Kategori arşivi: Aile Sağlık

Erkekler Kadınlar Üzerinde Yönetici ve Koruyucudur

Kur’an-ı Kerîm’in bazı âyetlerinden utanıyor muyuz? Dilimizle itiraf etmesek de gönlümüz kabul etmiyor mu? Âyetleri yeterince modern görmüyor muyuz? Aman konuşmayalım, üstünü örtelim, kimse duymasın mı diyoruz? Yaradan’dan daha çağdaş olmaya mı çalışıyoruz?

Mademki mü’miniz, mademki müslümanız (teslim olmuşuz) o halde neden kaçıyoruz Allah’ın âyetlerinden.

Kadın\ Erkek konusunu konuşurken Yaradan’ın yol göstericiliğini nasıl göz ardı ederiz?

Ben tefsir konusunda uzman birisi değilim, size tefsir yapacak değilim. Aile üzerine çalışan biri olarak güvenilir kaynaklardan alacağım meal ve tefsirler ışığında konuyu konuşalım istiyorum.

İşte o kaçmaya çalıştığımız âyetlerden birisi: Nisâ Sûresi, yani Kadın Sûresi, 34. Ayeti kerime. Aile hayatı ile ilgili çok önemli bir âyet.

Nisâ Sûresi 34. Âyeti Kerîme “Erkekler kadınlar üzerine kavvamdır.” (yönetici ve koruyucudur) diye başlıyor.

“Kavvam” kelimesi “Kayyum” kelimesinin çoğulu. Hem yönetici hem de koruyucu anlamına geliyor.

“Erkekler kadınlar üzerine yönetici ve koruyucudurlar.”

Ailede bir yöneticiye ihtiyaç var mıdır? Kesinlikle vardır. Aile toplumun en küçük kurumudur ve her kurumda bir idareci olmak zorundadır. Bu idareci ya kadın ya erkek olacaktır. Allah (c.c) ailede yöneticilik görevini erkeğe vermiş. Elbette Rabbimiz her şeyi en iyi bilendir.

Kadın ve erkek ikisi de evde yönetici olamaz. Nasıl memlekette bir başbakan, her belediye de bir belediye başkanı, her kurumda bir genel müdür varsa ailenin de genel müdürü, idarecisi erkektir. İki idareci daha iyi olsaydı herhalde devletin en önemli kurumlarından bunu esirgemezlerdi. Peygamberimiz (s.a) “Üç kişi yola çıksa birini reis seçin.” buyuruyor. Şu uzun hayat yolculuğunu da idarecisiz götürmek zaten mümkün değil.

Erkeklerin doğuştan getirdiği özellikler “güç, iddia ve başarı“dır. Erkekler liderlik için gerekli olan vasıflarla yaratılmışlardır. Beyinlerinin sol tarafını daha çok kullandıkları için kadınlara göre çok daha gerçekçidirler. Kadınlar karar alırken, duygularını kararlarına fazlası ile katarlar.

Modern olmanın ölçüsü haline getirilen eşitlik iddiaları yüzünden, kadınlar, erkeklerin evde yönetici olmalarını kabul etmez oldular. Erkekler; vatanı, kadınları, çocukları korusun, kimsenin buna bir itirazı yok. Neden itiraz eden yok? Kadın haklarını savununlar mademki eşitlik iddiasındalar, şöyle demeleri gerekmez mi? “Askere, savaşa erkekler gidiyor, yaralanıyorlar, sakat kalıyorlar, ölüyorlar, burada bir eşitsizlik var. Biz kadınlar da savaşa gidelim erkeklerden geride kalmayalım.”

“Erkekler bizi korusun ama yönetmesin.” Oysa mesuliyeti alan idareyi de alır. Sorumluluk varsa yetki de olmak zorundadır.

Âyetin devamında Rabbimiz erkeklerin ailede neden “kavvam” olduklarını açıklıyor: “Bu da Allah’ın kimini kimine üstün kılması ve bir de erkeklerin mallarından sarf etmeleri sebebi iledir“.

