Etiket arşivi: cumhuriyet

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kimdir? (1878-1942)

(1878-1942) Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsiriyle tanınan son devir din âlimlerinden.

Antalya’nın Elmalı ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğreniminin yanı sıra hafızlığını Elmalı’­da tamamlayan Muhammed Hamdi, tah­siline devam etmek üzere dayısı Mus­tafa Efendi ile birlikte İstanbul’a gitti ve Küçük Ayasofya Medresesi’ne yerleşti (1895). Beyazıt Camii’ndeki derslerine devam ettiği Kayserili Mahmud Hamdi Efendi’den icazet aldı. Bundan sonra ho­cası Büyük Hamdi, kendisi de Küçük Hamdi diye anılmaya başlandı; yazıla­rında da bu imzayı kullandı. Soyadı ka­nunu çıkınca babasının köyünün ismini (Yazır) soyadı olarak aldıysa da daha çok doğum yerine nisbetle Elmalılı diye meş­hur oldu.

Bir ta­raftan kendi gayretiyle edebiyat, fel­sefe ve mûsiki öğrendi. Ülkeyi çağdaş ilim ve medeniyet seviyesine ulaştırma­ya vesile olabileceği ümidiyle meşruti­yet idaresini hararetle savunmaya baş­ladı ve bu görüşü temsil eden İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin ilmiye şubesine üye oldu. Avrupaî tarzda bir meşrutiyet ye­rine şeriata uygun bir meşrutiyet mo­deli geliştirmek için çalışmalar yaptı.

II. Meşrutiyetin ilk meclisine Antalya mebusu olarak gir­di. II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine rızâ göstermeyen fetva emini Nuri Efendi’yi ikna edip fetva müsveddesini yazmak suretiyle bu konuda etkili bir rol oynadı.

1918’de şeyhülislâmlık bünyesinde kurulan Dârü’l hikmeti’l İslâmiyye âzalığına, bir müddet sonra da bu müessesenin reis­liğine tayin edildi. Israrlı teklifler üzeri­ne Damad Ferid Paşa’nın birinci ve ikin­ci hükümetlerinde Evkaf nâzırı olarak görev yaptı. Bu görevde iken ikinci rüt­beden Osmanlı nişanı ile ödüllendirildi.

15 Eylül 1919’da ilmî rütbesi Süleymaniye Medresesi müderrisliğine yükseltildi. Cumhuriyet’in ilânı üzerine memuriyet yaptığı kurumlar lağvedilince açıkta kal­dı. Millî Mücadele sırasında İstanbul hükümetlerinde görev yaptığı için İstiklâl Mahkemesi’nce gıyabında idama mah­kûm edilmesi üzerine Fatih’teki evinden alınarak Ankara’ya götürüldü ve kırk gün tutuklu kaldı. Mahkeme sonunda muh­temelen İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye olması sebebiyle suçsuz bulunarak serbest bırakılınca İstanbul’a döndü. Bundan sonra camiye gitme dışında evin­den hiç çıkmadı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Türkçe bir tefsir hazırlatılması kararı alınınca Diyanet İşleri Reisliği bu işi kendisine teklif etti. Elmalılı teklifi ka­bul ederek tefsiri yazmaya başladı; Hak Dini Kur’an Dili adını verdiği eserini vefatından önce bitirmeye muvaffak oldu. 27 Mayıs 1942’de, uzun müddet müp­telâ olduğu kalp yetmezliğinden Eren­köy’de damadının evinde vefat etti ve Sahrayıcedid Mezarlığı’na defnedildi.

Çağdaşları arasında benzerine az rast­lanan geniş kültürlü mütefekkir bir din âlimi olan Elmalılı Muhammed Hamdi aynı zamanda sanatçı bir kişiliğe sahip­ti. Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yaz­masına rağmen edebî yönüyle pek ta­nınmamıştır. Eserlerinde kullandığı dil üzerinde yapılan incelemelerden anlaşıl­dığına göre Elmalılı yazılarında genellik­le sade Türkçe kelimeleri tercih etmiş, ancak Türk dilinin öz malı haline gelen Arapça, Farsça ve Batı kaynaklı kelime­leri de ihmal etmemiştir. İlmî ve dinî ko­nulara ilişkin yazılarında ise oldukça ağır ve ağdalı bir üslûp kullanmış, yer yer se­çili cümleler kurmuş, mantık örgüsü sağ­lam uzun cümleler kullanmakta başarılı olmuştur.

İlmî Şahsiyeti

Elmalılı, İslâm ümmeti­nin içtimaî vicdanını kaybetmesinin bü­yük felâketlere sebep olacağını, müslümanları Avrupalılaştırmanın bir hata ol­duğunu ve kurtuluşun Avrupa’yı içimiz­de eritip kendi değerlerimizi korumakla mümkün olabileceğini yazılarında ısrar­la belirtmiştir. Ona göre Batı’nın değer­lerinden değil ilminden faydalanmak ge­rekir. Çünkü insanlar ancak İslâmî esas­lara bağlı kalmakla mutlu olabilirler. Esa­sen insanlık kendi türünü devam etti­rebilmek için bir gün mutlaka İslâmiyet’i benimsemeye mecbur kalacak ve gele­cekte İslâm dini daha iyi anlaşılıp uygu­lanacaktır.

Muhammed Hamdi, İslâmî ilimlerdeki derin vukufunun yanı sıra fel­sefî düşünce ve pozitif ilimler alanında da sağlam bir anlayışa sahipti. Nitekim dinî endişelerle pozitif ilimlerin önüne engel konulmaması gerektiğini kuvvetle savunmuştur. Dini, kendi arzularıyla iyilik yapacak ve kemale erecek insanlar yetiştiren bir eği­tim müessesesi veya insanları kendi is­tekleriyle tabiatta gözlenen zorunluluk ve baskıların üstüne yükseltecek olan bir hürriyet yolu olarak görür.

Elmalılı’ya asıl ününü kazandıran ese­ri Hak Dini Kur’an Dili adlı meşhur tef­siridir. Ona göre Kur’ân-ı Kerîm hiçbir dile hakkıyla tercüme edilemez. İhtiva ettiği mânaları keşfetmek çok zor olmak­la birlikte Kur’an’ı tefsir edebilmek için kelimelerin gerçek anlamını belirlemek, lafız ve mâna bakımından ilişkili olan ke­limeler arasında bağlantı kurmak, lafız­ların yer aldığı metnin genel kompozis­yonunu dikkate almak ve neticede kas­tedilen asıl mâna ile tâli mânaları ayırt etmek gerekir.

Üç dört yıl aralıksız felsefe ile meşgul olan Muhammed Hamdi, Batılı bazı ya­zarların mantık ve felsefe kitaplarını ter­cüme etmek, pozitivizm, materyalizm ve tekâmül nazariyesi başta olmak üzere çeşitli felsefî sistemleri eleştirmek su­retiyle felsefede de söz sahibi bir âlim olduğunu göstermiştir. Bilgiler arasın­daki ilişkileri düzenleyerek mutlak sen­teze varmayı önemli gören Elmalılı, di­ğer mütefekkir ve âlimlerden bağımsız olarak düşünebilmesi ve onları yer yer eleştirerek farklı görüşler ortaya koyma­sı açısından müslümanların tefekkür ha­yatının canlanmasına katkıda bulunmuş­tur.

Diyanet İslam Ansiklopedisi

Ben Dindar Bir Cumhuriyetçiyim

Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?

Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.

Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.

Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.

Şualar

İnsanlık “Dinsiz” Kalamaz!

