Etiket arşivi: çocuk

Beddua ile Çocuklarının Ahlakını Bozan Anne Babalar

Dua; kişinin Cenab-ı Hak’tan kendisi ya da bir başkası için olumlu bir şeyler istemesi ya da dilemesidir.

Beddua ise; bir kimsenin başına kötü şeylerin gelmesini dilemek için söylenen sözlerdir. Beddualar; genellikle öfke, kızgınlık, güçsüzlük ve çaresizlik anlarında söylenmektedir.

Dua olumlu olarak algılanırken beddua olumsuz olarak algılanmaktadır Maddi ve manevi olarak faydası olanlara hayır dua edilirken, maddi ve manevi olarak zararı dokunanlara da beddua edilmektedir.

Hayır duaları mutluluk anlarında yapılırken beddualar ise sıkıntılı anlarda yapılmaktadır.

“Allah iyiliğini versin, Allah kalbine göre versin, Allah işlerini rast getirsin, Allah zihin açıklığı versin…” anne babaların evlatlarına normal zamanlarda yaptıkları dualardan bazılarıdır.

“Allah gün yüzü göstermesin, Allah sürüm sürüm süründürsün, dizine gözüne vursun, Allah’ından bulasın, ocağın sönsün, iki yakan bir araya gelmesin…” bu ve buna benzer serzenişler ise anne babaların sıkıntılı ve sinirli zamanlarında evlatlarına karşı yaptıkları beddualardan bazılarıdır.

Anne babalar, normal şartlarda akıllarının ucundan dahi geçirmedikleri düşünceleri, çocukların en küçük olumsuz hareketlerine karşı sinirlenip beddua amaçlı sözleri kolayca söyleyebilmektedirler.

Bütün anne babalar iyi niyetlidir. Bu iyi niyet normal zamanlarda, söylemeye dahi haya edilen, akıllarına gelince de “Tövbe tövbe” denilen beddua, kızgınlık zamanlarına kolayca ağızdan çıkabilmektedir.

Sinirlilik anlarında ağzından çıkan bir sözün nereye varacağını kestiremeyen anne babalar, sıkıntıların dönüp dolaşıp kendilerini bulacağını düşünemezler. Elbette bütün anne babalar bilerek çocuklarının kötülüğünü istemeyecek kadar akıllı ve bilinçlidirler. Ancak bu tutum her ne kadar kızgınlıkla yapılsa da hoş görülecek bir tavır değildir. Çünkü dil neye alıştırılırsa onu söyleyecektir. Kızgınlık zamanında çocuğa beddua etmek yerine dilini “Allah seni ıslah etsin” demeye alıştırmalıdır.

Anne babalar için bir imtihan aracı olan çocuklar, onların hem bu dünya hem de öbür dünyaları için mutluluk kaynağı olabildikleri gibi zindanı da olabilmektedir. Çocukların olumsuz davranışlarına sabredip eğitmek yerine, beddua eden anne babalar, çocuklarının olduğu kadar kendi hayatlarını da karartmaktadırlar.

Kızgınlık belirtisi olarak söylenen beddualar, hayır duada olduğu gibi en ulu makama çıkar. Dualarının kabulünün konusunda inancı tam olan anne babalar, beddualarında Cenab-ı Hak tarafından kabul edileceğini çok iyi bilirler.

Bilindiği gibi çocukların dini mükelleflikleri ergenlik çağında başlamaktadır. Mükellef olmayan çocuklar namaz ve oruç gibi dini vecibeler için sorumlu olmadıkları gibi olumsuz hal ve hareketlerden de sorumlu değillerdir. Dini manada hiçbir sorumluluğu olmayan çocuklara yapılacak bedduaların zamanla anne babalara geri döneceği bir gerçektir.

Bir kimse karşısındakine hayır ya da beddua ettiği zaman melekler o duayı alır, dua edilen kimse o duayı hak etmişse ona yüklerler. Fakat o kimse bu duayı hak etmemişse söyleyene o duayı iade ederler. Beddua edilen çocuğa ise melekler, günahsız ve akil baliğ olmadığından bedduayı yüklemekten hayâ ederek sahibine iade ederler. Anne babalar ileriki zamanlarda kendilerine asi olan çocuklarına karşı nerede hata yaptım diye düşünmeye başlarlar.

Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Bir kul, herhangi bir şeye lânet ettiği vakit, o lânet semâya doğru yükselir. Gök kapıları hemen onun önüne kapatılır. Sonra o, yere doğru iner. Arzın kapıları da ona kapatılır. Sonra sağa ve sola (doğru) yol tutarsa da, gidecek bir yer bulamaz. Nihayet lânet olunan kişiye dönüş yapar. Eğer o, buna lâyık ise orada kalır. Şayet o, buna ehil değilse, bu sözü sarf edenin kendisine döner (ve onun üzerinde kalır).” (Ebû Dâvud, 4/277) buyurmaktadır.