Üstünlük kelimesi bu âyetin mealinde tek başına yetersiz kalmaktadır. Burada bahsedilen Allah katındaki üstünlük değildir. Allah(c.c) Hucurât Sûresi 13. âyette “Allah katında üstünlük ancak takva iledir.” buyuruyor. Takva Allah’ın emir, yasak ve tavsiyelerine gösterdiğimiz titizlik ölçüsüdür. Ve takvada cins farklılığından bahsedilemez. Kur’an-ı Kerim’de kadın ve erkeğin farklı noktalarda üstünlüklerinden bahsedilebilir. Geçen haftaki yazımda bu konu ile ilgili âyeti kerîmeyi yazmıştım.

Erkeklerin kadınlara olan üstünlüğü ailede söz hakkı üstünlüğüdür. Yönetici olmanın getirdiği statü üstünlüğüdür.

Yetki, sorumluluğu getirir. Erkekler; aileden, karısından, çocuklarından sorumludur. Yöneticilik erkek için ağır bir sorumluluktur. Erkekler yöneticilik görevlerini en doğru şekilde yerine getirmek için gayret içinde olmalıdırlar.

Kadın da erkeğin ailede reis olduğunu kabul etmeli ve gereken saygıyı göstermelidir. Mutlu bir evlilikte en önemli şey sevgi-saygı dengesidir. Kadın, erkeğe gerekli olan saygıyı gösterirse erkekten sevgi alabilir. Saygı görmeyen bir erkek, kadından sevgisini esirger.

Kız çocukları ve erkek çocukları farklılıkları üzerine yapılan bir araştırmada çıkan sonuca göre: “Kız çocukları sevgiye önem veriyor, erkek çocukları saygıya önem veriyor.” Biz bütün çocuklar sevgi ister zannediyoruz. Oysa erkek çocukları saygıya daha çok değer veriyor. Saygı isteği erkekliğin temelinde var.

Milyonların izlediği televizyon dizilerine baktığınız zaman erkeklere yapılmayan hakaret yok. Hayvan isimlerinden tutun, her türlü ağır söz, erkeklere söyleniyor. O hakaretler kadınlara yapılsa kadın dernekleri ortalığı ayağa kaldırırlar.

Dizilerde erkekler rol icabı ağır hakaretlere ses çıkarmıyorlar; hatta biraz sonra o kadınla muhabbet ediyorlar. Bunları izleyen hanımlar da dizilerden duydukları kelimeleri kocalarına kullanıyorlar ve tepki gördüklerinde kendilerine değil kocalarına kızıyorlar.”Ne var şimdi söylediğim sözde” diye bir de şikayet ediyorlar.

Erkeğe saygı, ailede çocuk eğitimi için de çok gereklidir. Çocukların tatlı-sert bir baba otoritesine ve anne sevgisine ihtiyaçları vardır. Kadın kocasını saymazsa çocuklar hiç saymazlar. Günümüzde çocuklarla çok sorun yaşıyoruz. Çünkü evde erkek otorite olamıyor. Buna çoğu zaman beyni eşitlik iddiası ile zehirlenmiş kadınlar izin vermiyor.

Kadınlar, eşit olalım derken, çoğu zaman otoriteyi kendi ellerine alıyorlar, farkında değiller. Otorite kadına değil, erkeğe yakışan bir şeydir. İş yerlerinde yapılan araştırmalarda çalışan kadınların çoğu, kadın yönetici istemiyorlar, erkek yöneticiyi tercih ediyorlar. Kadın yöneticilerin otoriteyi sağlamak için erkekleşmeleri gerekiyor; fakat bu da fıtratta çatışmaya sebep olduğundan tam olarak yapamıyorlar. Bu durum iş yerinde çalışanlara ve yönetici kadınların aile hayatlarına olumsuz yansıyor.

Dünya atasözlerinin derlendiği bir kitaptan konu ile ilgili not aldığım bir kaç atasözü var.

“Mutlu evlilik, erkeğin baş, kadının kalp olduğu evliliktir.” (Portekizce)

“Kadın pantolonun bir bacağını istiyorsa, pantolonun iki bacağı da gitmiş demektir.” (Frizce)

“Bir kadın kendi eteğiyle, kocasının pantolonunu, ayırt edebiliyorsa akıllıdır.”(İskoçça, Britanya)

Günümüzde özellikle okumuş dindar kadınlar, ailede erkek otoritesini kabul etmekte zorlanıyorlar. Eğitimli oldukları için erkeğin kendilerine saygı duymasını bekliyorlar, kendiler gerekli saygıyı göstermeden.

