Etiket arşivi: çocuk

Teknoloji Babalara “Babalığı” Unutturdu

Ruhen Evde Olmayan Babalar!

Eskiden anneler çocuklara “Dinimizin direği namaz, evimizin direği babanız!” derlerdi. Oysa günümüzde babaların yükleri ağırlaşıp evlerde fazla duramayınca ailenin direkleri de zayıflamaya başladı. Babaların yükleri ağırlaşınca çocuklara gereken zamanı ayırıp onlarla ilgilen(e)memektedirler.

Eskiden evlerde televizyon, telefon, buzdolabı, bilgisayar, araba tekti. Bunlar, tüm ailenin ihtiyaçlarını karşılıyordu. Bunlar ortak paylaşım olunca hem aile bireyleri birlikteliklerini sağlıyor hem de ailenin ekonomik gücünü fazla zorlamıyordu.

Oysa günümüzde her odada bir televizyon ve salon içinde dev ekranlı plazma, herkesin elinde birer dokunmatik telefon ve internetiyle beraber, buzdolapları yetmez oldu derin dondurucular, araba eşlerin yanında çocuklara da alınmaya başlandı. Aile bireylerinin teknolojik ihtiyaçlarının yanı sıra eğitim ihtiyaçları da aile bütçesini zorlamaya başladı.

Hayat teknolojiye bağlı kalınca babalarda daha fazla kazanmak için daha fazla çalışmaya başladılar. Eve geç saatlerde gelen babalar, çocuklarına gereken ilgi ve alaka gösteremeyeceklerinden aile bağlarını ayakta tutan direklerde zayıflamaya başlayacaktır.

Daha düne kadar sabah kahvaltıları ailecek birlikte yapılır, işine giden işine okuluna giden okuluna giderdi. Günümüzde sabah kahvaltıları kalktı. Babalar işyerlerinde, çocuklar okulda kahvaltı yapmaktadır.

Akşam yemekleri ise çocuklar, okuldan gelince yiyor ve odalarına çekilmektedirler. Baba işten ne zaman gelirse o zaman yiyor. Baba çocukların çocuklarda babaların yüzünü görmemektedirler.

Oysa eskiden aile bireyleri akşamları yemekte birlikte olunur ve günü değerlendirirlerdi.  Aile değerlerinden tutunda toplumsal kurallara kadar her şeyi çocuklar burada öğrenirlerdi. Harçlıklar babadan alınır ve babalarında evde bir ağırlığı vardı.

Çocuklar eskiden babalarında çekinirdi, annelerde bunun için söz dinlemeyen çocukları babalarıyla korkuturdu. Günümüzde ise çocuklar iş yoğunluğunun içinde babalarını gör(e)memektedir. Görenlerde geç saatlerde görmekte ve“Aaa, babam gelmiş!” “Meraba baba!” diyerek odalarını çekilmektedir.

Ailede babanın ağırlığına dikkat çeken İmam Gazali Hazretleri, baba ve çocuk terbiyesi hakkında şöyle demektedir:

“Baba, baba olduğunu, büyüklüğünü hissettirmelidir. Anne de çocuğunu baba ile korkutmalıdır. Gündüz uyutmamalıdır, zira gevşek olur. Yumuşak yatakta yatırmak doğru değildir. Hafif sert yatakta yatırılırsa bedeni kuvvetli olur. Çocuğa fazla baskı yapmamalıdır. Sıkılmaktan ve üzülmekten dolayı kötü huy peyda eder ve kalbi katılaşır.

Herkese karşı alçakgönüllü olmanın faziletini tekrar tekrar anlatmalıdır. Çocuğun kimseden para almamasını, bilakis daima para vermesini teşvik etmelidir. Fazla konuşmamasını, katiyen yemin etmemesini, sorulmadan cevap vermeye kalkmamasını, kendinden büyüğüne karşı saygı göstermesini ve onun önünden yürümemesini, dilini kötü söz söylemekten, sövmekten ve lânetten korumasını öğretmelidir.”

