Etiket arşivi: ahmet ay

Hadis Reddetmek Peygamberi İnkar Etmek

Okuyanlar anımsayacaklar: Mustafa İslamoğlu’nun iddialarına cevap olarak, ismi yine Risale-i Nur’dan mülhem, ‘Güya Allah’ı takdis ederken…’ diye bir yazı serisi karalamıştım. Bediüzzaman bu ifadeyi Mutezile için kullanıyor aslında. Onların ‘iyi birşey için kötü birşey’ yaptıklarını dile getiriyor orada. Amaçları ne? Amaçları, Allah’ı takdis etmek, Onu kusurlardan tenzih etmeye bir yol bulmak. Ulaşılan sonuç ne: Şirke kapı açmak. Uluhiyet akidesini en pis çamurla lekedar etmek. Nasıl? Anlamak için ilgili metne dönelim yüzümüzü:

“Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. güya onunla Allahı takdis ediyorlar! ‘Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır’ diye dalâlete gidiyorlar. (…)

Elcevap: Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, ‘Ateşin icadı şerdir!’ diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, ‘Şeytanın hilkati şerdir!’ diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı.

Evet, kesb ise, mübaşeret-i cüz’iye olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin mazharı olur; o kesb-i şer, şer olur. Fakat icad umum neticelere baktığı için, icad-ı şer, şer değil, belki hayırdır. İşte Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, ‘Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir’ diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imaniyeyi tevil etmişler.”

Emre Dorman’ın attığı twiti okurken de aklıma bu bahis geldi nedense. Şöyle diyordu Dorman orada: “Hadis reddetmek peygamberi inkar etmek değildir. Kur’an’ı tek ölçü bilip peygamberimize atılan iftiraları reddetmektir.” Yani ilgili beyanlarından Kur’an müslümanlığı rüzgarına kapılmış olduğunu anladığımız Dorman’ın aslında niyeti iyi, pek güzel, hatta pek şeker. Hadisleri reddediyor ki, Kur’an daha güzel anlaşılsın ve Peygamber Efendimiz aleyhissalatuvesselama atılan iftiralar temizlenmiş olsun. Peki nübüvvetin öğretmenlik fonksiyonu? Boşver canım onu. Modern zamanlardayız. Süper zekalıyız. Biz hallederiz. Oh ne güzel… İnkar et rahatla. Ne kadar bilimsel bir metod öyle değil mi?

Fakat bir saniye! Bu ifade Bediüzzaman’ın yukarıda altını çizdiği tehlikeyi andırmıyor mu biraz? Yani yapılan şey görünüşte bir takdis/tenzih iken, hakikatte insanın kendi hevasının/fehminin sınırlarıyla birşeyleri sınırlandırması değil mi bu da? Mesela; Mutezile, Allah’ı kendi fehmince/idrakince temizlemek isterken aslında onun ‘yaratışına’ bir sınır koyuyor ve şirk koşuyor. Daha beter kirletiyor uluhiyet anlayışını… Peki, bizim iyi niyetli Emre Dorman’ımız acaba hangi çamları deviriyor Allah Resulünü temizlemek isterken? Düşünmek gerekmez mi üzerine?

Hani meşhur bir sözdür, bilirsiniz: “Kötülüğün yolları iyi niyet taşlarından örülmüştür…” denir. Ben bu haleti, o sözün anlattığına çok benzetiyorum. Böyleleri aslında bizi yaptıklarının neticeleriyle yüzleşmeye değil, bunu yapmaktaki amaçlarının güzelliğine meftun etmek istiyorlar. Aforizma aforizma avlıyorlar imanımızı. Tıpkı Hayvan Çiftliği’nde Orwell’ın güzelce tasvir ettiği gibi. Domuzlar, daha iyi bir gelecek için hayvanları bir devrime ikna ediyorlar, ama sonuçta devrimle elde edilen eskiden de kötü, beterin beteri bir düzen oluyor. İşte bizdeki Kur’an müslümanlığı meftunlarının da bizi razı etmek istedikleri ütopya bu. Hatta 1984 romanı tarif edilirken kullanılan ifadeyle: Karaütopya.

