Buna rağmen onlar yalanı tercih ediyorlar..

Günün Ayet-i Kerime meali…

Bismillahirrahmanirrahim

Biz onlara gerçeği getirdik; fakat buna rağmen onlar yalanı tercih ediyorlar.

İşte gerçek:”Allah asla evlat edinmedi. O’nun yanı sıra hiçbir ilah da yoktur. Öyle olsaydı her ilah kendi yarattıklarını yanına alır ve onlardan biri diğerine üstün gelmeye çalışırdı. (*)

Allah o müşriklerin isnat ve nitelendirmelerinden münezzehtir. Görünmeyen ve görünen, gizli ve âşikâr herşeyi bilen Allah, onların iddia ettikleri şerikleri olmaktan yücedir.

[Mu’minun Suresi 23,90-92]

(*)Allah’tan başka ilah olsaydı, O öbür tanrıların hâkimiyetlerini menetmeye çalışırdı. Bu yüzden aralarında savaşırlardı.

.…….

Günün Hadis-i Şerif’i…

Bismillahirrahmanirrahim

Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem buyurdular ki:

Kıyamet gününde şu beş şeyden hesap vermedikçe Adem oğlunun ayakları Rabbinin huzurundan ayrılmaz:

  • Ömrünü nerede tüketti?
  • Gençliğini nasıl geçirdi?
  • Malını nasıl kazandı?
  • Malını nereye harcadı?
  • İlmi ile nasıl amel etti?

(Beyhaki/Şuab)

…….

Risale-i Nur’dan;

  • Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.
  • İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir.
  • Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür.

(Mektubat’tan)

…….

Cevşen’den ;

8-

1-Ey hamd ve senâ sahibi

2-Ey şeref ve yücelik sahibi

3-Ey fahr ve bahâ sahibi

4-Ey ahd ve vefâ sahibi

5-Ey af ve rızâ sahibi

6-Ey iyilik ve bağış sahibi

7-Ey kesin söz ve hüküm sahibi

8-Ey izzet ve sonsuzluk sahibi

9-Ey cömertlik ve nimetler sahibi

10-Ey karşılıksız iyilik ve nimetler sahibi

Hür Adam Said Nursi hakkında yazılası 11. Yazı

Eğip bükmeden söyleyeceğim. Senaryosunun son halini filmden önce okuduğum için Hür Adam hakkında kaygılıydım. Bu kaygımı dostlarımla da paylaştım zaman zaman. Çok şükür, uyarılar dikkate alınmış ki, kaygılandığım detaylar büyük oranda kaldırılmış. Ancak Üstadın ağzına konulan aşırı Türklük vurgusu rahatsız edici. Ayrıca, Risale okumamışların yazdığı diyaloglarda “Allah her şeyi yapar” gibi tuhaf sözleri de şık durmamış. M. Kemal’in ölmeden önce söylediği rivayet edilen beyanatının filmde hiç yeri yok. Hele de zındıka komitesi merkezli ilerleyen bir senaryo da bana göre öncelikli değil. Filmin güzelliği eksiklerinden çok çok fazla…

Şüphesiz ki, eksiksiz ve kusursuz bir film olmayacak Üstad hakkında. Üstad’ın gerçek performansına bir filmin erişmesini beklemek hakkımız değil. Bir filmin Üstad’ın gerçek kişiliğini temsil etmesi de haddi değil.

Gelin şimdi burada bir şeyi normalleştirelim. Filmler bir sanat eseridir. Bir insandan çıkan her eser tartışılabilir. Nihai tahlilde, konusu Üstad da olsa, ter dökülmüş bir film var orta yerde. Birkaç dakikalık çekime günlerini ayırmış bir adam olarak bu konudaki emeğe saygısızlık edecek son adamım ben. Ama orta yerde tartışılacak bir film de var. Hakkında ileri geri konuşulabilir bir ürün bu. Eleştirenler kadar eleştirilenler de edep dairesinde kalmalı.

