Singapur Güneydoğu Asya’nın (Asya Pasifik ülkelerinin) en müreffeh, en şirin bir ada ülkesidir. İçinde 40 kadar ada vardır. En meşhur adası “Sentosa” adasıdır.
Singapur, cumhuriyetle yönetilen parlamenter demokrasi sistemine dayanır.
Singapur Asya pasifik ülkelerinin
-hem finans merkezi (yani Avrupa’nın İsviçre’si gibi)
-hem endüstriyel merkezi -hem ithalat, ihracat merkezidir.
-hem havalimanı aktarma merkezidir.
Singapur 2009-2019 yıllarında çok gelişmiş ve ekonomik açıdan çok zenginleşmiştir 2009 dan önce 3. dünya ülkesi iken 10 yılda Dünya’nın en güçlü ekonomi ve en güvenlikli ülkesi haline gelmiştir.
Singapur’un iki milli üniversitesi olan NUS ve NTU dünyanın ilk sıralarında yer almaktadır.
Singapur ada ülkesidir bir tarafi 42 km bir tarafı 23 km toplamda 622km2 yüz ölçümüne sahiptir.
Singapur 1819’a kadar Temasek Deniz Şehri ismiyle anılan Malezya’nın 14. eyaleti idi sonradan Aslan şehri anlamına gelen Singapur ismini almıştır.
Singapur nüfus olarak %75 Çin, %15 Malay, %10 Hint ve diğer milletlerden oluşur.
Nüfusu yaklaşık 6 milyondur.
Dil: Resmi dili İngilizcedir, bununla beraber Çince, Malayca, Hintçe de konuşuluyor.
Singapur iklim olarak, tropikal sıcak ve nemli bir iklime sahiptir. Mevsim olarak az yağışlı çok yağışı ifade ediliyor.
Ekvatora çok yakın ve kukuzeyindedir.
Singapur 9 Ağustos 1196’da bağımsız bir devlet olmuştur. 1971 yılında İngilizler ayrılmıştır.
Singapur’un para birimi, Singapur dolarıdır.
🔸 SİNGAPUR DA İSLAMİYET
Singapur da İslamiyet tabiin zamanında tüccarlar vasıtasıyla gelmiştir. Günümüzde hala Singapur’da tabiin zamanında gelenlerin kabirleri mevcuttur.
Singapur’da:
-Müslümanlar, % 16
– Budistler, % 35
-Hristiyan, %18
-Geriye kalanlar Ateist ve Hindular %31
Singapur’da (MUIS) diyanet işleri başkanlığı vazifesini yapıyor..
Singapur genelinde toplam 80 tane cami bulunmaktadır. En büyük Camisi Sultan Masjıd’dir. Ba’alwie Mosgue Singapore Masjıd 1952’de Al Attas ailesi tarafından yaptırılır. Caminin içi Osmanlı Türk eserleriyle doludur. İmam Hassan Habib Al Attas’dır, kendisi seyyiddir. Dedeleri Yemen’den gelmiştir. Sultan Abdülhamit 1900 yılların başında bu aileye 2 tane cariyesini gönderir. Birisi Johor sultanının kardeşiyle evlenir, diğeri de diğer akrabasıyla evlenir. Al Attas ailesi de bu soydan geliyor. Bu nedenle de bizler Türklerle akrabayız diyor.
Bu hocaya ilk Arapça Işarat’ül Î’caz kitabını bir abi vermiş, bizde 2013 yılında Arapça külliyatın tamamını hediye ettik ve okuyorum diyor. Her ziyarete gidildiğinde Türkiye,den Bediüzzaman hazretlerinin talebeleri geldi diye karşılayıp ziyaretine gelenlerle tanıştırıyor.. Hüsnü Bayram abi ve Said Özdemir abilerle çok yakından ilgilendi hatta Said Özdemir abiyle 2 saat Arapça sohbet ettiler..
🔸SİNGAPUR DA RİSALE-İ NUR HİZMETLERİ…
-1951de Bayram Yüksel Abi Kore savaşı dönüşü Japonya’dan sonra gemiyle Singapur’a uğrayıp Üstadımıza kaşkol eldiven vs. hediyelik eşya alıyor ve üstadımıza hediye ediyor..
-1960 Yıllarında Singapur’da Hint asıllı Muhammad Jaffar abinin (72 Yaşında) Alim olan dedesine Hindistan üzerinden risaleler getiriliyor. Urfa’dan da Kemalettin Ceviz abi Singapur’a geliyor ona İngilizce ders okutuyor. Dedesine cevşen de hediye edilir ki, Bediuzzaman’in özellikle Esma-i Hüsna’ya vurgusu ve Risalelerde Cenâb-ı Allah’ın esmasının izahati ve ehl-i sünnet itikadinca iman hakikatlerinin isbati pek parlak bir ilim olarak kabul edilerek, okunan dersler dedesi tarafindan ziyaret edilenlere daima anlatıyor. Jaffar Abi, bunun Menderes’in idam edildiği yılda olduğunu belirtiyor. Dedesinin Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a olan sevgi ve saygısını Jaffar Abiyi de etkilediğinden kendisi daha sonradan Türkiye’ye gidip gelen bir tüccar arkadaşı vasıtasıyla Bayazit Sahaflardan İngilizce Risale-i Nur’u edindiğini belirtti.
-1996 Yılında Ali Uçar abi vefat etmeden önce Singapur’da Jaffar Abinin evinde kaldıklarını hatta o heyetten birisinin arasında Üstadımızın saç telinin de olduğu bir cevşeni kendisine hediye ettiğini, kendisinin de teberrüken sakladığını ifade ettiler.
-1997 Yılında ihsan Kasım abi Singapur Ba’alwi camisinde Seyyid Hasan Al Attas hocayı ziyaret ettiğinde Hasan Hoca bana işaratül i’caz verdiler onu okuyorum diyor, ihsan Kasım abide bana dedi sen kalan kısmını verirsin demişti bizde 2013 yılında ziyarete gittiğimizde Arapça külliyatın tamamını Hasan hocaya hediye ettik ve okuyorum diyor.
-2010 Yılında Singapur Stadyum da Mevlid Nebevi programında Filipinler den Muhammed Rıza kardeş Risale-Nurlardan ders okuyor…
-(2 Mart 2010)
Öncelikle geçtiğimiz Şubat ayı içerisinde
Türkiye’den ağabeylerimiz Malezya’yı
ziyaret ettiler. Ankara, Aksaray, Nevşehir ve
Yozgat’tan ağabeylerin iştirak ettiği grup ile
Kuala Lumpur’da şevke medar bazı
ziyaretlerimiz ve programlarımız oldu.
Ağabeylerimizin Kuala Lumpur’a geldigi 28
Ocak 2010 perşembe akşamı derse iştirak edildi sonra Singapur’da Cafer abi bazı yerleri ziyaret ettiler…
-2010 yılında Johor’da doktora yapan Yılmaz kardeş ve Singapur Japon firmasında çalışan Mustafa nida kardeşler ayda bir ders başlattılar..