Evde, işte, kısacası hayatta eşitlik diye bir şey mümkün değildir. Bunu artık anlamak lazım. Eşitlik iddiası komünist bir söylemdir aslında. Komünizmde zengini fakire eşitleyelim diye uğraştılar yapamadılar. Feminizm de kadını erkeği eşitlemeye çalışıyor. İkisi de yaratılışa aykırı olduğu için yapılması mümkün değildir. Komünizm çöktü, darısı feminizmin başına.

Erkeklerin “kavvam” olmasının ikinci sebebini de Allah(c.c) “Mallarını harcamaları sebebi iledir.” buyuruyor. Kadın çalışıp aileye maddi katkı sağlasa da hem erkeğin kazancının da kullanılmasından hem de âyetin bir öncesinde açıklandığı gibi, erkeğin, kadın üzerinde söz hakkı üstünlüğüne sahip olmasından dolayı, ailenin reisi yine erkektir. Rabbimiz görevlendirmiş.

Erkekler, kadınların canını, namusunu korumak ve ailenin ihtiyaçlarını görmekle saygı ve hürmeti hak ederler. Bu hakkı erkeğe vermemek ve bunun gereği olan saygı ve hürmeti göstermemek çok büyük haksızlık ve nankörlüktür.

Bu âyeti kerîme için tek yazı yeterli olmayacak, birkaç yazı devam edeceğim inşallah. Sizlerin de yorumlarla katkılarınızı bekliyorum.

Sema Maraşlı – Haber 7

Peygamberimizin Çocuk Terbiyesi

Sahabeden Rafi, çocukluğunda başından geçen bir hatırasını şöyle anlatır:

“Çocukken yaramazlık yapar, hurma ağaçlarını taşlardım. Bir gün bahçe sahibi beni yakaladı ve ceza vermesi için Hazreti Peygambere götürdü. Peygamberimiz bana:

– Çocuğum, hurma ağaçlarını niçin taşladın, diye sordu.

Ben de:

– Acıkmıştım onun için taşladım, dedim.

Bunun üzerine Peygamberimiz:

– Bir daha hurma ağaçlarına taş atma. Ağaçların dibine düşenlerden ye! Allah seni doyurur, dedi ve başımı okşadı. Ardından da gülümseyerek:

– Allah’ım! Bu çocuğun karnını doyur, diye dua etti.

Görüldüğü gibi Peygamberimiz(sav) çocuğa  önce neden yaptığını sorarak savunma hakkı tanıyor ve yapmış olduğunun yanlış olduğunu söyledikten sonra, alternatif gösteriyor ve ardından Allah seni doyurur diyerek ağacın altına düşenleri toplamanın daha doğru olduğunu izah ediyor. Daha önemlisi başını okşayarak ona güven telkin ettiği gibi ona gülmesi ve ardından dua etmesi, bu günün çocuk eğitimcilerine, anne babalara sünnete uygun çocuk yetiştirmenin nasıl olacağının da örneğini göstermiş oluyor.

Çetin Kılıç

www.NurNet.Org

Helal Gıda Hatıraları – 2

Üniversitedeki kimya tahsilimde, Milletlerarası Teknik Stajyer Öğrenci Mübadele Birliği (İngilizcesinin kısa adı: IAESTE) vasıtası ile bir yaz tatilinde yurt dışında bir kimya fabrikasında staj yapmak hakkını kazanınca, orada helalinden nasıl gıda alabileceğim konusu, gitmeden önce aylarca beni düşündürmüş ve o zaman imkânlarımın müsaadesi nisbetinde bunun araştırmasını yaptıktan sonra staj yerime giderek, orada helal gıda ile ilgili daha önce öğrendiklerimle yaşamağa çalışmıştım.

Bunu, o üniversite öğrenciliği yıllarımda bana gelen bir ilham sebebiyle yapmıyordum; içinde yaşadığım cemiyette ve hatta kendi akrabalarım arasında bile, benim dikkatimi çeken ve bu mevzuda hassasiyete sevkeden mühim misallerin İslâmî ölçülere göre değerlendirilmesi bana dehşet veriyor; beni bu mevzu üzerinde ibretle ve teyakkuzla düşünmeğe sevk ediyordu.