Dindar Cumhuriyet kitabının yazarı İbrahim Ethem Deveci, Bediüzzaman’nın İslamiyet’i siyasal bir ideoloji gibi algılamadığını belirterek “Said Nursi, İslamiyet’in yüzde doksan dokuzu ahlak, ibadet, ahret ve fazilet; yüzde biri ise siyasete bakar. Onu da bu işle uğraşanlar düşünsün, diyor.” dedi.

İbrahim Ethem Deveci, Birand Yapım’ın hazırladığı “Bediüzzaman’ın Entelektüel Hayatı” konulu belgesele Said Nursi’nin Cumhuriyet ve laikliğe bakışı hakkında özel açıklamalarda bulundu. Deveci, “Bediüzzaman, dini bir araç olarak kullanmadı. Bediüzzaman dini araçsallaştırıp, onunla siyasi, ekonomik bir sonuç elde etmeyi kendisine yakıştırmaz. O sadece Kur’an’ın bu asra bakan mesajlarını, iman hakikatlerini insanlara ders verir. Aynı zamanda kendisi de ders aldığını ifade eder.” diyerek Moralhaber.Net’e Said Nursi’nin Cumhuriyet hakkındaki düşüncelerini şöyle anlattı:

Dine ideolojik bakmak onun sınırlarını daraltmak ve yorumlardaki çoğulculuğu engellemek anlamına da gelebilir. Doğrunun birçok boyutu olabilir ve hepsi de İslamiyet’in içinde kendine yer bulabilir. İdeolojik bakış bu zenginliğe engeldir ve özünde dayatmacı bir mahiyet taşır. Bediüzzaman’ın iktidarı ele geçirmek gibi bir niyeti, gizli veya açık bir programı yoktur. İnsanları imana, ahlaka, fazilete, ibadete davet etmektedir. Onlara hürriyetin insan olmanın vazgeçilmez bir özelliği olduğu, dünyevi mutluluk ve gelişmenin özgürlükçü, demokratik yönetimlerle mümkün olduğunu anlatmaktadır. Kendisini de dindar bir cumhuriyetçi olarak tanımlamaktadır.

Bediüzzaman her kavramı vahiy ekseninde algılar ve tanımlar

Deveci, Bediüzzaman’ın cumhuriyet anlayışını özgürlüğün kurumsallaşmış hali olarak tanımlayarak şunları kaydetti: “Üstat her kavramı vahiy ekseninde algılar ve tanımlar. ‘Hürriyet-i şeriyye yani insaniyete layık olan en yüksek kamalata olan meyil ve arzu ile cihazlanmış olmak.’ Özgürlük insanın kalitesi ile doğru orantılıdır. Mükemmel insan olmak aynı zamanda özgür bir insan olmaktır. Bediüzzaman’a göre insanın varlığının derinliklerinden gelen hürriyet arzusu insani ve İslami bir duygudur.

DİNDAR CUMHURİYETİN TEMEL KARAKTERİ

Bugüne kadar hürriyetin tanımlarında iki unsur dikkate sunuluyordu. Birisi kanunlarla korunan hürriyetler ve kanunların izin verdiği ölçüde hürriyet. Diğeri kişinin diğer insanlara zarar vermeksizin istediğini yapabilmesi. Bediüzzaman bunlarla beraber nefsin boyunduruğu, esareti altına girmemeyi ve böylece kendi mükemmel varlığına zarar vermemeyi de hürriyet olarak tanımlıyor.” diyen Deveci, Bediüzzaman’a göre dindar cumhuriyetin temel karakterini 10 maddede anlattı:

  1. Keyfi değil kanuni, hukuki yönetim.
  2. Herkesin kanun önünde eşit olması; imtiyazsızlık
  3. Parlamentolu sistem, kararların meşveretle alınması.
  4. Anayasal rejim, kurumların siyasi ve hukuki statüsü ve sosyolojik derinlik uyumu
  5. İktidarın millet tarafından seçimle oluşturulması
  6. Meclis hürriyeti, özgür bir istişare ortamı
  7. Şahsi menfaatlerden önce kamu menfaati (hukukullah hükmünde)
  8. İnsan fıtratına uygun marifet, muhabbet, doğruluk hâkim olmalı. Bu sosyopsikolojik zemin.
  9. Kamuoyunun iktidarları denetleyebilmesi, hesap sorabilmesi
  10. Hakkın hâkimiyeti. Kuvvet haktadır. Hukukun üstünlüğü asıldır, üstünlerin hukuku değil.

Deveci, sözlerine şöyle devam etti: “Bediüzzaman farklı yorumlanabilecek meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi, anayasal düzen gibi kavramların nüanslarından ziyade temel karakterlerini vurgular.” diyerek “Hepsini birbirinin yerine kullanır. ‘Cumhuriyet ve demokratlık manasındaki meşrutiyet ve kanun-u esasi denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet. ‘Cumhuriyet ki: (O zaman meşrutiyet. Şimdi o kelime yerine cumhuriyet konulmuş) adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. Bir nokta daha var ki çok önemlidir: Müslümanların içinden çıkmış bir hükümete hükümet-i İslami diyen Bediüzzaman İslami kavramını değişik ve alışık olunmayan bir şekilde kullanıyor. Buradan anladığımız kadarıyla en geniş anlamıyla Müslümanların yönetimi temel dini hükümlere aykırı olmamak kaydıyla İslami’dir.

BEDİÜZZAMAN’IN LAİKLİĞE BAKIŞI

Bediüzzzaman’ın laikliğe bakışı açısı pek çok kişi tarafından bilinmemektedir.” diye konuşan Deveci, Said Nursi’nin laiklik konusundaki düşüncelerini şöyle özetledi:

“Bediüzzaman, Kur’an’daki ‘Dinde zorlama ikrah yoktur’ ayetinin bu zamana baktığını ve önemli vurgular içerdiğini ifade eder. Bu ayet İslam âleminde asırlarca farklı dinlerin ve milletlerin medeni haklarının garantisi olmuş ve bu farklı unsurlar bir arada rahatça yaşamışlardır. Bediüzzaman bu ayetin cifir hesabıyla 1930’lu yıllara baktığını izah eder ve der ki; ‘bu ayet mana-yı işarisiyle der; o tarihte dini dünyadan tefrik (ayırma) ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silahlı cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-i esasi, bir düstur-u siyasi oluyor ve hükümet laik cumhuriyete döner.’ (Asay-ı musa meyve risalesi 11.mesele) Din ve vicdan hürriyeti dünyada genel kabul görür ve bir üst hukuk normu olarak kabul edilir. Hükümetler laik bir nitelik kazanır. Böylece din için silahlı savaş anlayışı sona erer. “

BEŞER DİNSİZ KALAMAZ

Deveci, sözlerine şöyle devam etti: “Dünya İslamiyet’in asırlardır uyguladığı din ve vicdan hürriyeti anlayışına yaklaşır. Çünkü Ortaçağ’da kilise tahakkümü altındaki Avrupa’da fikir hürriyeti yoktu. Fikir ve vicdan hürriyeti din adına engelleniyordu. Tahrif edilmiş Hristiyanlığın yorumları mutlak gerçek olarak insanlara dayatılıyor ve kilise engizisyon mahkemeleri ve aforoz mekanizmasıyla insanları adeta boğuyordu. Avrupa’da din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması ve kilise tahakkümünün yıkılması ve ladinilik akımlarının meydana gelmesi bu sebepledir. Sonuçta pozitivist ve Materyalist akımların da etkisiyle, Avrupa insanının dinden kopuk, seküler bir hayat tarzını benimsemesi, hakikati daha rahat görerek, tevhit dinine yaklaşmalarını da sağlamıştır. “Beşer dinsiz kalamaz” hükmü gereği, kilisenin baskısından kurtulan Avrupalının hak dini kabulünün önündeki engeller azalmıştır.