Sonuç olarak babalar, ruhen evde olamayınca vicdanen de rahat olmayacaklardı. Günümüz babaları çocuklarına yeterli zaman ayır(a)mayıp onlarla ilgilen(e)medikleri için kendilerini suçlu hissedeceklerdir. Buda babaların çocukların her istediklerini almalarına neden olacaktır. Başka bir ifadeyle babalar, kişilikleriyle değil aldıklarıyla çocuklarının yanlarında olduklarını hissettirmeye çalışacaklardır. Bunu sonucunda da günümüz çocuklarının tüm ihtiyaçları karşılanmamış fakat baba ihtiyaçları karşılanmamış çocukların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Babaların tekrar eve dönmeleri içinde aile ihtiyaçları tekrar gözden geçirilmesi gerekir. Çünkü çocukların babalara, babalarında çocuklarına ihtiyaçları vardı.

Kuma’sız Babalara İhtiyaç Var…

Bazı babalar işe, evden erken çıkıp geç gelirken bazı babalarda eve bedenen gelirken ruhen gel(e)memektedirler. Sadece bedenen eve gelen babalar, evi de sadece karnının doyurmak ve yatmak için kullanmaktadırlar. Bu babalar, eve geldikleri zaman soracakları ilk şeyde; “Televizyonun kumandası nerdedir?”olacaktır. Kumanda sormayan babalar da internette sanal alemde gezintiye çıktıkları için yine ruhen evde olmayacaktır.

teknolojiBu babalar internete ya da televizyona ayırdığı zamanın üçte birini çocuklarına ayır(a)mazlar. Ya da internette cetleştiği insanlara verdiği değeri çocuklarından esirgerler. Yani başkalarına gösterdikleri ilgi ve alakayı çocuklarına çok görürler. Bankamatik görevinden başka görevi olduğunu düşünmeyen babalara bir şey sorduğunu zamanda verecekleri tepkilerde bellidir.

Babamla bir konuda konuşmak istediğimde; “Seni dinliyorum.” der. Bunun üzerine ben de başlarım anlatmaya. Fakat babam bir taraftan beni dinlerken bir taraftan da elinde televizyon kumandasıyla kanal kanal gezer. Konuşmamın sonunda baba bu konuda ne diyorsun dediğimde:

“Hangi konuda?” der. Ben de istemeyerek tepki verdiğimde ise: 

“Öf ya, ağız tadıyla bir haber dahi seyrettirmiyorsunuz!” diyerek tepki gösterir.

Görevinin sadece bankamatik görevi olduğunu düşünen babalara da eğitimciler, çocuklarınızla arkadaş olun diyorlar. Bu, babaların ruhen eve dönmediği sürece sıkıntıların devam edeceği gösteriyor. Onun için babalar ruhen eve dönünce çocuklarda odalarında çıkacaktır. Odalarından ve sanal alemde çıkan çocuklarda aile hayatının bireyi olduğunu fark edeceklerdir.

Çocuklara aile olduğunu hissettirebilmek içinde onlarla nitelikli zaman geçirmek gerekir. Bunun içinde çocuklarla sabahtan akşama kadar beraber olmak gerekmiyor. Paylaşımların olabileceği ortamlar oluşturarak değerlendirmek gerekir.

 Mehmet Emin Karabacak

 cocukaile.net

Hazır Yoğurt Yok(sa) Okula Gitmem!

Lise Öğrencisi: Anneeee! Akşam yemekte ne var?

Anne: Fasulye, pilav, salata…

Lise Öğrencisi: Yoğurt da var mı?

Anne: Var.

Lise Öğrencisi: Hazır yoğurt mu?

Anne: Hayır, ev yoğurdu.

Lise Öğrencisi: Hazır yoğurt yoksa ben yemem! Yarın okula da gitmem!

