Etiket arşivi: Ahmed Şahin

Toplumu geren öfkelilere, tasavvuftan tahammül örnekleri

Bazı tasavvufi örnekleri okuyup, vakaları dinlemek, sert tartışmaların meydana getirdiği gerilimi azaltır, sabır ve tahammül duygumuzu geliştirir gibi geliyor bana.

Bu düşünce ile bugün sizlere takdirle okuyacağınızı sandığım tahammül örnekleri arz etmek istiyorum. Geniş düşünmeye, sabırlı ve tahammüllü olmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz şu devrelerde, bu gibi örneklerden etkilenecek, sabırlı olma duygumuzu geliştireceğiz diye düşünmekteyim.

***

Öfkeli bir adam, Hazreti Ebu Bekir (ra) Efendimiz’i tenkit etmeye başlar. O da hakkı olan cevabı hemen vermeyip sabırla dinlemeyi tercih eder. Efendimiz (sas) ise bu durumu tebessümle seyreder. Ne var ki, adam yersiz tenkitlerini uzatınca Hz. Ebu Bekir (ra) cevap vermeye başlar. Bu sırada Efendimiz’in yüzündeki tebessümün gittiğini görünce üzülür, cevap vermekle yanlış mı yaptım diye sorması üzerine Efendimiz’den şu açıklamayı dinler:

– Seni tenkit eden adamı sabırla dinliyor, cevap vermiyordun. Bu sırada bir melek senin adına o adama cevap veriyor, seni savunuyordu. Ben de meleğin seni savunmasını tebessümle seyrediyordum. Ne zaman sen sabrı bırakıp cevap vermeye başladın, melek sustu. Ben de meleğin susmasından dolayı üzüldüm, tebessümüm ondan kayboldu! Yoksa senin cevap hakkını kullandığından değil!..

Demek bazen sabır gösterip susan, savunmasız kalmaz. Gerektiğinde melekler dahi haklıyı savunur. Yeter ki meleklerin savunmasını bekleyecek kadar sabır gösterilebilsin. Özellikle aile içinde melek cevap versin diyerek gösterilen sabır, çok önemlidir. Hem aile içinde gerilimi azaltır hem de yuvada huzur ve sükuneti sağlar, aynı zamanda başka ders alacaklara da önemli bir sabır örneği vermiş olur…

***

İsterseniz bir tenkit dinleme örneği de İmam-ı Azam Efendimiz’den verelim. Kufe Mescidi’nden çıkıp evine doğru giderken peşine düşen bir muhalifi, söylenerek gelir arkasından:

– Sen İmam-ı Azam filan değilsin ama kendini büyük gösteriyor, İmam-ı Azam dedirtiyorsun…

Arkasından gelen adamın ithamlarını dinleyerek devam eden imam, nihayet yolun sonuna gelince geriye dönüp tebessümle bakarak der ki:

– Burası benim evimdir, söyleyeceklerin bittiyse izin ver de evime gireyim!.. Adam birden ne diyeceğini bilemez, şaşırıp kalır. İmam evine girer, kapısını da yavaşça kapar.

Bu durum karşısında kendini tutamayan adamın son sözü şöyle olur:

– Şimdi şüphem kalmadı, sen gerçekten de İmam-ı Azam’mışsın!..

***

Tasavvuf büyüklerinden Malik bin Dinar’ı yolda giderken gören biri der ki:

– Şu adamı görüyorsunuz ya, ihlassız, gösterişçi günahkârın tekidir. Gören halk, onu tasavvuf büyüğü zannediyor!

Malik bin Dinar, sesin geldiği tarafa dönüp adama tebessümle bakar, olanca yumuşaklığıyla şu cevabı verir:

– Allah razı olsun senden, beni şimdiye kadar hiç kimse böyle doğru tarif etmedi!..

Nasıl, var mısınız böylesine bir eleştiriye, böylesine gönül rızasıyla bakmaya, dua ile karşılık vermeye?

***

Bir tahammül örneği de Hz. Mevlânâ’dan verelim: Konya çarşısında kendine çok güvenen bir adam, çevresine meydan okuyarak bağırır:

-Bana bakın bana! Ben öyle bir adamım ki bana bir kelime söyleyen bin kelime ile cevap alır!