Özgürlüğün ve gerçeği araştırma meylinin yaygınlaşması ölçüsünde, papazların ve ruhanî reislerin tahakkümlerinin sona ermesi veya azalması Bediüzzaman’a göre İslamiyet’in kabulü açısından uygun bir ortam sağlamaktadır. Bediüzzaman bu zikredilen ayetin işaretinden hareket ederek, artık – harici düşmanın saldırısı olmadığı sürece – din için silahlı cihat devrinin kapandığı yorumunu yapar. “Düşmanlarınızın seyyiâtı (kötülüğü)—tecavüz olmamak şartıyla—adavetinizi (düşmanlığınızı) celbetmesin” ifadesi de bu anlama gelmektedir.

Bediüzzaman ecnebilerdeki düşmanlık ve taassubun ortadan kalkmakta olduğunu, medeni insanların ikna metoduyla gönlünün kazanılacağını, zorlamadan, İslamiyet’in ulviliğini ve kutsiyetini dikkatlere sunarak, ona ait güzel ahlakı yaşantımızla göstermemiz gerektiğini ifade eder.

LAİKLİĞİN TÜRKİYE’DEKİ UYGULAMASI PROBLEMLİDİR

Bu ifadelerden fikir ve vicdan hürriyeti çerçevesinde tatbik edilecek bir laiklik anlayışının ipucunu veren Bediüzzaman bundan böyle ‘iman-ı tahkiki kılıcıyla manevi bir cihad-ı dini’ döneminin başladığı yorumunu yapar. Ona göre Kur’an’ın elmas kılıçları ilim ve fennin hükmettiği bu modern çağlarda fikri ve dini hâkimiyetini gerçekleştirecektir.

Laikliğin Türkiye’de uygulanması problemlidir. Batı’da din ve vicdan hürriyetinin temini mücadelesi sonucunda ortaya çıkmış bir kavram olan laiklik ülkemizde dine karşı, dine yer vermeyen bir hayat tarzını dayatma aracı olarak kullanılmıştır. Buna karşı Bediüzzaman Said Nursî de: “Lâik cumhuriyet, dinî dünyadan ayırmaktır. Yoksa dinî reddetmek ve bütün bütün dinsizlik olmadığını biliyoruz. Laiklik dine karşı tarafsız kalmaktır. Eğer lâik cumhuriyeti soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik manası bîtaraf (tarafsız) kalmak, yani hürriyet-i vicdân düstûruyla dinsizlere ve sefahatçilere ilişilmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişilmez bir hükümet telâkki ederim” demektedir.

BATI’DA HAKİM FELSEFE İKEN DOĞU’YU AYAĞA DİN KALDIRACAKTIR

Öncelikli olarak bu tarafsızlığın sağlanmasını ister. Tarafsızlık laikliğin asgari şartıdır. Bediüzzaman bu tarafsızlığın yanında ve ötesinde İslamiyet’e taraftarlığın da ülkemiz için sosyokültürel bir zorunluluk olduğunu dile getirir. Çünkü ona göre Asya ve Doğu, Batı’ya benzemez. Batı’da hâkim felsefe iken doğuyu ayağa kaldıracak dindir. Dolayısı ile İslam âleminin gelişmesi din dışlanarak sağlanamaz. Bilakis dinin aktif hale getirilmesi ile sağlanır.

Devlet, hangi dinden ve etnik kökenden olursa olsun vatandaşlarının dinle ilgili taleplerini dikkate almalıdır. Yüzde doksan dokuzu Müslüman olarak ifade edilen Türkiye’de, Müslüman milletin kendi inançlarıyla ilgili talepleri mutlaka dikkate alınmalı, devlete düşen ilgili hizmetler yerine getirilmelidir. Devlet millet içindir, milletin ihtiyaçlarını karşılamak için vardır. Milletimiz kendisini Müslüman olarak tanımlamaktadır. Toplumun bu ön önemli aidiyet duygusunu görmezden gelerek kendini konumlandırması mantık dışıdır. Bu açıdan; devlet en azından dinin gerek fert, gerekse toplumsal anlamda yaşanmasına engel olacak düzenlemelere asla girmemelidir.

Dursun Kabaktepe / www.moralhaber.net

Yirminci Yüzyıl Kahramanınız Kim?

Mustafa Akyol, resmi ideolojiyi cesurca eleştiren sorgulayan genç ve dinamik bir yazar. Star gazetesinden biliyorsunuz. Yıllardır söz konusu edilemeyen, kırmızı çizgileri, mayınlı alanlara kara gözlü giren bir kalem. Hem dış dünyayı hem ülke gerekçelerini objektif görebilen biri aydın.

Otoriter rejimler birer birer yıkılırken işin arka planına baktığınızda model ve formül Osmanlı’nın çöküşünde başrolde oynayan İttihatçı komitacıların olduğu anlaşılır. Koca imparatorluğu çökerttikten sonra Ortadoğu, Kuzey Afrika’da bağımsızlık hareketlerinde etkileri olduğu kadar otoriter model olma konusunda da model oldukları görülür. Dikkatlerden kaçırılan önemli bir ayrıntı, Kemalistler genellikle bağımsızlık vurgusunu fazla yaparlar, demokrasiden hazetmezler. “Dışa karşı bağımsızlık olsun içerde biz istediğimiz gibi hak ve hürriyetleri kısıtlayabiliriz” görüşündeler. Hamasetlerinin klişe sloganı “bağımsızlık”tır. Oradan öteye hürriyet ve demokrasi denilince hemen yaftayı yapıştırırlar; “vatan haini” derler.

Akyol’un, “Gayri Resmi Yakın Tarih” konulu kitabının kapağında ayrıca bir cümle daha var: “Bütün devrimler yanlıştı. Kemalist devrimler de yanlıştır.” Mustafa Akyol ile İstanbul Florya’daki evlerinde keyifli bir sohbet oldu. Fikri temelini Bediüzzaman ve Risale-i Nur olduğunu özellikle ifade etmeleri dikkate değer bir husus. Gerek Türkiye gerekse İslâm alemindeki gelişmelerin arka planında Risale-i Nur un etkisine işaret ettirler. Umarım paylaştığımız yönlerini beğeneceksiniz.

SON YÜZ YILIN TARİHİNDE ÇOK CİDDİ BİR SEÇİCİLİK VARDIR

“Gayri Resmi Yakın Tarih” adlı bir kitabınız var. Tarihin resmisi gayri resmisi nasıl olur? Tarih yaşanmış olayların günümüze aktarılmış belge ve dokümanları değil mi?

Tarihin bir realitesi var. Bir de bunun bize aktarılan bir literatürü var. Dünyanın her yerinde bu ikisi arasında fark vardır. Amerika’ya gittiğinizde Amerikan tarihini okuduğunuzda Kızılderili katliamından pek bahis bulamazsınız. Her ülke tarihi kendine göre taraflı olarak yorumluyor. Fakat, otoriter rejimlerde, toplumu kendi ideolojilerine göre inşa etme sürecinde tarih yaşanmış gerçeklikten farklı bir şekilde yorumlanıyor. Bizim tarihimiz konusunda alternatif tarihçileri okuduğumda ve yurt dışındaki literatürü taradığımda gördüm bu farkı, Yaşanmış gerçeklikle bizim okuduğumuz resmi tarih arasında büyük farklılıklar olduğunu gördüm. Resmi tarihi bize kim anlatıyor? Devletin okullarında, ders kitaplarında, üniversitelerinde, devletin tarih kurumunda neler anlatılıyor iyi bakmak lazım.

