Etiket arşivi: dava adamı

Dava adamı…

üstadHer şey bir nizam içindedir. İnsanların nizamı da İslamiyet’tir. Allah dinini kıyamete kadar devam ettirecektir. Bunun için bazı kullarını İslamiyet’e hizmetle vazifelendirir. Onları her yerde ve her şartta korur. Onlar asla mağlup edilemez. Bediüzzaman Hazretleri de İslam’a hizmetle vazifeliydi.

Ben Tarihçe-i Hayat’ı okuduğumda diyorum ki: “Bediüzzaman bu değil!” Yani nasıl ki aynanın bir mat yüzü bir de parlak yüzü vardır; işte kitaplarda anlatılan Bediüzzaman, aynanın mat yüzüdür. Aynanın parlak yüzüyse, onun yaşadığı hayattır… Said Nursi, İslamiyet’ten uzaklaşan Müslümanları İslam’a yaklaştırdı. Kur’an-ı Kerim’lerin toplatıldığı günlerde eskimez yazı ile risaleler yazdı. Camilerin kapısına kilit vurulmasına inat, “Evlerinizi medrese yapın.” buyurarak, tahkiki iman dersleri okuttu. Ev halkıyla ders yapmayı, dinleyen olmazsa meleklerle ders yapar gibi kendi kendine okumayı tembihledi. Tabii o zamanlar gizli gizli ders yapılırdı. Türk Ceza Kanunu’nun 163’üncü maddesi ile İslamiyet’i öğrenmek ve öğretmek yasaklanmıştı. Evlerde içki içmek serbest, İslamiyet’i öğrenmek yasaktı. Dindar olmanın çilesi çekiliyordu. Bu çilenin verdiği lezzet tarif edilemezdi.

Şimdi o günleri düşünüyorum… Bediüzzaman’ın hazinesi, silahı, ordusu yoktu. Odası bir dağın başında, çınar ağacının dalları arasındaydı… Bu derece dünyayla alakasını kesmiş bir adam mıknatıs gibi kitleleri peşinden sürüklüyordu… Mesela hakim bana sordu: “Ne diye gidiyorsun Said-i Kürdi’nin peşinden?” Dedim ki: “Efendim, ben onun peşinden gitmiyorum; o beni peşinden sürüklüyor!” “Olmaz böyle şey!” diye bağırdı. “Sen menfaatin için onun peşinden gidiyorsun!” Dedim ki: “Sürgünler, tevkifler, takipler peş peşe, tedirgin bir hayat yaşıyoruz. Menfaat bunun neresinde?”

Evet efendim, o günlerde durum böyleydi…

Her türlü baskıya rağmen Allah’ın lütf-u inayetiyle Risale-i Nur okumaya devam ettik. Tahkiki iman dersleri sayesinde kadere imanı anladık. Her türlü fırtınada, “Bu fırtınayı çıkaran Allah’tır. Her şey onun emrindedir.” diyerek Allah’a sığınmayı öğrendik.

Mesela şimdi soruyorlar: “Ağabey, Bediüzzaman Hazretleri’nin yaşadığı gibi yaşamak mümkün mü?” Dedim ki: “Bediüzzaman gibi olamayız hatta onu taklit etmek de mümkün değil amma ona talebe olabiliriz. Her çırak, ustası gibi olamayabilir amma ona sadık kalıp yıllarca onun yanında çalışabilir. Asker deyince erden generale kadar herkes askerdir amma arada çok büyük rütbe farkı vardır. Aynen öyle de, bizler Bediüzzaman gibi yaşayamayız; mesela dağın başında oturup aç kalamayız amma baklava peşinde de koşmayız, daha mütevazı bir hayat sürdürebiliriz. Onun en önemli prensipleri olan ihlas, uhuvvet, iktisat risalelerini okuyup, anlayıp, yaşamaya çalışabiliriz.