Hazret-i Mevlânâ, adamın çenesi altına kadar sokulur, gözlerinin içine bakarak cevap verir:

-Ben de öyle bir adamım ki bana da bin kelime söyleyen bir kelime ile dahi cevap alamaz!

Çünkü der, meleklerin cevabı yeter bana..

Denebilir ki, her yerde olmasa bile gerektiği yerlerde meleklerin cevabıyla yetinen kimseler büyük bir tahammül ve sabır örneği vermiş olurlar. Hatta bazen bir büyük musibet ve sıkıntının önünden böyle çekilmiş olurlar. Bazen de ailenin mutluluk ve huzurunu korumuş olmak gibi tahammüller de göstermiş sayılırlar.

Ahmed Şahin / Zaman

Hz. Ömer’den, kardeş katiliyle barışma örneği…

Hz. Ömer Efendimiz’in, üvey annesi Esma’dan doğan Zeyd adında bir kardeşi vardı. Üvey kardeşi olmasına rağmen Zeyd’i çok seviyordu. Çünkü Zeyd hem İslam’a kendisinden önce girmiş, hem kendisinden önce hicret etmiş hem de tüm gazalarda Peygamberimiz’in yanında hazır bulunmuştu.

Bedir’de ise bir başka fedakârlık göstermişti. Savaş öncesinde kendisine verdiği zırhı giymeyerek, ‘Ben senden yaşlıyım önce ben şehit olarak gitmeliyim, zırhı sen giymelisin.’ diyerek zırhsız cepheye yürümüş, böylece zırh ortada kaldığından ikisi de savaşa zırhsız olarak gitmişlerdi!..

Ancak Zeyd’e çok arzu ettiği şehidlik, Hazreti Ebu Bekir’in (ra) zamanında Yemame’de sahte peygamberlere karşı girşilen savaşta nasip olmuştu. Gösterdiği büyük fedakârlık sonunda zafer kazanılmış, nihayet çok arzu ettiği şehitlik rütbesine de Yemame’de erişmişti.

Üvey kardeşi Zeyd’in ölüm haberini duyunca çok üzülmüş, takdirlerini de şöyle dile getirmişti:

– Rabb’imiz Zeyd’e rahmet eylesin, iki güzel konuda beni geçmiştir. Biri benden önce İslam’a girmiş olması, diğeri de yine çok arzu ettiği şehitlik makamına benden önce kavuşmuş bulunmasıdır.

Üvey kardeşi olmasına rağmen Zeyd’in ölümüne çok üzülen Hz. Ömer (ra), bir gün Medine’de Mütemmim’le karşılaşır. Mütemmim de, aynı şekilde Yemame Savaşı’nda öldürülen kardeşi Malik için söylediği içli şiirlerle gözyaşı dökmektedir.

– Eğer ben de senin gibi güzel şiir söyleyebilseydim kardeşim Zeyd için içli şiirler söyler, kendimi birazcık olsun rahatlatırdım, der. Mütemmim’in buna cevabı çok etkili olur:

– Ey Ömer der, şayet benim kardeşim de senin kardeşin Zeyd gibi Müslümanlar safında müşriklere karşı savaşırken ölseydi ben üzüntülü şiirler söylemez, aksine sevinçli mersiyeler dizerdim. Ne yazık ki benim kardeşim müşriklerle birlikte Müslümanlara karşı savaşırken öldürüldü. Üzüntümün şiddeti, müşriklerin safında iken gitmesindendir. Bu değerlendirmeyi etkilenerek dinleyen Hz. Ömer:

– Ey Mütemmim der, beni şimdiye kadar böylesine gerçekçi sözle kimse teselli etmedi, Zeyd’in üzüntüsünü azaltmış oldun bu hatırlatmanla…

Böylece Zeyd’in acısını azaltmaya çalışan Hazreti Ömer, bir süre sonra kendisi halife seçilir, Medine’de çarşıyı kontrol ederken Zeyd’in savaştaki katiliyle barışta yüz yüze geliverir.

Bu sırada can yakıcı sorusunu sorar:

– Yemame’de Zeyd’i sen mi öldürdün? Zeyd’in katili önce biraz şaşırır gibi olursa da toparlanarak beklenmedik cevaplar verir.