Son yüz yılın tarihine bakıldığında çok ciddi bir seçicilik yapıldığı görülür. Yaşanmış gerçeklerin bazı yönleri anlatılmış bazıları anlatılmamış. Bazı yönleri de özellikle çarpıtılarak anlatılmış.

TARİH SİYASİ İKTİDARINI MEŞRULAŞTIRMAK İÇİN ÇARPITILARAK YAZDIRILMIŞ

Burada doğrulamayı nasıl yaptınız?

Aslında hiç kimsenin “gerçek tarih benim bildiğim ve yazdığım” deme şansı yoktur. Fakat en azından alternatifini görüyorsunuz. Bakıyorsunuz böyle bir tarih anlatımı var. Bir başka alternatifinde aynı konu çok daha farklı geçiyor. Bağımsız kaynaklar var. Karşılaştırdığınızda gerçek ortaya çıkıyor. Siyasi iktidarların kendini meşrulaştırmak için kendilerine göre bir tarihe ihtiyacı oluyor.

Meselâ; Kurtuluş savaşında Mustafa Kemal’den başka kimsenin rolü olmadığını düşünüyorsunuz resmi tarihe göre. Bakıyorsunuz Kâzım Karabekir Anadolu’ya Mustafa Kemal’den daha önce çıkmış. Demek ki bu anlatımla realite farklı. Resmi tarihte bahsedilmeyen olaylar var. Dersim olayı ile ilgili tarih kitaplarında hiçbir şey bulamazsınız. Geçmez. Yeni gündeme geliyor daha.

İLK DARBE 1925’TE YAPILMIŞTIR

Bugünkü sorunlar hakkında sağlıklı teşhis konulabilmesi için yapılan yorumlar genellikle tarihi derinlikleri ile ilişkilendiriliyor. Şu en öncelikli sorunlar hangi tarihi olaylara dayanıyor? Kırılma noktaları ne zaman başlamış?

Bugünkü resmi tarih dediğimiz Kemalist tarihe göre, Cumhuriyetin kuruluşu ile tek parti dönemine atıf yapıyorlar. Aslında Cumhuriyet tek parti döneminden daha önce. Tek parti dönemi 1925’te başlıyor. Onlar diyorlar ki, “Kemalist devrimler çok iyiydi. Ne yazık ki içerdeki bazı hainler bazı siyasiler oy avcılığı için çok partili döneme geçince (Menderes’i kastediyorlar) ilke ve inkılaplara karşı direndi. Tam olarak yerleşmesine engel oldular. Tek sorun toplumun anlamamış olması” gibi bir anlatım var. Kemalistler kendi haklarının çiğnendiğini düşünüyorlar. “Mustafa Kemal herkese Türk demiş niye kabul etmiyorlar?” diyorlar. Ya adam Kürt. Bu realite nasıl değişir?

İLK MECLİS DAHA DEMOKRATTI M.AKİF VE BEDİÜZZAMAN DA DESTEKLEMİŞTİ

Osmanlının son dönem meclis-i mebusanı azaları Ankara’da ilk Türkiye Büyük Millet Meclisinin de üyeleri. Fakat zihniyete ve uygulamalara bakıyoruz Osmanlı ile hiç âlakası yok gibi. Oradaki paradigma ayrışması tarihlerde izah edilmiyor. Müthiş bir kırılma var. Viraj mı denir, dönüş mü denir? Bir sapma var. Bakıyoruz Osmanlı’nın son zamanlarında hâkim olan düşünce ile bugünün bakış açıları arasında bir çatışma görünmüyor. Fakat tek parti düşüncesi ile milletin ortak vicdanı o gün de bugün de hâlen uyuşmuyor. Buna ne demeli?

Çok önemli bir noktaya temas ettiniz. Osmanlı’nın birinci meşrutiyet denemesi sonra ikinci meşrutiyetle çok önemli bir demokratikleşme hikayesi yaşanıyor. Bediüzzaman Said Nursi’nin Mehmet Akif’lerin desteklediği bir anayasal süreç yaşıyor.

Bu ne demek?

Padişahın yetkileri sınırlı. Tam yetkili bir meclis var. Meclisi oluşturan partiler var. Dindarlar, liberaller, gayr-i müslümler vb. her kesimden de temsilcilerden oluşan bir meclis-i mebusan var. Osmanlıdaki gayr-i müslümler eşit vatandaşlık durumuma gelmiş. Dernekler var. Çok ciddi bir entelektüel hayat var. Bir taraftan toprak kaybediyor ama kendi içinde ciddi bir tekâmül içinde. Kurtuluş savaşına herkes katılıyor destekliyor. Damat Ferit gibi karşı çıkanlar olsa da çok büyük bir kesim Milli Mücadeleyi destekliyor ve Kurtuluş Savaşında yer alıyor. Mustafa Kemal Samsun’a çıkmadan önce Anadolu’nun her yerinde “Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri” kuruluyor. İnsanları bilinçli.

“NE YANLIŞ GİTTİ?” SORUSUNA ÇARE OLARAK İKİ FARKLI GÖRÜŞ ÇATIŞIYORDU

 Nitekim Ankara’daki parlamento İstanbul’dakinin devamıdır. Osmanlı son döneminde farklı fikriyatlar ortaya çıkmış. Genelde şu soru soruluyor ve cevaplar aranıyor: “Ne yanlış gitti? Niye biz batı karşısında yenildik? Niye geri kaldık?…” Buna farklı cevaplar verilmiş. Bir kısmı demiş ki; “Efendim batı keşifler, icadlar yaptı biz gözümüzü kapadık. Batıya açılmamız lazım.” Bir kısmı demiş ki, “Din yüzünden geri kaldık.” Bunlar “Garpçılar” diye bilinen bir akım. Bir başka kesim; “Hayır efendim bizi geri bırakan din değildir. Batının tekniğini alırken dinimize sahip çıkmamız lazım demişler.”

GENÇ OSMANLILAR HEM DİNE SAHİP ÇIKALIM HEM YENİLİKLERİ ALALIM DİYORDU

Ali Süavi, Namık Kemal bu görüşü savunanlardan değil mi?

Evet Namık Kemal’ler, “Genç Osmanlılar” hareketi de bunu söylüyor. Dolayısıyla “Ne yanlış gitti?” sorusuna farklı cevaplar veriliyor. Din yüzünden geri kaldık diyen küçük bir grup. Bunların en tepesinde Abdullah Cevdet bulunuyor. Bunlar batıdaki din karşıtı materyalist akımlardan da etkileniyorlar. Bunların düşünceleri, “bilim dinin yerine geçecek” olan yeni bir akideyi savunuyorlar. “Bilim dini” ortaya çıkacak. Klasik din anlayışı terk edilecek. İnsanlar pozitif bilim düşüncesinde materyalist bir geleceğe doğru gideceğini zannediyorlar

Osmanlı yıkılırken herkes düşmana karşı birlikte hareket ediyor. Daha sonra cumhuriyet kurulurken bu farklı siyasi görüşler farklı eğilimlere dönüşüyorlar. Mustafa Kemal de bu pozitivist materyalist görüşe sahip kadronun içinde. O ve ona itibar edenler Cumhuriyet Halk Fırkasını kuruyorlar. Daha muhafazakar ve liberal olanlar Terakkiperver Fırkasını kuruyorlar. Cumhuriyetin kuruluş yılında iki parti var. Biri bugünkü Cumhuriyet Halk Partisi diğeri Terakkiperver Fırkası ki, daha sonra Demokrat Parti’nin, Adalet Partisi’nin, Doğru Yol Partisi’nin, Özal’ın Anavatan Partisi’nin belki bugünkü Ak Parti’nin kökenini oluşturuyorlar. Onlar da modernleşmeden, değişimden yana. Ama dine saygılı olduklarını özellikle belirtiyorlar. Değişimi topluma dayatarak değil demokratik bir şekilde olmasını istiyorlar. Ama CHP, Terakki Perver Fırkayı kapatıyor, ülkeyi 25 yıl tek parti olarak yönetiyor. Devletin politikalarında CHP zihniyeti hâkim oluyor. Mustafa Kemal döneminde çok partili deneme 1930’da Serbest Fırka ile başlıyor. O da kapatılıyor. Aslında Türkiye’de ilk darbe 1925’te yapılıyor. Terakki Perver Fırkanın kapatılışı ilk darbedir. Çok büyük hatadır. Ben kitabımda öyle yazdım. Halbuki ilk başta çok daha renkli ve demokratik bir tablo varken bahsettiğim ilk darbe ile Mustafa Kemal tek karar verici oluyor.