Prof. Dr. Orhan Çeker’in Tasavvufî Meselelere Fıkhî Bakış kitabında hadis ve Kur’an arasındaki ilişkiyi anlatırken kullandığı, çok beğendiğim bir ifadesi var: “Eğer hadisler olmazsa…” diyor Çeker, “Kur’an manevî tahrife açık hale gelir.” Yani Kur’an’ın lafızlarının değil, ama o lafızlardan anlaşılması gerekenin tahrifi/bozulması ancak hadislerin inkârıyla mümkündür. Yoksa hadisler sizin ayaklarınızı/ellerinizi istikamet üzere bağlar. Kur’an’daki kelimeleri/cümleleri, onlarla kastedilenin ne olduğunu, size hayatın içinden örneklerle/anılarla söyler hadisler. Bu nedenle Kur’an’ın kalkanı gibi bir işlev görürler. Eğer niyetiniz Kur’an’ı tahrif etmekse, önce bu zıhra sataşmanız gerekir. Hadislere olan güveni kıramazsanız, Kur’an’ın mana ve tevilce tahrifini başaramazsınız. Belki kelime-i şahadette Allah’a imanın Resulüne imana bu derece bağlanmasının sırrı da budur. Ve nitekim Kur’an’da da sık sık hem Allah’a, hem Resulüne itaat edilmesinin gereği vurgulanır. (Sadece Kur’an’a değil.) Ehl-i sünnet âlimleri de hep bu yol üzere gitmiştir. Allah hepsinden razı olsun. Konuya dair güzel bir izahı da Ebubekir Sifil Hoca, İstikamet Yazıları 2’de yapıyor:

“Bütün mesele, Sünnet’e söyletemediklerini Kur’an’a söyletme arayışıdır aslında. Biliyorlar ki Sünnet olmadan Kur’an, adeta boşlukta duran bir metindir; bizi, muradullaha yönlendirme konusunda önümüze net, kesin ve keskin hatlarla belirlenmiş bir yol haritası çizmez. Bu sebeple tarih boyunca ortaya çıkmış olan bid’at fırkaları, davalarını Kur’an ayetleriyle destekleyebilmişlerdir. Yine bu sebeple Efendimiz, ümmetin 70 küsûr fırkaya ayrılacağını bildirdiği hadiste ‘kurtuluşa eren fırka’nın özelliğini, kendisinin ve ashabının üzerine bulunduğu yolda yürümek olarak tayin ve tarif buyurmuştur.”

Hadis inkarcıları, işte yine sırf bu nedenle, ehl-i ihtisas olmadıkları halde hadisler konusunda boru öttürmeye pek meyyaldirler. Hepsi serapa ehl-i fazilet insanlar olan hadis imamlarını ve başlıbaşına çok derinlikli/nitelikli bir ilim olan hadis ilmini küçük göstermek için yarışmaları da bundandır. Hatta bu insanların içine düştüğü en büyük sapkınlık, sened tahlilini öteleyip kendi akıllarıyla mana tahliline girişmeleridir.

Onların akıllarının ve Kur’an’dan anladıklarının tek miheng olduğu bir düzlemde konuşur da konuşurlar… Cür’etin bini bir para olur. “Bence hadis değil…” veya “Bana hadis gibi gelmiyor…” dışında hiçbir usulleri ve değerlendirme kıstasları yoktur aslında. Biraz üzerlerine gitseniz mesela: Bir hadisin hadis olduğuna karar verirken hangi standartlara dayanırlar? Neye göre ve ne göstergelerle karar verirler? Neye göre reddeder/kabul ederler? Hepsi bunların gözünde/zihninde duman olmuştur. Bazen olur, işlerine geldiğini düşündükleri için zayıf hadisleri en sahih hadislerden bile daha muteber gibi aktarırlar. Bazen de işlerine gelmiyor diye en sahih hadislere bile burun kıvırır, dudak bükerler. Tutarsızlıkların “Bana öyle geliyor/gelmiyor…” çizgisinde bir papatya falı tahlile dönüştürüldüğü bu ekol mensuplarından duyduğunuz hep şudur: “Sizi uydurulmuş dinden, indirilmiş dine çağırıyoruz.”