-2013 yılı Ramazan ayında kadir gecesi ilk Medresemiz açıldı Doktora talebeleri ve vakıf kardeşler 4 yıl İngilizce ve Türkçe dersleri yapıldı elhamdülillah.
-2014 yılında Said Özdemir abi Singapur’a ziyarete geldi çok hizmetlere medar oldu Elhamdülillah..
-Singapur da basılan Çince Risaleler..
2018 de Çince tabiat Risalesi
2018 Ayetül Kübra Risalesi
2019 da Hastalar Risalesi Singapur’da basıldı elhamdülillah.
-Singapur da Medrese hizmetleri devamında 3 kişi Müslüman oldu:
-2013 Crıst Müslüman oldu adı Mesut oldu.
-Wietnamlı Tony Müslüman oldu ismi Fatih oldu.
-Kane Müslüman oldu ismi Yusuf oldu.
-Singapur’da hizmet noktasından çok mümbit bir zemin var. Müslümanlar daha ciddi ve gayretli çünkü kendi maddi ve manevi imkanlarıyla vakıf dernek kurup Cami, okul kurslar açıp küfürle mücadele ederek gayret ediyorlar. Tanışılan insanlar samimi ve cana yakın. Rabbim tesirini halk etsin. Amin.
Ekseriyetle olduğu gibi hizmetlerimiz yerli yabancı akademisyen ve üniversite camiası üzerinden gidiyor. Doktora yapan kardeşler var. Dost olan üniversite hocaları, bazı ağabeylerin tanıdıkları, eski Diyanet başkanı vs. din adamları var. Singapur Müslümanlar Derneği elemanları var. İnşallah bu referanslı olanları zamanla ziyarete gidiyoruz çok hoş karşılıyorlar ve memnun oluyorlar. Kitapları, kurum ve kütüphanelerine gerektiğinde İngilizce ve Arapça külliyatlar hediye ediliyor…
🔸Singapur da korona döneminde hizmetler dersler olarak aksamadan artarak devam ediyor elhamdülillah..
-Her hafta erkekler İngilizce dersi 2 senedir devam ediyordu bir aydır Singapur’daki gençlerle birlikte devam ediyor Elhamdülillah..
-Hanımlar heyeti İngilizce dersi 1.5 seneye yakın katlanarak şevkle devam ediyorlar..
– Ayda birde Türkçe dersler devam ediyor Elhamdülillah
– Bazı Abilerle birebir hususi dersler devam ediyor…
🔹Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır. Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Tarihçe-i Hayat – 100
🔹Ümidim var ki, istikbal semavatı zemin-i Asya, bâhemolur teslim yed-i beyza-i İslâma…
Zira yemin-i yümn-ü imandır, verir emn-ü eman ü emniyeti enama… Şualar – 320
🔹İslâm’ın ve Asya’nın istikbali, uzaktan gayet parlak görünüyor. Çünki Asya’nın hâkim-i evvel ve âhiri olan İslâmiyetin galebesi için dört-beş mukavemet-sûz kuvvetler ittifak ve ittihad etmektedirler. Muhakemat – 42
👍 İngilizce ve Çince Risale-i Nur site ve YouTube kanallarımız ve irtibat adresleri..
👍 Çince Risale-i Nur site ve YouTube kanallarımız:
İleri yaşına rağmen, Trakya Cemaat Okumalarına, ara ara İstanbul’dan gelip katılan, ayrıca Risale-i Nurların Neşrinde Balkan ülkelerinde takdire şayan ihlasıyla, himmet ve gayretiyle tüm gençlere hüsn-ü misal olan Abdulkadir HAKTANIR abimiz yaşlılık kaynaklı nedenler ve malum hastalık vesilesiyle HAKKA VASIL olmuştur.
Allah (C.C) mekanını Cennet , kendisini ve bizi Peygamber Efendimiz’e (SAV) ve Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerine komşu etsin…
NurNet Ekibi olarak sitemizin en faal yazarlarından olan, Risale-i Nur hizmetine ömrünü vermiş, ihlasıyla, himmet ve çalışkanlığı ile bizleri de gayrete getirmiş ve her zaman destek olmuş olan Abdulkadir Haktanır abimizin ruhu içi El-Fatiha…
Evet, sırr-ı ihlas ile samimi tesanüd ve ittihat, hadsiz menfaate medar olduğu gibi; korkulara hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünkü ölüm gelse bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile rıza-yı İlahî yolunda, âhirete müteallik işlerde, kardeşleri adedince ruhları olduğundan biri ölse “Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar, zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla manevî bir hayatı idame ettiklerinden ben ölmüyorum.” diyerek, ölümü gülerek karşılar. “Ve o ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum.” der, rahatla yatar. (İhlas Risalesi / Risale-i Nur)
92 yıllık ömrünü Kur’an ve İman hizmetinde geçiren, tevazuu, şefkati, nezaketi ile gönüllerde taht kuran, asrımızın mühim bir Kur’an tefsiri olan Risale-i Nur’ların neşriyatında ve birçok dünya diline çevrilmesinde çok önemli hizmetler gören muhterem Fırıncı ağabey (Mehmet Nuri Güleç) bugün saat 10:40 itibariyle Rahmet-i Rahmana kavuştu.
Fırıncı ağabeyin cenaze namazı 4 Ekim Pazar günü öğle namazında Eyüp Sultan camiinde kılınacak.
Ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tensipleri ile Eyüp Sultan cami haziresine defnedilecek.
Kızıl Îcâz, Mantık ilminde önemli bir yere sahip olan el-Ahdari’ye ait “es-Süllem” adlı eser için yazılmış bir şerh mahiyetindedir. O dönemde Bedîüzzamân’ın muhatapları olan talebelerinin ileri seviyede zeki ve anlayışlı olmaları sebebiyle çok veciz bir tarzda yazılmıştır
Kızıl Îcâz, Mantık ilminde önemli bir yere sahip olan el-Ahdari’ye ait “es-Süllem” adlı eser için yazılmış bir şerh mahiyetindedir. O dönemde Bedîüzzamân’ın muhatapları olan talebelerinin ileri seviyede zeki ve anlayışlı olmaları sebebiyle çok veciz bir tarzda yazılmıştır. Ayrıca zihin ve aklı çalıştırmakta gevşek davranan bazı hocaların tefekkür alanında daha dikkatli, daha derin düşünmelerini sağlamak için bu eserini özellikle çok ince elemiş ve aşırı derecede veciz ifadelerle işlemiştir. Nitekim eserin ismi olan “Kızıl Îcâz” da “aşırı veciz, kıpkızıl/çok zor anlaşılır bir îcaz ile yazılmış eser” manasına gelir.
Bu sebepledir ki, eskiden beri “Kızıl Îcâz” ismini duyanlar ondan uzak durmuş ve böyle çok zor bir eseri anlamaya ve açıklamaya yanaşmamışlardır.
Bununla beraber, Abdulmecid Nûrsî, Sadreddin Yüksel, Şeyh Safvetullah, Musa Celalî gibi bazı mümtaz şahsiyetler kısmen şerh etmişlerdir. Allâh sa’ylerini meşkur eylesin!