Bu filmi nurcular yapmadı. Nurcular yapsa bile Nurculuk adına yapılmadı. Ağabeylerden onay almış diye filmler kutsanmaz. Ağabeylere sorulmadı diye de aşağılanmaz. Bir sinema filmini ve inşaallah bundan sonra yapılacakları da nurculuğun fonksiyonu olarak görmemeyi öğrenmemiz gerek. Bu bakış hem nurculuğu üzerine düşecek haksız gölgelerden kurtarır hem de yeni yapımcıların işini kolaylaştırır.

Öncelikli derdimiz Üstad’ın incelikli söylemini ortaya koymaktır. Varlığa bakışını dik tutmak olmalıdır. Hapishanede ne kadar üşüdüğü kadar, o hapishanelerden ebedi müjdeler sunan Meyve Risalesi’ni, Otuzuncu Lem’â’yı nasıl da sımsıcak çıkarabildiği üzerinde düşünmemiz gerek.

Üstad’ın kişisel ve siyasal portresi Üstad’ın da öncelediği bir konu değil… Ancak gereksiz de değil. Bu açıdan bakıldığında Üstad bir senaryonun konusu değil, binlerce senaryonun konusudur. Üstad’ı bir “kul adam” olarak düşündüğümüzde, Üstad senaryo konusu değil, senaryo yazarıdır. Bir geçmiş dönem kahramanı hiç değil; aksine şimdiye ve geleceğe dair bakışları inşa eden senaryoların yazıcısıdır.  Hatırlayacağımız adam değil, geleceği inşa eden, önümüz sıra yürüyen adamdır. Sadece Haşir Risalesi’nden onlarca gelecek senaryosu çıkar. Sadece Hastalar Risalesi ve İhtiyarlar Risalesi’nden yüzlerce dramaya ateşli diyaloglar devşirilir. Daha neler neler!

Bir kişiliği somutlaştırmanın en az iki sonucu vardır. Birincisi ve tehlikelisi, onu taşıyamayacak bir figüre oturtursunuz ki, onun itibarını kredi olarak kullanır ve tüketirsiniz. (Bir zamanlar TGRT’nin acemice yaptığı evliya filmleri gibi) İkincisi ve güzeli ise, unutulmuş  ve susturulmuş iç acılarını ve mesajlarını günün ortasına taşı(r)mış olursunuz. Bu ikincisini yapabilmek için her zaman birinci tehlikeyi göze almak gerekmiştir. Üstad’ın kişiliği için böyle bir tehlike apaçık ortadadır. Ellerine sağlık ki Tanrısever ve ekibi bu tehlikeyi olabildiğince savuşturmaya çalışmışlar.

Bir dava adamının portresini konu alan yapımın dolaylı sonucu ise,  dava adamının bu yapımı üretenlerin sosyal ve siyasal duruşlarına endekslenmesidir. Yani, Said Nursi’nin birilerinin adamı sanılacak olmasıdır. Mehmet Tanrısever’in cemaat dışı olması bu açıdan avantaj. Dediğine göre, Hocaefendi’nin kendisine dair ithafı kaldırmasını rica etmesi çok yerinde olmuş. Ancak Mehmet ağabeyimiz güncel tartışmaların içine çekildikçe bu tehlike artıyor gibi… Dikkat gerekiyor. Bence Mehmet ağabeyimizin susması gerekiyor.

Bir başka tehlike ise, saf Nur Talebelerinin Üstad’ı bir tarihsel kahraman olarak “bizimleştirmesi”. İşte bu Üstad’ı hiç istemediği bir yere oturtur. İlk olarak taraftarlıkların konusu eder Üstad’ı ki, imana dair gündemine muhtaç olan sair cemaat üyelerinin Risale’ye erişimine engel olur. İkincisi, Üstad’ı türbeleştirir ki, Risale-i Nur’un gündemini ikinci plana iter. Oysa Üstad, Kur’ân gündemi adına kendi şahsiyetini itinayla geri çekmiştir.