Fakat ne tuhaftır ki; hiçbirinin indirilmiş dini de bir diğerine uymaz. Hepsine ayrı ayrı birşeyler inmiş gibi olur. Hadisleri inkar etmekle güya Kur’an bayrağı altında toplanmış(!) bu zümrenin, bu bayrak altında toplanmakla tevhide ulaştıklarını düşünmek de mümkün değildir. Bunların cemiyeti, duyduğu her ayeti başka taraflara çeken/farklı anlayan sağırlardan oluşmuş sağır sultanlar korosudur.

Emre Dorman okur başka anlar. Caner Taslaman okur başka anlar. Mustafa İslamoğlu okur başka anlar. Yaşar Nuri Öztürk okur başka anlar. Abdulaziz Bayırdır okur başka anlar. Hepsinin keyfine göre küçük küçük fıkıhçıkları oluşur. Böylece tamamen iyi niyetlerle Allah Resulünü ve Kur’an’ı tenzih etmeye çalışırken insan sayısınca dininiz olur. Çünkü Kur’an’ın etrafındaki mana koruyucuları yıkılmıştır. İsteyen, istediği lafzı, istediği lügatten, canının çektiği anlamı vererek, istediği gibi tahrif eder. Bir örnek vereyim: Bunlardan birisiyle konuşurken ‘hadislere bu denli itimatsızsa/güvenmiyorsa namazlarını nasıl kıldığını’ sormuştum mesela. Bana, namazda bizim olmazsa olmaz gördüğümüz her rüknün uydurma olduğunu, orada secde/rükû ile kastedilenin de aslında Allah’a saygı duymak olduğunu söylemişti. Varın siz düşünün gerisini: Böyle insanlarda dinden ne kalır?

Ahmet Ay

O Tebessüm Seni Bulmaz Mı Sanıyorsun?

Anlayış dediğimiz şey, yalnız bir kişinin veya bir kesimin göstermesiyle olacak birşey değil. Taraflardan yalnızca birisi anlamaya çalışıyorsa, diğeri hiç yanaşmıyorsa, bu yorar. Yorgunluk fıtratın aksine veya elverdiğine aykırı/aşırı iş yapmanın ilk delilidir. Eşya yeknesaklığa düşmandır çünkü. “Zira, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.

Her gün bal yiyen baldan bıkarmış. Hep aynı kalamazsın. Hep içine atan sen olamazsın. Böyle yaşanmaz. Yaşam aynılık değildir çünkü, değişimdir. “İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor.

Şeriatın sınır koymadığı yerlerde eşitlik düzeyinde bir ilişki istemek bencillik değildir. Eşitlik istemek ‘senin kadar ben de mahlukum’ demektir bir nevi. Mahlukiyetin mazhar olduğu herşeyde benim de senin kadar hakkım var. Beni de Allah yaratmış, sen gibi. Ben de öfkelenirim bazen, sen gibi. Ben de sabredemem bazen, sen gibi. Ben de alttan alamam bazen, sen gibi. İnsanî olan herşey bende de vardır. Sen de idare etmelisin beni, benim seni idare ettiğim gibi. “Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.

Fakat tuhaftır, bizde en makul eşitlik talepleri bile bencillik olarak öğretiliyor. Fedakârlıklar ise mecburiyetimiz gibi. Hal böyle olunca yükümüz ağırlaşıyor. Bir insan iken birkaç insan gibi yaşamaya başlıyoruz. Fakat Kur’an’da demiyor mu: “Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla birşey yüklemez.” Hem yine demiyor mu: “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.” O halde birşeyler artık taşınmaz, hayat yaşanmaz geldiğinde omuzlarındakini sınaman gerekmez mi? Neden onları tenzih edip, kutsallaştırıp veya masumlaştırıp kendini suçluyorsun? Belki o yükün tamamı senin değildir? Belki sen başkalarınınkini yüklenmişsindir?