– Ya Ömer, önce beni bir dinle, sonra yapacağını yap, senin adaletine karşı güvenim tamdır, diyerek açıklamasını şöyle yapar:

– O savaşta ben müşrikler arasında imandan mahrum biriydim, Zeyd de müminler arasında imanla şereflenmiş biriydi. Zeyd o sırada beni küfür üzere iken öldürse de şu anda kavuştuğum imandan beni mahrum bıraksaydı, Zeyd ne kazanırdı beni imansız olarak cehenneme göndermekle? Lütfen bunu bir düşünün!.. Ama Rabb’imin takdirine bak ki, Zeyd’in eliyle beni cehenneme göndermedi, yaşatıp bana Müslüman olma şerefi nasip etti. Benim elimle de Zeyd’e şehitlik takdir edip ona da cennetin en yüksek makamını münasip gördü… Sen bu iki İlahi takdirin hangi yanından üzüntü duyuyorsun? Benim Zeyd’in eliyle küfür üzere ölmeyip bana iman nasip etmesinden mi, yoksa Zeyd’in benim elimle şehit olup da cennetteki şehitlik makamına yükselmesinden mi? Bu iki İlahi takdirin hangisinde üzülecek sonuç var?

Bu yaklaşımı dikkatle dinleyen Hazreti Ömer’in bir vasfı da ‘vakkaf’lıktı. Yani doğruyu bulunca anında fren yapıp durmak. Yine öyle oldu. Aynı vasfını burada da gösterdi. Söylenenleri tam değerlendirerek dedi ki:

– Şükrederim Rabb’ime ki, savaşta kardeşime şehitlik takdir etmiş, karşı safta yer almış katiline de iman nasip eyleyip bize din kardeşi yapmış!..

Bundan sonra Müslümanlar Zeyd’in katiline intikam duygusuyla bakılmaması için halk içinde kol kola birlikte yürümüşler, artık savaşın bitip barışın başladığını, toplumun geçmişi unutarak geleceğe barış içinde bakmasını, kan davasına yer olmadığını fiilen ifade etmiş, topluma mesajı böyle vermişler!

Ne dersiniz, bu tarihî kol kola yürüyüşten günümüze de mesajlar çıkar mı?

Ahmed Şahin / Zaman

Toplumda meydana gelen gerilimleri düşürme mesajları

Bugünkü toplumda maruz kalınan mağduriyetlerle oluşan gerilimlerin benzerleri saadet asrında da yaşanmış, mağduriyetleri önleyerek gerilimleri düşürme örnekleri de verilmiştir. Günümüze de mesaj veren bu örneklerden birini bugünlerde bir daha hatırlamakta fayda olacağı düşüncesiyle arz ediyorum.

Medineli Abdullah ile Muhayyıs çalışmak için gittikleri Hayber’de iş bulmuşlardı. Abdullah Hayber’in Şık mahallesindeki bir evde kalıyor, Muhayyıs ise biraz uzaktaki mahalledeki işinde çalışıyordu. Muhayyıs, bir ara arkadaşını ziyarete gittiğinde onu yerinde bulamayınca aramaya başladı. Soruşturmayı derinleştirdiği sırada bir çocuk “Mahallemizdeki kuyuda bir ceset var, belki sen onu arıyorsun” dedi.

Muhayyıs heyecanla gelip kuyuya baktığında Abdullah’ın başı üzerine düşerek, yahut da düşürülerek boynu kırılmış halde cesedini gördü. Fevkalade üzüldü bu olaya. Çevresindeki Yahudilere,

– Abdullah’ı siz öldürdünüz, diyetini ödemelisiniz, kanı yerde kalmamalı kardeşimin, dedi.

Yahudiler hep birlikte, “Biz ne öldürdük ne de öldüreni gördük, bize suç yükleme boşuna.” diye karşılık verdiler. Muhayyıs cenazeyi usulüne uygun şekilde çıkarıp defnettikten sonra doğruca Medine’nin yolunu tutup Efendimiz’e olayı aynen anlattı.

Efendimiz Hayberlilerin Abdullah’ın yoksul ailesine diyetini ödemelerini istedi. Çevre halkı, “Biz öldürmedik de öldüreni görmedik de…” diye karşılık vermekte ısrar ettiler.