Tanzimat dönemindeki yanlış “Batılılaşma” cereyanının kurbanlarından saydığım, yurt dışına eğitim için gönderilmiş fakat orada batının sadece bizden daha iyi seviyedeki fennini almakla kalmayıp bizden daha kötü seviyedeki ferdî yaşayış tarzını da almış, helal-haram tefrikini hiç düşünmeden ve bununla ilgili tercihlerini ve seçimlerini yapmadan ömrünü belli bir sona doğru tüketen insanlara bilhassa İstanbul gibi büyük şehirlerde o zaman da çok rastlanıyordu. Şimdi de buna çok rastlanmaktadır ve insanlar arasındaki bu tercih ve yaşayış farklılığı, iman ve küfür gibi, belki kıyamete kadar devam edecektir.

Bahsini ettiğim Tanzimat devrinin “Batılılaşma” felaketinin manevî kurbanlarından bir akrabam, babamın doktor ve dahiliye mütehassısı olmasına rağmen gittikçe kendisinin dinî hayatı yaşamağa daha çok ehemmiyet verir oluşunu daima yadırgar; babamın o halini her görüşmemizde tenkid eder;

“-Sakın siz de babanız gibi olmayın!”

gibi sözlerle, güya yaşça büyüğün yaşça küçüklere gerekli bir nasihatini yaptığını zannederdi.

O akrabam, babamın tıp mesleğinde başarılı birkaç lisanı değişik seviyelerde bilen, kendi kendine öğrendiği Almancasıyla o devrin dahiliye hastalıkları mevzuunda en mühim temel kitabı kabul edilen Almanca bin sayfalık bir kitabı gündüz resmî görevi ve özel muayenehanesinde çalışması yanında gece mesaisiyle iki yılda tercüme edip bizzat yayınlamış  dahiliye mütehassısı bir doktor olarak nasıl dinî hayata öncelik vermek hayat seyri içine girdiğini hiç anlayamazdı.

O akrabam babamı dünyada ayakları yere basmayan veya başka bir gezegenden gelmiş bir canlı gibi görürdü. Hayat sanki sadece dünya hayatından ibaretmiş gibi, o akrabam  babamın ahirete ciddî hazırlanmak gayretlerini kendi kendine izaha çalışırken kırk yaşından sonra bazı insanlarda mühim değişiklikler olabileceğinden de bahsederdi.

Aslında, belki de bu mevzuda bir hadis duymuş da onu kendine göre tevile çalışıyor da olabilirdi:

“Kırk yaşına geldiği halde, sevabı günahından fazla olmayan kendini ateşe hazırlasın.”

Kırk yaş, elbette mühim bir yaştı, fakat o akrabamın kendine göre tevile çalıştığı gibi değildi. Peygamberimize de (Sallallahu aleyhi ve sellem) âhirzaman peygamberliği vazifesi de kırk yaşında verilmişti.

Hastalıkların mikroplar vasıtası ile yayıldığını ilk defa keşfeden kişi olarak batılı kaynaklarca laik eğitim sistemimizde de kabul ettirilmeğe çalışılan, fakat İslâmî kaynaklarımızın bu propagandanın asılsızlığını gösterdiği  Pasteur adlı Fransız  doktor ile babam arasında, o akrabamız bir kıyas-ı maal fârık (geçersiz, yanlış bir kıyas) da yapar ve:

“- Babanız, başarılı bir doktordu; Pasteur gibi olabilirdi; fakat böyle oldu..”

şeklinde çok haksız, tehlikeli ve zararlı küçümseme ifadeleri bile kullanırdı.

Onun bu sözleri çok haksız, tehlikeli ve zararlıydı; çünkü, kâinatta en yüksek hakikat ve en büyük mertebe Allah’a (c.c.) ve onun inanmamızı Peygamberi (s.a.s.) ve kitabıyla bildirdiklerine inanmaktı. Pasteur’un şahsı ve mahiyetini iyi bilmediğimiz imanı bir yana,  “Hastalıkların mikroplar vasıtası ile yayıldığını ilk defa keşfeden olmak” sıfatının hakikî sahibi olduğu farzedilse bile bu sıfat, babamın o zamanki İslâm imanını taşımak ve yaşamağa çalışmak sıfatına asla üstün tutulamazdı.

