Etiket arşivi: A.Raif Öztürk

Ateist ile Mü’min’in Farkı!

Asrımıza damgasını vurmuş olan Bediüzzaman Hz.’nin şu “ÎMAN, insanı İnsan eder, belki de Sultan eder” sözünün de bir HAZİNE değerinde olduğunu geç yaşlarda anladım.

Karanlık ve aydınlıkDolayısıyla, ateist (yani, inanmayan) ile inanan arasında dağlar kadar fark olduğunu da geç öğrenmiş oldum. Sadece bu nedenle bile ben çok şey kaybettim, fakat şu genç neslin daha erken fark etmesi ve daha iyi idrak etmesi için, diğer konuları erteleyerek, bugün öncelikli olarak bu konuyu ele almak istiyorum.

Derin ve çok önemli mevzuların her seviyeye kolayca anlatılmasında, Kur’ânî bir prensip vardır. Bu da önce herkesin kolayca anlayacağı bir kıssa veya hikâye anlatmak, anlatılmak istenen ağır ve önemli konuyu da o kıssa ve hikâyeye bina etmektir. Şimdi; bu ilginç ve ciddi konuyu bina edeceğim hikâyeye, tam olarak odaklanmanızı istirham ediyorum.

***

İdamın henüz kaldırılmadığı yıllarda, bir idam mahkûmu Haydarpaşa’dan trene bindiriliyor. O günkü padişah, başkentte infâz edilecek olan o idam mahkûmunun, son gününü en güzel bir şekilde yaşaması için, trende ona özel kompartıman hazırlattırıyor. İçerisine de o mahkûmun en sevdiği şeylerden müteşekkil, mükellef bir sofra donatıyor. Etrafına da o mahkûmun emrinde çalışacak, hatta sıcak bastığında yelpazeleyecek görevliler bile tahsis ediyor. Kısacası bu kişinin, son gününün krallar gibi geçmesi için, âdeta seferber olunuyor.

Bu tren tam kalkmak üzere iken, pürtelâş bir yolcu daha geliyor. İstasyon şefine şöyle yalvarıyor. “Efendim ne olur, trenin kapılarını açtırın. Beni de mutlaka bu trene alın. Evet, tren tamamen dolu, hiç boş koltuk yok, ben de biliyorum. Olsun, ben 10-15 saat ayakta da giderim, bir köşeye çömelerek de giderim, yeter ki beni alınız. Çünkü, ben padişahın lütfuna mazhar oldum. Bir an evvel başkentte olmam lâzım. Şu elimdeki beraatı orada beni bekleyen görevlilere gösterdiğimde beni, ömür boyu bana tahsis edilmiş olan çiftliğime, o çiftliğin içindeki köşklerime, atlarıma ve arabalarıma kavuşacağım. Anamı, babamı ve tüm sevdiklerimi de oraya götürmüşler. Hepsine de kavuşacağım. N’olur, beni trene bindiriniz, ne olur efendim… v.s.” ..gibi yalvarmalarına dayanamayan istasyon şefi, o yolcuyu da o trene alıyor…

***

Saygıdeğer dostlarım, şimdi biraz daha dikkatli düşünelim:

Bu trende bizi, yani bugünkü konumuzu ilgilendiren iki önemli yolcu var.

Birincisi İDAM MAHKÛMU, fakat o trende krallar gibi ağırlanan bir yolcu.

İkincisi ise trende en çok müşkülâtla ve sıkıntılarla yolculuk eden, fakat Ankara’ya gittiği zaman, Padişahın görevlileri tarafından karşılanarak, kendisine tahsis edilmiş köşklere, çiftliklere, atlara, arabalara ve tüm sevdiklerine kavuşacak olan bir yolcu…

Şimdi sizlere can alıcı bir soru soracağım:

Bu upuzun tren yolculuğunda, acaba krallar gibi ağırlanan birinci yolcu mu daha huzurlu ve mutludur?

Yoksa, 10-15 saatlik upuzun bir yolculuk için numarasız biletle binen, ayakta ve çömelerek giden o ikinci yolcu mu daha huzurlu ve daha mutlu olur?…

CEVAP: Elbette ki “ayakta veya çömelerek seyahat eden İKİNCİ yolcu” çok daha mutludur, değil mi? Çünkü birinci yolcu, her ne kadar (geçici olarak) krallar gibi ağırlansa da, İDAM edilmeye gidiyor ve bunu da biliyor. Bu acı âkıbet onun beynini, her dakika kemirecektir. Kendisine yapılan hizmetlerden bile zevk alamayacaktır. Trenin yavaş gitmesini hatta durmasını arzu ettiğinden, hızlı gitmesi bile ona batacaktır…