Filmden kim neyi anladıysa, öncelikle bilmesi gerek ki, nurculuk bir halk hareketidir. Nurculuk, bir sivil duruştur, duru bakıştır. Bir bloğa yaslanamaz. Herhangi bir siyasi duruşa kilitlenemez. Ancak siyasi tavırsız olacak kadar da tepkisiz, kimliksiz, kaygısız ve amorf değildir.Rejimle ve sistemle uzlaşı yolu aramaz; müstağnidir. Ancak anarşistlik etmeyelim diye de sistemle dans etmeye kalkmaz. Müdanaasızdır. Üstad’ın adını ve talebelerinin mesleğini, en çok sakındığı “ücret istemek”le lanse etmek de kimsenin hakkı değildir. Said Nursi, herkese aittir. Herkesin Risale-i Nur’da ve Üstad’da hakkı vardır. Nur talebelerinin herkese, her kesime, her cemaate söyleyeceği sözü vardır. Çünkü gündemleri imandır. İman ise herkesin ekmeği ve suyudur.

Film ve film etrafındaki tartışmaların Üstad’ı ve onun en çok üzerinde titrediği Risale-i Nur’u popüler ve gündemde olan “cemaat” söylemine yaslamasından kaygılıyım. Buna tepki olarak Nur Talebelerinin defilme gelen eleştirileri Üstad’a gelen eleştiriler olarak algılayıp bir filmin taraftarlığına soyunmalarını ya da teşvik edilmelerini arzu etmem. Nur talebelerinin filme olan rağbeti Üstad’a olan rağbete eşitlemeleri yanıltıcı olabilir. Dediğim gibi, ne Üstad bir filmden ibarettir ne filme dair eleştiriler Üstad’ın kendisine yöneliktir. Üstad’ı çekemeyen de laf edebilir filme, Üstad adına kaygılanan da laf edebilir. Birincisi ne kadar göze alınırsa ikincisi de o kadar göz ardı edilmemeli.

Sonuç olarak, Mehmet Tanrısever iyi bir iş yaptı. Üstad’ı herkesin gündemine taşıdı.  Şüphesiz bu sadece Tanrısever’in ve filminin başarısı değil. Bu filme konu olan Üstad’ın duru ve lekesiz hayatının armağanıdır. Bu filmde canlandırılmaya çalışılmış ama gerçekte çok daha mahzun ve yürek parçalayıcı olan Nur kahramanlarının sessiz çığlıklarının yankısıdır.

Asıl film yüreğimizde yıllardır gösterimde… Bu gösterime katkıda bulunan herkes teşekkürü hak ediyor, her emek hürmeti hak ediyor.

Yeni gösterimlerde buluşmak üzere…

Senai Demirci

Bediüzzaman’ı Tüketmek

DOĞUNUN ‘DOĞMAK’LA, Batının ‘batmak’la olan ilişkisiyle irtibatı var mıdır, yok mudur bilmem, insanlık tarihine baktığımızda maneviyat adına bütün büyük ‘doğum’ların Doğuda gerçekleştiğini görürüz. İnsanlığa büyük manevî sıçramalar yaşatan gelişmeler hep Doğu kaynaklıdır. Nitekim, ‘Batılı’ bir peygamber yoktur! Doğu maneviyatın beşiğidir, Batı ise maddenin. Doğu mânâyı akla getirirken, Batı maddeyi çağrıştırır. Doğu maddenin de ‘mânâ’sını arar; Batı maneviyatı dahi maddîleştirir. Doğu maddeden mânâ üretir, Batı maneviyatı dahi tüketir.

Meraklısı, ‘din’in Batıda aldığı biçime bakarak rahatlıkla görebilir bunu.

İşte Batıda kiliselerin aldığı hal! Bir ‘para toplama’ (fund-raising) yapısı ve ilişkisi içinde olabildiğine zengin ama bir o kadar da ruhsuz!