TEK PARTİ DÖNEMİ FİKİR ADAMI BAKIMINDAN FAKİRLİK DÖNEMİDİR

Bugünkü deyimle o zamanki tek parti ve uygulamaları toplum mühendisliği projesi denilebilir mi?

Şüphesiz. Osmanlı aydınlarında da Batıya bakışta iki görüş var. Bir kısmı hem dinimize ve değerlerimize sahip çıkarken batının teknolojilerini, yeni siyasi sistemlerini alalım diyenler grubu. Diğeri batıdan yenilikleri alırken dini bırakalım diyen materyalist kafa var. O zaman batıda hem demokrasi de var, faşist otoriter rejimler de var. Dolayısıyla 1930’lar CHP’sinde de faşist uygulamaların etkilerini görüyoruz. Tarih Kurumunun “Türk ırkı” ile ilgili tezleri vardır. Karşı çıkan hocalar tasfiye edilmiştir. Tek partinin iki dönemini doğru değerlendirmek lazım. Mustafa Kemal dönemi İsmet İnönü dönemi olarak. Bugün CHP’ye saldırırken hep İnönü eleştiriliyor. Atatürk koruma kanunu ile korunduğu için hep İnönü üzerinden CHP’ye saldırılıyor. Aslında İnönü dönemi kısmi rahatlama dönemidir. Kazım Karabekir’in ev hapsi kaldırılmıştır. Kafatasçı yaklaşım reddedilmiştir. İmam-hatip, ilahiyat fakülteleri açılmıştır, çok partili sisteme geçişin ilk adımları o zaman atılmıştır.

Cumhuriyet döneminde entellektüel potansiyel bakımından da fakirleşme dönemidir. Osmanlı’nın son zamanlarının entellektüeli oldukça birikimlidir. Karşıt görüşlerin her iki cenahındakiler bugünün tabiri ile elitleri seviyesi çok yüksektir. Cumhuriyetin ilanı ve 1950 yılına kadar geçen zaman içinde fikri alanda, bilim alanında oldukça fakirleşme olmuştur. Hele din eğitimin yasaklanması başlı başına fecaat bir durumdur.

BEDİÜZZAMAN GİBİLERİN SAYESİNDE DİNİ YOK EDEMEDİLER

Çok partili hayata geçişte dış dinamiklerin etkisinin olduğu biliniyor. İç dinamiklerin etkisi var mıydı, varsa ne kadar vardı?

Çok partili sisteme geçiş, batıya dahil olmanın bir gereği görülüyor. Teslim edelim ki İnönü o zaman “Yeni bir dünya kurulur biz orada yerimizi alırız” diyerek çok partili hayata geçiyor. Rejimin çok iddialı totoliter hedefleri tam gerçekleşmiyor. Büyük iddiaları gerçekleşmiyor. Meselâ dini kurumlar üzerine kurulan baskılarla pozitivist propaganda ile zannettiler ki bu kadar baskıdan sonra din ortadan kalkar. Öyle olmadı tabii ki. Toplumda güçlü bir dindarlık vardı.

Bu arada haklarını teslim edelim başta Bediüzzaman Said Nursi gibi, Süleyman Tunahan gibi, Nakşi geleneğinden gelen âlimler bu baskılara karşı koyuyorlar. Bunu hiçbir şekilde şiddete başvurmadan fikren yapmışlar. Özellikle Bediüzzaman Said Nursi’nin yeri, etkisi kayda değerdir.

Hem dış dünyada meydana gelen değişimler hem içten gelen talepler hem de fikri karşı koymalar ile çok partili hayata geçiliyor.

Gerçi çok partili hayata geçiliyor ama rejimin sahipleri ve aktörleri zaman zaman gelip darbeler yapıyor. Aslında tek parti döneminin 1930’lu yılların ruhu ölmüyor. 27 Mayıs darbesi ile başlayan zaman zaman nükseden 1971 muhtırası, 1980 darbesi ve sonrası bu otoriter zihniyet hiçbir zaman muhafazakârlara olumlu bakmıyor. Bu zamana kadar demokrasinin önüne hep engel oldular.

OSMANLININ SON DÖNEMLERİNDE FİKRİ VE AYDIN POTANSİYELİ BAKIMINDAN ÇOK ZENGİNDİ

Dış dünyayı tanıyan birisi olarak bugünkü Türkiye hakkında bir değerlendirme yapacak olursak ne demek istersiniz? Ortamı, fikri zemini entelektüel potansiyeli nasıl görüyorsunuz?

Osmanlı’nın son dönemi fikri ve entelektüel olarak çok zengindi. Hem batıyı iyi biliyorlar hem İslâmi bilgi derinliğine sahiptiler. Özellikle “Genç Osmanlılar” böyledir. Cumhuriyetin ilk yıllarında tasfiye edildiler. Onun için bu dönemler bilgi ve fikri bakımdan fakirleşme dönemidir. Dini kurumları ortadan kaldırdılar. Rafine İslâmi bilgiye sahip kimse kalmadı. Laikler hep köydeki imamı tenkit ederler. Rafine bilgiye sahip olanları biçmiş tasfiye etmişsiniz geride kalanları tenkide hakkınız yoktur. Yabancı bir yazarın şöyle bir sözü var “Eğer tek bir fikriniz varsa söyleyecek fazla bir sözünüz yok demektir.

Laikçiler tek tip görüş dışında hiçbir görüşe saygı duymuyorlar. Farklı bir şey söylediniz mi klişe “Vatan haini”, “Dış güçlerin ajanı”… gibi yakıştırmalara baş vuruyorlar. Yurt dışına çıkınca bu tartışmaların çoktan bittiğini gördüm. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Bu sözü çok saçma buluyorlar batıda. İlim sana bir çok şeyleri elde etmende işine yarayabilir. Ahlâk kazandırabilir mi? Nazilerin üst ırk teorisi ve uygulamaları bilimseldir. Sonra bu tezden çoktan vaz geçtiler.

Soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasının yaklaşımı bizim yerli laiklerin yaklaşıma etkisi olmuş mudur?

Şüphesiz soğuk savaş döneminin kutuplaşması bizde farklı bir boyut kazanmıştır. Sağ sol gibi akımlar şeklinde. Yabancıların gözünden bizim ülkemize bakıp doğru tespitlerde bulunmuşlar. Meselâ kimisi hilafetin kaldırılmasını çok yanlış buluyor. Dil devrimin çok kötü bir şey olduğunu yazanlar var. İslâm hakkında güzel fikirleri olanlar var. Bizimkilerde ise hep suçlayıcı bir dil var. Suçlayıcı dil olduğunda uzlaşma olmadığı için kimse birbirinden bir şey öğrenemiyor. Ben Marksist düşüncede değilim ama bazen bir Marksist düşünceye sahip birisinden de öğrenebilecek bir şeyler olabileceğini düşünüyorum.