-Se –Sa’lı Yetişen Çocuklar

Konuşmanın devamını tahmin etmişsinizdir.  Anne ne; “Keyfin bilir.” demiştir ne de çocuk okula gitmemezlik etmiştir. Çünkü günümüz çocukları –se, -sa’larla büyüdükleri için, isteklerini de –se, -sa’larla yerine getirteceklerinden o anne de ne yapıp ne edip o yoğurdu sofraya getirmiştir.

Eskiden ne anne babaların ne de çocukların böyle bir şansı yoktu. Çünkü sofralarda bu kadar çeşit olmadığı gibi seçme sansları da yoktu.  Buna çocuk sayılarının fazlalığı da eklenince sofraya konulan hemen biteceğinden beğenmemezlik de edilmezdi. Yemeğe kızıp yemeyeceğini söyleyen çocuğa annenin vereceği cevapta; “… kökünü ye!” olacaktır. Günümüzdeki gibi yemeklerin saklanacağı buzdolabı da olmadığı için, artan yemeklerde ya kedinin çanağına ya da yal kovasına (hayvanlar için yemek artıklarının toplandığı kova) dökülürdü. Pireye kızıp yorganın yandığını gören çocukta bir daha sofraya nazlanmadan oturacaktır.

Oysa günümüz çocuklarının yedikleri önünde yemedikleri arkalarındadır. Buna rağmen birçok çocuk, önüne konan birçok yiyeceğe burun kıvırmaktadırlar. Yiyecekleri beğenmeyip burun kıvıran bu çocukların gönüllerini hoş etmek içinde pazarlığa girilmektedir.

Geriye dönüp şöyle bir baktığımızda çocukların  –se, -sa’lar büyütüldüğünü görüyoruz. -Se, -sa’larla büyüyen çocukların geri bildirimleri de tepkileri de hep –se, -sa’larla olacaktır.

Anne babaların çocuklara karşı –se, -sa’ları en çok kullandıkları durumlar: Uslu uslu oturursan, yemeğini yersen, ödevlerini yaparsan, sınavı kazanırsan, takdir alırsan, çalışırsan, sözümü dinlersen… Yemeğini yemezsen, yaramazlık yapmazsan, ödevlerini yapmazsan, sınavı kazanamazsan, sözümü dinlemezsen, zayıfsız gelmezsen… Bunlar aklımıza ilk gelenler.

-Se, -sa’larla büyüyen çocuklar büyüdükleri zamanda onlarda yerine göre anne babasıyla yerine göre arkadaşlarıyla yerine göre de eşiyle sorumluluklarını yerine getirmede  –se, -sa’larla yapacaktır. Seversen(iz), telefon alırsan(ız), tatile götürürsen(iz), araba alırsan(ız), ev alırsa(ız), iyi bir iş bulursan (ız)…

Neden –Se, -Sa?

Anne babalar, çocuklarla ilişkilerinde –se, -sa’ya bağlı şart kipi cümleler kurmalarının temelinde; istek ve beklentilerini gerçekleşmeme kaygısından kaynaklanmaktadır.

Anne-baba ve çocuk arasındaki ilişkilerde –se, sa’ya dayanan sevgiyi Japon yazar Masumi Toyotome üçe ayırmaktadır. Masumi Toyotome bunları da “eğer, çünkü, rağmen” olarak adlandırır.

Birincisi “Eğer” türü sevgidir. Beklentiler karşılanırsa karşı tarafa verilecek şartlı sevgi. Başka bir ifadeyle isteklerini yerine getirtmek için vaat edilen, karşı tarafı düşünmeyen tek taraflı ve bencil bir sevgi türüdür. Eğer derslerine çalışırsan seni severim, eğer beni üzmezsen seni severim, üniversiteyi kazanırsan seni severim.