İşte Uzak Doğu dinlerinin Batıda aldığı biçim! Pazarlama harikası guru’lar, maneviyat satıcısı Zen üstadları, ‘huzur’ ve ‘sükûn’ tüccarı keşişler! Batının ‘maddeci’ ve ‘tüketici’ ruhu, maddeyi hepten defterden silme dengesizliğinde ‘mânâ’yı vurgulayan Budizmi ve Hinduizmi dahi dönüştürmüş ve ticarîleştirmiş haldedir!

Batı, tüketir. Batı, maneviyattan dahi ‘para kazanmak’ ister. Batı ‘huzur’u da, ‘elem’i de onlardan kâr devşiriyorsa anlamlı bulur.

Sözüm, Batının özüne ilişkindir elbet. ‘Batıda’ doğmuş olduğu halde ‘Batılı’ olmamış, ruhunu ‘saf din’e açık tutmuş, vicdanıyla herşeyi ticarîleştiren bu saf maddeciliğe hep tepki duymuş Batı-doğumlulara değil. Onlar ‘biz’dendir.

Gelin görün ki, Batının, hele Amerika’nın ‘dünyanın kıblesi’ haline geldiği günlerden beri, Doğu ‘iki kıble arasında’ dolaşıyor. Bir yanda yüzü günde beş kez Mekke’ye yöneliyor mü’minlerin; kalan vakitlerde ise ‘New Yorker’ yaşama biçimiyle, Wall Street kafa yapısıyla hemhal olup duruyor.

Böylesi bir ‘sıkışmışlığın,’ böylesi bir ‘kendisi olamama’ halinin karşılığı ise, bizim kimi ‘İslâmcı’ yeniyetmelerin bile Charles Bukowski’ye özendiği bir dünyada Hâfız’a özenip Batı-Doğu Divanı’nı yazan Goethe’nin dediği gibi oluyor: “Başkaları gibi düşünürsek, sonra başkalarına benzeriz.”

Bunun bir tezahürünü İslâmî câmianın yazılı, sözel ve görsel alanda; bir düşünce veya duygunun ‘paylaşımı’na imkân sağlayan her üç alanda giderek akışına kapıldığı ‘light’laşma, içeriksizleşme, ticarîleşme temayülünde görmek mümkün…

İşi kaptık! ‘Bestseller’ kültürü bizi de satın aldı. ‘En çok satan’ olmak yükselen değer ya, buna uygun üretimler yapıyoruz artık.

En sonunda ‘köy tavukları’nın dahi ‘düşman’ ilan edildiği bir dünyadayız ne de olsa. Tavuğun dahi ‘kapitalist çark’ içinde, sermaye birikimi ve banka-kredi-faiz ilişkileri gerektiren devâsâ çiftliklerde üretileni ‘meşru’ artık.

Tavuklarımızın dahi ‘tek-tipleşmesi’nin istendiği böylesi bir ‘kitlesel üretim/kitlesel tüketim’ dünyasında, maneviyat dahi bir ‘bestseller’ zihniyetine, ‘süpermarket’ anlayışına râm ediliyor.

‘Pazarlanabilir’ maneviyat…

Makbul olan bu.

‘Pazarlanabilir maneviyat,’ ne ise o olan bir maneviyat olmayacak. Herkesin ilgisini çekecek, herkese birşeyler söyleyecek, dolayısıyla ‘herkes’in içinden şu veya bu zümreyi rahatsız edecek unsurlardan ayıklanmış olacak. “Müşteri velinimetimizdir” düşüncesiyle kurgulanacak. Şurası şuna dokunuyorsa, burası bunu rahatsız edebilecekse, oralara hiç girilmeyecek. Haykırmayacak, kimseyi yerinde rahatsız etmeyecek, kimseyi uykusundan uyandırmayacak. Mışıl mışıl uyudukları modern/postmodern uykularda güzel bir rüya ve saçlarımıza dokunan şefkatli bir anne eli mesabesinde olacak hayatlarımızla ilişkisi…

Bu sürecin gün geçtikçe nasıl arsızlaştığını; gerek yazılı, gerek işitsel, gerek görsel alanda dönüştürücü işlevini gün geçtikçe nasıl daha da tırmandırdığını afallamış gözlerle izliyoruz.