Bu fakir kardeşiniz ben de böyle bir eseri tercüme ve şerh etmeyi hiç düşünmemekle beraber, bazı kardeşlerimizin ısrarları sonucunda böyle bir çalışmaya tevessül etmek zorunda kaldım. Allâh’ın inayetiyle bu çalışma bütün kusurlarıyla beraber, ilgi duyanlara faydalı olabileceği kanaatindeyim. Okuyucuların kusurlarıma nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ve bana da dua etmelerini rica ederim.
Üstadımız ahir ömründe külliyata; bizzat tashihat yaparak son şeklini vermiştirve Latin harfleriyle tamamını bastırmıştır. Ancak bazı ağabeylere; kendi zamanında bastırmadığı bazı risale ve eserlerin sonradan neşredilmesine dair müsaadeleri olmuştur. Üstadın tarzına, tavsiye ve vasiyetine uygun olarak neşredilen eserler tahrif edilmiş anlamına gelmez.
Tahrif; ortadan kaldırma, asıllarının yerine başka fikir ve düşünceleri ikame etme anlamına gelir.
Üstadın; kendilerine vasiyet ettiği ve eserleri neşretme müsadesi verdiği zevatın meşveretle yaptıkları neşir ve basma meselesi yukarıda izah edilen tahrif mana ve muhtevasına girmez. Bilakis, neşir, basım, yayım, tavzih anlamınadır. Ancak üstadımızın meslek ve meşrebine muhalif bazı cereyanlar var ki; onlar bazı cümle ve kelimeleri tahrif ederek külliyatı ve üstadı alet edebilirler. Bunlar maalesef mevcuttur. Bizlerin bu cereyanlara ve fraksiyonlara karşı dikkat ve itinalı olmamız icab eder. Bunlar ise; malum ve ekalliyet teşkil eden gruplardır.
Klasik ve Orijinal hale gelmiş olan eserler âdeta her tarafta bulunmaktadır. Bu sebebe binaen, ne kadar menfi düşünceler, faaliyetler ve tahrifler olsa da; aslına zarar vermez. Çünkü bu eser; artık klasik hale gelmiş ve orijinal olarak dünyaya tamim edilmiştir. Artık iyileri kötülerden, faydalıları, tahrifat ve zararlılarından ayıracak olan; insanların muhakemesi, ciddiyeti, itinası ve hassasiyetidir.
Ortada Risale-i Nur lar tahfir olmuştur diye bir iddia var ve yıllardır devam ediyor. Bu iddiayı ortaya atan müddei konuşuyor. Delillerin tümü rivayet. Ve ravi kendisi. Üstadın, Muhammed sıddık bey ile ilgili iddia edilen rivayeti başta olmak üzere hiç bir rivayet için kaynak ve delil göstermemiz mümkün değildir. Baştan sona delil ve ispat mesleğini takip eden risalelerin, gizli bir şekilde bir çuvala konup ve Üstadın birinci derecede bir talebesi olmayan birisine gizli vermesi ile delilsizliğe mahkum edilmesini kabul etmek elbette kolay değildir.
Böyle bir iddia, muhtelif lahikalardan aldığımız aşağıdaki ifadelerle tamamen tezad teşkil etmektedir. Risale-i nur hizmetini ilgilendiren en ufak bir meseleyi dahi abilerin meşveretine havale eden bir Üstadın, hizmetin esası olan nur külliyatıyla ilgili en önemli bir meseleyi diğer bütün abilerden gizli bir şekilde halletmesini beklemek, üstadımızı çelişkili davranmakla ittiham etmek demektir ki; bundan da Allaha sığınırız.
Risale-i Nurlar, hiç bir şekilde değiştirilemez ve tahrif edilemez iddiasında bulunanlara da katılmak mümkün değildir. Ancak ortada bir sorun varsa cözüm yeri bellidir… Yoksa, bütün kamuoyunu meşgul etmek, hususen bu eserleri yeni tanıyıp samimiyetle okuyanların kafalarını karıştırmak, okumaktan uzklaştırmak, ne Risale-i Nur mesleğiyle ve ne de bir hizmet ehlinin ferasetiyle bağdaşmaz.
Üstada ait aşağıdaki ifadelere bakalım;
Bir mahrem risale vardı ki, o mahrem risalenin neşrini men etmiştim. “Öldükten sonra neşrolunsun” demiştim. Sonra mahkemeler alıp okudular, tetkik ettiler, sonra beraat verdiler. Mahkeme-i Temyiz o beraati tasdik etti. Ben de bunu dahilde âsâyişi temin için ve yüzde doksan beş mâsuma zarar gelmemesi için neşredenlere izin verdim. “Said, meşveretle neşredebilir” dedim. (Kastamonu Lah.)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın iki yüz aksâm-ı i’câziyesinden nakşî bir kısmını gösterecek bir tarzda, Kur’ân-ı Azîmüşşânı, Hâfız Osman hattıyla taayyün eden ve Âyet-i Müdâyene mikyas tutulan sayfaları ve Sûre-i İhlâs vahid-i kıyasî tutulan satırları muhafaza etmekle beraber, o nakş-ı i’câzı göstermek tarzında bir Kur’ân yazmaya dair mühim bir niyetimi, hizmet-i Kur’ân’daki kardeşlerimin nazarlarına arz edip meşveret etmek ve onların fikirlerini istimzaç etmek ve beni ikaz etmek için şu kısmı yazdım, onlara müracaat ediyorum. (29. Mektup)
Asıl fikir sahibi, sizler ve Risale-i Nur’un has şakirtleri ve müdakkik naşirleri, meşveretle, hususan Ispartadakilerle, maslahat ne ise yaparsınız. (Emirdağ Lah.)
O amerikalı ehemmiyetli alim bütün Risale-i Nur u istese ve neşrine söz verse, sizin meşveretinizle bir mükemmel takım ona vereceğiz. (Emirdağ Lah.)
Yine Sual Ediliyor yahut İtiraz Ediliyor ki :
Üstadın yazdığı orjinal risalelerin birçok bölümünde ne yazıkki tahrifler yapılmış ve kürtlerle ilgili olan bölümler çıkarılmıştır Ben bir kürt olarak Risalelerden kürt isminin dahi çıkarılmış olmasını kınıyorum. Kürt ve kürdistan ifadelerini yerine koyun. Çünkü, Üstad, risalede kendini kürdistanlı olarak tanımlıyor.
cevabımız :
“Kürdi” ifadesi yerine, “Nursi”; “Kürdistan” yerine, “Şark” kelimelerini bizzat Üstadımız koymuştur. ..Mahkemelerde, yargıçlar bilerek ve kasdi olarak “Said-i kürdi” diyerek hitap ediyorlar.Zira onlar, bunu kürtçülük şekline yorumlamak suretiyle insanları Üstaddan uzaklaştırmayı hedefliyorlardı.