“Cennet annelerin ayağı atındadır.” (Kenz-ül Ummal, 45439.) hadisince ayaklarına altına cennet konulan anne babalar, bunu kendilerini cennete girmesini kolaylaştıracak şekilde algılamaktadırlar. Bu hadisi çocuklarından daha çok kendileri için algılayan anne babalar, çocukların eğitimlerinde karşılaştıkları olumsuz davranışlara karşı anlayış ve sabır göstermek yerine beddua etmeyi tercih etmektedirler. Anne babalar hak konusunu da yerine göre koz olarak kullanmaktadırlar. “Hakkım helal etmem” sözü ile çocuklarla aralarındaki bağları zayıflatmakta yerine göre de ortadan kaldırmaktadırlar. Yıllarca kendini arayıp sormayan ve kendince hayırsız evlat olan çocuklarına da “Ben onlara ne yaptım?” sorgulaması içine girmektedirler.

İtaatsizlikte bulunan çocuğundan şikâyete gelen bir babaya İbn-i Mübârek sordu:

“Sen oğluna hiç beddua ettin mi?”

“Evet, canımı çok sıktığı zamanlarda ettim.”

“Sen kendi elinle kötü yapmışsın çocuğunu. Baba ve annenin çocuğu hakkındaki duası ret olunmaz. Peygamber Efendimiz (s.a.v), mübarek dişini kıran kavmine: “Yâ Rab, kavmime hidayet eyle. Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar!” diye dua etti. Sen de böyle bir anlayış içinde olsaydın; ziyan etmezdin. Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in bu sabrı ve metaneti, ziyan getirmedi, sonunda kavminin imanlarına sebep oldu.” der.

Yine Peygamber Efendimiz (s.a.v), Taiflileri İslam’a davet için gittiğinde hiç ummadığı tepkilerle karşılaşmıştı. Taif’in önde gelenleri Peygamber Efendimiz (s.a.v) ile alaycı konuşmuşlar ve ona inanmamışlardı. Biri “Peygamberlik için Allah senden başkasını bulamadı mı?” diye alay ediyor, öteki “Sen peygambersen, ben seninle konuşamam; çünkü sen çok yücesin seninle konuşmam.” diyerek aklınca uyanıklık yapıyorlardı. Bu da yetmezmiş gibi dönüş yolunda Taifli çocuklara Peygamber Efendimiz (s.a.v)’i ve Hz. Zeyd’i taşlatarak onları yaralatmışlardı. Rahmet Peygamberi Efendimiz (s.a.v): “Bilmiyorlar Rabbim, bilselerdi yapmazlardı.” diyerek Allah’a kendisini taşlayanları helak etmemesi için onların adına istiğfarda bulunup dua buyurdu.

Taif halkını helak etmekle görevli olarak kendisine gönderilen dağlar meleği; “Beni Rabbin gönderdi Ya Muhammed! (s.a.v) dile, iki dağı birleştirerek Taif halkını helak edeyim!” diyen meleğe:

“Hayır! Onları helak etme! Umulur ki Rabbim onların neslinden kendisine kulluk eden bir ümmet yaratır.” diyerek geri çevirerek hayır duada bulunmuş ve yıllar sonra bu belde halkı da Müslüman olmuştur.

“Rahmetli anne babam aklıma geldikçe hayır dua aklıma gelir. Sağlığında bana hep hayır dua ederlerdi. Şimdi bende aklıma geldikçe onlar için hayır dua ettiğim gibi onlar için hayır hasenat yapmaktayım. Çünkü bugünkü başarılarımın temelinde onların duası yatmaktadır” der bir eğitimci yazar.

Ebu Hureyre (r.a) rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:“Üç dua vardır ki, kabul olacaklarında şüphe yoktur: Mazlumun duası, yolcunun duası ve babanın çocuğuna duası.” (İbni Mace, Dua,11)

Çocuklara beddua edip onları musibetlere maruz bırakmak yerine, hayır dua edip onların kurtuluşuna sebep olmak gerekir. Çünkü çocuklara yapılan hayır dualar, anne babaların vefatlarından sonra kullanılmak üzere yatırım olacaktır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v): “İnsan ölünce, üç ameli dışında bütün ameli amellerinin sevabı kesilir. Sadak-i cariye, kendisinden istifade edilen ilim, arkasından hayır dua eden hayırlı evlat.” (Müslim, Vasiyet,14) buyurmuşlardı.

Çocuklara yapılan bedduaların Allah tarafından kabul edilip çocukları bulması halinde, buna ilk ve en çok üzülecek olan yine anne babalar olacaktır.

“Yüzüme hasret kalasın!” diye beddua eden anne, kızının Avrupa’ya gitmesinden sonra anne-kız yıllarca görüşememişler. Annesinin kızgınlık anında söylediği bir sözden dolayı hem annesinin hem de kendisinin yıllarca bu sıkıntıyı yaşadıklarını söyler bir gurbetçi bayan.