O ikinci yolcu ise ömür boyu sürecek bir köşk ve çiftlik hayatına, hatta tüm sevdiklerine kavuşmaya gidiyor. Ayakta durmalar ve çömelmeler bile ona sıkıntı vermeyecek. Trenin hızlı gitmesi ise ona sürür katacaktır. Mutlak kavuşacağı güzel istikbalini bildiğinden, hayalleri ve rüyaları ile de mutlu ve huzurlu olacaktır…

Şimdi bu hikâyeden, GERÇEĞE dönelim:

Ateist yani inanmayan kişi, aynı o birinci yolcu gibidir. Ölümü; en iyimser bir düşünceyle “bir idam, bir adem, yani bir yok oluş” zannettiğinden, sevdiklerinin ölümleri de ona her zaman azâp olacak, kendi ölümü ile her şeyi kaybedeceğinden, sürekli bir ıstırap çekecek. Bunu unutmak için içkiden ve uyuşturucudan medet umacak. İçtikçe de daha kötü felâketlere sürüklenecektir. Hiçbir yönetimi beğenmeyecek, her şeye muhalefet edecek. Hele hele, ara sıra da olsa vicdanının sesi ona “..milyarlarca inanan insanların dedikleri gibi, yâ bir de Âhiret hayatı var ise Ebedî bir Cehennem azabına düşersem” endişesi de, onu büsbütün kahredecektir…

İNANAN ve inandığı şekilde, bu dünya yolculuğu sonrasına hazırlanan kişi ise burada (trendeki ikinci yolcu gibi) sıkıntılar ve zorluklar çekse bile, nasılsa ebedî Cennet saadetlerine ve tüm sevdiklerine, hattâ yüce Peygamberine kavuşacağına inandığı için, sıkıntı ve zorluklardan bile lezzet alacaktır. Ona yapılan zulüm ve haksızlıkların, Mahkeme-i Kübra’ya havale edileceğini bildiğinden, müsterih olacak, yani intikam ıstırabı çekmeyecektir.

Âhiret hayatlarına çok iyi hazırlanan maneviyat büyüklerinin, “ölümün bir düğün gecesi ve VUSLAT” yani güzelliklere kavuşmak olduğunu söylemeleri, işte bu sebeplerledir.

Yusuf AS’ın; dünyada mutluluğun en zirvesindeyken ölümünü istemesi de, işte bu sırdandır. İnancının da zirvesinde olduğundan, Âhiretteki Cennet hayatının, dünyanın sultanlığını bile gölgede bıraktığına, çok net inandığı içindir ki, ölümü tercih etmiş…

Bediüzzaman Hz.’ne sorulan; “..Üstadım, şu anda gerçekten kıyamet kopmaya başlasa, siz ne yapardınız?” sorusuna karşı. “Kardaşım Zübeyr, yap bir kahve de Yüce Rabbimizin Kudret ve Calâl esmâlarının tecellilerini seyredelim, derdim” cevabını vermesi de işte bu İNANCIN verdiği huzur ve mutluluktandır…

Şimdi tekrar yukarıdaki “ÎMAN, insanı İnsan eder, belki de Sultan eder” sözünü tekrar düşünelim.

Acaba, inançsız bir sultan mı daha huzurlu ve mutludur, yoksa İNANÇLI bir vatandaş mı daha huzurlu ve mutlu olur?…

Olay işte bu kadar nettir. Vesselâm…

 A. Raif Öztürk

Nur Kahramanı ve İnsan Seli..

Bir önceki hastalığında, Sema hastanesinde kendisini ziyaret etmiştim. Tekrar sağlığına kavuştuktan sonra da birkaç defa çeşitli etkinliklerde ve BEDÎ apartmanında da görüşmüştük kendisiyle. Ölüm; hepimize çok yakın ve ummadığımız bir zamanda geleceğine inandığımız halde, Sungur abimim vefatını öğrenince, çok şaşırdım ve birkaç saniye bocaladım. Oysa bu gerçekten, Peygamberler bile müstesna değildi. Kendimi toparladıktan sonra ilgili haberi okumaya devam ettim.

En çok ilgimi çeken husus ise son gününde, maneviyat âleminde geçen ilginç bir gelişme ile Diyanet işleri Başkanımızın “vefat ânına” davet edilmesiydi.

Şöyle ki:

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, o gece rüyasında önemli bir toplantı sırasında, masada heybetli bir adam görür. Yaklaşır ve kim olduğunu sorar. Adam: “Ben Mustafa Sungur’un babasıyım. Sungur gözünü açtı, seni bekliyor” der.