İhlas Risalesi ‘diliyle’ konuşanlar giderek azalırken, kişisel gelişim ‘ağzıyla’ konuşanlar artıyor sözgelimi.

Risale-i Nur’un hayatlarımızı kökten değiştirmeye muktedir nice yeri keşfedilmemiş, yani ‘açılmamış’ halde dururken, onun kimi bahisleri hayatlarımızın üstüne ekmeğimizin üstüne sürülen bir krema mesabesinde iliştireceğimiz bir kıvama dönüştürülüyor.

‘Zaman-ı Âdem’den kıyamete kadar devam edecek’ dediği iman-küfür mücadelesinin ahir zamandaki en keskin veçhesini ‘Deccal fitnesi’ olarak “Beşinci Şua”da irdeleyen bir Bediüzzaman’dan etliye sütlüye karışmayan bir Dalai Lama, haydi biraz daha fazlasını diyelim, bir Mahatma Gandhi portresi üretilmek isteniyor.

Birisi çıkıp dese ki, “Bediüzzaman da Gandhi gibidir,” kendi çapında iyi bir adam olmakla birlikte ne Risale-i Nur gibi bir eser verebilen, ne de Bediüzzaman gibi bir ‘ontolojik eylemlilik’ sergileyebilen Gandhi ile kıyaslanmak Bediüzzaman için iltifat mıdır, yoksa zül müdür acep diye sorulmayacak.

Birileri çıkıp bunu diyor zaten…

Bediüzzaman adına, bunca yıllık ‘Risale-i Nur tetebbuatı’ hesabına diyor.

Ama Bediüzzaman’ın tek bir naklini, sözünü naklettiği Ebu Bekir es-Sıddık radıyallahu anh’ın da tek bir cümlesini doğru anlama bahtına erişemeden…

“Hesap Günü bedenimi öyle genişlet ki, cehenneme benden başka mü’min girmesin” sözündeki ‘mü’min’ ifadesine asla dikkat etmeden, edemeden…

Sahabilerin emr-i ilâhî karşısında en yumuşak huylusu ama küfür karşısında en keskini Ebu Bekir’den ve Ebu Bekir ruhlu Bediüzzaman’dan Ebu Cehil’leri veya Deccal’leri dahi cennete götürtecek bir dengesizlik bekleyerek, böyle vehmederek, onları böyle ‘büyüttüğünü’ ve ‘sevimlileştirdiğini’ düşünerek…

Maneviyat üretilmez, kurgulanmaz, pazarlanmaz, satılmaz ve satın alınmaz.

Bediüzzaman bir maneviyat adamıdır. Eseri Risale-i Nur ise, bu zamanda hayatın bütününü kuşatan bir ‘Kur’ânî inşa’ sunmaktadır.

O, ‘her nabza şerbet’ kıvamına sokularak, pazarlanarak yalnızca ayağa düşürülmüş olur.

Kendisiyle bir sohbetimizde “Siz Batının vicdanını temsil ediyorsunuz” iltifatıma “Vicdanı olarak dahi Batıyla anılmak istemem” cevabını veren Kanadalı muhtedi Fred A. Reed, Bediüzzaman’ın ‘satın alınamaz’lığına vurguda bulunarak bitiriyordu Anadolu Kavşağıadlı harika kitabını…

Fred Reed’in ‘satın alınamaz’lığını vurguladığı Bediüzzaman’ı bugün biz ‘pazarlama’ derdinde isek, durum bir ‘Bediüzzaman’ı tüketmek’tir.

Oysa Risale-i Nur, ‘tüketilmeyi’ değil, ‘yeniden üretilmeyi’ beklemektedir.

Metin Karabaşoğlu

(Kaynak: www.karakalem.net)

Bir kötülük işlediğimizde ne yapmalıyız?