Ben bu sorunun en çok eşler arasında gözetilmesi gereken bir ‘denge yitimine’ karşılık geldiğini düşünüyorum. Taraflardan birisinin hayatını dilediği gibi yaşamaya açık olduğu, ancak diğerinin her türlü fedakârlığı yapmayı baştan bir görev olarak üzerine aldığı bir düzen, fıtrî gelmiyor. Allah’ın fıtraten ve dinen verdiği mesuliyetlerden bahsetmiyorum. O Allah’tır ve hepimize sınırlar koymaya hakkı vardır. Bunlar zaten hep iyiliğimiz içindir ve iyi de gelir. Ancak bir de insanların kimlikler üzerinden birbirlerinin omuzlarına koydukları yükler var. İnsan, insan olarak yaklaştığı sürece karşısından insanlık görür. Tebessüm etmeyen bir yüzün hakkı var mıdır karşısındaki gülümser bulmaya?

‘Mümin müminin aynasıdır’ hadis-i şerifinin penceremiz olduğu bir manzarada, gördüğümüz suretler aslında hep bizim suretlerimiz. Gülümsediğimiz kadar gülücük buluyor, çatık kaşlarımızla boğduğumuz kadar ona boğuluyoruz. Aynalar koridorundan geçiyoruz ve hep şunu söylüyoruz: “Ben mecbur değilim güzel kalmaya, güzel kalması gereken esasında o!” Bu nasıl mümkün olabilir? Aynada yansıyan, yansıtılanı nasıl geçebilir?

Tebessümü sadaka olarak söylemiş Efendimiz Aleyhissalatu vesselam, ama hiç kendine sordun mu: Acaba kime sadakadır? Sırf gülümsediğine mi? Yoksa kendine de mi? Yoksa ikinize birden mi? Burada elhamdülillah diyenin ahirette elhamdülillah yiyeceği bir düzlemde yaşıyoruz. Herşeyimiz bir başka şeye dönüşerek bâki âlemimizi şekillendiriyor. Kiramen Katibîn bu dönüşümün şahitleri, defterdarları. O tebessüm dönüp illa seni bulmaz mı sanıyorsun? Hayat dediğin iradenin attığı bumerang gibidir, tıpkı Zilzal sûresinde dendiği gibi: “Kim, zerre mikdarı hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre mikdarı şer işlerse, onu görür.

Ahmet Ay

cocukaile.net

Kalp Dediğin İçerden Kırılır!

Allah, Kur’an’da insanı ‘ahsen-i takvim’ ile yarattığını söylüyor. Yani kıvamlarım en güzeli. Güzel olmak bir nimet mi? Evet, öyle. Fakat imtihanı da büyük olur güzel olanın. Kıvamının ölçüsü ulaşılmaz oldukça, benzeri nadirleşir, ancak tadını kaçırmak daha kolaylaşır. Başkalarının tadının tuzunun bozulması senin kadar kolay değil. Fakat sen, güzelsin. Yalnız cismen değil, kalben güzelsin. Kıvamın güzel. Azıcık biber atsalar, azıcık keder katsalar, azıcık gözyaşı görsen, asık bir yüze tebessüm etsen, için acır. Kıvamın bozulur. Yalnız sevdiklerin için değil, sevdiklerinin sevdikleri için bile canın yanar. Sen ki, kalbiyle herşeye dokunansın; fakat dikkat et, aynı zamanda en fazla dokunulansın. Gece yastığa başını koyup ağlayan senden başka mahluk var mı?

İnsan kâinatın en câmi bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir.