Mehmet Görmez bu rüya üzerine Mustafa Sungur acaba iyileşti mi, diye yakınlarını arar. Mustafa Sungur ağabeyin, uzun zamandır hastanede bilinci kapalı vaziyette yattığını öğrenir. Prof. Görmez ertesi gün ilk uçakla İstanbul’a gelir ve Mustafa Sungur abiyi ziyaret eder.

Aylardır bilinci kapalı vaziyette yatan Mustafa Sungur ağabeyin gözleri açılır ve Diyanet İşleri Başkanımıza “Es Selamu Aleyküm” dedikten sonra, gözlerini yavaşça kapatır ve bir-iki dakika içinde vefat eder. Bu zamanlama tesadüf olabilir mi hiç?…

Yüce Rabbim ganî-ganî Rahmet eylesin…

Diyanet İşleri Başkanımızın kıldırdığı cenaze merasimine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın ile AK Parti İl Başkanı Aziz Babuşcu katıldı. Fatih camiinin içi tamamen dolduğu gibi, camiin avlusu dahi bir insan seli gibiydi.

VASİYETİ:

Babasının Eyüp Mezarlığı’ndaki defin işlemleri sonrası Cihan Haber Ajansı’na açıklamalarda bulanan Muhammed Sungur, “Babam her fani gibi, gayri faniden rufakiyeye intikal etti. Bu Allah’ın kanunudur. Her nefis ölümü tadacaktır.” ifadeleri kullandı.

Babasının hayatını iman ve hakikatleri anlatmakla geçirdiğini söyleyen Sungur, “Babam 17 yaşından itibaren, tüm hayatını Kuran Hakikatleri davası yolunda sarf etti. Hakikatleri neşrederek yaşadı. Her gün ya bir derste ya da bir toplantıda, birilerine iman ve hakikati anlattı. Cenabı Hak inşallah cennetlerde buluşturur.” diye konuştu.

Babasının şöhretten hoşlanmadığını söyleyen Sungur, esas meselenin Cenabı Hakkın rızası istikametinde hareket etmek olduğunu dile getirdi. Sungur, “Üstadımız kendini bir hiç olarak görmüştür. Üstadımız mahiyet, tevazu bunların üzerinde çok duruyor. En büyük sır, en büyük vazife Allah’ı tanıtmak ve Allah’la yaşayabilmektir. Efendimiz (a.s) ‘Birisinin senin elinle hidayete gelmesi dünyadaki her şeyden daha hayırlıdır.’ şeklinde buyurmuştur.” ifadelerini kullandı.

Cenaze merasimine gelenlere dualar eden Muhammed Sungur şunları söyledi: “Babam da sevdiklerinin, dostlarının yanına gitti. Dostlarıyla buluşmaya gitti. Ölüm firak değil, belki lika-dır. Kavuşmaktır, buluşmaktır. Yurt içinden ve dışından gelen tüm kardeşlerimizden ve dostlarımızdan Allah razı olsun.”

Bir NUR KAHRAMANI olan Mustafa Sungur abi için yazılması gerekenler, köşe yazılarına ve sütunlara sığmayacağı için, sizleri H.İhsan Atasoy hocamın, “Üstâdın Manevî Evlâdı, FENÂ FİNNÛR – MUSTAFA SUNGUR” adlı eserine havale ediyorum.

Mutlaka okuyunuz…

A. Raif Öztürk / Moralhaber.net

Dikkat! “Yaşantı” Çok önemli, “SÖZ” DEĞİL!..

(Lüzumsuz meşgûliyetler, âkıbetin kezzabıdır.)

Ziya Paşa’nın; “Âyinesi (aynası) iştir kişinin, LÂFA BAKILMAZ” sözünün, bir âyet meâli olduğunu ben yeni fark ettim. Dün bir mecliste Müddessir sûresi tahlil edilirken, âdetâ şok oldum. Çok muhtaç olduğumuz halde, “muhtaç olduğumuzun bile farkına varamadığımız” sermayeler yakaladım.

Hani ticaret hayatımızda keşfettiğimiz avantajlı bir malzemeyi, “şu çok kaliteli ve ucuz şeyleri, falan yerden % 50 iskontolu aldım, koş hemen sen de kaçırma” diyerek, hemen sevdiklerimize de haber veririz yâ, ben de yeni yakaladığım bu çok önemli sermayeleri, öncelikle sizlere haber veriyorum. Benim durumumda olup, iş-güç yoğunluğu nedeniyle, henüz bu sermayeyi yakalayamayanların da istifade etmesini arzu ediyorum…

Müddessir Sûresi:

39, 40, 41, 42. Âyetler: Amel defterleri sağ taraftan verilenler cennetlerde, mücrimlerin durumu hakkında, kendi aralarında konuşurlar. O suçlulara: “Neydi bu cehenneme sizi sürükleyen?” (yani, dünya hayatında ne yaptınız da bu acı âkıbeti hak ettiniz?) diye sorarlar.