Bir kötülük işlediğinde peşinden hemen bir iyilik yap ki,

o kötülüğü silsin.

Hadis-i Şerif (Tirmizi).

Hastalık bir kamçıdır.

Allah onunla yer yüzünde kullarını terbiye eder .

Hadis-i Şerif (Camiüssağir)

Siz kadınların evinizde ev işlerini yaparken çektiğiniz sıkıntı,

inşaallah(cephede)Allah yolunda savaşanların sevabına denk sayılır.

Hadis-i Şerif (Ebu Ya’la).

“Hiçbir not, bilgi ve anı” yok öyle mi?

Bediüzzaman Said Nursi ile Mustafa Kemal Paşa tartıştılar mı tartışmadılar mı? “Bu sahne gerçek dışı” deyip dava açanlar da oldu, “bağımsız bir kaynak tarafından doğrulanmadı” diyen de.

Öte yandan Turgut Özakman yine döktürmüş: “Said Nursi’nin Atatürk’le konuştuğu hakkında hiçbir not, bilgi, anı söz konusu değildir.”

“Hiçbir not, bilgi ve anı” yok öyle mi?

Her şeyden önce TBMM Tutanakları Dergisi’ne göre Nursi’nin Ankara’ya geldiği ve Meclis’te özellikle Doğulu milletvekilleriyle buluştuğu kesin. Burada şu soru önemli: M. Kemal, S. Nursi’yi neden ısrarla çağırtmış ve Meclis’te “hoş geldiniz” töreni düzenletmiştir?

Nursi’ye göre M. Kemal kendisini “taltif etmek” ve bütün Doğu illeri genel vaizliği teklifinde bulunmak maksadıyla davet etmişti. Aslında Lozan görüşmeleri sırasında İngilizlerin özerk ya da bağımsız bir Kürdistan kurulması tezlerine karşı, içeride Kürtlerin Türklerden ayrılmaması gerektiğini telkin edecek din adamlarına ihtiyaç vardı. Nursi’nin Ankara’ya çağrılması, bu nazik sürece olumlu katkılarda bulunabilir, Kürtlerin TBMM hükümetine bağlılığını koruyabilirdi.

Ancak oturumları izleyen Nursi, namaz vakti gelip de mescide gittiğinde tam bir hayal kırıklığına uğruyordu. Zira milletvekillerinden ancak bir kısmı namaz kılıyordu. Bu durum, kafasında soru işaretleri çaktırdı. Padişah-Halifenin yetkilerini kullanan bir Meclis’in kararları, namaz kılınmadığı takdirde dinî açıdan sakatlanmaz mıydı?

Bunun üzerine beyannamesini yayınladı. Milletvekillerine gönderdiğinden birkaç kelime farklı bir nüshayı da TBMM Başkanı sıfatıyla M. Kemal’e ulaştırdı.

24 Kasım’da Mustafa Kemal “şiddetli bir hiddetle” başkanlık divanına girip Nursi’ye bağırarak “Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin” der. Nursi’nin cevabı da aynı sertliktedir: “İmandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.

Bir gün sonra bu defa Başkanlık odasında görüşürler. Nursi “bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiği halde” Mustafa Kemal’in kendisine ilişmeyip taltifine çalıştığını ifade eder. Mektubat”ta ise “İslam’ın kurallarını tahrip etmenin bu millet, vatan ve İslam dünyasında büyük zarar doğuracağını, inkılap yapmak gerekiyorsa bunu doğrudan Kur’an’ı esas alarak yapmak gerektiğini” söyler. Mustafa Kemal itiraz eder ama onu kendisine çekmek ve nüfuzundan yararlanmak için cazip tekliflerde de bulunur.

Şebinkarahisar milletvekilli Ali Süruri Bey’in (1888-1926) basılmamış olan hatıratı, rejime muhalif olmayan bir milletvekilinin elinden çıktığı için apayrı bir önemdedir. Said Nursi-M. Kemal görüşmesi bu hatıratla ilk kez bağımsız ve o devre ait yazılı bir metin tarafından doğrulanmış olmaktadır.