Herkese kalbini açıyorsun. O kadar çok sevgi var ki, tüm dünyaya yeter gibi geliyor. Herkes seni sever gibi geliyor. Yanılıyorsun. Kalbinin şefkati hem gücünü hem güçsüzlüğünü arttırıyor. İnsana Allah’ı en çok şefkati arattırıyor. Çünkü şefkat ettiğin kadar üzülüyorsun. Acıdığın kadar acıya da talipsin. Ve insanlar, şefkat ettiğin kadar seni üzüyorlar.

Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir. Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücazat eder.

Kalp kırıklığı, biraz da Allah’ın dargınlığı. Kalp dediğin içten kırılır. Sokmasaydın onları kalbine, hiçbirisi seni kırmaya güç yetiremezdi. Allah izin vermezdi. Dünyaya çok fazla hüsnüzan ettin. Halbuki Kur’an “Zannın fazlasından kaçın!” demişti. O kadar pembe düşler gördün ki onun hakkında. Mutluluk hakkında. Sevdiklerin hakkında. Sevmek hakkında. Dostlukların hakkında. Dostluk hakkında. İsimlerine her gece dua ettiklerin hakkında. Tamamen iyi niyetindendi oysa. Sen iyilik yaptıkça, dünya da sana tebessüm edecek sanıyordun. Fakat âlem senin aynandan yansıyan kadar güzel değildi. Aynandaki nakışları âlemden sandın.

Kalb ve mahiyet-i insaniye zişuur bir aynadır. Onda temessül edeni şuur ile hisseder. Aşk-ı bekâ ile sever.

Her birimiz birer aynayız. Her birimizin kalbi bu dünyayı bir renge büründürüyor. Keşke senin rengin galip olsaydı, ben de bunu dilerdim; ama imtihan dünyası: Renkler kapışıyor. Şeytanın alevi, Âdem’in toprağına sataşır. Başkasının karası, senin beyazına hücum eder. Karamsarlığı, iyimserliğinle çatışır. Sen gülümsersin, o kaşlarını çatar. O seni nasıl kırdığını bilmiyor ki. Çünkü seni bilmiyor. Bencile kendinden başka âlem var mı? Hiç umursamıyor ki! Halbuki her namazda Fatiha şunu tekrar ettiriyor: “Âlemlerin Rabbine hamdolsun!” Yani şunu hatırlatıyor: “Bu dünyada sen biricik değilsin, senden başkaları da var, onları da Allah yarattı, kırmadan kalplerini yürü bu yolu. Bencilleşme, âlemleri ben’inden ibaret görme! Haddini bil!” Fatiha en çok ve en başta bunu hatırlatır; her namazda da tekrar tekrar okuruz onu; çünkü insan en çok bunu unutur. Yoksa başkalarının kalbini kırmaya nasıl cüret edebilirdik?

Ahmet Ay

Evlilik; “Aynı Ellerle Kristal Taşımaktır”

Yıkmak kolay, yapmak zordur. Savaş kolay, barış zordur. Yakmak kolay, söndürmek zordur. Birşeyi varoluşu, sadece niyet olarak arkasında durmaktan öte, sahada da her anlamda arkasında durmayı gerektirir. Hayr, her zaman vücudî/varlıksal olana bakar ve vücud bir organizasyon işidir. Sebepler aşıldığında tek yapan ‘hamd ve şükrün tek sahibi Allah’ olduğu halde, insan sahada sebepleri de yenmek, aşmak veya en azından ikna etmek zorundadır. Allah bu dünyada herşeyi sebepler eşliğinde yaratıyor. Yaratanın O olduğuna iman etmek, sebepler perdesini inkâr etmeyi gerektirmez.