43, 44. Âyetler: Onlar şöyle cevap verirler: “Biz namaz kılanlardan değildik. Fakirleri doyurmaz, onların ihtiyaçlarıyla ilgilenmezdik.

45. Âyet: Boş ve anlamsız şeylere dalıp gidenlerle, biz de dalar giderdik.

46. Âyet: Dilimizle hesap gününe İNANDIĞIMIZI SÖYLEDİĞİMİZ HALDE, YAŞANTIMIZLA o güne hazırlık yapmamak suretiyle, o günü yalanlamıştık.

47. Âyet: Ölüm bizi ansızın yakalayıncaya kadar hep böyle idik.”

48. Âyet: Bu hal ve sıfatları üzerinde bulunduranlara, (yani 43, 44, 45, 46. ayetlerde anlatılan kimselere) hiçbir şefaat edicinin şefaati, fayda vermeyecektir

Saygıdeğer dostlarım. Bu 10 âyeti bütün olarak hepimiz çokça dinledik. Ancak, 45 ve 46. Âyetlere ben bu güne kadar pek dikkat etmemiştim. Bana göre konunun, hatta yaşantımızın can alıcı noktası burada düğümleniyor.

Birçoğumuz bu şifreyi çözemediğimiz için, gaflet içinde yüzüyoruz.

47. Âyetteki ikaza toslayınca bu gafleti fark etmenin, hiçbir faydası olmayacağı için, bu gün bu konuya odaklanmaya çok önem veriyorum. Çünkü ölüm randevu vermez, ansızın gelir. Hem de hiç ummadığımız bir anda! Çevrenize bir bakıverin…

Şimdi lütfen 45. ve 46. Âyetlere odaklanalım:

Bakınız, Cehennem ehli “Allahın yasak ettiği şeylere” değil de, “..Boş ve anlamsız şeylere dalıp gidenlerle, biz de dalar giderdik” diyor. Yani ‘boş ve anlamsız işlerle vakit öldürmenin bile, acı bir âkıbete sebep olacağı’ vurgulanıyor. Dikkat ediniz, zorlama bir anlam çıkarmıyorum, sadece odaklanıp daha dikkatli okumağa çalışıyorum.

Hele hele, bir de 46. Âyete dikkat edelim!

Cehennem ehlinin itiraflarında:

“..Dilimizle, hesap gününe İNANDIĞIMIZI SÖYLEDİĞİMİZ HALDE, YAŞANTIMIZLA o güne hazırlık YAPMAMAK suretiyle, o günü yalanlamıştık” ..şeklinde cevap vereceklerini, Yüce Rabbimiz İlm-i Ezelîsiyle bizlere önceden haber veriyor.

Yani bizleri bu acı akıbetten kurtarmak için, âdetâ tüm insanlığa kopya veriyor.

Daha açık bir ifadeyle: Sizler dilinizle ne kadar “Biz de imanın 6 şartına inanıyoruz” deseniz de, yaşantınızda bunu uygulamadıktan sonra, âkıbetiniz çok acı olacak,deniliyor.

Meselâ: Bir çiftçiyi düşününüz. “Mümbit bir tarlayı, en güzel bir şekilde hazırlayıp ekersek, ziraatımız verimli olur, ben buna gerçekten inanıyorum” diye inandığını söyleyip hiçbir uygulama yapmazsa, o çiftçi kışı aç geçirmez mi? Hattâ, yarım-yamalak yapsa bile!…

Bir balıkçıyı düşünüz. “Mevsim zamanlamasına göre, en güzel ağ ve tekniklerle balık avlandığında, bereketli balık yakalanacağına gönülden inanıyorum” dediği halde, bu doğrultuda icraatı olmazsa, o balıkçı eli boş dönmez mi?… Bu örnekleri çoğaltabilirsiniz.

Demek ki “İNANDIK” demek, icraat olmadığı müddetçe hiçbir işe yaramıyor.

İşin çok daha da kötü ve daha da can alıcı tarafı da şu: “İnandık” diyerek “uygulamama”nın, FİİLEN YALANLAMAK anlamına gelmesidir.

46. Âyetteki itirafa tekrar bakar mısınız?

“..Dilimizle, hesap gününe İNANDIĞIMIZI SÖYLEDİĞİMİZ HALDE, YAŞANTIMIZLA o güne hazırlık yapmamak suretiyle, o günü YALANLAMIŞTIK.”