Anadolu da hata yapıldığı zaman söylenen bir deyiş vardır: “Ömrü uzun, niye böyle yaptın!” diye. Aslında dilimizi olumsuzluklarda da güzel ifadelere alıştırmak gerekir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri Marifetname adlı ünlü eserinde; “Çocuklara hakaret ve beddua etmemelidir. Zira beddua, fakirlik sebeplerindendir.” demiştir.

Allah Resulü (s.a.v) çocuklara beddua etmeyi doğru bulmamış ve devesine kızan ve bu sebeple arkasından lanet eden birisini ikaz ettikten sonra şöyle buyurmuştur: “Kendinize beddua etmeyin. Çocuklarınıza beddua etmeyin. Mallarınıza beddua etmeyin. Duaların kabul olduğu bir ana rastlarsınız da duanız kabul olur. ” (Ebu Davud, Vitr,27).

Sonuç olarak çocuklara beddua edilmemesi gerekir. Çünkü çocuklara yapılacak beddualar hem anne babalar için hem de çocuklar için hayırlı olmayacaktır. Peygamber Efendimiz (s.a.v):“Bir babanın duası, ilahi hicaba erişir ve bu hicabı da aşar.” (İbni Mace), “Bir kimse lanet edince, lanet edilen buna müstahak değilse, kendine döner.” (Beyhaki) buyurmuşlardır.

Beddua edilen çocuklar için geri dönüş yolunu da Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: “Ey günah işleyerek, nefsine zulüm eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah, bütün günahları affetmeye kadirdir. O, sonsuz rahmet ve mağfiret sahibidir. Size azap gelip çatmadan, Rabbinize yönelin; O’na teslim olun. Sonra yardımcı bulamaz, çaresizlik içinde kıvranırsınız. Ansızın gelen azapla yüz yüze gelmeden, Rabbinizden size indirilenin en güzeline, Kur’ân’a tâbi olun. Nefsin; ‘yazıklar olsun bana! Allah’a karşı azgınlık içinde oldum. Hak ve hakikatle alay edenlerden, onu hafife alanlardandım,’ diyeceği ve pişmanlıkla kıvranacağı günden, sakının!” (Zümer, 39/ 53-56)

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Değersizlik Hissi

Aidiyetin kırılmasındaki en önemli faktör değersizlik hissidir. Çocuğa ya da insana yapılabilecek en büyük kötülük, onun varlığını görmezden gelmek ve ona kendini değersiz hissettirmektir. Bu iki unsur kişilik kaybı, davranış bozuklukları ve aidiyet yoksunluklarını da beraberinde getirir.

Değersizlik hissi ya da değer hissinin yitirilme sebebi çocukla kurulan iletişimdir. Değer-değersizlik kişiden kişiye sözlü ve sözsüz iletişimle geçer. Eğer ebeveyn çocuğa insan olmaktan kaynaklanan sevgi, saygı ve değeri vermiyorsa, çocuğun hissedeceği şey değersizliktir.

Aidiyetin oluşumuna sadece değerlilik ve değersizlik hissi üzerinden de bakılabilir. Çünkü tek tek ifade etmeye çalıştığımız başlıkların her birinde değersizliğin kırıntıları vardır muhakkak.

Kalabalıklar içinde bir kişiye değer vermek, onun kendini değerli hissetmesini sağlamaz her zaman. Değerlilik hissi birebirdir, çok defa baş başadır, koşulsuzdur, belli bir amaca dönük değildir. Sadece “Senden dolayı bu halim. Sana duyduğum ilgiden, sana duyduğum sevgiden ve benim için değerli olmandandır.” demektir.

Değerlilik hissi eğer sunileşmeye başlarsa (aşırı yükleme) değersizlik algısı ortaya çıkar. Çünkü değerlilik hissinin içindeki en önemli faktör doğallıktır. Doğallık bozulduğunda değerlilik duygusunun algısı değişir, çocuk insan olmaktan kaynaklanan kıymeti göremez. Bu da değersizlik hissini çağrıştırır kişide.

Mesela, çocuğu lunaparka götürmek, aslında aracı kullanarak, “Seni çok önemsiyorum.” duygusunun ispatıdır. “Seninle birlikte olmaktan keyif alıyorum.”un göstergesidir. Kişiye özel bir hitaptır. Ve tüm bunların yöneliş yeri çocuğun duygularıdır.

Fakat ebeveyn lunaparktaki eğlenceye katılmaz, elindeki telefonla ya da başka işlerle uğraşır, çocuğunun heyecansız halini görüp, “Getirdik ya eğlensene.” derse; burada çocuk değerlilik değil, değersizlik hisseder. Çünkü ebeveyn fiziken orada olsa da ruhen yoktur. Sadece çocuğunun isteklerini yerine getirerek onu oyalamaya çalışır.

Oysa eğlence merkezleri, dışarıda yemek yeme, piknik yapma, deniz kenarında yürüyüş… Bunların her biri aracı unsurlardır. Ebeveyn bu araçların kullanıldığı anı derinleştiremez veya duygusal yakınlığa dönüştüremezse, değerlilik hissi oluşmaz çocukta. Çünkü aracılar duyguya erişmek içindir, üzerinde yoğunlaşmak için değil.