İkincisi “Çünkü” türü sevgidir. Bu tür sevgide de bir şeylere sahip olunduğu için ya da koşulu taşıdığı veya gerçekleştirdiği için gösterilir. Seni seviyorum çünkü: Derslerine çalıştığın için, beni üzmediğin için, sözümü dinlediğin için, yatağını topladığın için…

Üçüncüsü “Rağmen” türü sevgidir. Eğer ve çünkü sevgi türlerinde bir şart ve koşul olmasına rağmen bu tür sevgide böyle bir koşul yok. Sevgiler karşılıksız ve her şeye rağmen sevgi özelliğini kaybettirmez. Çocuklarının yaramazlıklarına ve tembelliklerine rağmen sevebilmek bu tür bir sevgidir.

Sonuç olarak; gönül ister ki çocuklara gösterilen sevgiler, rağmen türü sevgi olsun. Ancak birçok anne baba sözünü dinletmek ya da çocukların sorumluluklarını yerine getirtmek için diğer sevgi türlerini kullanmaktadırlar. “Ne ekersen onu biçersin!” misali çocuklarda anne babalarında gördükleri –se, -sa’lı sevgiyi yine anne babalarına istek ve sorumluluklarını –se, sa’ya bağlayarak getirtmektedirler.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Utanırsan Çocuğun Çocuksu Davranışından…

Çocuk davranışlarının motivasyonu içseldir. Yetişkin davranışları ise genelde dış motivasyonlara dayanır. Bundandır ki, birçok ebeveyn çocukları ile sürekli bir çatışma içinde hissederler kendilerini; ‘bak herkes sana bakıyor….’ ya da ‘misafirlikte beni rezil etme, önündeki tabaktan ye…’ veya ‘yemek yerken şapur şupur yeme, seni görenler de anne babası hiç yemek yedirmiyor zannedecekler’ sözlerini neredeyse işitmemiş çocuk yoktur toplumumuzda.

Çocuğun, bir misafirlik ortamında da olsa, içsel bir eğilimle, canının çektiği yiyeceğe uzanmak istemesi gayet normal bir çocuk davranışı olduğu hâlde, ebeveynlerin o andaki önceliği genellikle çocuğunun canının çektiği yiyeceğe çocuğunu eriştirmek yerine, ‘şimdi bu çocuğu görenler benim hakkımda ne düşünür’ olduğundan dolayı, onu ikaz etmek, engellemek, kimse fark etmeden çimdiklemek yanlış bir ebeveyn tutumudur…

Çocuğu kalabalık içinde küçük düşürmek, uyarmak, sosyal fobiye zemin hazırlar… Çocuğun yanlış davranışları onu ‘sosyal ortamlarda’ mahcup ederek değil, ‘aile içinde’ birebir zamanlarda konuşarak, ‘empatik drama oyunları’ oynanarak düzeltilir…

Kendisi de çevreden çok etkilenen, birisi çocuğunu ikaz edecek diye kaygılanan ebeveynler, çocukları büyüyünceye ve davranış eğitimlerini tamamlayıncaya kadar çocuğa tahammül gösterebilen kişilerle görüşmeyi tercih etmelidir… Çocuğa tahammülsüz, eşyayı çocuktan daha çok önemseyen yetişkinlerin bulunduğu ortamlarda çocuk yetiştirmek çocuğun ebeveyni tarafından zarara uğratılma riskini de beraberinde getirir.

Engellenmiş, sosyal ortamlarda mahcup edilmiş, sürekli denetlenmekten kendi gibi olmayı başaramamış çocuklarda ‘çocuksu cıvıltıyı’ bulmak zordur. Onlar genelde, kenarda bir yerde oturmayı, ses çıkartmamayı, gülmemeyi, hoplamamayı, yemek masasında canının çektiği yiyeceği tatmak yerine önüne konulan ve belki de kendisinin damak tadına uygun olmayan bir yiyeceği zorlana zorlana yutmayı öğrenmişlerdir. Aksi takdirde, ebeveynlerinin nasıl da hışmına uğrayacaklarının tecrübelerini barındırır birçoğu zaten…

16 yaşındaki bir kız çocuğunun annesi ile görüştüm önceki gün. ‘Hocam, kızım bir süredir artık bizimle olmaktan hiç hoşlanmıyor. Gittiğimiz yerlere gelmek yerine evde oturmayı tercih ediyor. Babası da bu duruma kızıyor, sinirleniyor, bazen aşırı tepki veriyor ama ne yaptıksa laf dinletemedik.” diye yakınmıştı…

Çocukla konuştum, işte şu yukarıda anlattığım ve hepimizin çocukluğuna da tanıklık eden olayları anlattı “İstemiyorum ya onlarla gitmek!” diyerek.