..Evet dostlar, mesaj çok net, değil mi? Gerisini, engin tefekkürünüze havale ediyorum…

***

Eyy Yüceler yücesi, Rahmân ve Rahîm olan Allahım. Sana sonsuz Hamd ve Senâlar olsun ki, Ezeli ilminle bildiğin akıbetleri, bizlere daha dünyada iken bildiriyor, âdetâ kopya vererek, Şeytanın aldatmacalarından bizleri koruyorsun.

Tâ ki uyanalım, ayılalım, inanalım ve inandıklarımızı çok iyi öğrenelim ve uygulayalım da o acı âkıbete düşmeyelim…

Tâ ki 45. Âyet-i Kerimede itiraf edilen; “BOŞ ve ANLAMSIZ şeylere dalıp gidenlerle, biz de dalıp gitmeyelim”…

***

TAC mesabesindeki son SÖZ: Benliğimizi, müsbet anlamda sarsan bir Hadîs-i Şerif.

İnsanlar helâk olur, Âlimler müstesnâ. (Yani, din âlimleri hâriçtir.)

Âlimler de helâk olur, Âmiller (bildiklerini uygulayanlar) müstesnâ.

Âmiller de helâk olabilir, Muhlisler (uyguladıklarını gösteriş için değil, sırf Allah rızası için uygulayanlar) müstesna. Muhlisleri de bazı tehlikeler bekliyor…”

Yâ Rabb. Bizleri, her türlü boş ve lüzumsuz meşgûliyetlerden de muhafaza eyle…

A.Raif Öztürk / moralhaber.net

En “AKILLI” İnsan Kim? Siz Ne Kadar Akıllısınız?

Bu konuda, herkes farklı görüşler söyleyebilir. Kimine göre kış gelmeden, yola çıkmadan, sınav gelip çatmadan, deprem, yangın veya sel olmadan tedbirini alan kimse akıllı insandır. Kimine göre de evlenmeden önce iyi araştırarak en doğru kararı veren, iş ortaklığından önce çok istişare eden veya gelecek on yılın bile plan-programını yapabilen insan, çok akıllıdır.

Bu kriterlerin hepsi, sadece akıllı olmanın belirtileri ve işaretleridir. Ancak, bir de birbirine zıt veya farklı görüşte olup farklı işler yapanlardan her birisi dahi, kendisinin en akıllı davrandığını zannediyor ve kendi konumunu savunuyorlar. Ötekilerini ise hâkir görebiliyorlar. Üstelik de böyle kimseler, toplumun çok büyük çoğunluğunu teşkil ediyor.

– Birkaç örnek arz edeyim: Hayatı, sadece dünya hayatından ibaret olduğunu sananlar, başkaları gibi boşu boşuna namaz kılmadıkları için, ramazanda boşu boşuna aç durmadıkları için ve bunlara benzer diğer sorumluluklara inanmadıkları için kendilerini daha akıllı sanıyorlar. Üstelik de diğerlerini hâkir görüp, sözde saflıklarını ileri sürüp, onları kınıyorlar.

Bir başka kesim de; “basit bir iğnenin veya bir çivinin bile kendi kendine olamayacağı” bilinciyle, her şeyin bir yaratıcısı olduğuna, şu koca kâinatın insan için donatıldığına, yüz binlerce bitkilerin, hayvanların, hattâ tabiat kanunlarının da bir sistem içinde insana hizmet ettirildiğine inanıyorlar. Küçük bir atölye veya laboratuarın bile bir gaye için kurulduğu bilindiği gibi, şu koca kâinatın da gayesiz ve başıboş olamayacağına tam inanıyorlar.

Bu doğru tespitlerinin ardından ise yine farklı kulvarlarda arayış içine girerek, çok farklı tanrı inançlarıyla, ona karşı şükrâne olarak bir şeyler yapılması gerektiğine de inanıyorlar.

Ancak, bunların da her biri, farklı kulvarlarda oldukları halde, kendisinin en doğrusunu bulduğuna inanıyor.

Bizzat Japonya’da gözlemlediğim Budist’ler ve Shinto’lar veya Hindistan’daki yüzlerce çeşit dini inançların mensupları dahi, her biri kendi inançlarının doğruluğuna inanıp, kendilerinin daha akıllı olduklarını zannediyorlar. Kendileriyle birebir görüşmelerimizde, bunları yakinen görebiliyoruz.

Hatta dağdaki teröristler bile, kendi yaptıklarının doğru olduklarına inanmasalar, o kadar zahmete katlanmazlar herhalde. Kendilerine anlatılanlara inandırıldığı gibi hareket ettikleri ve evham ürünü dahi olsa, bir gaye uğruna çalıştıkları için, onlar da kendilerini akıllı sanıyor. Hattâ kendileri gibi düşünmeyenlerle, ölesiye mücadele ediyorlar.