Çocuklarıyla vakit geçiren ebeveynler, “Acaba şu anda onunla değerlilik hissiyle mi irtibat halindeyim? Davranışlarımın içinde çocuğuma hissettirdiğim bir değersizlik var mı?” diye denetlemelidir kendini.

Şunu da belirtmekte fayda var: Çocuğa değerliliğini hissettirmek için illa aracı kullanmaya da gerek yoktur. Çocuk bazen ebeveyniyle oturup beş dakika sohbet ettiğinde de değerliliğini hissedebilir.

Bazen vicdan azabı çeken, çocuklarına iyi anne- baba olamadığını düşünen ebeveynler, “Seni alışveriş merkezine götüreyim mi?”, “Sana istediğin bilgisayar oyununu alayım mı?”, “Çok sevdiğin arkadaşlarını bize çağıralım mı?” diye sürekli aracılar kullanarak çocuğuna değer verdiğini göstermeye çalışır. Çocuk böyle durumlarda mutlu olsa da oradan değer kazanmaz. Değer, ancak ebeveynle çocuk arasında duygusal temas aracılığıyla geçişkenlik sağlandığında ortaya çıkar.

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Çocuklar Şükredilecek Bir Nimet Değil mi?

Göreve yeni başladığım zamanlarda sürekli okula gelen veliler dikkatimi çekerdi. Ne güzel; duyarlı ve bilinçli aileler de var, derdim. Bu düşüncelerim aileleri tanıyıp niyetlerini anladıkça değişmeye başladı.

Bu ailelerin çocuklarının başarısıyla övünmek, onları toplumsal tatmin aracı olarak kullanmak istediklerine şahit olmaya başladım. Bu çocukların zannedildiği kadar zeki olmadıklarını, kendi hallerinde birer öğrenci olduklarını anladım. İşin garip tarafı bu ailelerin çocuklarının kapasitelerini bildikleri halde bile bile yüksek beklenti içine girmeleridir. 

Bizim bilinçli diyerek takdir ettiğimiz bu veliler, çocuklarının kapasitelerinin üstünde bir beklenti içine girerek hem çocuklarını hem de kendilerini sıkıntıya sokmaktadırlar. Allah bu ailenin çocuklarına sabır ve yardım etsin diyorum. Çünkü evde sürekli ders çalışmanızı söyleyen, birileriyle kıyaslayan,  kapasitenizi düşünmeden kendileri için sizi yarış atı gibi koşturan bir anne baba düşünün. Kısacası bu durumda olan çocuklar için bir empati yapmaya çalışın.

Ben bu tip ailelere, seminerlerimde ve aile görüşmelerimde şunu anlatmaya çalışıyorum; fakat onlar anlamak istemiyorlar. Ailelere şu ifadeleri çok kullanmışımdır:

“Çocuklarınız zannettiğiniz ve beklentilerinizi karşılayacak kadar süper zeki değillerdir. Bu çocukları oldukları gibi kabul edin ki hem siz hem de çocuklarınız rahat etsin.  Onlar, sizlerin istediği okulları kazanamayacak olsalar da; fiziksel ve zihinsel olarak özürlü çocuklar değillerdir. Ya çocuklarınız özürlü olsalardı o zaman da beklenti içinde olur muydunuz? Özürlü çocuğu olan aileleri düşünmenizi istiyorum.” 

Göreve yeni başladığım aynı yıllardaki aileler ile şimdiki aileler arasında (çocuklardan başarı beklentisi adına) pek de fark olmadığı gördüm. Aileler 15 yıl öncesinde olduğu gibi şimdi de aynı beklenti içindeler. Sonuç olarak şimdiki aileler de aynı hatalara düşmektedirler. Okullarda çocukların yetenekleri üstünde bir beklenti içine girerek hem çocukları hem de kendilerini sıkıntıya sokan ailelerle halen karşılaşmaktayız.

Hocam, benim çocuğum en iyi yeri kazansın diyen aileye nedenini sorduğumda; “Falan falanın çocuğu çok iyi yeri kazandı. Benim çocuğumun ondan neyi eksik kalır.” cevabını alıyorum.

Peki, siz gerçek anlamda çocuklarınıza anne babalık yapabiliyor musunuz? Çocuğunuzun sizi maddi ve manevi anlamda başka anne babaları örnek gösterip kıyasladığına hiç şahit oldunuz mu?

Bu sorularıma ailelerin cevabı; “Elimizden geleni fazlasıyla yapıyoruz. Yemeyip yediriyoruz, giymeyip giydiriyoruz, onlar için çalışıp çabalıyoruz. Hatta onlara özel dersler aldırtıp dershanelere gönderiyoruz.” olur.