Risale-i Nur talebesiyim.” diyen kişi kendine şu soruyu soracak: “Ben bu kimliği ne kadar temsil edebiliyorum?..

Hekimoğlu İsmail

Dava Adamı/Adam Gibi Adam Olmak

Karşı tarafında muhalif fikir beyan eden olursa önce kendi davanın her şeyini en küçük bir teferruatını ve başkalar tarafından anlaşılmadığı için itiraza mahal olacak veya izaha gerek duyulacak yerlerini öğrenirsin. Kendini o noktalar merkez olmak üzere tüm benliğinle davanın inceliklerini kavrar ve birer müdafisi kesilirsin. Ama davayı benimsemek, gaye-i hayat edinmek gerekmektedir.

Keyfiyet mevzuuna temaz eden bir meseledir aslında bu mevzu. Neden mi? İzah edeyim onu.

Daire genişlemesiyle naehillerin daire dahiline girmesi oldu. Daire haricinde kara renk olarak tabir edersek daire içinde dava içinde bürhan olan tarzı benimseyen kimse beyazdır. Kara rengin beyaza karışması hem kara rengi gri yapar hem beyaz rengi grileştirir. Beyazın karalaşmaması için davanın delailini bilmesi ve tavizsiz yaşaması ve muhlislerden olmaya gayret etmesi elzemdir.

“Madem İslâm âlimleri -hadîs-i şerife göre- dünya ikbal ve heveslerinin peşinde koşmadıkça, peygamberlerin en emin vârisleridirler. Biz de Risale-i Nur’u, onun tam vârisi biliyoruz. Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi, hakikî vâris olmanın esasını yaşamış ve yaşıyor. Asa-yı Musa (251)”

هَلَكَ النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلَى خَطَرٍ عَظِيمٍ Lem’alar ( 148 )

Bu 2 hadis-i şerifin ehemmitele üzerinde durduğu mesele Dünyaya meyletmemek ve Muhlislerden olabilmenin ehemmiyetidir. Nitekim Duası makbul olan Bel’am Bin Bahura Dünya ve şehvet sebebiyle cehenneme ehil olacak bir surete inkılab etmiştir. Bu hadis ve bel’am’ın bize bakan yönü tehlikelidir nitekim bel’am dünyaya meyletmesi onu mahvetmiştir. Biz nur taleberi ise; “..rıza-yı İlahî ve imanı kurtarmak ve şakirdlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını i’dam-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferidden kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtînin bîçareler kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünki bir müslüman başkasına benzemez. Dini terkedip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir müslim; dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez. Tarihçe-i Hayat ( 472 )” bu gayeye ulaşmakta başta; nefs, heva, hayal, su-i ahlaka düşmek, yani nehy ve menhiyat.. ise bu yolda bizim önümüzdeki Deccalin dam’larından tuzaklarındandır. Bu faklara basmadan ilerlemek müşküldür çünkü; başta geçen ve Kastamonu Lahikasında izah edilen Kırılacak Cam Parçalarını Elmastan tefrik edecek göz, anlayacak izan ve hakikatini derkecek akıl lazım.

Hemen her birimizde bunlar mevcud ama zamanın heva hevesi ve kötü arkadaşları bizlere verilen bu aletleri paslandırmakta ve kullanılmaz hale getirmektedir netice itibari ile nazar edersek şeytanlara arkadaş olmaya temayül ettirmektedir.

Gayede bizi maksattan alıkoyacak şeylerin birisi ise fikri inkıbazdır. Müzakereli okumak ise bu kabziyeti bastiyete inkılab ettirip cevvalane davamıza müteveccih olmamızın şu zamanda yegane çaresidir. Eskide saff-ı evveli teşkil eden ağabeylerimiz – ki ALLAH ONLARDAN RAZI OLSUN. – fikri münakaşa ve münazaralara girerek ruhlarındaki cihad ruhunu aktif tutmaktadır. O sıkıntılı olan dönem geçtikten sonra biz 4. Kuşak nur talebelerinin karşısında materyalizm, komunizm gibi batıl efkar sahipleri olmaması ise bizleri okumaya anlamaya yönlendirmiş; ama fikri münazaralara girmediğimiz için o cihetten bir muvakkat sersemlik var.