Ali Süruri hatıratında 25 Kasım günü Meclis dağılırken Başkanlık Divanı odasından içeriye baktığını ve “Kemal Paşa” ile “Bediüzzaman Molla Said-i Kürdî” arasındaki konuşmaya tanık olduğunu anlatır:

Konuşmanın başlangıcında Bediüzzaman, yazdığı mektupta (beyanname) namaz kılmayı tavsiye etmiş. Sonra Şafiî mezhebine göre namazı terk edenin şahitliği kabul edilmeyeceğinden, Meclis’in çoğunluğu namazı terk ederse kararlarının kusurlu ve hükümsüz olacağını söylemiş.

Kaynağımız, ardından Mustafa Kemal’in sözü aldığını ve beyannamenin “siyaseten sakıncalı” olduğundan söz ettiğini, yalnız kendisi muhatap alınmış olsaydı büyük bir sakıncasının olmayacağını ama milletvekillerine de gönderilmesinden üzüntü duyduğunu söyleyip “darıldı”ğını belirtiyor. Nursi de bu sakıncayı düşünmediğini itiraf ediyor. (Yalnız bu son cümlenin sayfa kenarına sonradan eklendiği dikkat çekiyor.)

Said Nursi başlangıçta biraz “haşince” konuşurken muhatabının alttan alması üzerine sözlerini tevil edip hafifletiyor ve “aralarındaki kırgınlık zahiren” gideriliyor. Ancak “herhalde iki taraf da birbirine muğber (gücenik) kaldılar” ifadesi dikkat çekiyor.

Yazara göre sözün burasında Mustafa Kemal çok mühim meselelere temas ediyor ve zekâsını gösteriyor. Ardından “Bediüzzaman’ı yalnız şu mübahasede dinleyenler şöhretini pek hakikate muvafık bulmadılar sanıyorum” diyor ve ekliyor: “Mamafih yine güzel cevaplar verdi. Ve Meclis’in çok mübarek ve mübeccel olduğundan bahsetti.”

Ali Süruri’ye göre Nursi, bundan sonra M. Kemal’e şunları söylemiş:

Siz Kur’an’ı ve İslam’ı kurtardınız. Kur’an’ı omzunuza kaldırdınız. Kur’an ise her sayfasında salât (namaz) ile emrediyor. Mademki Kur’an’ı böyle muhafaza ettiniz, onun emri olan salâta da beynelmüslimin te’min-i müdâvemet (Müslümanların namaza devamını sağlamak) için teşebbüs etmeniz lazımdır ve mektubu size onun için yazdım. Sizden başkalarına yazdığım doğru olmayabilir. Fakat böyle bir teşebbüsü sizin hatırınıza onlar da getirsinler diye yazdım.”

Yazar bundan sonra Bediüzzaman’ın (akşam ezanının okunması üzerine) odadan çıktığını, arkasından Mustafa Kemal’in odada bulunanlara, Bediüzzaman’ı beğenmediğini söylediğini ve “böyle ulemadan ümmet-i İslamiyeye (İslam ümmetine) hayır gelmez” dediğini ekliyor.

Bu çok ilginç parçanın yorumunu size bırakıyorum. Ancak Ali Süruri Bey’in hatıralarından sonra artık tartışmaya son nokta konulmuş oldu. “Tarihçe”de anlatılanların bu yeni bulunan hatıratla doğrulanması karşısında bakalım birileri yine çıkıp “hiç belge yok” diyebilecekler mi?

Not: Aslı Milli Kütüphane’de bulunan bu önemli hatıratı bulmama yardımcı olan İlhan Şimşek, Özgür İpek Pektaş ve Dr. Niyazi Ünver’e teşekkür ederim.

Mustafa Armağan

http://www.mustafaarmagan.com.tr/iste-said-nursinin-mustafa-kemalle-gorustugunun-belgesi.html

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version