Peki, bir anne babanın görevi çocuklarına sadece yedirip, içirip, giydirip ondan sonra da kapasitesinin üstünde bir beklenti içine girmek midir? Bir anne babanın başka ne görevi olabilir diyen ailelere; çocuklarını gerçek anlamda tanımadıklarını işe önce çocuklarını tanımakla başlamaları gerektiğini söylüyoruz.

 

Güle Güle Diyemediğimiz Çocuklar! ve Cennetlik Analar

Çocukları hala kendi okuduğu ve yaşadığı dönemlere bakarak değerlendiren aileler; çocuklarının, kendilerinin, toplumun,  en önemlisi zamanın ve şartların değiştiğinin farkında bile değillerdir. Bu gibi ailelere Hz. Ali Efendimiz yıllar öncesi neler yapmaları gerektiğini şu güzel sözüyle hatırlatmaktadır:

“Çocuklarınızı yaşadığınız çağa göre değil; onların yaşayacakları çağa göre yetiştirin.”

Genelde özel eğitim sınıfı olan okullarda çalıştım. Özel eğitime giden çocukları ve onları okula getiren aileleri gördükçe şükretmemiz gereken çok fazla nedenimiz olduğunu düşünür ve bunu velilere anlatmaya çalışırım.

İsterseniz başımızı ellerimizin arasına alıp birlikte düşünelim. “Çocuğunuz (Allah göstermesin) fiziksel ya da zihinsel özürlü. Yani evden çocuğunuzu okula gönderirken haydi çocuğum, iyi dersler diyemediğiniz bir çocuk. Elinden tutarak ya da kucaklayarak normal çocukların on dakikada gittiği yolu, siz en az yirmi dakikada gidiyorsunuz. Yolda size acıyarak bakıp geçenleri umursamadan okula geliyorsunuz. Çocuğunuzun dersi bitinceye kadar yeri geliyor okulda kalıyorsunuz. Normal çocukların teneffüste koşup eğlendiklerini gördükçe içinizin parçalandığını hissetmenize rağmen teneffüste de onunla ilgileniyorsunuz.

Bütün hayatınızı bu çocuğa göre planlıyorsunuz. Ve bu çocuk sürekli size bağımlı yaşamaya devam edecek. Her şeyini siz yapıyorsunuz. Yemesinden tutun da tuvaletine kadar her türlü bakımı ile size bağımlıdır.

Bir an dahi olsa gözünüzün önünden ayıramıyorsunuz. Bir yere gitmek isteseniz kimseye bırakamıyorsunuz. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamadığı gibi diğer çocuklar gibi de sarılıp sizi kucaklayamıyor da.

Sadece kendi ihtiyaçları dediğimiz öz bakım becerilerini kazanmasını istiyorsunuz. Şu liseyi ya da şu fakülteyi kazanmasını istemiyorsunuz, istediğiniz tek şey çocuğunuzun kendi kendine yetmesi. Hatta düşüncelerin en acısı ve en kötüsü de ben ölürsem bu çocuğa kim bakacak diye derin bir üzüntü duymaktasınız…”

Bazı aileler için bu bir senaryo olsa da bazıları için hayatın ta kendisidir. Bu konuda özürlü ailelere Allah yardım etsin. Düşüncem o ki Allah’u âlem ben onları “Cennetlik Analar” olarak düşünüyorum. Gerçekten de bu iş, sabır ve yürek işidir.

Özürlü çocuğa sahip değilsek de hayat şartları bizi de, çocuğumuzu da bir gün özürlü hale getirebilir. Doğum öncesi ve doğum sonrasını bir yana bırakın; küçük ve büyük kazalar çocuklarımızı olduğu kadar bizleri de özürlü yapabilir.

Çocukların sevgiden başka bir şey istemediği şu üç günlük dünyada en güzel davranışın şükredebilmek olduğunu düşünüyorum. Çünkü nimetlerin devamının şükre bağlı olduğunu Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır:

“Ve hatırlayın ki Rabbiniz size şöyle bildirmişti: Yüceliğim hakkı için şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7)

Allah’ım Bir de Şu Kuluna Bak!

Eli ayağı düzgün; fakat sadece ayakkabıya ihtiyacı olan adamın biri, yolda yürürken takım elbiseli, bir elinde eksport çanta, gözünde güneş gözlüğü ve ayağında da gıcır gıcır ayakkabısı olan bir adam görür. Adam hemen:

 “Ey Allah’ım bir şu kuluna bak bir de bana bak! Benim bir ayakkabım dahi yokken onun bütün ihtiyaçları tam ve yepyeni. Ben senden sadece bir ayakkabı isterken, sen bütün nimetlerini bu kulunda toplamışsın.” diyerek yoluna devam eder.

Köşeyi dönünce az ileride üstü başı yırtık olmaktan öte ayakları olmayan bir dilenci görür ve aklı başına gelen adam:

“Yarabbi takım elbise de çanta da ayakkabı da istemiyorum. Sadece ayaklarımı istiyorum, varsın böyle de iyi benim durumum.” diyerek tövbe eder.