Belki bu çocuk 16 yaşında ve ‘İstemiyorum artık’ diye tepkisini ortaya koyabiliyor; ya küçükler? Henüz çocuksu cıvıltılarını kaybetmemiş olan 7 yaşındakiler, 10 yaşındakiler… Anne babasının oruç tutması ile telaşlanıp kendi de oruç tutmaya yeltenenler, becerenler, beceremeyenler… Misafir sofralarında iftar ederken açlıktan elleri ayakları birbirine dolaşıp ne yiyeceğini, hangi yiyeceğe saldıracağını şaşıran çocuklar…

Çocuklarınızı böyle görürseniz, utanmayın, sıkılmayın. ‘Sen ne biçim çocuksun beni mahcup ettin misafirlikte!’ diye söylenmeyin… Çocuk budur zira… Çünkü o, acıkınca yemek, susayınca içmek ister… Çok acıkmışsa hızlı yer, çok susamışsa üstlerine döke döke içer… Bunda ne ayıp vardır, ne utanç…

Eğer utanırsan çocuğunun çocuksu davranışlarından, sıkılır o da bir gün seninle birlikte var olmaktan…

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Ayakkabınızın Burnu Hayatınız Hakkında Ne Söyleyebilir?

Hemen endişelenmeyin eyvah yine bir kişilik analizi saçmalığı demeden önce. Şunu belirtmek isterim ki bir kişilik analizi değil ancak bir neslin değişim hikâyesini bir ayakkabının burnuna bakarak değerlendirmek pekâlâ mümkün.
Ben bu satırları yazarken sizlerin de bu yazıda ifade edilenleri ayakkabınızın burnuna bakarak, yok eğer o imkân bulunmuyorsa o zaman zihninizde canlandırarak hareketlilik katmanızı rica ediyorum. Şimdi sürekli giydiğiniz ayakkabıyı elinize alın ya da gözlerinizle iyice bir süzün. Ayakkabınızın burnunu iyice görün. Çok güzel. Bütün detayları gördükten sonra şimdi çocukluluğunuza gidin ve çocukluğunuzda giydiğiniz ayakkabının burun ucunu hayal edin. Çok güzel, onu da iyice hayal ettiniz. Şimdi soralım, şu anki ayakkabınızın burun ucu ile çocukluğunuzda giydiğiniz ayakkabının burun ucunu karşılaştırın. Eminim sizde benim gibi derin düşüncelere dalmaya başladınız. Endişeye mahal yok. Şimdi bir ricam daha var, çocuğunuzun ayakkabısının burun ucuna bakın. Ve kendi çocukluğunuzdaki ayakkabınızın burun ucu ile karşılaştırın. Arada fark var mı? Varsa bu nasıl bir fark? Ve bu fark sizce nereden kaynaklanıyor?

Ben  bu düşünce deneyini yaptığımda, şu an giydiğim ayakkabının ucunda hiçbir bozulma olmadığını gördüm. Dahası kendi çocuklarımın ayakkabısı ile karşılaştırdığımda çocuklarımın ayakkabılarının burun uçlarının da hiç yıpranmadığını, bozulmadığını gördüm. Kafayı yemek üzereyim demeyin lütfen zira bu mesele bir nesilden bir nesile geçerken nasıl bir geçişin olduğunun serencamını veriyor aslında. Hiç yıpranmamış, tozdan, kirden arındırılmış bir ayakkabı. Sokak görmemiş, araları boşluklu olan yolda taşlara hiç çarpmamış bir ayakkabı.