Neden mi? Eski komunistler ya daire içinde ıslah-ı hal etti veya artık kalmadılar bu güzel bir şey; ama bizler fikri münakaşalarda bulunmadığımız için ne konuda ne kadarız tabiri caizse %kaç nur talebesiyiz bunu bilemiyoruz ve ne mevzuda ne kadar dolu ne mevzuda boş yani doluluk oranını bilemiyoruz.

Bu komunizm ilzam ve izale olması ise yerini sefahete bıraktı bu safahet çamuru ise herkesi mülevves edip telvis etti. Sol diye bir şey yok artık çünkü hepsi hizb-ün nefis oldu. Açık saçıklık ise her yerde tezahür etti ve herkesi sardı. Tesettür bir köşeye itildi. Bir yerde aleni açıklıklar çok sayıda tezahür etti. Bir insanın nur talebesi olma yani dava adamı olmak yolundaki engeller ise bu heva ve nefis oldu. Nitekim; “Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Lem’alar ( 136 )” işte böyle çok kimse battı ve Bel’am Bin Bahuranın akibetine döndü.

Biz nur talebeleri de dikkat etmeli ve birçokların boğulduğu yerlerde boğulmamalıyız. Cihat ruhumuzun aktif olması sönmemesi ve fıskla mülevves olamak temennisiyle.

Selam ve duayla

yozgati

www.NurNet.org

Almanya’ya Müslüman Cumhurbaşkanı!

Son yıllarda Avrupa´da, özellikle Almanya´da müslümanların –bilhassa türklerin- ve İslam´ın konumu değişime uğradı. Bir yandan ırkçılık ile başlayan, islam korkusu ile devam eden ve islamdüşmanlığına dönüşen bir akım var, diğer yandan İslam´a sıcak bakan, evrensel insani ahlakı ve adaleti benimseyen bir kitle var. Bu iki kitlenin arasındaki “soğuk savaş” Avrupa´nın da geleceğini belirleyecek, çünkü Avrupa´da müslümanların nüfusları çeşitli sebeplerden dolayı yükselmekte.

Bu konulara şimdiden strateji geliştirmek yerine özellikle son dönemde bazı derneklerin ve STK´ların bir çoğu çıkmaza girdiler. Bazı STK´lar haklı olarak “bıkkınlık” ve yorgunluk ile geri çekildiler, diğerleri kendi şartları içerisinde yapabileceklerinin sınırlarına ulaştılar.

Bu nedenle mevcut STK´lara yol haritası çizebilmek ve yeni konulara yeni stratejiler geliştirmek amacıyla Almanya´da ve Avrupa´da en çok lazım olan şey entellektüel bir elit tabakası yetiştirmek ve lobi kurmak. Dünyanın neresinde olursanız olun siyasi gelişmelerde etkinizin olmasını istiyorsanız bir lobiniz olması şart. Bunun ile birlikte gelecek yıllara baktığımızda ekonomi düzeninin yerini ilim ve bilginin alacağını görüyoruz. Sadece ekonomik olarak güçlü olan değil, bilgi gücüne de sahip olanların söz sahibi olacağı görünüyor. Bu nedenle entellektüeller yetiştirmek ve mevcut tartışmaları bu düzeyde de sürdürmek faydalı olacaktır.