Babamın çocukları olarak bizim de babamız gibi olmamamız için, o akrabam erken yaşlarda Batı ülkelerine gitmemizi ve Batılıların yaşayışını görmemizi çok defa bize tavsiye ederdi.

Sevabı ile günahıyla âhirete gitmiş olan o akrabamın kendisi hakkında elbette nihaî hüküm ifade eden sözler söyleyemeyiz; bu mevzuda hüküm Allah’a (c.c.) aittir. Fakat buna benzer sözler sarfeden başkaları da bu devirde çok olabildiği için, kendisinin bazı yanlış sözlerinin tahlilini burada yapmakta ve doğrusuna dikkat çekmekte mahzur yoktur. Hem de, helal gıda ile alâkası da bulunan bu mevzuda yapılacak böyle kısa bir tahlilde lüzum ve fayda vardır:

Tıp bilimi, değişik kilolardaki insanlara göre sayısı farklı olmakla birlikte, insan vücudunda ortalama yüz trilyon hücre bulunduğunu ve bunların çeşitli doku ve organlardaki ömürleri ve yenilenme süreleri farklı olsa da, ortalama bir insan ömründe hücrelerinin yaklaşık olarak ikiyüz defa yenilenebileceğini bildirmektedir.

İnsan vücudunu meydana getiren hücrelerin yenilenmesi, alınan gıdalardan gelen moleküllerin yapı taşı olarak kullanılması suretiyle olur. Helal gıda  almağa dikkat etmeden yenilir ve içilirse, haram gıdalardan gelen moleküllerle insan vücudunun hücreleri yenilenir ve insan bedeni helal maddelerden mamül halde  değil; haram maddelerden inşa edilmiş haram bir beden olur. Haram maddelerden inşa edilmiş haram bir beden ise, başka haramlarla da kolayca ünsiyet eder ve bu hal insanın tüm yaşayışına akisleriyle kendini gösterir.

Mezaristana göçmüş, daha niceleri gibi Tanzimatın yanlış “Batılılaşma” cereyanının kurbanı saydığım o akrabamın, güya bizim iyiliğimiz için nasihat etmek makamında söylediği o yanlış sözleri sebebiyle Allah (c.c.) taksiratını affetsin; fakat o hali, yaşayış tarzı ve sözleri ile bana helal gıda almanın ehemmiyeti mevzuuna, onunkinin zıddına dikkat çekici ve yönlendirici  çok mühim ve müşahhas bir hal dersi verdiğini söyleyebilirim.

Çünkü, “Her şey bir cihette zıddıyla bilinir ve daha iyi anlaşılabilir” ; karanlık olmasa, biz ışığın ne olduğunu bilmezdik; küfür, fısk ve dalâlet ehlinin hali de, imanın ve İslâm’a uygun yaşayışın lüzumunu ve ehemmiyetini bize ders verir.

O akrabamın aramızdaki konuşmalarda sarfettiği başka yanlış cümleleri, “Bâtıl şeyleri iyice tasvir edip safî zihinleri idlâl” etmemek için nakletmeğe lüzum görmüyorum; fakat onun yanlış sözlerinin tepkisinin de, benim bu mevzuda doğruyu aramak ve yaşamak meylime kuvvet  vermek tesirinin olduğunu zannediyorum.

İşte, o akrabamın kendi maksadıyla uyumlu olmayan şekilde de olsa, ondan aldığım helal gıdanın ehemmiyeti hakkındaki, zıddıyla hal dersi sebebiyle (başlangıçta kullandığım cümleyi tekrar ile bağlantısını kurmak icabederse) “bir yaz tatilinde yurt dışında bir kimya fabrikasında staj yapmak hakkını kazanınca, orada helalinden nasıl gıda alabileceğim konusu, gitmeden önce aylarca beni düşündürmüş ve o zaman imkânlarımın müsaadesi nisbetinde bunun araştırmasını yaptıktan sonra staj yerime giderek, orada helal gıda ile ilgili daha önce öğrendiklerimle yaşamağa çalışmıştım.”