– Peki, görüşler bu kadar çok, birbirilerine zıd ve muhtelif olduğuna göre, en doğru hareket tarzımızı, yanılmadan nasıl bulacağız?

– Kendimizin de bir yanılgı içinde olup-olmadığımızı, yani akıllı davrandığımızı nasıl anlayacağız? İşte bütün mesele bu!…

Çok önemli bir soru ve sorun, fakat cevabı da çok basit ve kolay aslında.

Ancak, Şeytan-ı Aleyhillâ’ne, insanları bu doğruluktan saptırmak için, bütün âvaneleriyle birlikte seferber oldukları için, yanılanların yüzdesi, tahminlerden çok-çok yüksek oluyor. Çünkü şeytanî tuzaklar insanlara, gerçeklerden çok daha lezzetli ve câzip gösteriliyor.

– Bu çok önemli soru ve sorunun bir nevi cevabı şöyle:

Her şeyin; gerçek mi sahte mi olduğunu açığa çıkaran birim değerler var. Her hesabın doğru veya yanlış olduğunu gösteren bir “sağlama”sı var.

Meselâ: Altının, sahte veya gerçek olduğunu gösteren, hatta kaç ayar olduğunu bile ortaya çıkaran mihenk taşı, bu konuda hiçbir tereddüt bırakmıyor.

Paraların sahte veya gerçek olduğunu gösteren cihazlar var.

Bir inşaatın, binanın, köprünün veya herhangi bir tesisin çürük veya mükemmel olduğunu ortaya çıkaran teknikler, cihazlar ve hesaplar var.

Her şeyin sahte veya gerçek, doğru veya yanlış, çürük veya sağlam, hatalı veya mükemmel olduğuna dair cihazlar, hesaplar veya kriterler olur da, insanların görüşlerinin ve davranışlarının isabetli veya yanlış olduğunu gösteren kriterler olmaz mı hiç?…

***

İşte aynen bu örneklerde olduğu gibi, insanların da Hz. Adem (A.S.)’dan bu yana, şeytanın aldatıcı tuzaklarına düşmemeleri için, niçin yaratıldıklarını, bu dünyaya niçin gönderildiklerini en doğru biçimde bilmeleri için, Yüce Yaratıcı her dönemde, en ideal KRİTERLER göndermiş.

İnsanlık çoğalıp medenileşmeye başladıktan sonra da, kıyamete kadar yetecek donanımda, en mükemmel kanunlar, örnekler ve prensipler manzumesi, hattâ (navigasyon hükmünde) mukaddes bir yol haritası olan Kur’ân-ı Kerimi göndermiş.

Anlamakta zorlanmayalım, ihtilâfa düşmeyelim ve bocalamayalım diye, insanlığın en doğru sözlüsü olduğu, düşmanlarınca dahi itiraf edilen Hz. Muhammed’i (SAV) de rehber ve kılavuz olarak görevlendirilmiş. Medeniyetlerin, kıtaların ve Asırların başkalaşması nedeniyle, gelişen çağlarda da insanların bu mesajları doğru almalarını sağlayacak, ilmen de donanımlı olarak “Kutup İmamları, mezheb imamları, müctehidler ve Bediüzzamanlar” tayin etmiştir.

– İşte bizlere sağlıklı bir şekilde ulaştırılan bu KRİTERLERE, en güzel bir şekilde uyan ve “sırat-ı müstekıym” mihengine en yakın olan kişilerin, görüşleri en doğru olup ve yanılmayan akıllı kişiler olduğu, çok net bir şekilde ortadadır. Aksi halde, herkes kendi görüşünü doğru bilerek, yanılmaya devam edecektir.

Tâ ki, bu sınav bitip, kendisini sorgulanma âleminde buluncaya kadar!…

Tâ ki, ardında bıraktığı sadece 70-80 yıllık dünya sınavıyla, trilyonlarca yıllık (hattâ sınırsız, sonsuz, ebedî bir) cennet hayatını kaybettiğini anlayıncaya kadar!

Kim bilir, belki de ebedî bir Cehennemi hak ettiğini, görerek anlayıncaya kadar!…

Pek tabiidir ki o zaman, iş işten geçmiş olacak…

– İşte, ilgili Hadis-i Şerif: Kişiye sekerât halinde (yani ölüm sarhoşluğu ile can çekişirken), hak ettiği menziller (Cennet veya Cehennem) gösterilecektir.

İşte ilgili âyetler:

Mü’minûn Suresi, 99-100. Ayetler: Âhireti inkâr edenlerden birine ölüm gelip çatınca, işte o zaman: “Ya Rabbî!” der, “ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip iyi işler yapayım.” Hayır, hayır! Bu onun söylediği artık mânasız bir sözdür… (Prof. Dr. Suat Yıldırım meali.)