Üstadımız ise, her seferinde bunu izah ediyor. Risalelerde tahrifat diye ifade ettiğiniz hususlar; bizzat Üstadın tassarrufundan geçen ve Üstadın değiştirdiği bu ifadelerdir.Bunun hikmeti ise birilerinin oyununa gelmemek için tedbir almaktı. Yoksa, hiç bir nur talebesinin, başka bir etnik kimliği ne inkar etmesi ve ne de ön yargılı davranması mümkün değildir.
(Asar-ı Bediiyyenin Osmanlıca İkinci Baskısının takdim yazısı olup, tadil edilmiş ve bu yeni harf baskılı Asar’ın ahirine ilhakı münasip görülmüştür.)
Osmanlıca birinci baskısının mukaddemesinde; kitabın muhtevası, neşrinin lüzumu, tesmiyesi ve Hazret-i Üstadın ondaki bazı Risaleleri üstünde yaptığı bir takım tasarruf ve tashihleri vesaire hakkında bir nebze izahat verilmiştir. Ancak kitabın birinci tab’ı ile intişarından sonra, gelişen hadiseler ve ilk başlarda kitaba uygulanan bir çeşit ambargo ve ihtiyatî tedbirlerin ve bunların yanında Hazret-i Üstadın özellikle eski eserlerinden bazıları üzerinde -onun tasarruf ve tashihleri kat’î olduğu halde-menfî yönde devam eden dedikoduların mahiyetlerini gün yüzüne çıkarma hususunda daha biraz etraflıca izahat vermeye lüzum hasıl olmuştur. İzahına gerek duyulan hususlar-üst cümlede işaret edildiği gibi— bir kaç maddedir. Bu maddelerin bir kısmı etraflıca, bir bölümü de az temas ile izahları yapılacaktır.
BİRİNCİ MADDE
Hazret-i Nur, aziz Üstadımızın eski eserleri de, yeni eserleri de serapa nur ve huzur vermektedirler. Çünkü menba’ları İslâm’ın aslî pınarıdır. Öyle olduğu için de, hiç bir zaman -başkalarında çoğu kez görüldüğü gibi- hissiyatın taşkın ve mütecaviz sâikiyle yazılmış değillerdir. Taşkın hissiyat karışmadığı için, daima sırat-ı müstakim sayebanlığı ve rehberliğinde neşv ü nema bulmuşlardır. Nitekim pişva-i ümmet olan o hazret, “İki Mekteb-i Musibetin Şehâdetnâmesi” eserinde, yani 31 Mart 1325 hadisesi münasebetiyle dehşetli olan Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesi paşalarına karşı son derece merdane müdafaatı içerisinde bu husus için şöyle demiştir:
«Ey paşalar zabitler! cemi-i kuvvetimle derim ki: Ceridelerde neşrettiğim umum makalatımdakı umum hakaika nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazî canibinden asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatle davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim.Olsa olsa, o zamanın ilcaatınm modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafına, üçyüz sene (1) sonra tenkidat-ı ukala mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam; yine bu hakikatleri -tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber- taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez, hakikat haktır.» (Asarı Bediiye sh: 422)
İşte Hazret-i Üstadın şu kat’î ifadesi, bizce mes’eleyi kökünden halletmiştir. Çünkü o, sırrınca, mutlak vâris-i Nebî olduğu için; havadan konuşmamak, hissiyatın taşkın tesirleri altında ifadede bulunmamak hakikatından nasib-i kâmili vardır.
Öyle ise o zat-ı kerim, 1908’lerde neyi konuşmuş, neyi yazmışsa, aynısıyla hak ve hakikat olduğu ve el’an da ve hatta kıyamete kadar da o hakikat, lüzum-u kat’îsinin bütün cihetleri ve çıplaklığıyla ortada olduğu gibi; o tarihten otuzüç yıl sonra, yani 1951’lerde aynı o hakikatleri, tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamak, ya da hâs ve husûsî iken, umumileştirmek ve bir nevi cüz’iyyetten külliyete çıkarmak gayesiyle ufak tefek bazı tasarruflarla yeniden tashih ederek neşrettiği şekliyle de elbetteki haktır, hakikattir ve yerindedir.
Mesela diyelim; eskide yazılmış bir eserinde hâs olarak “Kürd” kavmine hitap ettiğinde, İslâmî milliyet çerçevesi içerisinde milliyetçilik hislerini tahrik edip intibaha getirmek niyetiyle; Rüstem-i Zâl ve Selahaddin-i Eyyübî’lerin isimlerini yâd etmiş iken; şimdi aynı o eserini yeniden neşrettiğinde, Türk kavmini de aynı hislerden uyandırmak için Barbaros Hayreddin Paşa ve Celaleddin-i Harzemşah vesairenin isimlerini de (2) beraber zikretmesiyle, meselemizin özünü tebarüz ettirmekte olduğunu görüyoruz.
Yoksa, bazılarının zannı gibi; Hazret-i Bediüzzaman’ın eskideki nutuk, makale ve kitaplarının ihtiva eyledikleri büyük, derin ve zarurî olan o hakikatler, bilahere -az üstte izahı yapılmış tarzı ile- onun bazı tasarruflarına uğramış olmasıyla, arz-ı felata (yani çorak arazi) atılmış demek değildir. Bil’akis o eski eserlerinin dile getirdikleri aynı o hakikatler, bugün daha çok kuvvetlenmiş, şiddetlenmiş ve behemehal icabların yapılması zarurî hale gelmişlerdir.
Demek ki onlar, bugünkü halleri ile bir tevessü’ ve inbisat kaziyyesi mucibince bir yamalamaya tabi tutulması söz konusudur ve hususîlikten umumîliğe, cüz’îlikten küllîliğe terakki etme ve ettirme durumu vardır. Bu durumların icabına göre de, bir tasarrufu gerektirecektir. Nitekim de öyle olmuştur.
Hal böyle iken, Hazret-i Bediüzzaman’ın o eski eserleri bir çok yerlerde ve kütüphanelerde ilk vaziyetleriyle ve kesretle bulunmaları karşısında, tasarruf ve tashih görmüş şimdiki durumlarını müdafaa ederken; bir sadakat ve emre itaat pozisyonunu aşırı derecede gösterircesine olan hâl ve hareketleri ile; o eskilerin ilk aslî vaziyetlerini adeta yanlış, hatalı… hatta daha ötelere giderek muzır şeyler tarzında gösterircesine bir davranış göstermek, elbetteki çok yanlış ve aynı zamanda tehlikeli bir tahrik ve pek zararlı bir hâl olur. Bu halin ifratı neticesinde büyük tefritlerin doğmasına sebeb olduklarının farkında olmasalar da, vebalden kurtulmuş olmayacaklardır. Zira kat’iyyen biliyoruz ki; Hazret-i Üstad eskide yazmış ve neşretmiş olduğu o pek fevkalade mühim, ciddî ve muazzam hakikatlerden geri adım atmış değildir. Evet, her şeyini uhuvvet ve ittihad-ı İslama feda etmiş o aziz ve kerim Üstad, bu hususlarda elbetteki zamanın nezaketini düşünmüş ve ilcaâtını mülahaza etmiş olmasından; ehl-i gaflet olan siyaset erbabına ve dünyaperestlere, iman ve Kur’an hizmetinin selameti yolunda bir nevi taviz verme ve bir çeşit kamufle etme veya üstte izahı yapıldığı tarzda bir küllileştirme kaziyyesi mevzû-u bahistir.
