ve bunun neticesinde şifa bulduğu bilinmektedir.

Cenâb-ı Hak, “Duânız olmasa ne ehemmiyetiniz var” buyuruyor. (Furkan, 25/77) Fakat şunu unutmamak gerekir ki, duâ bir ibadettir. Yani duâ, diğer yapılan namaz, oruç, zekât, sadâka vs gibi yapılan ibadetler nevindendir. Duâ ederken ibadet niyetiyle yapmak gerekir. Yani Allah’ın rızasını kazanmak için yapılmalıdır. Eğer duâ sırf dünyevî maksatlar için yapılırsa hem makbul olmaz, hem de beklenen dünyevî netice de görülmez. İnsanlar duâdaki bu sırrı bilmedikleri için, çok tesirli münacatları okudukları halde neticelerini göremiyorlar. Onun için duâ yaparken Cenâb-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak ve ibadet niyetiyle okumak gerekir. Ta ki yaptığımız duâlar hem ahirette hem de dünyada neticeleri görülebilsin.

Tahmidiye’nin gerçek manada bir şifa duâsı olduğunu bizzat görerek okuyarak ve yaşayarak öğrendim. Sinop’tan Bursa’ya geldiğimizde, Üstad Hazretleri’ni ziyaret eden ve Bursa’ya 1950 yılında Risale-i Nur’u getiren Ali Çakmak Ağabey, “Kardeşim her gün bir Yasin-i Şerif ve bir de Tahmidiye oku” diye tavsiyede bulunmuştu. O tavsiyeye uymaya devam ediyorum.

1995 yılında kızım trafik kazasında yaralanmıştı. Önce hastanede kafatasındaki darbeler görülmemişti. Ağrıları şiddetlenince tekrar götürdük. Bu arada komşumuzun gelini devamlı başına buz torbası koyuyordu çocuğun. Hastaneye ikinci gidişimizde bir hafta kaldık. Bu esnada devamlı Tahmidiye okuyordum. Kalp ameliyatı olan Gönenli bir hastaya da okudum Tahmidiye’yi. Şimdi Allah’a  sonsuz şükürler olsun kızımda diğer hasta da iyiler.

Rahmetli Birinci Ağabey sağ iken onu ziyarete gidiyordum İstanbul’a. Almanya’dan da Nur Talebeleri ziyarete geliyorlardı. Yalovalı Derya kardeşle orada tanıştım. Derya kardeş kızının rahatsız olduğundan bahsetti. Ben de ona “Kardeş kızına Tahmidiye oku” dedim. Geçen yıl Almanya’ya gittiğimde derse gittik. Orada Derya kardeş beni tanıdı. Yirmi yıl önce ona Tahmidiye’yi tavsiye ettiğimi, damarlarındaki anormal durumdan neredeyse dizden aşağı kısmının kesileceği söyleyen doktorlar, bu iyileşme karşısında hayrete düştüklerini anlattı. Hastanede bir hatıra anlattı Derya kardeş.

Ben de bu hatırayı sizlerle paylaşmak istedim: “İhsan Atasoy Duisburg’a Ramazanda Teravih ve mukabele için gelmişti. Bir gün dişi fena şişmiş. Zor konuşuyordu. Doktora götüreyim dedim. İhsan Atasoy,  “Gerek yok geçer” dedi. Bir gün sonra baktım, İhsan Hoca’nın yanağındaki şişlik inmiş, normale dönmüş. Merak edip sorunca, İhsan Atasoy: ‘Kardeşim ben her gün Tahmidiye okurum. Rabbim şifa verdi’ diye cevap vermişti.”

Öğrencilerime de Tahmidiye okumalarını tavsiye ediyorum, okuyanlar bize duâ ediyorlar. Çocuklarım ve yakınlarım hasta olunca hemen ilk işimiz Tahmidiyeyi ve Hastalar Risalesi aramızda paylaşıp okumak oluyor.

Geçen hafta eşi beyin rahatsızlığı yaşayan bir arkadaşım aradı. “Siz hacdan geldiniz, sizde zemzem vardır, okuyup hanıma içireceğiz” dedi. Arkadaşıma da Büyük Cevşen’i tavsiye ettim. “Orada Sekine ve Tahmidiye duâları var, onları okuyun” dedim.