Hani insan için derler ya görmüş geçirmiş insan diye aynen öyle; hayatın tozunu, pasını, kirini görmüş bir ayakkabı. Sanırım ne demek istediğim yavaş yavaş anlaşılmaya başlanmıştır. Zira çocuklarımız sokağı bilmiyor. Sokak oyunlarını, sokak oyunlarının getirdiği dayanışma duygusunu kaybetmiş. Sokağın tozuyla bağışıklık kazanmış nesillerden, oldukça arınık hale getirilmiş ancak en ufak bir rüzgârda savrulan bir nesil.

İşte ayakkabınızın ve çocuklarımızın ayakkabılarının bana anlattığı hikâyedir bu. Hele hele uzmanların, pedagogların, psikologların şimdilerde çok kötülediği sokak; bizim sokağımız, bizim nesle hayatı öğreten sahne. Hayatın neredeyse bütün uygulamalarının olduğu yerdi sokak. Hareket etme isteğinin giderildiği her arkadaşımızın annesinin, öz teyzemiz olduğu sokak. Acıktığında ekmek aldığın, susadığında kana kana su içtiğin mekân; sokak. Hani popüler tabir ile deşarj olduğumuz yerdi sokak. Elbette pirü pak değildi. Ama masumdu, niyetler temizdi. Ve hepsinden önemlisi de doğayla kurulan doğrudan ilişkiydi. Hiçbir kitabın aracılığıyla değil bizatihi kendisi ile temas ettiğimiz doğa. Ve şimdilerde gittikçe doğadan uzaklaşan ve yapaylaşan nesile paralel olarak yapaylaşan ilişkiler diyoruz.

Bilim gelişti, sosyo ekonomik durum gelişti her şey hızlandı ama ruhumuz çoook gerilerde kaldı. Daha doğrusu Ben’ inimiz bizi takip edemedi. Çocuklarımızın her isteği yerine geliyor ama yine de tatminsizlik, mutsuzluk daha artmış durumda. Eğitim öğretim ile ilgili bir çok yenilik bir çok farklı yaklaşım olmasına rağmen bence bugün için çocuklara, gençlere vermemiz gereken iki temel değer olduğuna inanıyorum. Birisi sade hayat anlayışı diğeri ise doğa sevgisi. Eğer bu iki değer verilebilirse diğer değerlerin bunlarla direkt olarak bağlantılı olduğu için daha kolay öğretilebileceğini düşünüyorum.

Aykut Karahan
cocukaile.net

Kıymık Gibi

Genç bir kız henüz çocukluktan yeni çıkmış, belki 11-12-13 yaşlarında var ya da yok. Annesinden gördüğü kadarı ile çorba yapmak istiyor ya da basit bir yemek. İçine belki bir tuzu eksik katıyor belki başka bir baharatı. Anne ya da baba oradan sesleniyor ” Beceremiyorsan bir daha yapma”!!

Salyangozun antenlerine dokununca antenlerini geri çeker ya tıpkı onun gibi bu eleştiriler çocuğun bir anda yapabilme hevesini sekteye uğratır. Hangimiz çocukluğumuz da bir işi dört dörtlük yaptık ki ?

Yumurta kızartmak için iki yumurtayı birbirine tokuşturmayı ilk seferde kim başarabildi ki?  Ya da patatesi yakmadan ya da doğru bir şekilde kıvamında hangimiz ilk deneme de kızartabildik ki?

Çocuğun doğuştan itibaren yapabilmek için yöneldiği her hangi bir şeye karşı “dur sen beceremezsin daha çocuksun ya da sen anlamazsın bırak ben yapayım yahut falanca yapsın” demek aslında farkında da olmadan onu ve yaptığı şeyi değersizleştirmektir. Hatta bununla birlikte bir de yetersizlik virüsü bulaştırmış oluruz çocuğa.