Nitekim Hazret-Üstad, “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi” eserini tashih ve tasarruflardan sonra, son şekliyle tab’ettirmek için Ankara’ya gönderdiği zaman, onun başına şu yazıyı ilave etmiştir.
«Aziz Sıddık Kardeşim, bu tashihli tarzı hâs dostlar meşveretiyle teksir edebilirsiniz. Bu musahhahın bir suretini İnebolu’ya gönderip, eski harflerle kabil ise teksir edilebilir. Madem eski zamanda iki defa tab’ edilmiş, kimse itiraz etmemiş… Hem ilişmek ihtimali bulunan bazı kelimeler de değiştirilmiş ayn-ı hakikat bir risaleciktir. Hâs dostların tensibiyle, fakat sıhhatine tam dikkat etmek şartıyla neşredebilirsiniz. Eski zamandan ziyade bu zamanın tam bir dersi olabilir. Said-i Nursi»
Bu mevzuda pek mühim ve son derece ciddî bir husus daha vardır, o da şudur:
1908’lerden 1914’e kadarki geçen zaman akışı içerisinde gelişen ibret-âmiz hadiselerle ve Birinci Harb-i Umumî’nin tarrakalarının ihtar ettiği derslerle; Hazret-i Üstadın o zamanlarda birinci derecede yürütmek istediği ve pek çok ehemmiyetle üstünde durduğu husus, Osmanlı camiasında İslam milletlerinin ve Alem-i İslâmın içtimaî ve büyük hizmetleri merhalesini bir derece askıya almış ve ona, o günden itibaren artık üçüncü, dördüncü derecede bakarak, talî hizmetler sırasında bırakmış desek, yanlış etmiş olmayız tahmin ediyorum. Zira o zat, mezkûr zamanlar şeridine takılı olan hâdisatı ve içindeki esrarengiz ve desiseli inkılapları gördü, ibret ve ikaz derslerini aldı.. Ve bütün kuvvetiyle ve tamam kanaatiyle müslümanların iman ve akidelerinin takviye ve tahkim hizmetinin her şeyden önce elzemiyetini anladı ve bütün himmet ve gayretiyle ona el attı.
Hem İslâm milletlerinin tek ve yegane kuvvet kaynaklarının iman ve din kardeşliği içindeki tevhid ve ittihad olduğunu tamamıyla anladı. Bunun da, iman ve akideyi tahkim hizmetinden sonra, her şeyden önceki elzemiyetini gördü. Bu yüzden o koskoca Hazret-i Bediüzzaman, mezkûr iman ve İslâm hizmeti ve uhuvveti hizmetlerine çekirdeğinden başlamak üzere, bütün himmetiyle iman, akide, uhuvvet ve tevhid hizmetlerinin unvanı olan Nur Risalelerini te’lif ve neşretmeye mazhar oldu. Bu hizmetin dağdağasız ve selamet ile yürütülebilmesi için de, siyasî ve içtimaî mes’elelerden tamamen elini çekti. Onun yerine iman ve Kur’an hizmetinin çerçevelediği hareketler yörüngesine girdi.
İşte, bu zaviyeden Üstad Bediüzzamana bakıldığı zaman, elbette denilebilir ki; Onun o eski mutasavver hizmetleri daima kendi makamında ve zemininde hak, lâzım ve yerinde olan şeyler olmakla birlikte, bunları bir kaç derece geri iten işler vardı ki; umum âlem-i İslâmı alakadar eden ve müşterek malı olan iman ve akideyi takviye hizmetlerinin dağdağasız yürütülebilmesi hatırına binaen, eskideki içtimaî hizmetleri askıya aldı. Yani bilfiil onları takibten bir derece geri kaldı. Hatta o eski hizmetlerinin yeniden derhatır olup da, otuz-kırk sene sonra arasıra müteveccih olduğunda da, yine iman hizmetinin meslek ve meşrebine göre bir renk ve bir ayar verdi ve ona göre tanzim etti. Evet, bize göre şu birinci maddenin aslî izahının kısacası böyledir ve bu kadardır.
İKİNCİ MADDE
Bu madde; Allame-i bîadîl olan Hazret-i Bediüzzamanın eski ve yeni fikir, düşünce ve tedbirlerinin sabit ve layetezelzel değil de, belki (!) zamanlara ve şartlara münkasim ve tabi’ şeyler olduklarını, sözü, hâli ve davranışı ile iddia edenlerin yanlışlarını gösterme hakkındadır, şöyle ki:
Görüyoruz ki, bazı kimseler kalkıyor; (zeka ve ilminin belli bazı hududlarla çevrili olduğunu bilip düşünmeden, yani daha doğrusu haddini bilmeden, Bediüzzaman Hazretlerinin istikbalî, içtimaî ve siyasî tedbirlerini ihtiva eden bazı sözlerini, kendi daracık kafaları ile yorumluyor, işlerine gelen tarafını alıp, pek hararetle ve hatta alet ederek kullanıyor. Amma hissine uygun gelmeyen, düşüncelerine uymayan tarafını ise, ya zamanlar ve devirlere bölüp te’vil ediyor, ya da vakti ve müddeti bitmiş eski şeyler olduğunun zehabına kapılıyor.. Hatta bunları iddia da edebiliyor.
Bu hususa bir misal vermek gerekirse, Hazret-i Bediüzzamamn eski eserlerinden “Münazarat” kitabında -ki bu kitabı Hazret-i Üstad Yeni Said diye tavsif ettiği zammında dahi inceleyip tashihlerden geçirmiş olmasına rağmen- yazacağımız şeyin içindeki noktayı herhangi bir tasarruf ve tashiha tabi’ tutmadan ve aynen neşrettirdiği halde; mezkûr kişiler ise: “Bu mesele geçmiş zamanda tatbiki mümkün.. Ve fakat şimdiki halde uygulanmasıyla devletimizin birliğini bozar” diye hüküm koymuşlar.
Halbuki gerçek birlik ve hakikî ittihad ve tam muhabbet bu gibi iddialarının aksindedir. Yani Hazret-i Üstadın getirmiş olduğu tedbirinin aynen uygulanmasındadır.
ÜÇÜNCÜ MADDE
Birinci maddede işaret edilmiş olan Hazret-i Üstadın -özellikle- kendi eski eserleri üzerinde yaptığı bazı tasarruf ve tashihleri meselesidir.