Onun için değil mi Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammet (s.a.v):

“Kendinizden üstündekilere bakmayınız, kendinizden aşağıdakilere bakınız. Çünkü kendinizden yukarıdakilere bakmak insanı isyana götürür; kendinden aşağıdakilere bakmak ise insana şükretmeyi öğretir.” buyurmuşlardır.

Dünyalara değişmeyeceğimiz çocuklarımızı bize eli ayağı düzgün olarak veren Allah’a şükretmemiz gerekir. Cenab-ı Hak paha biçemeyeceğimiz, eli ayağı düzgün, zekâsı normal çocuklar verdiyse bunun değerini bilmek gerekir. Bu çocukların yetenekleri üstünde bir beklenti içine girip hem çocuklarımıza hem de kendimize bu hayatı zindan etmeyelim.

Allah çocukları bize, kapasitelerinin üstünde bir şeyler beklensin ya da başka çocuklarla kıyaslayın diye vermedi. Allah bize onları, emanet olarak belli kapasitelerde verdi ki bizleri de bu kapasitedeki çocukları yetiştirmek ve eğitmek üzere görevlendirdi.

Çocukların kapasiteleri konusunda bize düşen sorumluluğu Cenabı Hak; Bakara Süresinin son ayetinde (2/286):

Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sensin bizim Mevlamız, kâfir kavimlere karşı yardım et bize.” buyurarak ne çocuklarımız için ne de kendimiz için kalkamayacağımız bir yükün altına girmememizi en güzel şekilde ifade etmektedir. Bunun yanında bizlere; çocukların kapasitelerine uygun bir beklenti içinde olmamızı ve onların kapasitelerinin üstünde bir beklenti içine girmememizi istemektedir.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Ergen çocuğa karşı ailesi ve öğretmenleri neye dikkat etmelidir?

Komşumun ortaokula giden oğlu okulda öğretmeni tarafından dövülmüş ve çocuk  bu şiddetin tesiri ile eve gidememiş, hırsını yenememiş. Ailesinden uzak kalmak için bir yakınının yanına giderken kaybolmuş, parası bitmiş ve en son noktada eve geldiğinde korkudan evin çatı katında saklanmış. Böylesi durumlarda ne yapılmalı?

Bir öğretmen çocuğu döverek aslında nelere yol açmış… Özellikle öğretmen arkadaşlara ya da velilere sesleniyorum; Allah rızası için gitsinler öğretmenlerle konuşsunlar… Ergenliğin ilk döneminde olan bir çocuğu dövmek, çocuğa vurmak, onu küçük düşürmek çok kötü durumlarla neticelenebilir ve anne-baba farkına bile varamaz. Çünkü çocuk ergenlik döneminde çok onurludur. Onuru kırıldığı sırada nereye gittiğini bilmeden, hangi otobüse bindiğini fark etmeden, önüne kimin çıkacağını düşünmeden şaşkına dönmüş halde bir yerlere savrulur.

Ergenlik döneminde genç kızların veya genç delikanlıların karşısında öğretmenlik vazifesi ile duran kişilerin oldukça dikkatli olması gerekir. Ergen çocuk veya ergenliğe girecek çocuk gururludur. Burnundan kıl aldırmaz. Onunla ilgili biraz aşağılayıcı, hafife alıcı, dalga geçici bir şey söylemiş olsanız gururunu zedelemiş olursunuz. Örneğin;

”Kavak gibi boyun olduğu halde aklın bir türlü bu işlere ermiyor.” deseniz… O sırada siz de dahil olmak üzere tüm sınıf gülse; çocuğun o sivilceli yüzü birden bire kızarmaya başlar ve çocuğun içinde büyük bir deprem olur. Siz çok basit bir şey söylediğinizi düşünebilirsiniz ve biraz sonra öğretmenler odasında çayınızı, kahvenizi yudumlarken aklınıza dahi gelmeyecek.

”Kavak gibi boyun olduğu halde aklın bir türlü bu işlere ermiyor.” demekle çocuğun fiziğiyle dalga geçmiş ve hafife almış oldunuz. İşte bu çocuk artık sizin derslerinizde muhtemelen ya ezik bir vaziyette ya da size karşı şiddetli bir vaziyette olacaktır. Çünkü ergen çocuk gururludur; eğer o gurura dokunacak ufacık bir şey söyleseniz dahi, duyuları çok hassas olduğundan farklı manalar üretebilir.

Bir kız çocuğuna seslenmiş olsanız ve sivilcelerine dikkat çekerek;

”Yüzüne galiba pudra sürdün sen, sivilcelerin de alttan baya kendini göstermiş.” deseniz… Boyunun kısalığına, saçlarını tarama biçimine ya da yeni yeni terleyen bıyıklarına vurgu yapsanız;

”Bıyıkların da maşallah baya güzelmiş.” deseniz ergen çocuğa… Arkadaşları içerisinde söyleyeceğiniz tüm bu sözler çocuğun içerisinde büyük bir öfkeye, büyük bir depreme yol açar. Dolayısıyla ergen bir çocuğa öğretmenlik yapan kişinin ergenin fiziksel özellikleri, kıyafeti, konuşması gibi gururuna dokunacak olan noktaları asla dillendirmemeli.