İleride genç bir kız oluyor ya da evleniyor genç bir hanımefendi oluyor fakat yemek yapamıyor. Ya beceremezsem eşim beni eleştirirse diyor. Ya yemeğin dibi tutarda eşim beni azarlarsa diyor. Hatta eşinin yüzünü ekşitmesi, “Olmamış bu” demesi bile o çocukluk yaralarının yeniden kanamasına vesile oluyor.

Eleştirmeyin şu çocuklarınızı. Bırakın yarım yamalak da olsa yapsın heves ettiği şeyi. Destek olun, ” Hımm güzel olmuş” deyin. O da bir tadına baksın ve o eksikliği kendisi farketsin. “Galiba tuzu unutmuşum anne/baba” desin. Siz de ” Olabilir yavrum bir dahaki sefere tuzu da tam olur hem biliyor musun şuanda ben tuz ekledim ve hiçte eksikliğini fark etmedim” deyin..

Bu diğer işlerde de geçerli. Markete gidiyor mesela, ekmek yumurta şeker alacak. Eve dönüyor şekeri almayı unutmuş. Hemen ebeveyn sesleniyor, ” biz sana alman gerekenleri söylerken aklın neredeydi” diyor.

Okuldan dönüyor silgisini unutmuş, “iyi ki kendini unutmadın, bir dahakine kendini de unutursun sen” diyor.

Bunlar hep birer kıymık gibi çocuğun içinde batıp kalıyor. Siz ona cesaretsizlik deyin ya da beceriksizlik, her ne ise ileride hep çocukluk döneminde ekilen bu iki virüsten kaynaklanıyor; yetersizlik hissi ve suçluluk hissi. Ve tüm bunların sonucunda bir de değersizlik hissi. Çocuk kendini değersiz hissediyor.

Girdiği ortamda bir işe elini uzatamıyor ki yapabilsin. Okula gidiyor ama bir hedefi yok. Üniversite sınavlarına hazırlanacak döneme geliyor henüz ne olacağına karar verememiş.

Gelecekte ne olacaksın hedefin ne diye soruyorsun, “Bilmiyorum” diyor. Daha önce yapabilirliği hep engellenmiş, fırsat tanınmamış çocuklar bunlar hep.

Bu sadece ebeveynden değil öğretmeninden de bulaşabiliyor. “Sen dur okuyamazsın şimdi, arkandaki sen oku” diye onu susturuyor. “Sen daha okumayı bilmiyorsun, yanındaki sen oku” diyor. “Sen daha adını soyadını söyleyemiyorsun, önündeki sen gel oku şiiri” diyor.

Günümüz çocuklarında çok yaygın görülen bir şey bu. Yapabilme yetenekleri körelmiş, dolayısıyla bu iradelerine yansımış. Bedenini yerinden oynatacak iradeyi kendinde bulamıyor.

Ne olur düşe kalka da olsa, dökerek de olsa, bozarak da olsa, unutarak da olsa çocukların heves ederek yöneldikleri işlerde onları engellemeyin. Bakın fiziksel hiçbir müdahaleden bahsetmiyorum, sadece söz ile çocuğun duygu dünyasına vurulan prangalar bunlar ve bahsettiklerim.

Çocuk bir şeye heves ederek yöneliyorsa ebeveyn ve eğitimciler zil takıp oynamalı. Aman hevesini kırmayayım diye hayret makamında seyretmeli. Sonuca değil, sürece bakıp gayretine azmine vurgu yapmalı. Ve yardım için ihtiyaç hissediyorlarsa bu talebin çocuktan gelmesini bekleyerek onlara rehberlik edilmelidir.

Biz henüz ihtiyaç oluşmadan çocuğa herhangi bir yardımda bulunmanın  uygun olmadığından bahsederken, bir de üstüne çocuğu eleştirmek, çocuğun hayatı boyunca atacağı yapabilme adımlarını kırıp yok ediyor. Ne olur kıymayın çocuklara böyle davranarak.

Ebubekir Ertem

cocukaile.net