– En’am Suresi, 27. Âyet: Onlar (Cehennem) ateşinin karşısında durdurulduğunda, “Ah n’olurdu, dünyaya bir daha geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, müminlerden olsak!” dedikleri zaman bir görsen, neler olacak neler!…

Bakara S. 277. Âyet: İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler…

..İşte mutlaka karşılaşacağımız iki farklı âkıbet!…

– Bu gerçekler ışığında en akıllı insan, bu olacakları, şu sınav yerindeyken idrak ederek, lâyık-ı vechiyle âhiretini kazanmaya çok çalışan insandır.

Bir başka ifadeyle: İbadetlerini, dünya işlerinin arasına sıkıştırmaya çalışan değil, olmazsa-olmaz ibadetlerinden artan zamanda, dünya levazımatını kazanan kimse, en akıllı insandır. Çünkü insan; “Ancak ve ancak, Allaha kulluk ve İbadet için yaratıldı.” (Zâriyât Suresi, 56. Âyet.) .. Gerisi teferruât… Vesselâm.

A. Raif Öztürk

Allah’ım! Bu bela neden bana geldi?

Başımıza herhangi bir musibet geldiğinde, Allah c.c. dostları ve bazı mütevekkil bahtiyarlar hariç, genelde hepimiz “Eyy Allah’ım! NEDEN BEN?…” ..diye yakınırız. Adeta Yüce yaratıcıyı “Bu musibet, niçin bana geldi? Niçin beni seçtin?” dercesine sorgularız, değil mi?

1999 Yalova depreminden sonra, nasipsiz bazı gazeteler, “..Adalet mi bu?” (HÂŞÂ) gibi ve bu minvalde manşetler bile attılar.

Bir de îman ile müşerref olan bahtiyarlara bakalım…

İlk örnek dünyaca ünlü bir şampiyon olan, Arthur Ashe’den:

“Efsane Wimbledon’un ilk zenci şampiyonu Arthur Ashe, kan naklinden kaptığı AIDS’den ölüm döşeğindeydi. Dünyanın her köşesindeki hayranlarından, kendisine mektuplar yağmaktaydı. Bunlardan bir tanesinde, şöyle bir soru soruluyordu:

-Tanrı (!) böylesine kötü bir hastalık için, neden seni seçti? Arthur Ashe ise şöyle çok ilginç bir cevap verdi:

-Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar. 5 Milyonu tenis oynamayı öğrenir. 500 Bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50’si Wimbledon’a kadar gelir, 4’ü yarı finale, 2’si finale kalır. İşte o 50 000 000 kişiden ve neticede de o iki kişiden birisi benim.

Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Yüce yaratıcıya, ‘Neden ben?’ diye hiç sormadım da, şimdi sancı çekerken, Yüce yaratıcıya, ‘Niçin ben’ nasıl derim? Buna hiç hakkım yok…

***

Bu ilginç anekdottan sonra, Hz. Eyyüp A.S.’ın musibetler sonrası verdiği, o harika cevaplarını hatırlamamak mümkün mü?

Çoğunuzun da bildiği gibi, Murâd-ı İlâhî olarak Eyyûb A.S.’a, 60 yaşından sonra (imtihan gereği) peş peşe 5 ayrı musîbet gelir…

1.) Bâbil kavmi askerlerinin, tarlalarında çalışan mâsum Eyyûb kavmini katletmeleri…

2.) Yıldırımlar düşerek, verimli arâzileri ve o arâzilerdeki kavmini yakması…

3.) Eşkiyâların, tarlalarındaki ve dağlardaki kavmini öldürüp sürülerini alıp gitmeleri…

4.) Bu olayların şoku ve etkileriyle kavminin çoğunun, Eyyüb A.S.’a isyânı…

5.) Zelzelede çöken okulun enkâzı altında, beş oğlunun da vefât etmeleri… gibi.

Ben sadece bunlardan birini arz edeceğim:

Bu sonuncu (yani 5 inci) olayı da yerinde incelemek için enkâza giden Hz. Eyyûb a.s., enkâzı elleriyle kazarak oğullarının cansız bedenlerini buldukça, kısa bir süre kendinden geçer…

Her oğlunun cesedinin gözüken kısmını tutup sevdikçe, ağıt yakmaya başlar:

“-Evlâtlarım… Hangi birinizi sevip okşasam?…”

“-Hanginizin üstünlüklerinizi yâd etsem?”

“-Sen büyük oğlum, bu güçlü kollarınla, ben fakirlere erzak taşırken, çuvalları sırtına alıp bana yardım edişlerini mi yâd etsem?…”

“-Yoksa, sen küçük oğlum, yorgun argın eve geldiğimde, bu güzel başını göğsüme dayayıp beni dinlendirişini mi?…”

“-Yoksa sen ortanca oğlum!…” ………..