Evet, benzeri tasarruf ve tashih kaziyyesi umum müellif ve musannıflarda görülmüş ve görülmektedir, ve bu yüzden bir çok kitaplarda nüsha farkları (3) düşmüştür. Hatta en mu’temet ve Kur’andan sonra en kudsî kitaplarda bile musannif veya müellifin bilahare yaptığı bazı tasarruf ve tashihlerinden dolayı nüsha farkları vücuda gelmiş ve bunlara sonradan işaretler konulmuştur.. Misal için, ilk tab’ edilen Sahih-i Buharî’nin ve Mecmuat-ül Ahzab’ta tab’edilmiş İmam-ı Ali’nin (R.A) Celcelûtiyesinin kenarlarında yazılmış nüsha farklarına bakılabilir. Hatta İmam-ı Şafi’î Hazretlerinin “Kavl-i Kadim ve Kavl-i Cedid” diye eserlerinde büyük tasarruflar uyguladığı ulemaca meşhur ve ma’lumdur.
İşte, Hazret-i Bediüzzaman’da üstteki birinci ve ikinci maddelerde işaret edildiği üzere; kendi te’lifi olan eserlerinde, hususiyle eski eserlerinin bazılarında bir takım tasarruf ve tashihleri vaki’ olmuştur. Ve bu kaziyye kat’îdir, şüphesizdir. Lâkin buna rağmen, Hazret-i müellifin mübarek eli ve kalemi ile yapılmış mezkûr tasarrufların varlığı ortada iken; bazı insanları menfi yönden şüpheye sevk eden ve dedikodu içerisinde bırakan dâî ve sebeb bizce üç noktadır.
Birincisi: Kendisinin bizzat gözüyle görmediği bir şeyi -ne olursa olsun, kimden gelirse gelsin- kabul etmeme ve hatta inkâr etme cesaretini göstermedir. O ise, hakikatte vaki’ olan müsbet bir işi, bir mes’eleyi; menfice inkar etmek için, bütün dünyanın her tarafını, her mekânı ve herkesi delik delik arayıp keşfettikten sonra, görülmezse “yoktur” diyebilir. Müsbet şey ise, yani varlığı isbat ise, sadece o şeyin bir tekini, ya da o meselenin bir köşesini ibraz edip göstermekle, varlığı ispat edildiği için, davasını kolaylıkla ispat edebilir.
İşte bu esaslı kaide-i Şer’iye ve Nuriye, böylesi mes’elelerde daima kıstas ve ölçüdür ve öyle de olmalıdır. Ve bu kaide ve kıstas son derece keskindir, yanıltmaz. Şu mukaddememizin Hazret-i Üstadın bizzat kendi mübarek elleriyle değiştirdiği mühim bazı şeylerin klişelerini derc etmişizdir ki, şimdi halen bazı eşhasın dil ve hareketleriyle bu mevzuda menfî yönden yapılan işâalar ile; bir çeşit vesvese ve şüpheler üreten bir ifsad mekanizmasının hüviyetini nasıl gösterdiklerini ispatlı şekilde ibraz etmektedirler.
Bu meselede ikinci mühim husus; Şer’an ve dinen iki şâhid-i âdilin müşahadeye dayanan ifade ve şahitlikleridir. Yani: İki şahid deseler ki: “Biz, evet gördük ki; Hazret-i Üstad şunları şöyle yaptı.” İşte iki şahidin birleşerek ve müşahadeye dayandırarak verdikleri bu ifade ve hüküm, hiç bir vesvese, zan ve şüphe ile zedelenemez. Üstelik o şâhidler Hazret-i Bediüzzaman gibi en keskin ve dûrbin manevî radarlara malik bir maneviyat sultanının senelerce itimad edip, hâs hizmetinde bıraktığı ve manevî evlad kabul ettiği kimseler olsa!.. Evet, şu iki müsbet şer’î kaidelerden birisi; yapılmış bir şeyin vücudunu ispat eden en şeksiz vesikadır. İkincisi de: İki âdil şahidin ifade ve beyanları meydanda olduktan sonra, bütün dünya menfî yönden itiraz da etse, hakikatte ve şeriatça onun hiçbir değerinin olmadığını ispat eden kat’î hükümdür.
Aman bütün bu şeksiz vesika ve kat’î hükümlere rağmen hiss-i intikamını ve adavet ve gayz ve tarafgirlik kinini tatmin etmek yönünde Şia mesleğini ihtiyar edip de, bu mesleğin sâliklerinin Kur’an’a ve sahabe-i Resulullah’a (A.S.M) dil uzattıkları gibi; şu her şeye itiraz eden ve bahanelerle teşkikât üreten mu’terizler yollarında devam ederlerse; hidayet ancak ALLAH’tandır, der ona bırakırız.
İkinci Nokta: Risale-i Nurun en ekmel ve en râsih ve en müstakim ve en hakikatli ve keşfiyatlı ilimlerine; ve en derin hakaikte ve Dinin en gizli sırlarında en nafiz ve keskin buluşlarına; ve sırat-ı müstakim-i Kur’ânî yolunda hikmet-i İslâmiyenin irşad ve tenviri çerçevesindeki en hakimane metodlarına tamamıyla âşinâ olmayan. veya Hazret-i Nur Üstadın meslek-i pâkine yeterince sadıkane intibak edemeyen, ya da ona kemaliyle gerdandâne-i teslim olamayan bazı kimseler; kafalarındaki basit ilimciklerine göre hariçte, orada burada bazı malumat ve mes’eleleri toplar, getirir ve kendi zihninin bulanık ayinesinden bakarak, onları en doğru ve hakikatli şeyler telakkî eder, gelir; Risale-i Nurun o meseledeki kafacığına uymayan hükmünü yanlış görür ve kendi kendine karar vererek der: “Risale-i Nûr’un burası tahriflidir.. Çünki benim bulduğuma uymuyor.” der. Evet, ben şahsen böylesi bîçare insanlara çok rastlamışımdır.
Bu meseleye bir misal olarak, Hazret-i Üstadın “İki mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” eseri ilk matbu’ nüshasında “Biz ki Kürdüz, aldanırız. Fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.” cümlesi bilahere Hazret-i Üstad tarafından şöyle bir tasarrufla tashih edilmiştir: “Biz ki hakikî müslümanız ilaahir…”
İşte bazı insanlar buna itiraz ediyor ve Üstadın tashihi değildir diyor. Çünki, hadis var: “Bir mü’min iki defa parmağını aynı deliğe sokmaz” hükmüne mugayir düşmektedir. Bu hadisin hükmüne göre, bir müslüman iki defa aldanmaz. Öyle ise bu tasarruf Üstadın olamaz” diye hüküm basıyor.
Adam düşünemiyor ki; Kürd aldanırsa, -onun bu görüşüne göre-müslüman sayılmaması lazım gelir. Çünkü asıl matbu’ nüshada “Biz ki Kürdüz, aldanırız. Fakat aldatmayız.” dır. Sonraki tasarruf görmüş nüshada ise, “Biz ki hakikî müslümanız…” ifadesiyledir. Mânâsı da, “Biz Kürdler ki hakikî müslümanız” olur. Başka bir mânâ değildir. Ortada meselenin bir kamuflaj durumu vardır.
İşte, tahrif teranesini kendilerine şiar edinenler iyi bilsinler ki; yaptıkları iş, masum müslüman evlatlarının kalblerini Risale-i Nur’a karşı teşviş edip bulandırmaktan başka birşey değildir.