Rabbim, Tahmidiye duâsının sırrı ile bu hanım kardeşimize ve bütün hastalara şifa versin inşallah.

Erdoğan AKDEMİR

www.NurNet.Org

Dimağda tahayyül mertebesi…

“Ziya-i kalbsiz olmaz nur-i fikir münevver.”1

Bu sırdan dolayıdır ki dimağ kalbe bağlı çalışır. Çünkü “kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada”2 yürür. Bir lâtife-i rabbaniye olan kalbin makes-i efkârı dimağdır. İnsanın hislerinin mazharı vicdan, fikirlerinin ma’kesi ise dimağdır. Her ikisi de lâtife-i Rabbaniye olan kalbin birer şubesi konumundadır. Kalbten dimağa ma’kes bulan efkâr dimağda mertebelerden geçer. Dimağdaki mertebeler ise şöyledir: Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam, itikad. Bu mertebelerin her birisinde farklı bir hâlet oluşur ki, bunun en zirvesi ve makbûlü itikad dediğimiz son mertebedir. İşte buna ehl-i imân için salâbet-i îmâniye diyoruz.

Dimağda önce tahayyül vukû’ bulur. Safsata (hezeyan, uydurma, boş, temelsiz söz) burada başlar ve doğar. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Dinsiz felsefe hakîkatsiz bir safsatadır.”3 dediği nokta tam da burası olmalıdır. Hayâl etmek, bir şeyi önce hazîne-i hayâlde canlandırmaktır. İnsan önce hayâl ederek düşünmeye başlar. Tahayyül, düşüncenin ilk aşaması ve mukaddimesidir. Zihin aşamasındaki birinci aşama, tahayyüldür. Zihin arzularını gerçekleştirmek için önce hayâl eder. Eğer hayâl hakîkate mavafık olmazsa bu hâletten ‘safsata’ hâsıl olur. Hayâl etmek bir hüküm değildir. Bu sebeple hayâlimizdekilerden me’sul değiliz.

İnsan öncelikli olarak hayâl eder. Sonra bu hayâllere suret vermeye başlar, yani tasavvur mertebesine geçer. Hayâlde efkârın hakîkati görülmez. Zihinden hayâller, perdeli ve suretler şeklinde gelir geçer. Bu hayâl ve düşünceler çeşitli suretleri giyer ve dokur. Bir fikir dimağa yansıdığında akıl onu hemen kabul etmez. Önce hayâlin elinde tutar. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Size söylediğim sözler hayâlin elinde kalsın; mihenge vurunuz.”4 dediği nokta tam da bu noktadır. İşte bu hayâl mertebesinde safsata hâsıl olur. Çünkü “mantıkça, tahayyül hüküm değildir.”5 Ancak insan bu mertebede aldanabilir. Şeytanın önce kalbe attığı çirkin sözlerini kalbin reddetmesiyle birlikte hayâle yansıttığından hükümsüz bir tahayyülü hakîkat tevehhüm eder.6

Tahayyül mertebesinde şöyle bir hâl daha vukû’ bulur. ”Mânâlar kalpten çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayâle girerler; oradan suretleri giyerler. Hayâl ise, her vakit bir sebep tahtında, bir nevi suretleri nesç eder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır; hangi mânâ geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer mânâlar, münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur; fakat, temas var. Vesveseli adam teması, telebbüsle iltibas eder. “Eyvah,” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş.”7 diyerek evhama kapılır. “Bîçare vesveseli adam, bazen tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yani, hayâle gelen bir şüpheyi, akla girmiş bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder.”8 Halbuki, “hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler, cüz-i ihtiyârîyeyi pek dinlemiyorlar, teklif-i dinî altına çok giremiyorlar”.9 “Hem, tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz’an değiller; öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar.”10

Özellikle vesveseli adam “Bazı tahayyülî halâtı, taakkulî hâlât ile iltibas eder. Hayâle gelen şüpheyi, akla gelen bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Bazan, tevehhüm ettiği şüpheyi, şek zanneder. Bazan, tasavvur ettiği şüpheyi, bir tasdik-i aklî zanneder. Bazan, bir emr-i küfrîde, tefekkürü, hilâf-ı imân zanneder… Halbuki; tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür; tasdik-i aklîden, iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, şüphe ve tereddüt değildirler. Lâkin tekerrür edip istikrar peyda etseler, bazan bir nev’î şüphe-i hakîkî onlarda tevellüd eder.”11