Ufacık dokunmayı ya da sözel olarak bir şey söylemeyi bırakın, bir de arkadaşları içerisinde döven bir öğretmen muhtemelen o çocuklarla arasındaki bağı koparır… Sonra nasıl becereceksin o öğretmenliği? O sınıfın içerisine hangi yüzle gireceksin? Dayak attığın çocuğa ertesi gün nasıl ders anlatacaksın? Peki bu çocuk nasıl öğrenecek? Dayak yediği birisinin anlattıklarından bir şeyler öğrenir mi hiç çocuk? Lütfen biraz empati kurun çocuklarla…

Hangi yöntem ve hangi kural ile bir başkasının tenine, vücuduna, canına uzanabiliyorsunuz? Hele ki birer şefkat abidesi gibi, çocuğa bir şeyler verebilmek için kendinden fedakarlık yapması gereken bir öğretmenin bunu asla yapmaması lazım… Hayalinden bile geçirmemeli… Böyle bir yöntemin var olduğunu dahi düşünmemeli…

Okulda işler yolunda gitmediği için bir delikanlı ve ailesi yanıma gelmişlerdi. O delikanlı ile konuşurken bana şöyle bir soru sordu:

”Benim kulaklarım büyük mü gerçekten?”

Baktım, normal bir kulaktı. Kendisine:

”Hayır, normal bir kulak. Belki benim kulaklarım senden büyüktür ama seninki büyük değil.”

Bunu neden merak ettiğini sorduğumda; arka sıradaki kızların önde oturan bu delikanlıya ”Kepçe kulakların var. Kocaman kulakların var.” şeklinde söylemlerinin olduğunu belirtti. Çocuk o günden sonra mümkün olduğunca kulaklarını şapkayla kapatmaya başlamış, aynada da ilk baktığı yer kulağı olmuş, kardeşinin kulağını ölçmeye çalışmış, annesinin kulağına bakmak istemiş. Neden? Çünkü ergen çocuk komplekslidir. Desen ki;

”Senin gözlerin küçük”

Çocuk gerçekten gözlerinin küçük olduğunu zanneder. Parmaklarının inceliğinden bahsetseniz, parmaklarının ince olduğunu düşünmeye başlar.

Yine başka bir gün 35 yaşlarında bir kişi ile konuşuyorduk. Çocukluk yıllarında alınan yaralarının büyüklüğünden bahsederken şunu söyledi:

”İlkokuldayken bir gün şiir okumak için öğretmenimin beni tahtaya çağırdığı sırada, arkadaşlarımdan bazıları benim yürüyüşüme eğri bacak diyerek dalga geçtiler. Sonrasında da aynı şekilde hitap ettiler hep. Bu yaşa geldim, hala bu hissi üzerimden atamadım. Diyelim uzağımdaki kişiye doğru yaklaşıyorsam, bacaklarımın hep eğri eğri yürüdüğünü zannediyorum ve bu yüzden çok eziklik hissediyorum.”

Ne zaman oldu bu olay? 8-9 yaşlarında, şimdi 35 yaşında…

Aradan 20-25 yıl geçmiş, hala mı bu acı duruyor? Evet…

Çünkü çocukluk yıllarında duygulara alınan darbeler insanın bütün bir yaşamını etkiler. Ergen çocuk komplekslidir. Ergen çocuğun kompleksleri hakkında konuşulmaz. 6-7 yaşında bir kız çocuğuna bacağın eğri diyorsun, ergenlik döneminde de onu bir hatırlatırsan, çocuk birden bire yıkılır, yürümesini şaşırır.

Ergen çocuklara öğretmenlik yapacak, anne babalık yapacak, rehberlik yapacak kişiler!

Aman, dikkat!

Çocuğun kompleksleri ile ilgili bir imada dahi bulunmayın… Çünkü ergen çocuklar eleştirileri kendi kişiliği ile, kendi kimliği ile bağdaştırır; o eleştiriyi de eleştiri olarak kabul etmeyebilir. Çünkü duygu dünyası yeni yeni inşa ediliyordur. Oluşmamış olan duygu dünyasına en ufak bir hatalı dokunuş, çocuğun içerisinde ciddi arızalara sebebiyet verebilir.

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Çocuk Deyip Geçmeyin Bölüm 235/ Kısım 1

Mizaç, fıtrat, karakter ve kişilik nedir? Aralarında nasıl bir ilişki vardır?

“Mizaç(huy) değişmez, karakter değişir.” diyorsunuz, bunu biraz açar mısınız?