Bu durumda iddia sahibi Müslümanlara, Abdullah’ı Yahudilerin öldürdüklerini ispat etmek düşüyordu. Ya olayı gören şahitlerle ispat edecekler ya da Yahudilerin öldürmüş olacağına kendileri yemin edeceklerdi. Müslümanlar olayı gören şahit bulamadıkları gibi yemin yapmaya da cesaret edemediler. Çünkü olayı gözüyle gören biri çıkmamıştı ortaya. Ancak Abdullah’ın onların mahallesindeki kuyularında tepesi üzerine atılmış halde ölüsü bulunduğu da bir gerçekti.

Sonuç böyle ortada kalınca Müslümanlar ile Hayber Yahudileri arasında ciddi bir gerginlik başladı. Medine halkı Hayberlilere Abdullah’ın katilleri olarak bakıyor, diyetini ödemeleri gerektiğini, böylece Abdullah’ın geride kimsesiz kalan yoksul ailesinin de bir ölçüde yarasının sarılmış olacağını söylüyorlardı. Hayber halkı ise kendilerini suçlu bulmuyor, diyet ödemeye razı olmuyorlardı.

Ölüm olayının ortada kalışı, iki toplum arasında ciddi bir gerginliğin başlamasına sebep oldu.

Peygamberimiz (sas) bir yönetici olarak toplumun bir kesiminin ötekine karşı gergin şekilde bakmasını uygun bulmuyor, bu mağduriyetin giderilip gerilimin düşürülmesi gerektiğini düşünüyordu. Nitekim kararını şöyle verdi:

– Abdullah’ın diyetini ben ödüyorum. Hazinenin kırda otlayan develerinden yüz deve getirin, mağdurun ailesine diyet olarak ödeyin. Kanı yerde kaldı denerek toplumun düşmanlık duyguları içinde cepheleşmesini önleyin! Maruz kalınan mağduriyeti gidermeli, gerilimi de düşürmeliyiz toplumun birlik beraberliği için..

Nihayet hazine develerinden seçilip getirilen yüz deve, mağdurun ailesine teslim edilmiş, onlar da böylece diyetlerinin ödendiğini düşünerek olayın etkisinden bir ölçüde kurtulmuş, toplumdaki mağdur aile gerginliği de böylece sona ermiş…

İlahiyatçı yazar Mehmet Dikmen’in “Peygamberimizin İnsan Kazanma Metodu” kitabında bu olay yorumlanırken şöyle deniyor:

-Peygamberimiz, ölenin ortada kalan diyetini bir yönetici olarak hazineden kendisi ödeyerek toplumda ortaya çıkan gerginliği giderme örneği vermiş, barış ve huzuru sağlamak için ilk adımı da yine kendisi atmış, ümmetine de mesajını böyle vermiştir. Yeter ki ümmeti de bu mesajı alabilsin, toplumda oluşan faili meçhul mağduriyetleri ödeyip gerginliği gidermede ihmale düşmesin..

Yarın: Hz. Ömer’den kardeş katiliyle barışma örneği..

Ahmed Şahin / Zaman

Sabah namazı, vaktinde kılınamazsa sonra nasıl kılınacak?

Sabah namazı, namazların en mühimidir. Efendimiz (sas) Hazretleri, vakitlerin en eşrefi olan şafak vaktinde kılınan namazın önemini çarpıcı bir ifadeyle şöyle dile getirmişlerdir:

– Fecir vaktinde kılınan iki rekat namaz, dünyadan da, dünyanın içindekinden de hayırlıdır!..

– Neden dünyadan da, içindekinden de hayırlı?

– Çünkü dünya da, içindeki mal, mülk de ebedi hayatta geçer akçe olmayacaktır… Ancak, kılınan iki rekat namaz, dünyanın vermediği faydayı verecek, sahibini cehennem azabından kurtarıp cennetin nimetlerine de kavuşturabilecektir…

Bu sebeple burada dünyanın servetine sahip olan nice ibadetsizler, orada yoksulluk içinde kıvranırken, ibadetinde ihmale düşmeyen yoksullar da sahip oldukları cennet nimetleriyle orada mutluluklarını sürdüreceklerdir. Dünyada kalan servetleri sahiplerini kurtarmayacak, ama iki rekat namazları sahiplerini kurtarabilecektir…

Öyle ise özellikle kısa yaz gecelerinde akşam erken yatmalı, sabah erken kalkmalı, imsakla güneş doğması arasındaki geniş vakitte dünyadan da kıymetli olan sabah namazını vaktinde kılmalıdır.