“Küfrü hayâl etmek küfür olmadığı gibi, dalâleti tasavvur etmek de dalâlet değildir. Zira tahayyül ve tasavvur, aklen tasdik, kalben iz’an etmekten farklıdırlar. Bu yüzden şüphe ve tereddüte düşmeye gerek yoktur. Kalbe uğrayıp geçen vesveselere aldırış edilmemelidir. Ayrıca bir delilden kaynaklanmayan ihtimaller de safsatanın ötesine geçemez. Bu bakımdan, araştırma safhasında, objektiflik adına yanlışlara düşmemek, yanlıştan hareketle yanlış muhakemede bulunmamak kaydıyla, bazı tahayyül ve tasavvurlar itikada zarar vermez. Ancak lüzumsuz yere yapılan tekrarlar, o tahayyülü müstakar hâle getirebilir, bu da bazı şüphelerin doğmasına sebep olabilir. Zira aklı tasdik eden kalbtir. Kalbte zayıflık olursa, safsatalar bile tasdik edilebilir.”12

İnşâallah konuya devam edelim…

Dipnotlar:

1- Sözler, 2013, s. 1148.
2- Sözler, 2013, s. 804.
3- Sözler, 2013, s. 217.
4- Eski Said Dönemi Eserleri, 2013, s. 230.
5- Sözler, 2013, s. 434.
6- Sözler, 2013, s. 434.
7- Sözler, 2013, s. 434.
8- Sözler, 2013, s. 439.
9- Sözler, 2013, s. 439.
10 -Sözler, 2013, s. 439.
11- Nurun İlk Kapısı, 2000, s.129.
12- Y. Alan- Dimağdaki İlim Mertebeleri.

Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir

Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir

Bediüzzaman Hazretleri “muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır; elde ve ayakta aramak abestir.” (1) der.

Hem de “kulağın dimağa karabeti ve akıl ile sıla-i rahmi vardır.”2 tespitini de aktarır. “İnsan yalnız cesetten ibaret değil; cesedi beslemek için kalb, dil, akıl, dimağ”3 gibi hasseler ve duygular ile donatılmıştır. Dimağ, akıl ve şuur aleti olarak tarif edilir. Ayrıca düşünme mekanizması konumundadır. Dimağ, bir lâtife-i Rabbaniye olan kalbdeki mânâların ma’kes-i efkâr olarak fikirlerin aksettiği, düşüncenin yansıdığı yerdir. Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikad dimağın mertebeleridir.  Aynı zamanda ‘insanın bin cihazatına takılan hikmetlerinden yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hafızası, ezelî hikmet tarafından dimağının cebine koyulmuştur.’4 İnsanın “yalnız dimağına yüzer hikmetler ve faydalar takılmıştır.”5 İnsanın dimağındaki pek büyük ve pek küçük kütüphanesi olan kuvve-i hafızası, Levh-i Mahfuz’un numunecikleri hükmündedir.6

Risâle-i Nur’da kalb ve dimağ ile ilgili şu izahatlar da yapılmıştır.“Şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i mânevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği”7hükmündedir. “Madem kalb ve dimağ-ı insânî bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde derc edilmiştir.”8

Bediüzzaman Hazretleri Allah “kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün Rahmânî hediyeleri, atiyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve Esmâ-i Hüsnânın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince târifeleri o âletlere yardımcı vermiş.”9  Diyerek fıtratımıza derc edilen mânevî cihazatların hakiki vazifelerini izah etmiştir.

Ayrıca “Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı. Hüda kalbde işliyor, dimağı da işletir. Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, daneleri sümbüllettirir. Karanlıklı tabiat, onunla ışıklanır.”10 Tespitleri ile dimağın mahiyetine ışık tutabilecek noktaları izah etmiştir. “İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma’kes-i nur-i iman. Dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan. Fikir ile dimağ, bekçi-yi iman.”11 Noktalarına da temas edilmiştir. Bu sırdan dolayıdır ki “Ziya-i kalbsiz olmaz nur-i fikir münevver.”12

Lemaat’te “Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir, mültebise. Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir. İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet. Salâbet itikaddan, taassup iltizamdan, imtisal iz’andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf(tarafsız), bîbehre(nasipsiz) tasavvurda, tahayyülde(hayelde) safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde, sâfi olan zihinleri cerhtir, hem idlâli.”13 Tespitleri dimağın mahiyetine ışık tutabilecek önemli izahlardır.