FİKİR VE DÜŞÜNCE TEMELİMİN OLUŞMASINDA BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR’UN ETKİSİ ÇOK FAZLADIR

Mustafa Akyol özeline gelmek istiyorum. Düşünce ve fikir yapınızın temelini oluşturan etkenler veya kişiler kimlerdir?

Dini konularda bir çok kaynak okudum. Tefsirler gibi. Ancak Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un etkisinin daha fazla olduğunu söyleyebilirim.

Risale-i Nur cemaatlerinden bir gruba mensubiyetiniz var mı? Bunu sormaktaki maksadım grup aidiyeti olduğu zaman bakış açısı ile dışarıdan Risale-i Nuru okuyup istifade edenler arasında yaklaşım ve yorum farkları olabilmektedir.

Ben herhangi bir cemaate ve gruba mensup değilim. Fakat Boğaziçi Üniversitesinde öğrenciyken Risale-i Nur okuyan arkadaşlarım oldu. Onların çay içilen, Risale okunan sohbetlerine katıldım, istifade ettim. Herhangi bir gruba mensup değilim derken o mensubiyeti yanlış bulmuyorum. Bilakis çok değerli buluyorum. Onun da artıları var. Tek başına okuyup kendinize ait düşüncelerin oluşmasının da artıları var. Ben Bediüzzaman’dan çok istifade ettim. Bana sorulsa, yirminci yüz yıl kahramanınız kim deseler. Bediüzzaman Said Nursi derim.

Niçin derim? Birincisi eserlerinin içeriği olarak derim. İkincisi, hayatı benim için çok önemli. Çok ciddi ve büyük hizmet yürütmüş, hayatını vakfetmiş ve en ufak bir menfaat sağlamamış olmasıdır. Biliyorsunuz dini istismar eden insanlar da oluyor. Bediüzzaman bunlarla asla mukayese bile edilemez. Son derce özverili ve fedâkar bir hayatı var.

Bediüzzaman dünyayı nasıl etkilemiş?” derseniz Türkiye’deki dinamik İslam ülkelerinde de etkili oluyor. Yirminci yüzyılda din sorundur diyen zihniyet önce Türkiye’de sonra İran’da sonra Suriye’de başa geliyor. Özellikle Irak ve Suriye laik Baas diktatörlükleridir. Baas diktatörlükleri laikperest denebilecek dine baskı uygulayan diktatörlüklerdir. İran’da Şah zamanında çok daha ileri gidiyorlar. Sokakta kadınların baş örtülerine el uzatıp çıkartıyor. Keza Cezayir, Tunus aynı. Laik istibdat yaklaşımına karşı da İslâmi istibdat karşı görüş olarak ortaya çıkıyor. Yani diyorlar ki, “Bu adamlar devleti ele geçirmiş laikliği dayatıyor. Biz de devleti ele geçirelim dini dayatalım.”

LAİK İSTİBDAT İLE İSLAMCI İSTİBDATIN METODLARI AYNI

Bu yaklaşım Kemalizmin enstrümanları değil mi?

Evet aynen öyle. İşte İran’da görüyoruz. Başörtüsünü zorla taktırıyor. Şah zorla çıkartıyordu bunlar da tersini dayatıyor. İbadeti zorla yaptırırsan İhlas olmuyor. O zaman bir faydası yok. Önemli olan insanlara tebliğ yapmak. Suudi Arabistan’da da polis insanları zorla camiye gönderiyor. Allah için mi namaz kılıyor polis için mi? Çok ciddi bir sorundur.

MİLLİ GÖRÜŞ GÖMLEĞİNİN ÇIKARILMASI RİSALE-İ NUR HAREKETİNİN ETKİSİYLEDİR

Türkiye’nin dinamiklerine gelecek olursak. Milli Görüş, Demokrat Parti’nin devamı olan Adalet Partisi’nin bölünmesinden sonra ortaya çıktı. İlk zamanlar devleti ele geçirip biz hükmedelim düşüncesi vardı. İktidar rantı ayrı bir konu tabii. Milli Görüş açıkça demokrasiye karşı olduğunu beyan etmiyordu ama tabanı demokrasiyi batı icadı diye düşünce olarak kabullenmiyordu. Dolayısıyla kötü bir şeydi onlara göre. Buna mukabil Türkiye’de Risale-i Nur hareketinin Milli Görüş çizgisine itibar etmemesi, demokrat çizgiyi savunması, batıya bakışta Bediüzzaman’ın tabiriyle “batı ikidir” batının kötü yönleri de iyi yönleri de vardır diyorlardı. Aşırı sola Marksizme itibar etmemesi, iktisadi yönden serbest piyasayı da kabullenmesi gibi düşüncelere sahiptiler. Milli Görüş gömleğinin çıkarılması Nur hareketinin etkisiyledir. Radikal olmadan Müslüman bir model olabileceğini gösterdiler. Bu kırılma 28 Şubat sürecinden sonra oldu. Demokrasi içinde dine hizmet mümkündür. Burada hakkı teslim ediyorlar mı bilmiyorum. Nur hareketine çok şey borçlular.

Siyasal İslam düşüncesinde ısrarla üzerine vurgu yapılan bir konu vardı. “İslâmın Dünya Görüşü” tezi çok dillendiriliyordu. Yönetim erkini ele geçirip zemin müsait hale getirildiği zaman insanlar İslâmı yaşarlar. İmanın uhrevi bakışı genelde sarf-ı nazar edilirdi. Halbuki ahiret hayatını dikkate almayan bir İslâm gerek bireyin gerekse sosyal hayata nasıl etki edecek? Bireysel paradigmalar İslâma göre şekillenmeden toplumsal değerler nasıl oluşur? Ahirete inanmayan insanların oluşturduğu İslami sistemde niçin insanlar hırsızlık yapmasın veya niye yalan söylemesin? İmanın uhrevi boyutu olmadan âhlak nasıl tanımlanacak?

Bu tam laik bakış açısıdır. Çok önemli bir noktaya temas ettiniz. Bunu şöyle formülüze edebiliriz? Siyasal İslamcı kafada hedef İslâmi bir devlet kurmak. İslâmi sistem, İslâmi düzen. Bu dünyaya adalet getirecek budur onlara göre.

İBADETİN ESASI İHLASTIR POLİS BASKISI İLE İBADETTE İHLAS OLUR MU?

Ama sadece dünya hayatını ilgilendiren boyutu değil mi?

Bu konuda Bediüzzaman’a bakıyorsunuz davasının, imanı kurtarmak, ahiretini kurtarmak diyor. Bu teze şöyle bir soru sormamız lazım: İslami düzen kuranlar, dünyayı kurtaranlar acaba insanların ahiretini de kurtaracaklar mı? Diyelim her sokak başına bir polis koyduk herkesin namaz kılmasını sağlayacak. Polis zoruyla herkesin İslâmı yaşadığı bir ortama laik gözle baktığınızda; “Oooo ne güzel İslami sistem tam olarak işliyor, herkes islâma göre yaşıyor” diyebilirsiniz. Oysaki ibadetin esası ihlastır. İhlas ibadetin Allah için yapılmasıdır. Hiçbir baskı altında kalmadan gönüllü olarak yapıp yapmadıkları çok önemlidir. Ama laik gözle önemli olmayabilir. Laik gözle İslami rejimi kurduk biz de tepeye oturduk, her şey kontrolümüz altında. Tabii bunu rantı da var ayrı mesele. Buna Suudi Arabistan örnek teşkil edebilir. Acaba Suudi yönetimi insanların ne kadarı ihlasla namaz kılıp kılmadığını önemsiyor mu? Laik gözle önemli değil. İhlasa uygun düşmeyen yönetimin başka yönden vebali olabileceğini düşünüyorum.