Bunu sağlamak için önceden kendini ikaz etmeli, sabah namazına mutlaka kalkacağım, diyerek uykudan önce kesin niyet etmelidir. Bu vicdani hazırlık onu namaza vaktinde kaldıracak, dünyadan da hayırlı olan şafak vakti ibadetini zamanında yaptıracak, sonunda vicdan azabı çektirmeyecektir.

Bununla beraber, insanlık halidir bu. Hiç arzu edilmediği halde kalkamaz da, namazı güneşten sonraya kaldığı da olursa durum ne olacak?..

Bu takdirde artık her şey mahvoldu, bitti, öyle ise artık battı balık yan gider diyerek işi boş vermişliğe dökmek fevkalade yanlıştır…

Bu defa da yapılacak ilk iş: güneşin doğmasıyla başlayan (kırk beş dakikalık) kerahet vakti çıktıktan sonra öğlenin kerahet vakti girinceye kadarki geniş zaman içinde sünnetiyle birlikte farzı hemen kaza etmektir.

Bu durumda ne olur? Hiç olmazsa namazı vaktinde kılmama günahına maruz kalan insan, tehiri sürdürme günahına son vermiş, hemen kaza ettiği namazının borcuyla kalmaktan kurtulmuş olur…

Bu gibi hiç de arzu edilmeyen ihmallerde mühim bir nokta da şudur:

-Namazını vaktinde kılamayan insan, bundan derin üzüntü duymalı, sırtında dağ gibi bir yük ağırlığı hissetmelidir. Bir an evvel namazı kaza ederek bu ağır yükten kurtulma gayreti içinde olmalıdır. Burada en endişe edilecek bir durum da şudur:

– Vaktinde yapamadığı ibadetinden dolayı üzüntü duymamak, vicdan azabı çekmemek, tabiri caizse kılı bile kıpırdamamak..

Bu duyarsızlık hayra alamet değildir. Çünkü üzüntü duyan insan, kendisini üzen şeyle tekrar yüz yüze gelmek istemez. İbadetlerini vaktinde yapma azmi içinde olur. Üzüntü duymazsa bu gayreti de duymaz. Günahını basite almaya başlar. Günahını basite alan adam için Efendimiz´in (sas) çarpıcı bir ikazı şöyledir:

– Mümin, günahını üzerine yıkılacak dağ gibi büyük görür, tedbir alır. Münafık ise burnu ucuna konmuş sinek gibi basite alır, kayıtsız kalır!.

Günahını büyük görme duygusu, tekrar etmeme tedbirine sevk ederken, küçük görme duygusu da tekrar etmekten çekinmeme laubaliliğine iter..

Halbuki, tekrar edilmeyen büyük günah küçülür, devam edilen küçük günah büyür, küçük yağmur damlalarının birleşmesinden sel felaketi haline gelip sahibini günah bataklığına sürükler..

Bu mühim noktalar hiç unutulmamalı, ibadetleri vaktinde yapma titizliği ömür boyu sürdürülmelidir.

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

Her sabah bizden 8 şey istendiğini biliyor muyuz?

Bana öyle geliyor ki, günler, aylar, hatta seneler sanki farkına varmadan geçiyor, olaylar kafamızı, kalbimizi o kadar istila ve işgal ediyor ki, asıl düşünmemiz gereken görevlerimizi düşünemiyor, hayatın gayesine ait konularımızı hatırlayamaz hale bile geliyoruz.

Bu durumda ister istemez İmam-ı Şafii Hazretleri’nin her sabah hayatının gayesini düşünme örneği geliyor aklımıza. Ancak o zaman hatırlıyoruz her sabah bizden de sekiz şeyin istendiğini..

Ne dersiniz, Hazret-i İmam’ın her sabah yaptığı gibi hayatının muhasebesini bugün biz de bir defa olsun hatırlayalım mı? Bakalım bizden de isteniyor mu İmam’dan istenen sekiz şey bir düşünelim mi?

Evet, diyorsanız buyurun, birlikte okuyalım İmam-ı Şafii Hazretleri’nin her sabah düşündüğü kendinden istenen sekiz şeyi..