Bir fiil kalbin ve de hissin temâyülatından ortaya çıkar. Çünkü kalb bu fiillere fıtraten meyyaldir. İmân kalbte ve kafada, yani dimağda daimi mânevî bir yasakçıdır. Fenâ meyelânlar ise his ve nefisten çıkar. Bu meyelânları îmân bekçisi olan fikir ile dimağ yasaktır der, tard eder ve kaçırır. İnsanın güzel fiilleri ise kalbin temâyülatından çıkar. Vesveseleri ve fena meyilleri îmân tard eder. Güzel meyillerden sonra fillerin ilk hareketi duygulara ait ise vicdanda ma’kes bulur ve vicdana yansır. Eğer bu filler fikirlere ait ise dimağa yansır. Bediüzzaman Hazretleri kalb ve vicdan ile ilgili şu açıklamayı yapar: ”Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır.”14

Abdülbakî ÇİMİÇ

Dipnotlar:

1- Muhakemat,2013,s.109
2- Muhakemat,2013,s.156
3- Lem’alar,2013,s.414
4- Şualar,2013,s.341
5- Şualar,2013,s.347
6- Şualar,2013,s.348
7- Mektubat,2013,s.751
8- Mektubat,2013,s.751
9- Şualar,2013,s.115
10- Eski Said Dönemi Eserleri(Lemaat),2013,s.677
11- Eski Said Dönemi Eserleri(Lemaat),2013,s.719
12- Sözler(Lemaat),2013,s.1148
13- Sözler(Lemaat),2013,s.1148
14- İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.130

 

Bu Hizmet, Kafa Feneri ile Yürümez!

Bu Hizmet, Kafa Feneri ile Yürümez!

“Bir insanı yakalamak ve kendine çekmek; onun o hissini okşamakla kendine bağlar, hem onun ile onu mağlub eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zaîf damarından ehl-i ilhadın istifade etmek ihtimalidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakikî olmayan bazı bîçare dostlarımı o suretle çektiler, manen onları tehlikeye attılar.”[1] Hakiki her nur talebesi Risale-i nur ölçülerine göre hareket eder. Bazen bazı aldatan ve aldananlar tarafından nur talebeleri aldatılmak istenir ve kısmen de aldanırlar. Bu aldatmak taktiği tarihin her sürecinde karşımıza çıkmıştır ve çıkmaktadır ve çıkacaktır. Bu imtihanın sürecinin faslındandır. Burada bize düşen şuurlu olmak vasıtasıyle bu çeldiricilere aldanmamaktır.

Bir komite düşünün ki her yere sokulmuş ve bünyeye girdikten sonra desise ve cezbezelerle hizmetin omurgasına yerleşmeye çalışmış ve yer yer bunda muvaffak olmuştur bu zındıka komitesi..

Her yere sokulan ve çok şekillere giren bu komiteyi tarihçe-i hayat’ı okuyan herkes varlığından haberdar olmuştur. “Efendiler! 30-40 seneden beri ecnebi hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’an hakikatına ve iman hakikatlarına her vesile ile hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu mes’elemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zahiren sizin ile birkaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.”[2]Bu metni okuyupta dehşete düşmemek elde bile değil. Öyle bir komite ki, hem Kur’an hem iman hakikatine hücum ediyor.

Hem bu milleti ifsad ve vatanı parçalamak peşinde.

Hem Müslüman görünümlü ( demek ki Müslüman değil!).