Hatta belki o körpe ve masum dimağların Nûr’a müştak duygularını haktan çevirmektir.
Bunlar eğer Şia’nın müfterî kısmının mesleğini şiar edinmemiş iseler; Risale-i Nur’un ailesi içerisinde bu mesele samimîce ve hususî olarak ele alınır, hakperestlik ve kavaid-i şeriata iltizamkârlık duyguları içerisinde tartışılır ve halledilir.. Ki zaten ortada halledilecek bir mes’ele de yoktur.
Bu fakir, bu meseleyi “Risale-i Nur’un Neşir Tarihçesi” eserimizde ve “Mufassal Tarihçe-i Hayat” kitabımızın son cildinin ahirinde ele almış ve tahlil ederek mahiyetini ortaya koymuşuzdur. İsteyenler bu eserlere bakabilir.
Üçüncü Nokta: Hazret-i Üstad tarafından bazı risalelerde yapılmış olan tasarruf ve tashih kaziyyesinin vuku’u, mahiyeti ve onun bu husustaki izni hakkında bir nebze izahat vermeye dairdir.
Evet -yukarıdaki maddede geçtiği üzere- Üstadın gerek eski eserlerinde, gerekse yeni eserlerinde bazı tasarruf ve tashihleri kat’iyyen vâki olmuştur. Bu tasarrufların en çoğu da eski eserlerinden olan “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi” eseri üzerinde görülmektedir. Zeten bu esere; -Hazret-i Üstadın ta o zamanlardaki bazı ifadelerinden anlaşıldığına göre- onu ilk neşreden muharrir ve gazetecilerin kelimeleri çokça karıştığı meselesi vardır. Mesela, Arapça El Hutbet-üş Şamiyenin bir zeyli olan “Teşhis-ül İllet” eseri son kısmında, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi kitabından bahsederken, dipnotta: “Maalesef heyecan o eseri teşviş ettiği gibi, matbaacı da onu tahrif etmiştir (4) demektedir.
Yine eski eserlerinden -yanılmıyorsam Sünûhatın- Birisinin arka kapağında eserlerinin isim listesi verilirken, bu kitap için “Gazetecilerin sözleri karışmasıyla bir derece müşevveş kalmıştır” demektedir.
Bu hâle göre, “İki Mekteb-i Musibet” eserine, o zamanlar onu neşreden muharrirlerin edîbâne bazı tasvirleri ve fazla lügatçilik izhar eden kelimeleri karışmıştır diyebiliriz. Bundan dolayı olsa gerektir ki; Hazret-i Müellif 1950’lerden sonra, onu yeniden neşrettirmeye başladığında, ayrı ayrı zamanlarda bir kaç defa tashih ve tasarruflardan geçirdi. Tasarruf görmüş nüshaların tamamı bizde mahfuzdur.
Dördüncü Nokta: Hazret-i Üstadın mal sahibi ve müellif olarak kendi eserleri üzerinde yaptığı tasarruf ve tashihlerinin mahiyeti ise, az üstte bir nebze izahı geçmiş olan şudur ki: Umumileştirme ve küllileştirme ve benzeri olan durumların hikmetlerinden ileri gelmiştir. Bunun yanında o eserlerin ilk asıllarında aynı hakikat olan ağaçlarının çekirdeklik faziletleriyle devam edip kalırlar, ki bu iki durum arasında -evham, vesvese ve su-i zanlar müdahele etmemek şartıyla- fazla bir fark ve ayrılık yoktur.
Küllileştirme veya umumileştirme kaziyyesi dışında, bir de o eski eserlerin yönlerini Risale-i Nur mesleğine çevirme ve ona tabi’ kılma işi de vardır. Bu hususa Hazret-i Üstad bazı mektuplarında işaret buyurmuşlardır. Yani: Üstadın eski Said tabir ettiği kendi gençliği yıllarında gerçekleştirilmesine çalıştığı içtimaî ve millî mes’eleleri; Yeni Said faslında başlayıp açtığı iman ve Kur’an hizmeti mesleği, umum Âlem-i İslâmın müşterek malı olan iman ve akide esaslarını ispat etme ve yayma; Ve uhuvvet-i İslamiye ve Ittihad-ı İslamı hedef alan mes’eleleri perçinleştirme gibi büyük ve geniş ve birinci derecede lazım mes’eleleri engelsiz yürütmesi bakımından, eski hizmetleri üçüncü ve dördüncü plana bırakması vaziyetidir.
Bu meseleye dair Hazret-i Üstadın bir mektubundan bir pasaj arzetmek istiyorum, işte: “… Hususan eski Divan-ı Harb-i Örfîdeki müdafaatım, Risale-i Nur mesleğine uymayan bazı cümleleri tayyedilsin…” (Elyazma Emirdağ-I, S: 215)
Beşinci nokta: Hazret-i Üstadın gerek eski eserlerinin, gerekse Risale-i Nur olan yeni eserlerinin bazı yerlerinin tayy, ıslah ve tashih etme yetkisini talebelerine çokça verdiği hususudur ki; Risale-i Nur’da ve hususiyle lahika mektuplarında bu izin numunelerinin mevcudiyeti, bu eserlere aşina olan kimselerin malumudur. Lâkin burada çok mühim ve kritik bir nokta vardır ki; herhangi bir maslahat, icab veya zaruret karşısında Nur talebelerinden yüksek seviyeli ve âşinâ sınıfının bazı tasarrufları olmuşsa da, bunların hepsini mutlaka Hazret-i Üstad görmüş ve bakmış; ya tasdik veya tashih ederek neşrettirmiş olduğu yerlerdir. Bunların haricinde yoktur ve olamaz.
Demek ki; Hazret-i Üstadın o gibi izinleri -yukarıda geçen bir mektubundan verilen pasajının numunesinde görüldüğü gibi- onun hayatta olduğu zamana ve mutlaka nazarında geçtiği şeylere aittir. Amma Hazret-i Üstadın vefatından sonra – ki Nurlar tamamen kemalini bulmuş, tashih ve tasarruf meselesi bütünüyle sona ermiştir., herhangi bir kimse; bilmem edebiyatmış, şuymuş, buymuş gibi sebeblerle Nurların bir tek cümlesini, hatta bir noktasını tashih veya ıslah gayesiyle tebdil edemez., nerede kaldı, başka niyetler!..Zira ki Hazret-i Üstad hayatta değildir ki görsün, kontrol etsin, tashih veya tasvib etsin. Öyle ise, dar-ı dünyada Hazret-i Müellifin maddî varlığı yok ise, Nurlarda -bir asl-ı tashih-i Üstadîye dayandırmadan – yapılacak herhangi bir tebdil veya tağyir velev bir tek harf olsun, elbette ve hiç şüphesiz kabih bir tahriftir, çirkin bir bid’attir.