Dolayısıyla Bediüzzaman’ın imanı, ahiret inancını dikkate alan düşünceden doğru bir siyasi perspektif çıktığını düşünüyorum. Hedefiniz bu olunca ortaya demokratik bir davranış ortaya çıkıyor.

Röportaj: Dursun Sivri / Foto: Esad Sivri / www.RisaleHaber.com

Kurt, Gövdenin İçine Girdi! Demokrasi Eşkiyaları

“Mü’minin ferasetinden korkunuz. Zira o Allah’ın nuruyla nazar eder.” demişti peygamberler zincirinin en son ve en büyük halkası (s.a.v)…

Öyle bir Nur ki, zamandan ve mekândan münezzeh; çağları aşan ve bütün zamanları bir kitabın tek bir sayfası gibi gözü önünde müşahede ve mütalaa ettiren bir nazara sahip kılar; müttaki, ihlaslı ve muhsin kullarını…

Bir tarafta yaptıkları hesap kitaplarla, çevirdikleri dolaplarla, beşeriyet âleminde yaktıkları fitne ateşleriyle insanlığı fesada veren hayvanat-ı muzırra nev’indeki birer firavuncuk olan insancıklar ve bunlara ait plan ve programları

Diğer taraftan “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere, mutlaka yollarımızı gösteririz.” buyurarak iman ve kur’an uğrunda candan ve cihandan geçen mücahitlere hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini vaat eden büyük Allah ve bütün zamanları içine alan ezeli kader plan ve programı…

Allah’ın nuru ile nurlanmış gönüller “Bildirilirse, bilirler.”  kaidesince Cenab-ı Hakk’ın hıfz ve himayesinde ilhama mazhar olmakla, o ilahi nurun billur ışığı altında kader programının en ince çizgilerini ve en hassas noktalarını görüp sezebilme nimetine kavuşmuşlardır.

İşte Bediüzzaman böyle harikalar harikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir.

Zira o, ruhundaki Şecaat-i imaniye ile kat’i inanıyordu ki, dava ettiği hakikat bir gün milletçe benimsenecek…

İnsanlık camiasında neşrettiği hakaik-i imaniyenin fütuhatı başlayacak…

Afakı İslam’ı saran zulmet bulutları, Kur’andan eline verilen bu meş’ale-i hidayet olan Nur Risaleleriyle dağılacak…

Ölmeye yüz tutmuş zannedilen iman ruhu yeniden canlanacak; canlara can katacak, manen ölmeye yüz tutan millet-i islamiyeyi ihya edip diriltecek…

Ve âleme efendi olan İslamiyet’in –Biiznillah- cihana efendiliğinin maddi manevi mübeşşiri, müjdecisi olacaktı.

Haşa, Cenab-ı Hak va’dinde hulfetmez; yeter ki, bu azim va’di ilahiyi icap ettirecek şartlar tahakkuk etsin.

Çünkü dünya dar-ül hikmettir. Bir şeyin vücud bulması sebeplere bağlanmıştı kader programında.

Evet, Bediüzzaman kaderden bildirilen bu müjdelerin tahakkuku için cebbar kumandanlara boyun eğmemiş, kudsi davasından dönmemiş, dağlar gibi hadiselerden dalgalarından yılmamış, şarkın yalçın dağ ve derelerinde milletini irşat etmekten ve Kur’an nuruyla nurlandırmaktan bir an dahi geri durmamıştı.

Ümitsizliğin içimizde yeniden hayat bulup dirilmesi üzerine de yılgınlık göstermeyerek asırdaşlarıyla konuşmayı terkedip; yüz sene sonra gelecek olan müstakbeldeki nesl-i ati ile yani bizlerle konuşmuştu.

“Feraset” nimetine nail olmakla birlikte Cenab-ı Hakkın hususi inayetine de mazhar olan bu zat-ı şahane, sadece bulunduğu zamandaşlarıyla alakadar olmamış, belki kıyamete kadar kader programında mevcut olan ve bildirilen çok ehemmiyetli gaybi haber ve müjdeler vermiştir, yüz sene sonraki asr-ı hazır insanlarına…

Evet, 1911’de Münazarat adlı bir eser neşreder. Şark seyahatleri esnasında sorulan sualleri ve cevaplarını içeren bu eserde, Bediüzzaman gayb aşina bir nazarla gördüğü gelecekteki bazı hadiseleri haber veriyordu.

Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarını “manasız bir isim ve resim” olarak değil de, hakiki manasını izah ettikten sonra, şöyle ilginç bir soru ile karşılaşır;

“Tarif ettiğin demokratik hak ve özgürlüklerin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?”

Bediüzzaman, Cumhuriyet ve Demokrasinin coğrafyamızdaki gelişim serüvenini ve önündeki engelleri tahlil ederek; Şu anda yaşadığımız hadiselere ışık tutup perde arkasında yaşanılanları anlatan şöylece bir ders verip, bizleri ihtar ederek uyarıyor:

“Demokratik hak ve özgürlüklerin ancak on kısmından bir kısmı size gelebilmiş. 

Zira sizin şu vahşet-engiz, cehalet-perver, husumet-efza olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhalarından, husumet kurtlarından biçare “demokrasi” korkar. Kolaylıkla gelmeğe cesaret edemez. 

Eğer siz tembel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz.  

Zîrâ sizinle İstanbul arasındaki mesâfe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesâfe bin aydan fazladır.  

Zîrâ eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrûtiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast gelecektir.  

Ezcümle, bâzı cezâ-i sezâsını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve gâret ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bâzı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar.

Helaket ve felaket asrının adamı, verdiği bu cevapta şu an yaşadığımız hadiselere temas eden çok ilginç noktalar vardır.

Demokrasinin Vahşet ayıları, cehalet ejderhaları ve husumet kurtları gibi çok sayıda düşmanı olduğundan bahisle, bu düşmanların demokrasinin gelişme gösterip hayatımızın bir parçası haline gelmemesi için büyük gayret gösterdiklerini de ayrıca belirtmiştir.

Bu olağanüstü gayret ise maalesef birçok cephede artarak devam etmektedir.

Özellikle şark bölgesinde yaşayan insanlar üzerinde büyük oyunlar oynanmaktadır.

Şahsi Menfaatleri icabı, Bölge insanları siyasi bir rant kapısı olarak kullanılmakta bir beis görülmemektedir.

Bu oyunların hepsinin ortak noktası, bu insanları, bu bölgeyi, bu kültürü bahane ederek demokrasinin bu ülke için lüks olduğunun her fırsatta ifade edilmesiyle; bu topraklarda yaşayan insanlarımızın, insanlık şerefine yaraşır bir hayat sürmesine, özgürce düşünüp karar vermesini engellemek çabalarıdır.

Baskı, Zulüm ve şiddetten beslenen ve varlıklarının devamiyeti buna bağlı olan bir avuç zavallı; demokratik hak ve özgürlüklerin hayatımızın her alanında yaşanır hale gelmesinden elbette rahatsız olacaklardır.

Zira Türk ve Kürt ırkçıları bu rant kapısını asla kaybetmek istemiyorlar.