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Aile İçi Eğitimde Peygamber Metodu

Aile, toplumun sahip olduğu değerleri yansıtan küçük bir aynadır. Toplumda müspet veya menfi olarak bulunan tutum ve davranışlar, ailede yoğun bir şekilde uygulama alanı bulur. Tabir yerinde ise, aile, toplumun kan tahlilinin yapıldığı bir biyo-kimya, bir patoloji laboratuarıdır. Burada her türlü pozitif ve negatif bulguları bulmak mümkündür.

“Aile” kelimesi, sözlük anlamı itibariyle, “geçim sıkıntısı” ve “sarmaşık bitki” demektir. Kelimenin bu etimolojik yapısı, genel olarak ailelerde geçim derdi diye bir problemin varlığına işaret ettiği gibi, aile fertlerinin sarmaşık bitki türü gibi birbirleriyle sarmaş dolaş olmaları, karşılıklı hak-hukuk gözetmede, saygı sevgi göstermede yaprakları iç içe sarılmış bir gül-ü Muhammedi gibi sempatik bir yapıda olmalarının gereğine de işaret etmektedir.

Peygamberlerden bazılarıyla ilgili olarak Kur’an’ın yer verdiği ayetlerde aile içi eğitim örneklerini görmek mümkündür.

Meselâ, Hz. İbrahim’in, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?

Babacığım! Doğrusu, sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğru yola eriştireyim.

Babacığım! Şeytana tapma, çünkü şeytan, Rahman’a baş kaldırmıştır.

Babacığım! Doğrusu sana Rahman katından bir azap gelmesinden korkuyorum ki, böylece şeytanın dostu olarak kalırsın” (Meryem 41-45).

Hz. İbrahim’in babasına olan bu daveti, aile içinde “bilen”in, bilmeyene, kendinden yaşça, mevkice, makamca, rütbe ve unvanca ne kadar büyük de olsa, dinî öğretim ve telkinde bulunması gerektiğine güzel bir örnektir. Babasıyla olan münasebette Hz. İbrahim’in nazik tavrı, bu çeşit çalışmaların metodu, tarzı konusunda da ip ucu vermektedir.

Aile içi eğitimin en güzel bir örneğini de hikmet sahibi olmakla tebcil edilen (Lokman 31/12) Hz. Lokman’da buluruz. Cenab-ı Hak, bilhassa çocuk eğitiminde yer verilmesi gereken metot ve muhtevanın esaslarını, Hz. Lokman’ın oğluna nasihat suretinde, onun ağzından naklettiği cümlelerle bize ders vermektedir:

Oğulcağızım, Allah’a ortak koşma. Çünkü şirk, elbette büyük bir zulümdür.

Oğulcağızım, (yaptığın iyilik) bir hardal tanesi kadar olsa dahi bir kaya içinde, ya göklerde yahut yerin içinde (gizlenmiş) olsa bile Allah onu getirir. Çünkü Allah latiftir. Hakkıyla haberdardır.

Oğulcuğum namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret. Kötülükten vazgeçirmeye çalış. Sana isabet eden şeylere katlan. Çünkü bunlar kati surette farz edilen umurdandır. İnsanlardan (kibirlenip) yüzünü çevirme. Yeryüzünde şımarık yürüme, zira Allah, her kibir taslayanı, kendini beğenip öğüneni sevmez. Yürüyüşünde mutedil ol. Sesini alçalt. Seslerin en çirkini eşeklerin anırışıdır” ( Lokman, 31/ 13, 16-19).

Cenab-ı Hak, yukarıda kaydettiğimiz, Hz. Lokman’ın oğluna olan nasihatlerinin arasında evlatların anne-babalarına gösterecekleri saygı ve hürmetten, bunun öneminden bahsederken bu itaatin hudutlarını da belirtir. Ebeveyn-evlat münasebetlerini gösteren bu ayetlerin mealleri şöyledir:

Eğer onlar/ anne-babaların, hakkında herhangi bir ilmi delil bulunmayan bir şeyi Bana şirk koşman için seni zorlarlarsa kendilerine itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin…” (Lokman, 31/15. ayet).