Bunları yapabilmek için insan çok, ama idealleri olan insanlar az. Üniversiteye gitmek, büyük makamlarda olmak yetmiyor. İdealleri olan ve hayatında belli hedefi olan insanlar gerekiyor. Yoksa profesör olmuş, tek derdi makamını ve maaşını korumak ise bu bağlamda faydası olmaz. Hem milleti için, hem ümmet için çalışan, paraya ve makama tapmayan, dürüst olarak görevini yerine getiren, siyasi kamplaşmalara takılmayan idealli insanlar yetiştirmemiz gerekiyor. Üniversitelerin her bölümünde, fakültelerinde ve ilim dallarında genç akademisyenlere ihtiyaç var. Ve hepsi kendi bölümünde en iyi olmaya çalışmalı.

Aslında Avrupa´da yetişmiş olan müslümanlar yukarıdaki bahsettiğim boşlukları doldurabilecek kapasitede. Hem müslümanlar ve Türkler açısından entellektüel bir tabaka yetiştirmek hem de mevcut STK´ların desteğiyle lobi faaliyetlerinde bulunmak aslında mümkün. Bunun için zemin, zaman ve şartlar müsait. Avrupa´daki müslümanların ihtiyaçlarını karşılayacak hedefler için gereken potansiyel Avrupa´da mevcut. Bu potansiyelleri keşfedip yerinde, kapasiteye ve kabiliyete göre kullanmak gerekiyor. Bunu yapabilmek için STK´lar ağırlıklı olarak bulundukları ülkeye yatırım yapmalı.

Var olan potansiyeller mutlaka yerinde kullanılmalı. STK´lar bunun için aktif faaliyetler düzenleyerek, elemanlar yetiştirip, kendi ağlarını kurmalı. Bunun için siyasetçiler ve Türk-Alman STK´lar ile sıkı bir irtibata geçilmesi gerekiyor. Bunları yapabilmek için hem Avrupa´yı hem Türkiye´yi çok iyi bilen, her ikisiyle sıkı irtibat halinde olan elemanlar yetiştirilmeli. Oluşturulan lobi ile yeni konulara, daha önce hiç değinilmemiş meselelere, yeni hedeflere ağırlık verilmeli.

Bunun dışında Avrupa´nın konjonktürünü iyi analiz edip stratejik olarak bir yol haritasının çizilmesinde fayda görüyorum. Küresel dengelerin değiştiği bu zamanlarda özellikle Almanya´daki 2,5 milyon türk nüfusu ve 4 milyon müslüman nüfusu önemli ve çok ciddi bir güç. Öyle bir güç ki Almanya´nın ilk müslüman başbakanını veya cumhurbaşkanını yetiştirebilecek kapasitede.

Cemil Şahinöz

cemil@misawa.de

https://www.facebook.com/CemilSa

https://twitter.com/Cemil_Sahinoez

Muhlaslar Kervanından (devamı)..

11 Mayıs 2010’da hizmet-i Nuriye için gittiği Filipinler’de uğradığı silahlı saldırı sonucu Rahmet-i Rahman’a kavuşan aziz şehid abimiz Hafız Cevdet Baybara’nın hatırasına ithafen yakın dava arkadaşı Rıza Dalkılıç’ın bir yazısını takdim ediyoruz.

Habiblerden Bir Nur İn’ikası..

(Sizi alsam, bağrıma bassam, zerratimi zerratınıza katsam… Siz olsam kısacası…)

Gün içerisinde birçok cami, mescid, kilise, dini merkezleri vesaire ziyaret ediyor adeta uçuyorduk. Gece geç vakitte otel odasına geldiğimizde Cevdet Ağabey’e telefon açtım. Gün içinde yaptıklarımızı, ihtida eden bahtiyarları, hüsn-ü kabul görmekliğimizi, Filipinliler‘in misafirperverliklerini tek tek anlattım. Heyecanla anlatıyordum.