Namazda bile aklından sebepleri çıkaramayan insanlarız. Bu nedenle hayallerimizi bile usturuplu kurmamız gerek. Hayalgücümüz, sebepler tahtında realist düşünebilen/kurgulayabilen bir güç değildir. Hatta biraz daha cüretkâr konuşabilirsek; hayalgücümüz bir nevi bizim ‘mevhum rububiyet’ dairemizdir. O dairede yaptığımız kurgunun sahada da birebir tutmasını beklemek, Allah’ın hakiki Rububiyeti ile kendi mevhum rububiyetimizi karıştırmak demektir. Allah o mikyası, Onu anlayabilelim diye vermiştir; hakikaten öyle olduğunu/olduğumuzu düşünelim diye değil. Elindeki cetvelin ölçüsünü ‘ölçü birimi’ olarak kabul etmezsen, varlıkta olanı nasıl ölçeceksin? Neye göre ölçeceksin? Vehim her boyutta böylesi bir ölçü sahibi olmamıza yarar. Kimse dünya üzerine yatay ve düşey çizgiler çizmiş değil, ama paralel ve meridyenlerin varlığını vehmetmezsek koordinat diye birşeyin varlığından da bahsedemeyiz.

Üzerine gevezelik ettiğim şeyin evlenecek çiftler açısından önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü pek hayalperest dünyalarda yaşıyoruz. Hassaten dünyanın en büyük hayal gücü sömürücüsü film ve dizi sektörünün aşkı ve evliliği temel iki malzeme olarak her şekilde kullanması, o sektörlerin ellerindeki yalancı cennetler sayesinde, evliliği veya aşkı mevcut durumdan üst ve harika bir şekilde algılamamıza neden oluyor.

Her zaman yakışıklı/güzel olan, her zaman çok sıkı espriler yapan, her zaman nihayeti tatlıya bağlanan ve her zaman karşılığını bulan aşkların dünyası o dünya. İlişkilerin o dünyada bumerang gibi dönüp dönüp tekrar yaşandığı, gerçek hayatta ise kaçan fırsatların çoğu zaman bir daha geriye dönmediği malum. Film icabı, bir karakter, başına gelen kötü bir olayı unutabilir veya kendisine söylenmiş kötü bir sözü arkasında bırakabilir. Siz de bir seyirci olarak bundan memnun olursunuz. Fakat özünde insan ne kadar ‘arkasında bırakmaya müsait’tir? Özellikle kadınlar açısından söylüyorum bunu. Bir kadın geçmişiyle birlikte yaşar. Bir erkek daha çok geleceği düşünür.

Bu nedenle, pek çabuk kırılabilecek bir kristali veya şişeyi aynı ellerde tuttuğumuzu bilip ona göre yürümenin daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Ve hatırlatırım, kristalin taşınması süresi boyunca sağınızda, solunuzda size tekme atan, arkanızdan iten, ayağınıza çelme takan bir sürü de insan olacak. Bunun dışında; geçim sıkıntısı, hastalık veya başka şekillerde ‘artniyetsiz mutsuz ediciler’le de karşılaşacaksınız. Yani peri masalllarında ‘sonsuza dek mutlu yaşadılar’ şeklinde öğretilen aşk, sahada pek çok sıkıntıyla karşılaşacak.

İşte bu noktada hayrın varlıksallığı, şerrin yokluksallığı; yıkmanın kolay, yapmanınsa zor olduğu hiç aklınızdan çıkmamalı. Siz bir bütünlüğe, birey birey sahip olduğunuz vücudun daha üstü bir varlığa ulaşmaya karar veriyorsunuz. Evlilik bu. Ayrıyken muhatap olduğunuz dünyadan daha fazla sebeple ve daha sıkı bir organizasyonla bu iş yürüyecek. Destekler artabilir, ama sorun ihtimali de katlanarak artıyor.