Hem çok şekillere giriyor ( sanki bukalemun gibi)..

işte böyle bir komİte… çok entrikalar çeviriyorlar. Yaptıkları bu enterasan ve acip işler ve çevirdikleri dolaplar sebebi ile “bütün münevverlerin kalbleri sızlamış ve hattâ ağlamış, dişleri gıcırdamıştır.”[3] Ama şuurunu kaybettirdikleri ise bu komitenin icraatlarını ya görmüyor, ya susturuluyorlar. Belkide “Nev’-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikata nüfuz etsin ve hakikatı hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesaili takliden kabul ederler. Hattâ kuvvetli bir hakikatı, zaîf bir adamın elinde zaîf görür ve kıymetsiz bir mes’eleyi, kıymettar bir adamın elinde görse, kıymetdar telakki eder.”[4] Bu meseleye takılıp kalıyorlar. Makam-ı kazip sahiblerini çok büyüttüğü için aleminde sesini çıkartamıyorlar. Her neyse..

“Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya safiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir, bu da onlarla mücadeledir..”[5]Çeşitli şeyleri safi nurcuların önüne koyarak o nur talebesinin nurlarla olan meşguliyetini azaltarak alemini dağıtmak peşindedirler. Bu komitenin adamları “bir takım kandırışlarla sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle aldatmaya veya korkutmakla hizmetten vazgeçirmeye gayret ediyorlar.” [6] bu sebeple her meslek ve meşrebin içine az çok sızmış olan bu adamlara karşı müteyakkız davranmak elzemdir. Yoksa Konya yerine hanyaya götürürler sen bunu anlayana dek iş işten geçer; ama dönemezsiz

Mesela birisi üstadın talebeleri aleyhinde konuşuyorsa, ve Bediüzzamanın varislerini nazarlardan düşürtmek yolunu tutmuşsa ve buna gayret ediyorsa adımız gibi bilmeliyiz ki Bu ya içimize sızmış, ya bu münafıklara aldanmış, veya aldananlara aldanmıştır. Üstadımızın varislerine itibarı kırıp onların yerine kendisini koymaya çalışmaktadır. Postnişinlik gütmektedir.

Hizmette istikametin şartlarından birisi de üstadımız Bediüzzaman’ın varisleri ile beraber olmak ve bu ağabeylere ve kurdukları neşriyatlara da sahip çıkmaktır.

Şayet sembolik olarak ağabey denilip, üstadın sadece yemeğini yapmış, temizliğine bakmış, ellerinden öperiz saygımız sonsuzdur; ama beraber değiliz veya biz daha iyi biliyoruz gibi şeyler ileri sürenlerden uzak durmak elzemdir.

Madem üstadımız“kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki; emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrukâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.”   [7]  ve “bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört-beş adamı mutlakvekilyapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tahirî, Sungur, Ceylan, Hüsnü ve bir-iki adam daha mutlakvekilim olarak vasiyet ediyorum.” [8] dedi o halde bizler varsa bir meziyetimiz bu meziyeti bu ağabeylerimizle beraber hareket edip onların yanında ve sayesinde hizmete destek vermeliyiz. Aksi halde “Ateş böceğinden daha sönük kafa fenerinle nasıl şu güneşlere karşı gelebilirsin?” [9] kendi malumat ve efkarınla hareket edersen, bencelerine güvenip yürürsen hüsrana uğrar ve keşmeşten kurtulamazsın.

Bediüzzaman Said Nursi bu hizmet, hizmet edinde kafanıza göre, işkembenize göre dememiş ve varislerini hizmetin başına koymuş bir nevi muhafız ve müdebbir gibi. Lakin hizmetin inkişafı hususunda “herbirinizi derecesine göre birer Said ve birer vârisim ve benim yerimde Nurların birer bekçi muhafızı..” [10] olarak tayin etmiştir.

Bahtiyar o kimse ki kafa fenerine göre hareket etmez.

Bedbaht o kimse ki kafa fenerinin ışığına itimad eder ona göre hareket eder.

Bahtiyarlardan olmak duası ile

Muhammed Numan ÖZEL

 


[1] Mektubat ( 412 )

[2] Tarihçe-i Hayat ( 418 )

[3] Şualar ( 547 )

[4] Mektubat ( 370 )

[5] Tarihçe-i Hayat ( 691 )

[6] Tarihçe-i Hayat ( 691 )

[7]Emirdağ Lahikası-1 ( 136 )

[8]Emirdağ Lahikası-2 ( 233 )

[9]Sözler ( 309 )

[10]Emirdağ Lahikası-2 ( 6 )

 

www.NurNet.Org