AİLE İÇİ EĞİTİMLE İLGİLİ BİR HADİS-İ ŞERİF

Aile efradının tâlim ve terbiyesinin, İslamî sistemde ne kadar önemli olduğunu gösteren bir hadis-i şerifin meali şöyledir: Müslim b. Yesâr anlatıyor:

“Resulullah Aleyhissalatu vesselam, bir seriyyeyi (askerî birlik) sefere gönderiyordu. Bir genç de ortaya atılarak, onlara katılmak istedi. Resulullah: -Ailene (nezaret edecek) bir büyük bıraktın mı? diye sordu. Genç: “Hayır!” deyince: -Ailene dön. Zira cihadın iyisi onlar içindedir” buyurdu.

Burada vurgulanması gereken incelik, Resulullah’ın sulh zamanında değil, askerî bir sefer sırasında bunu söylemiş olmasıdır. Evet bir kere daha hatırlatmanın yeridir: İslam aile içerisinde, aile efradının terbiyesine yönelik gayretleri “en büyük cihat” olarak vasıflandırmıştır.

Söz buraya gelmişken, savaşa gidildiği zaman, halkı aydınlatacak kimselerin geride kalıp ilim tahsiline devam etmelerini emreden ayet-i kerimeyi de hatırlatmamız gerekmektedir (meâlen):

Müminler toptan savaşa çıkmamalıdırlar, her topluluktan bir taifenin, dini iyi öğrenmek ve milletlerini, geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı! Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler” (Tevbe 9/122).

AHİRETE ENDEKSLİ AİLE HAYATI

İnsanın her zaman yakasına yapışan iki soru söz konusudur.

Birincisi, sıkıntı, ızdırap, musibet sorusudur. Bunların cevabı ise, sabırdır, tahammüldür, hoşgörüdür.

İkinci soru ise, sevince medar olan sağlık, bolluk, ferahlığa dair imtihan sorularıdır. Bunun cevabı ise, şükür ve memnuniyet ifadesidir.

Bu açıdan bakıldığında, insanın ruh cevherini ortaya çıkaran insanı Kabe-i kemâlâta yükselten en müsait zemin aile hayatıdır. Eğer, aile fertleri bu pencereden hayatlarına bakarlarsa çok daha toleranslı çok daha hoşgörülü davranış sergileyeceklerinde şüphe yoktur. Ancak, bu zor işi başarmanın en önemli faktörü ahirete endeksli bir hayat çizgisini takip etmektir. Çünkü, karşılıklı sevgi, saygı, samimiyet, hoşgörü, tahammül, katlanma ve tolerans kültürü, mevcut birlikteliğin uzun veya kısalığına göre değişkenlik arzedecektir. Bu sebeple, geçici, fani, muvakkat, bir perspektif üzerine kurulan bir aile hayatının samimiyeti o nispette zayıf kalır.

Pencerelerini ahirete açmış bir aile yuvası ebedi bir arkadaşlık üzerine kurulduğu için, her türlü tolerans ve tahammül kültürünün yeşermesine en uygun bir zemindir. Böyle bir zeminde oturan fertlerin karşılıklı saygı ve sevgileri, tahammül ve hoşgörüleri en zirve noktada kendini gösterir. Ne mutlu o aile fertlerine ki, birbirlerine cennet yolunu göstermekte yarışırlar. Müjdeler olsun ahirete endeksli hayata yapışan, yapmacık tavırlar yerine samimi davranışlar sergileyen aile fertlerine!..

Doç. Dr. Niyazi Beki /Zafer Dergisi

Yaşanmayan Çocukluk

Toplumumuzda dinimizde ailenin ve çocuğun yerini zannedersem birçok yazılarda, kitaplarda okumuş, yaşadığımız toplum hayatında müşahede etmişsizdir. Tekrar tekrar çocuk eğitimi ve aile önemi hakkında fikrimi aktarma yerine kendi çocukluğumdan yola çıkıp, şimdiki çocukların yasayışını inceledim ve çok büyük uçurumlar fark ettim.