Hayatını hep hesabını yaparak yaşayan büyük müçtehidimiz, Mısır’da bir sabah namazından sonra evine doğru tefekkür içinde yürürken yaklaşan biri:

-Efendi Hazretleri der, derin bir düşünce içinde görüyorum sizi. Zihninizi meşgul eden önemli bir meseleniz mi var yoksa? Hazret-i İmam:

– Evet der, her sabah benden istenenleri düşünüyorum da onun için dalgın şekilde yürüyorum.

Adam merak eder: Her sabah sizden istenenler mi var?

Hazret-i İmam, ‘Her sabah benden şu 8 şeyin istendiğini düşünüyorum’ diyerek saymaya başlar istenen 8 şeyi. Der ki:

1-Rabb’im, benden farzlarını istiyor.

2- Resulüllah Efendimiz, benden sünnetlerini istiyor.

3-Aile ve çocuklarım benden helal nafakalarını istiyor.

4-İmanım ve aklım benden Rabb’imin emirlerine uymamı istiyor.

5-Nefsim ve şeytanım da benden kendilerine tabi olmamı istiyor.

6- Yaptığım işleri yazan melekler ise hep sevap yazdırmamı istiyor.

7- Her doğan güneş bir gün daha yaşlandığımı hatırlamamı istiyor..

8-Her sabah Azrail de kendisine bir gün daha yaklaştığımı düşünmemi istiyor.

Hazret-i İmam:

– İşte der, her sabah bu istekleri düşünerek yürüyorum bu yollardan. Dalgın görünüşümün sebebi bunları düşünmemdir.

Soru sahibi adam bu defa şaşırır da der ki:

-Ya imam bunlar sadece sana mı soruluyor, yoksa bana da, tüm insanlara da soruluyor mu her sabah? Hazret-i İmam, tebessüm ederek cevap verir:

– Ben kendime her sabah bu soruların sorulduğunu düşünüyorum, belki başkalarına da soruluyordur bu sorular. İstersen kafanı lüzumsuz konulardan temizle de sen de düşün bu soruları! Bakalım sana da soruluyor mu her sabah bunlar?

Düşünceye dalan adam çok geçmeden başını sallayarak cevap verir:

-Evet ya İmam der, bu sorular sadece sana değil bana da, hatta her sabah günlük hayatına başlayan herkese sorulan sorulardır. Bu önemli soruların her sabah bana da sorulduğunu düşündürdüğünüz için teşekkür ederim. Meğer biz ne kadar derin gaflet içinde yaşıyormuşuz günlerimizi de haberimiz bile yokmuş?.

-Ne dersiniz, kafası gönlü gereksiz olaylarla istila ve işgal edilmiş bizlerden de her sabah böyle sekiz şey istendiğini hiç düşünüyor muyuz? Mesela her sabah bizden de:

– Rabb’imiz farzlarını, Resulüllah Efendimiz sünnetlerini, aile ve çocuklarımız da helal nafakalarını istiyorlar mı?

-Akıl ve imanımız kendilerine uymamızı, nefis ve şeytanımız da asıl kendilerine tabi olmamızı telkin ediyorlar mı? Amellerimizi yazan melekler ise hep sevap yazdırmamızı bekliyorlar mı? Güneşin her doğuşu, bir gün daha yaşlandığımızı, Hazret-i Azrail’e bir gün daha yakınlaştığımızı düşünmemizi istiyorlar mı?.

Ne dersiniz, sabah ve akşam bunları düşünmek bizim de meselemiz olmalı, aklımıza gelmeli değil mi?

Yoksa malum tekerlemeyi tekrar eden gafiller kafilesine biz de katılarak:

-Ayağını sıcak tut başını serin; hayatını yaşa, düşünme derin diyerek boş ver mi demeliyiz?

Böyle demiyorsak gelin, kafamızı, kalbimizi günlük olayların istila ve işgalinden birazcık kurtaralım da Hazret-i İmam’dan istenen sekiz şeyin her sabah bizden de istendiğini düşünelim. Hiç olmazsa bu yılbaşında hayatımızın hesabını yaparak yaşamaya karar vermiş olalım.

Ne dersiniz, düşünmeye değer mi?

Ahmed Şahin / Zaman