O ise Isparta’nın Barla köyünde olduğunu söyledi. Sonra “İşte bu…İşte bu kadar… Vallahi söyleyecek cümle bulamıyorum…Sizi tebrik etmek az, takdir etmek eksik, tebcil etmek nakis… Artık ne diyeyim… Allah ecrinizi milyarlar katıyla versin… Aynı ilk defa asr-ı saadette Nur-u Hakk’ı uzak doğuya götüren sahabelere, melekler ve ind-i Rahman tarafından biçilen ecir misali, (Ahir zamanda olduğunuzu hesaba katarak) defterinize ecirler yazılsın… Amin…” diyordu. Bir ara “Dayanamıyorum…” dedi… Kısık kısık ağlıyordu… Barla‘daydı…

Kendisini toparlayınca “Zerrat-ı vücudum titriyor şu an… Çok fazla konuşamayışım ondan… Sizi alsam, bağrıma bassam, zerratımı zerratınıza katsam… Siz olsam kısacası… diyecek çok şeyim var ve diyemiyorum… Nutkum tutuluyor… Her ne ise, bu da güzel bir fal-i hayr… Sesinizi ilk defa Barla’da duyuyorum…”

Bizim iktidar ve irademizin üstünde bir küllî irade ve her şeyi ihata eden bir kudret bizi bir gayeye sevk ediyordu, biz bilmesek bile, o an anlayamasak bile…

Filipinler’de daha fazla kalamayacağımızı anlamıştık. Hem paramız bitmişti, hem de başka planlarımız vardı. Şunu anlamıştık… Filipinler münbit bir zemin ve ekilen tohumlar yemyeşil bitki örtüsü gibi yeşermeye çok müsait…

Dönüyoruz Türkiye‘ye dedik Şehid Cevdet Hafıza.. Bana şunları yazdı bu defa:

“ Kahramanlarım; ızdırabsız zafer olmayacağını bilenlerdeniz ama… Gel ki gönüle sor…Başka yol yok… Sadece niyaz, elimizi açtık, gözümüzü tek noktaya diktik ve aczin zirvesinde olduğumuz anlar misali müteveccih olmak için çırpındık, Rabbimizi şah-damarımız kadar yakın hissedip dedik ki:

“Rahman ve Rahim olan adına sığınarak;
Açtım iki elimi, kor gibi iki yaprak;
Bir edeb ölçeğinde umutlu ve utangaç;
İşte dünya önümde, benim ruhum sana aç;
Bu seğriyen ellerle Senden Seni isterim;
Senden Seni isterken, canımdan çıkar tenim;
Kainat bir mozaik, her şeye sahip Allah;
Ey gizli ve aşikar, her derde Tabib ALLAH…
Ey gizli ve aşikar, her derde Tabib ALLAH…”

Ve Hasan Feyzi Abi’nin cümleleri dökülüyor ruhumun zerrelerine, hem de yıkaya yıkaya, ıslata ıslata katre misal;

“Risale-i Nur’a sahip olanlardan hırs ve hiddet zevale yüz tutar;
Zulmet ve şehvet erir; cehalet ve şekavet ateşi söner;
Tabiat uykusu azalır; gaflet uykusu kalkar;
Kara ve çirkin, bozuk ve uyuşuk kanlar düzelir;
Nefes ve kalp işler; Kan boruları birer mecra-i Nur olur;
Hubb-u Dünya ve meyl-i masiva kalmaz; Ene (Ben) ve Ente (Sen) gider;
Yetmiş bin diye söylenen perdeler kalkmaya ve “Varlık Dağı” delinmeye başlar;
IRCii ILA RABBİKi’den sesler gelir; Vuslat yolu açılır; Misk-u-Anber saçılır;
FEDHULI FI İBADİ ile memur ve VEDHULI CENNETI nişanı ile mecur olur.”