Ben 80’lerin sonu 90’ların başında çocukluk dönemi yaşayanlardanım. O dönemleri yaşayan hiçbir yaşıtımız çocukluğunu iyi geçiremediğinden yakınamaz, en azından birçoğu. Çünkü bizler çocukken misket oynardık sokaklarda 30 arkadaşımızla. Bakkalın önünde filede asılı olan toplardan 10 kişi aramızda kuruşları toplar ve o toptan alır iki taşı kale yapar ve maç yapardık. O renkli plastik toplar bizim için çok değerli idi.

İncir ve dut ağaçlarına tırmanmak ve dallarında oturarak onları atıştırmak bizim için büyük bir zevkti. Açlığımızı hissettiğimiz vakit camdan annemizi çağırır ve sepele sandviç sarkıtmasını isterdik. Hayatımda yediğim en tatlı sandviçlerdir.

Televizyon izlemek çokta önemli değildi bizler için. Çünkü vaktimizi ve enerjimizi okul ders ve sokaklarda oynamakla geçirirdik. Televizyonda, ancak pazar sabahları Susam Sokağı, Tom ve Jerry gibi çizgi filmler izlerdik, bu da iki saati geçmezdi. Bu arada gözümüz hep camda olurdu. Arkadaşlar oyuna başladı ise TV’yi bırakıp tekrar sokağa oynamaya çıkardık. En büyük lüksümüz o meşhur el atarileri idi, hani 4444 tane oyun olurdu içinde.

Bu yaşadığımız devre bakıyorum, yakın çevremi izliyorum Medresemize gelen çocuk ve gençlere bakıyorum ve görüyorum ki ilerideki yaşlarında, ne birbirlerine anlatabilecekleri bir çocukluk anıları, nede enerjilerini atabilecek bir ortamları var.

Yüzde 90 herkesin elinde bir cep telefonu. Evde internet ve oyun makineleri bağımlılığı almış başını gitmiş. Çocuklar kafalarını sanal ve hayal aleminden kaldıramıyorlar. Arkadaş ortamları yok denilebilecek kadar az. Facebook gibi ortamlarda sanal arkadaşlıklar moda olmuş.13 yaşında bir çocuk bana Sigarayı bırakabilmesi için yardımcı olmamı ve fikir vermemi istiyor.

Kız çocuklarımız daha ip atlama yaşında iken yüzlerini makyajlarla çirkinleştiriyorlar.14 yaşındaki bir kız çocuğu makyajla beraber adeta 25 yaşında olgun bir bayana benziyor. Peki ya ruh âlemi, 25 yaşında mı? Yoksa çocukluğu mu yaşamak istiyor?

Ben yeğenlerime çocukluk günlerimde yaşadıklarımı anlattığım zaman hayretlere kapılıyorlar. Sanki ben başka bir dünyada çocukluğumu yaşamışım gibi meraklı ve şaşkın gözler ile dinliyorlar.

Teknoloji ve bilgisayarı kullanmanın dozunu maalesef bilmiyoruz. Orta yolu bulamıyoruz. Bir işe el attığımız zaman ya tamamen ona kendimizi veriyoruz yâda hiç ilgi göstermiyoruz.
Aileler bu konuda çok dikkatli davranmalı.

Bir çocuğa 0 ile 3 yaş arası ne verirseniz onu alır” manasındaki hadisi şerifini unutmayalım.

Çocuklarımız bizi sanal ortamda çok fazla görmelerine izin vermeyelim. Yani kendimiz sanal ortam ile gerektiğinden fazla zaman geçirmeyelim. Onlara kendi çocukluğunuzu anlatıp yaşamaya çalışın. Mesela çıkın misket oynayın, uçurtma uçurun, kitap okutmaya teşvik edin, yaşadıklarınızı çocuğunuza da yaşatın ve bunu zevkle yapın. Göreceksiniz ki çocuğunuz enerjisini dışarıda attıkça aklen ve fikren daha huzurlu ve maneviyata adım atmaya hazır bir hale gelecektir.

Unutmayalım ki yaşanmamış bir çocukluk insanin ileriki hayatında çok derin izler bırakacaktır.

Çocukları sevin, onlara karşı şefkatli olun, onlara verdiğiniz sözü harfiyen yerine getirin; çünkü çocuklar, sizin onlara rızk verdiğinizi sanırlar.” (Hadis i Şerif)

Zübeyir Kılıç
Barla Medresesi Mannheim / Almanya