Evet demokratikleşme adımları, uzunca bir süreden beridir Ankara havalisindeki yılanlardan kurtulmanın kavgasını vermektedir.

Hayatları boyunca kendi vatanlarına çakılı bir çivisi olmayan; Sürekli olarak tertip ve kaos planları yaparak ve bunları uygulayarak saltanatlarını devam ettiren bu bedbaht zındıka komitesi; yıllardır sürdürdükleri hakimiyetlerinin yıkılmaya başlamasının şaşkınlık ve bu şaşkınlığın beraberinde getirdiği hırçınlık ile ne yapacaklarını bilemez bir haldedirler.

En büyük baş düşmanımız olan cehaletin esiri olarak, hak ve hukukumuzun farkında olmadan onurlu ve hür vatandaşlar olarak insanlık şerefine yaraşır bir yaşam sürmemiz mümkün değildir.

Milletçe, Fakirlik gibi, insanları dehşete düşüren kıraçlara benzeyen dünyamızı yeşillendirmeden ve canlandırmadan medeni dünyanın onurlu ve değerli bir üyesi olarak kendimize yer bulamayız.

Düşmanlık gibi, aramıza kin ve nefret tohumları eken büyük bir manevi hastalığı tedavi edip “Bütün mü’minler, ancak kardeştir.” İlahi mesajına kulak verip muhabbet bağlarını kuvvetlendirmeden, yeryüzünde bir ailenin fertleri gibi huzurlu ve mutlu bir hayat sürdürme şansımız yoktur.

Bütün bu engelleri aşsak bile, bu sefer de karşımıza çıkacak eşkıya ile de mücadele etmek ve bunları da alt etmemiz gerekir.

Demokratik hak ve Özgürlüklerden bütün bir milletin istifade etmesini engellemek için her yolu mübah gören ve bu uğurda canlarını, mallarını ve mukaddesatlarını bile feda etmekten geri durmayan Demokrasi eşkıyaları, Bediüzzaman’ın ifadesi ile dört ana gruba ayrılmakla birlikte dört farklı cephede demokrasiyle savaş verecektir.

Bunlardan birincisi, demokrasinin cezâ-i sezâsını hazmetmeyenlerdir.

Bu, herkesin hak ettiği bir şekilde yaşaması, sahip olması gereken haklarını elde etmesi ve bu konuda herhangi bir engel ile karşılaşmamasıdır.

Bu durumun bazı kesim insanları rahatsız ettiği açıktır.

Zira bu bedbaht güruh, kendi insanlarının mallarını ceplerine indirdikleri gibi bunların akıllarını da ceplerine indirerek, bunları güdülecek bir koyun sürüsü olarak görüp, bu milletin demokratik hak ve özgürlüklerine kavuşup uyanmalarını hazmetmeyecekleri aşikârdır.

Bunu engellemek için de ellerinden gelen bütün yalan, hile, tertip ve oyunların içinde olacaklardır.

 

İkinci grup eşkıya ise, başkasının etini yemekten dişi çıkarılan hunhar ve yamyamlardır.

Bu grup insanlar, kendi kurulu düzenlerini bozmamak ve saltanatlarını kaybetmemek için, hak hukuk tanımadan nice mazlumun ahını alıp, nice ocakları ateşe vermekten geri durmamışlardır.

Tam demokrasinin yerleşmesi ile birlikte, böyle bir imkandan, rant ve sömürü düzeninden mahrum kalacak olan bu komiteler, demokrasinin önünde bir büyük engel olarak durmaya devam etmektedirler.

 

Üçüncü grup eşkıya ise, bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ vererek, demokrasiyi hem yanlış  anlamakta ve hem de yanlış anlatarak engellemeye devam etmektedir.

Demokrasinin bütününe karşı olan insanların, bazı değişiklikleri onaylamaları veya bu konuda atılacak adımlara destek vermeleri beklenmemelidir.

Demokrat görünüp, esas yapıları itibariyle demokrasiye karşı olan, maddi makamlarını bazı imtiyazlar ile sürdüren insanlar ile dinde kavi ve muhakeme-i akliyede nakıs bazı insanları da bu kategori içinde değerlendirmek mümkündür.

 

Dördüncü grup eşkıya ise, bir kısım gevezelerdir ki; hiç yoktan bahaneler ile  demokrasiyi parça parça etmek istiyorlar.

Bunlar esas itibariyle herhangi bir görüşe ve düşünceye dayanarak değil, kendilerini göstermek ve dikkatleri üzerlerine çekmeye devam etmek için laf salatası yaparak ve hezeyan dolu bazı bahaneler ileri sürerek demokrasiye karşı çıkan insanlardır.

Bu bahaneler çok farklı şeyler olabilir.

Tam demokrasinin yerleşmesi ile kabiliyetsizlikleri ortaya çıkıp geri planda kalacak insanlardan tutun, demagoji ile her şeye muhalefet edip karşı çıkmayı meslek edinen bazı insanlara kadar, çok kişi bu grup içinde mütalaa edilebilir.

Esasında, bu konuda, bunlar çok fazla dikkate alınması gereken insanlar değildir.

Ankara havalisindeki yılanlar ile yolda tuzaklar kurmuş eşkıyadan kurtulmak için gayret gösteren demokrasi cananına, yol açmak ve gelişmesini tamamlamak için gayret göstermek, her vatandaşın görevi olmalıdır.

Bütün bir insanlığın geleceğini alakadar eden demokratikleşme yolunda atılan adımların, yapılan çalışmaların ve gösterilen gayretlerin her kimden ve nereden gelirse gelsin hoşamedi ile karşılayıp sahiplenmek gerekir.

Zira demokrasinin dili, dini, ırkı yoktur ve olamazda.

Artık tembellik yaparak, atılan adımları görmezden gelme gibi bir lüksümüz olmadığı gibi lakayt kalma gibi bir şansımız ve sabrımız kalmamıştır.

Belirli bir zümrenin yahut komitenin, derinden derine yıllardır sürdürdüğü baskı ve zulümlerin bedeli çok ağır bir şekilde ödenmiştir.

Dünya, büyük bir maddi ve ma’nevî buhran geçiriyor.

Dünyanın her yerinde insanlar, insanlık şerefine layık bir yaşam sürmek ve yıllardır gasp edilmiş doğuştan yaratıcımızın bizlere hediye ettiği demokratik hak ve özgürlüklere yeniden kavuşmanın canları pahasına kavgasını vermektedirler.

Ne zaman ki tahribat, zulüm ve baskılar haddini aştı, uçurum kendini gösteriyor.

Büyük felaketler güler yüzlü uyanışlar doğurur.

En büyük saadetler büyük ve acı felaketlerin neticesidir.

Hazreti Yusuf, mısır azizliği gibi bir saadete; ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nail olmuştur.

Pürşer beşer, türlü oyun ve kaos planlarını yapıp bunları devreye sokarak bütün bir milletin huzurunu bozmaya çalışadursun; Cenab-ı Hakkın kader plan ve programı yürürlüktedir ve “Allah nurunu tamamlayacaktır. Kafirler istemese bile” va’dini yerine getirmeye muktedirdir.

Evet, evet.. eğer sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa; sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz.

Zîra, kâinatı nağamatiyle raksa getiren ve hakâikın esrarını ihtizaza veren mûsika-i İlâhîyye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder.

 

Hal aldatıyor… Aldanmayınız. İstikbal hesabına konuşuyor… Öyle dinleyiniz.

Zira İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.

Evet ümitvar olunuz.. Şu istikbâl inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır!.

İstikbâl, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak; ve hâkim, hakâik-ı Kur’âniye ve îmaniye olacak.

Vesselam

kuraneczanesi.com