Bakınız, Hazret-i Üstadın kendi sağlığında, bazı durumlarda bir kısım eski eserleri için talebelerine verdiği tasarruf iznini sarihan gösteren bir çok mektuplarından ezcümle şu tek bir mektubu içerisindeki bir parçasını takdim edelim:
“… Fakat oniki adet parçalarda, (Tarihçe-i Hayat için hazırlanan Nur’un parçaları) onlar münasib görmedikleri cümleleri kaldırmasına onlara izin veriyorum ve ıslahı da onlara havale ediyorum…” (Elyazma Emirdağ-I s: 215)
NETİCE
1- Hazret-i Müellif kendi eserleri üstünde istediği kadar tasarruf ve tashih etme selahiyetine-şer’an ve aklen ve örfen-sahip olduğu için; özellikle eski eserlerinin bir kısmının bazı yerlerini tasarrufla tashih etmiş olduğu kafidir, şüphesizdir.
2- Şu mukaddemenin nihayetinde klişelerini vereceğimiz Hazret-i Bediüzzamanın kendi kalemiyle olan tasarruf ve tashihlerini gösteren numunelik belgelerle; ilk asıllarıyla farklılıkları göze çarpan sair yerlerin tamamının da müellifi tarafından tashih görmüş olduklarını gösterir. Ya da hiç olmazsa, hayatında onun emri ve izni dahilinde bazı yerlerde ufak tefek ta’dilat yapan talebelerinin yaptıklarını görmüş olan Üstadın tasdikini ifade eder. Zira o gibi yerler, Hazret-i Üstadın sağlığından beri neşredilip gelen yerlerdir.
Evet, Hazret-i Üstadın bu tashih ve tasarruflarının zahir ve ayan – beyan numunelerini gösterdikten sonra, müsbet meseledeki şer’î ispat hakikatim ortaya konmuş oluyor. Amma menfiliğini ispat için -az üstte arz olunduğu veçhiyle- bütün dünyayı ve bütün herkesin kütübhanelerini arayıp taradıktan sonra, görülmediği zaman belki diyebilir ki: “bu yoktur”. Aksi takdirde iddiaları hezeyanvâri şeylerle bir boşboğazlıkta kalmayıp, fesad ve ifsad hududuna dahil olmuş olur.
3- Hazret-i Üstadın vefatından sonra, Nur naşiri bazı zatların bizzat itirafları ile, Nurların onbir yerinde yaptıkları basit, bazı tasarrufları; Envar Neşriyatça düzeltilmiş ve sona ermiştir. Buna rağmen bazı yayınevleri o hatalı ve basit yanlışlıklarında devam ediyorlarsa; haksızlıkta, münasebetsizlikte ve hatalı yolda ısrar ediyorlar demektir. Temennimiz, bir an evvel dedikoduya ve serrişte-i bahaneye medar olmuş olan o yanlışlıkların düzeltilmesidir.
4- Hazret-i Üstadın kendi elleriyle üstünde bazı tashih ve tasarruflar icra ettiği aynı eserlerinin ilk asıllarını tamamen yok etmeye, yok saymaya veya ortadan kaldırmaya dair herhangi bir hareketi, emri, işareti ve ifadesi mevcut değildir. Öyle ise, bizim de o eski asılları yok etmeye veya yok saymaya haddimiz ve hakkımız değildir. Her iki tarzını da -eğer Üstada sadık talebe isek- kabul edip, hırz-ı cân etmeye mecbur ve mükellefiz.
5- Hazret-i Üstad kendi eski eserlerinden bazılarını alıp tashih ederek ve Risale-i Nurlarla birleştirerek, beraber neşrettiği halde, bir kısmına da hiç dokunmadan ilk asılları ile bırakmıştır. Mesela: Türkçe olan “Lemaat, Münazarat, İki Mekteb-i Musibet ve Muhakemât”ı ve bunlarla beraber eski olan bazı nutuk ve makalelerini ele alıp, gözden geçirip neşrettirdiği halde; Sünûhat, (sünûhattan olan rüyada bir hitabe bölümü hariç) Tuluat, Rumuz, İşârât ve Şuaât” gibi diğer eserlerine ve bunlarla birlikte bir kaç nutuk ve makalesine dokunmadan öyle bırakmış, neşrettirmemiştir. Amma Arapça eserlerinden El Mesneviy-ül Arabî Mecmuasına dahil ettiği parçaları -bir iki zeyl müstesna- ve fakat hepsini önemle ele almış, okumuş ve bazı tashihlerden geçirdikten sonra; Türkçe olan “Nokta” risalesinin baş kısmıyla birlikte neşrettirmiştir.
Keza, eski eserlerinden Arapça “El Hutbet-üş Şamiye”yi fazla ehemmiyetine binaen, önemle ele almış ve bizzat Hazret-i Müellif kendisi onu Türkçe’ye tercüme etmiş ve neşrettirmiştir. Bir müddet sonra da, kendisinin Türkçe’ye çevirmiş olduğu Hutbe-i Şamiye’sini küçük kardeşi molla Abdülmecid’e tekrar Arapça’ya çevirttirmiştir. İşarât-ül İ’caz eserini zaten hem Arabî aslını hem de Molla Abdülmecid’e tercüme ettirdiği Türkçe’sini ve ayrıca Mesnevi-i Nuriye’yi ve onun Türkçe tercümesini neşrettirmişlerdir.
VE TEKNİK BAZI DEĞİŞİKLİKLER
Asâr-ı Bediiyenin şu Osmanlıca ikinci tab’ında ve şimdi yeni harfle olan 3. baskısında içindeki risale ve makaleleri tertip ve muhtevaca -lüzumuna binaen- bazı değişikliklere tabi’ tutulmuştur, şöyle ki:
1- Osmanlıca Birinci ve ikinci tab’ında, içinde Arapça “Kızıl icaz”ve “Arabî Münazarat” ve “Arabî Muhakemat”ve “Arabî Hutbe-i Şamiye” ve “Arabî Hutuvat-ı Sitte” eserleri dercedilmişken, bu yeni harf baskıda konulmamıştır.
2- Makaleler kısmı, bu baskıda, eskideki ilk neşir tarihlerine göre sıralanmaları yapıldığı gibi, pek mühim olan Hazret-i Üstadın dört beş makalesi daha elde edilip eklenmiştir.
3- Asar-ı Bediiyenin içindeki bütün risale, nutuk ve makaleler yeniden ilk asılları ile mukabele edilmiş ve tashih edilmiştir.
4- Kitapta görülebilen bazı nüsha farklarına bu yeni baskıda, dipnotlarda işaretler edilmiştir.
Böylece, dünyalar kıymetinde olan Asar-ı Bediiyenin bu defaki tab’ı, biiznillah mükemmel bir tarzda, hakikat ve Nur müştakı kardeşlerimizin ve bütün ehl-i imanın ellerine verileceğine rahmet-i ilahiyyeden ümitvârız. Aynı zamanda ilk baskısı sırasında -yanlış bir vehme binaen-koparılan yersiz velveleler, inşaallah şimdi zail olmuş olarak, erbâb-ı irfanın ve hususiyle müştak Nur talebelerinin serbestçe mütalaa, tefeyyüz ve istifadelerine takdim edilmiş olacaktır.