Böylesi bir sürece girdiğinizin şuurunda olup, yaptığınız şeyin bir ‘yapmak’ dolayısıyla tek bir sebebin yerinden oynatılışıyla büyük zararlar görebilecek bir bina, kolay kırılabilir bir kristal olduğunu bilmek, dönülmez noktalara gelmekten koruyucu olabilir. Bediüzzaman’ın eserlerinde bu hayır ve şer; varlık ve yokluk bahsine çok değinmesini manidar buluyorum. Varlığı nasıl algıladığınız sonuçta ne bulduğunuzla yakından ilintili. Bir kristali elinizde tuttuğunuzu bilmek, elbette bir plastik topu taşımaktan daha dikkatli davranmayı ahlak haline getirir. Hayal gücünüzü kağıt üzerinde serbest bırakabilirsiniz, ama sahadaki işlerinizde dizginlerini daha sıkı tutmakta fayda var.

Ahmet Ay

cocukaile.net

Güya Allah’ı Takdis Ederken…

Takdis edeyim derken inhisar altına almak

Akıl ve vahiy ilişkisinde istikametli aklın tavrı, hakikati hiçbir zaman vahiy gibi/kadar kuşatamayacağını bilmektir. Vahiy, nazar-ı âlâdan varlığa bakışın ifadesi olduğu için, varlığın tamamını kuşatır ve bu kuşatıcılığın sağladığı dengeyle konuşur. Ancak akıl, parçalardan hareketle ve parçanın bütüne dair verdiği fikir miktarında cüretle kelam edebilir. Nazarı bu kadardır. Bu yüzden akıl ve vahiy arasında kalındığında, yani akıl başka bir yönü (kuşatamamışlık/eksiklik eseri olarak) gösterip, vahiy başka şeye işaret ettiğinde; istikametli aklın tavrı; o an için hakikati kuşatamadığını ve vahyin sırrını anlayamadığını beyan ile Allah’a sığınmaktır. Kendi parçasından Hak olan Allah’ın bütün varlığı kuşatan nazarına sığınmak… Bu sığınmanın birkaç çeşidi var, bir nevi ‘euzü’nün altbaşlıkları. Bediüzzaman, 13. Lem’a olan Hikmetü’l-İstiaze isimli eserinde bunlara temas ediyor:

O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.) (…) zırhınız, Kur’ân tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiyeye ilticadır. (…) en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve ‘euzübillah’ demekle Cenâb-ı Hakka ilticadır. Ve kaleniz Sünnet-i Seniyyedir…” vs.

Birşeyin hakkında konuşmak, ona dair ve onun merkezinde konuşmaktır. Birşeyin hakikati ise ‘aslında neyin hakkında konuşulduğundan’ haber verir bize. O şeyin ‘merkezinde’ ve ‘aslında’ ne olduğunu söyler. Cenab-ı Hak da, kanaatimce, kainatın hakkında konuştuğu; hatta tüm varlığın hakkında varolduğudur. Hakikatin çok renkliliğinden sıyrılıp Hakkın tekliğine uyandığımız bir zeminden bahsediyorum. Bütün esbap perdesi, yani hakkında konuşulan diğerleri, aradan çıktığında hakkında konuşulan tek şey Allah’tır. Müminlerin dilinde Hak isminin Cenab-ı Allah hakkında bu kadar çok istimal edilmesi, biraz da kendimize şunu hatırlatmanın yolu gibidir: “Hakkında konuşulması gereken ve konuşulmaya değer olan yalnız Odur.

Hikmetü’l-İstiaze’ye geri dönelim. Akıllarını ‘hak’ kılanlara bakacağız şimdi: “Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar! ‘Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır’ diye dalâlete gidiyorlar.”

İşte bu kısımda görülen hastalık da, girişte altını çizmeye çalıştığımız, istikametten uzaklaşmadır. Burada akıl ve vahiy dengesini yitirmiş akıl, kendisinin parçalara yaptığı yorumu merkeze alarak, vahyi ona yönelik bükmeye başlar. Allah’ın şirke karşı yaptığı bütün tahşidatı görmezden gelerek, şerrin yaratılmasını, âdeta ikinci bir ilahmış gibi beşerin eline verir. Çünkü onların nazarında ve ‘kısa aklında’ halk-ı şer şerdir. Halk-ı şerrin şer olmayacağına yönelik açık kapı bırakmaz ki, tekrar dönüp hatasını tashih edebilsin. Halbuki, istikamet dairesindeki akıl, haydi ‘halk-ı şerrin şer değil kesb-i şerrin şer olduğunu’ derk edememiş olsun, en azından bilir ki; Kur’an’ın bütünlüğündeki vurgu şirke kapı bırakmaz. O nedenle Allah’tan başka yaratıcı olduğu ihtimaline açık kapı olamaz. Tefekkürüyle ve takvasıyla Allah’a sığınır ve Allah’tan bu hakikati ‘anlaşılır‘ kılmasını diler.