…Derken, birden irkilir! Kendi ağzına bir avuç toprak atarak, önce kendine bir cezâ verir.

Sonra da secdeye kapanarak, tevbe-i istiğfâr etmeye başlar:

“- Eyy Yüce Rabb’im, benim kusurumu affet! Mel’ûn şeytan, çocuklarımın vefâtını bana, mühim bir hâdise gibi gösterdi…

Senin bana emânet olarak verdiğin bu evlâtlarımı, Senin istediğin zaman alma hakkını unutup, hâdisenin gafletine daldım ve onları bir ân tamamen benim sandım!…

Oysa, bütün Kâinâtın sahibi Sen olduğun gibi, onların da sahibi Sendin!…

Lânetlenmiş şeytanın vesvesesiyle düştüğüm bu gaflet ve hatâdan (zelle’den) dolayı Sana tövbeler ediyorum, beni affet ey Yüce Rabb’im!…”

İşte, Yüce Rabbini ve Kâinâtın sahibi olan Allah’ı (c.c.), görüyormuş gibi inanan, bilen ve tanıyan bir peygamberin teslimiyeti…

Ve bizlere göre, “dayanılmaz” olaylar karşısındaki huzûru ve O’nun (c.c.) bizzat “Huzurunda“ymış gibi duruşu…

***

Ayrıca; yukarıda bir kısmı zikredilen felâketlerden sonra, sağ kalan kavmi Eyyüp A.S.’a, ısrarla şöyle sitem ederler:

“.. Ey yüce peygamber, varımızı yoğumuzu kaybettik, artık Allaha (c.c.) bir niyâzda bulun da, bu mallarımız geri gelsin…”

..gibi isteklerinin karşısında, Eyyûb A.S.’ın o hârika ve ibret dolu cevâbı şöyledir:

“- Varımızı yoğumuzu kaybetmedik… Çünkü, HEPSİ ONUNDU!…

Bizleri imtihan etmek için, geçici olarak verdiği emânetlerdi onlar! Sadece onları aldı!…”

“- Bu emânetlerin alınmasıyla bile, hiç mi kalbin kırılmadı..?.” ..diye tekrar soran kavmine:

“- Ben kalbimi Allaha c.c., Dünyaya ait emânetlerin ipiyle bağlamadım ki, onların kopmasıyla benim kalbim de kırılsın… Anamın bağrından çıplak doğdum, toprağın bağrına da çıplak gireceğim…”

***

Sınav gereği; bu musibetlerden başka Eyyüb A.S.’ın vücudu, öyle yaralı-bereli hâle gelmişti ki, çok ciddi ızdıraplar çekiyordu. Hanımı bir gün ona:

-Ey yüce Peygamber, yıllardan beri bu sıkıntıları çekiyorsun da, Yüce Rabbimize “bu hastalığı alması için” niçin niyazda bulunmuyorsun? Der.

Cevap ise daha ilginç:

“- Eyy benim hanımım, Allah c.c. benim vücudumu 60 yıl, benim iradem dışında sağlıklı tutmuşken, sadece şu altı yıllık hastalık için, nasıl şikâyette bulunayım?…

Bu vücut O’nun (c.c.) emaneti değil mi?…

Şunu unutmayalım ki O (c.c)., mülkünde istediği gibi tasarruf eder…”

***

Bütün bunlara mukabil Ebu Cehil’e, Firavun’a v.s. ömür boyu hiçbir musibetin, hatta tek bir diş ağrısının dahi verilmemesinin çok hikmetlerinden sadece birisi: Allah c.c., onların isyanlarına mukabil, onların kendisine el açıp niyazda bulunmalarını dahi istemiyor. Yani onlara, neticesi MUTLAK MÜKÂFAT olacak bir randevuyu vermiyor…

***

Bediüzzaman Hz. duâ-yı âzamın, sadece لَهُ الْمُلْكُ (Lehül mülk)kelimesini şöyle açıklıyor:

-“Mülk umumen onundur. Sen, hem onun mülküsün, hem memlûküsün (kulusun), hem mülkünde çalışıyorsun. Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor: Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma.

Çünkü sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp, levâzımatını yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadîr’dir, hem Rahîm’dir; kudretine istinad et (güvenerek yaslan) , rahmetini ittiham etme (suçlama) . Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul…”. ..Vesselâm…

NOT: Google çubuğuna, Mülk umumen onundur Necmi yazınız, Necmi İlgen’den tamamını dinleyiniz. Çünkü, ben sadece tadımlık olarak, yarım paragraf ekleyebildim.

 A. Raif Öztürk