Mizaç ve huy kişinin nüvesidir, özüdür. Yaratılışta bardağın içine damlatılan iksir aslında… İlk var olduğu anda kendisini yönetecek merkez kısımdır. Atomun çekirdeği gibi, insanın çekirdeği de huyudur. O huy ve mizaç herkeste farklıdır. Herkeste farklı olan bu mizaç, kişinin ileride nasıl bir ruh haleti durumunda olabileceğinin ilk yapı taşlarını oluşturur. Dolayısıyla mizaç doğuştandır ve kişinin daha çok duygu durumunu ifade eder.

Çocuğun var olduğu hali ile kendini ortaya koyabilmesi için zemin oluşturmak gerekir. Çocuğa saygın davranabilmeli ve onu aziz bir misafir gibi kıymetlendirebilmeli ki; çocuğun içerisinde var olan o öz ortaya çıksın. Böylece çocuk varlığı ve yaratılışın ilk damlası ile şekillenmeye başlayacak. Coşku dolu bir halde ise, o hal ile kendini ortaya koyacak. Çocuğu “Zıplama, koşma, gülme, günah olur…”  sözleriyle şekillendirip, bir kimliğe bürünmesini sağlayan o halin önüne geçersek, çocuk huyunu ortaya koyamamış olur. Mizacını yani duygu dünyasını dışarıya yansıtamamış olur. O huy içinde barınsa da, sergileyemez. 30-40 yaşına gelip “Ben hiç çocukluğumu yaşayamadım.” dediğimiz şey var ya; işte özün kendini ortaya koyamaması ve engellenmesidir. Yahut gizli tutulması ile çocuğun yeni bir kişiliğe doğru gittiği haldir.

Fıtrat ise bütün insanların ortak özelliğidir. Mizaç ve huy insanların özel hali iken, insan olmanın özel hali fıtrattır…

İnsan onurludur, kişiliklidir, iyidir, değerlidir… Bunların hepsi tüm insanlığa ait, insan olmanın vasıflarıdır.

Kuşun fıtratında uçmak vardır, kedinin fıtratında miyavlamak vardır. İnsanın fıtratında da iyilik yapmak vardır. İnsan neden iyilik yapmıyor? Çünkü fıtratını ortaya koyamıyor. Fıtratı kaygılanıyor… Çocuğun özü, iç dünyası, benliği tehdit içinde kalıyor. Bir bakıyorsunuz ki; kişi insan fıtratının haricinde işler yapmaya başlıyor. Çünkü fıtratını ortaya koyarken engellemeler, baskılar ve zorlamalar ile karşı karşıya geliyor.

İnsanın sürekli ve iradi yaptığı davranışlara karakter denir. Örneğin; iyilikseverlik ya da namaz kılmak onun karakteri olmuştur.

Bir davranışın karakter haline gelmesi için, uyanıklık şarttır. Namaz kılarken robotik hareketler yerine; duyarak, hissederek kılmak uyanık olmayı sağlar. Uyanık olma haline de iradi hal diyoruz. İradi hal; kişinin kendi tercihleri ve direnci ile bir davranışı yapıyor ya da yapmıyor olduğu haldir. Yalan söylememek yani dürüstlük bir karakter örneğidir.

Karakter sonradan oluşur ve en çok da baba figürü etkilidir. Baba dirençli, kararlı, yapabilme-vazgeçebilme, sorumluluklarını yerine getirebilme hali ile, kendini gözlemleyen çocuklarına karakter edindirir. Çocuk babaya bakarak karakter sahibi olur. Anne karakter üzerinde kısmen etkili olsa da, çocuk anneden daha çok kişiliği edinir. Kişilikte ise kendi duygu dünyasını ifade etmesi üzerine olan bir hal vardır. Dış dünyaya yansıttığı kendi iç halidir esasen. Kişinin dışarıya karşı yüzüne taktığı maske ile kendi iç dünyası arasında ne kadar fark varsa, o derece kişilik bozukluğuna sahiptir. Kişi iç dünyasında öfkeli; ancak dış dünyasında sakinlik içindeyse bir arıza vardır. İç ve dış dünyası ne kadar örtüşüyorsa ruhen o kadar sağlıklıdır.

Mevlana Hazretleri’ nin şu sözü en güzel kişilik tarifidir;

Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol…”

Bu hali yakalayabilmek de çocuğun duygusal olarak beslenmesine bakar. İç dünyasını ortaya koyarken duygusal destek edinmişse, güven duygusu içindeyse; ancak böylesi bir çocuk kaygısız olarak iç alemini yansıtır. Güven ve duygusal yakin elde edebilmek, daha çok anneyle alakalıdır. Çünkü ruhsal olarak iç içe geçme hali, babadan ziyade anne ile sağlanır. Kişilik bir edinme halidir, öğrenme değildir. Öğrenilmiş kişilikler sahtedir. Edinilmiş kişilikler de, çocuğun anneyi kendi ruhuna sindirmesiyle olur. Anne ne ise, çocuk ona dönüşür.

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Çocuk Deyip Geçmeyin Bölüm 366 Kısım 2