Bu nedenle ben, Bediüzzaman’ın temkinli duruşuna bayılırım. Örneğin: Rüya ile amel etmenin hakikat mesleğince merğup olmadığını söylemekle birlikte sâdık rüyaları reddetmez Bediüzzaman. (Hatta lahikalarda talebelerin rüyalarını da tabir eder.) Tasavvufa dair kimi eleştiriler yapsa da tasavvufu büsbütün kapıdışarı etmez Bediüzzaman. Vahdet-i Vücudu tehlikeli görse de hepten şeriat dairesinin dışına atmaz Bediüzzaman. Ebced veya cifir gibi ‘ulum-u hafiye‘ tabir ettiği şeyleri ‘şarlatanların istimal edebileceklerini‘ söylese de büsbütün inkârına gitmez Bediüzzaman.

Yine örneğin: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin; “Cû’ ism-i azamdır” ifadesi kendisine sorulduğunda; “‘Cû’ ism-i azamdır’ demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır…” dedikten sonra ekler: “Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i azam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû’ ve açlık, o ism-i azamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, ‘Cû’ ism-i azamdır, yani ‘Bir ism-i azama bir vesiledir’ denilebilir.” Yani bir velinin kendisine nakledilen sözünün, zâhiren mantıklı gelmemesiyle reddine girişmez, tevil ile anlamaya çalışır Bediüzzaman.

Şunu demek istiyorum: Bediüzzaman’da ‘hakikati kuşatamamış olma ihtimaline’ açık bir kapısı bulunur her zaman. Bu nedenle ne rüya meselesinde, ne ebced/cifir bahsinde, ne tasavvufa eleştirisinde, ne de ilm-i kelama dair söylediklerinde merhametsiz bir sınır çizmek yoktur.

Fakat ne hazindir; bugün onu beğenmeyen kimi isimler, sırf şirk olmasın diye, hakikati akıllarının inhisarı altına alırken, farklı sesleri ‘spesifik’ başlığı altında boğup öldürmektedirler. Örneğin: ‘Rüya ile amel edilmez‘i izah ederken, sâdık rüyaları bile reddedecek kadar aşırıya gidebilmektedirler. Veyahut ebced/cifir reddiyesi yaparken, bir yönüyle Allah’ı, beşerin bile kendi kelamında yapabildiği birşeyi yapamamakla, yani acizlikle suçlayabilmektedirler. Bir ilmi suistimal edenlere kızıp, ilmin hakikatini de reddetmek noktasına gidebilmektedirler.

Halbuki bu yaptıkları, aynı zamanda, kendi akıllarının doğruları için vahye ve vahyin sahibine sınır çizmektir. “Bence doğrusu budur!” demekle vahyi o kafadaki doğruya göre eğip bükmektir. Böylelerinin diline baksanız, İslam bugüne kadar hiçbir zaman yaşanmamıştır. Ancak onlar gelince bazı şeylerin farkına varılmış, onlar aydınlatmıştır insanları. Onların aklına sığmayan din, uydurulmuş dindir. Uymayan hadis, uydurulmuş hadistir. Uymayan âlim, çakma âlimdir. Uymayan veli, çakma velidir. Kendi parçasını bütünün kendisi sanan bu zevata karşılık Bediüzzaman’ın ‘hakikati inhisar altına almayan’ duruşu ne anlamlı bir duruştur.

Ahmet AY

RisaleHaber