Bilemiyorum, işte hal-i melalim… Sizden de başka kimsem yok ki yazayım…Ve dayanamadım, yazdım…

Süreyyayı süpürge yapacak değilim… Ancak, ruhum Zuhal’i omuzlamış meleği arkadaş edinmek istiyor; Asuman’ı evim; sistemleri odalarım, Mars’ı da Nur’u okuduğum sandalyem kılmak gibi acib bir fırtına, garip bir heyulanın içinde gidip geliyorum… Eğer felek bir gün cana kıymaz ve film orta bir yerde kopmazsa…
Kemal-i lezzetle okuyacağımız Lahikanızı iştiyakla, hasretle gözlüyor; kemal-i ferah ve yeni bir devrenin açacağı kemal-i sevki bekliyor, o kıymettar ruhunuzu bağrıma basıyor, ellerinizden pür tazim ile öpüyor, affımı rica ediyorum…

Sen olan Ben Riza Cevdet.”

Sabah erken saatte havaalanına geldik. Rehberimiz de uğurlamaya geldi bizi… Ayrılacakken baktık ağlıyor, sonra “Beni bırakıp nereye gidiyorsunuz” dedi. Yanımızda kalan kitaplardan verdim. Ve kerhen de olsa Manila’dan ayrıldık…

M. Rıza DALKILIÇ

Hayatını Davasına Adayan Adam!

‘Sır kapı’lık olaylar dizisi diye tarif edilen avukat Bekir Berk‘in yaşadığı yüzlerce olaydan birkaç özet arz ediyoruz ki, bu hizmet insanının fedakarlığı nerelere kadar varmış daha net anlayalım :

Balıkesir’in Dursunbey’indeki bir davaya trenle gitmektedir. Ne var ki yavaşlayan tren istasyonda inmeye fırsat vermeden tekrar hızlanır. Bekir Bey’i tutmak mümkün değildir.

“Ben davam için varım, davama giremeyeceksem hayatın ne değeri vardır!” diyerek önce çantasını fırlatır yere, arkasından kendini atar aşağıya. Düştüğü yerden sağ salim kalkar. Toz toprağını silerek mahkemeye nefes nefese erişir. Hapisteki mazlumları kurtarır, okudukları Risale-i Nurların iadesini sağlar. Ancak onu mutlu eden düştüğü yerden bir yeri kırılmadan kalkması değil, davasına erişerek mazlumları kurtarıp Risale-i Nurların iadesini almasıdır.

Bekir Bey için durmak yoktur. Yeni bir dava için yine bir arabada dağ yolunda ilerlemektedir. Trafik polisi önlerine dikilir : “Yolda dinamit patlatılacaktır, bekleyin, birkaç dakika sonra geçin!” Bekir Bey saatine bakar. Polisin başka tarafa bakması üzerine şoförüne ısrar eder : “Gaza bas kardeşim, vakit yok. Dağdan kopan taşlar üzerimize düşerse dava yolunda şehit oluruz, düşmeden geçersek davaya yetişiriz. Her iki halde de biz kazanırız…

Namludan çıkan kurşun gibi ansızın fırlayan araba, dinamitin kopardığı havada uçuşan kayaların altından geçer, toz toprak içinde mahkemeye erişirler. Kitaplar iade edilir, okuyanlar da serbest bırakılır. Onu mutlu eden ise kayaların altından geçerek kurtulmak değil, kitapların iadesini sağlayarak, okuyanların tahliyesini temin etmektir.

Yine yoldadır Bekir Bey. Ama bu sefer doğunun en şiddetli bir kış günü akşamı geç vakit rastladığı bir tankerin şoför mahallinde. Adilcevaz’a sabaha mahkemeye erişecektir. Bu defa yanına iki arkadaşı da biner ki, yolda bir tehlikeyle karşılaşmak mukadder gibi görünmektedir. Nitekim sabaha karşı tanker kara saplanır. Şoför mahallinde dondurucu soğukta beklemeye mecbur kalırlar. Bekir Bey’le arkadaşı Nazım Gökçek birbirine sarılarak donma belirtisi gösterirler. Arkadaşları Hakkı Bozkurt, sabaha kadar ikisini de tokatlayarak uyumalarını, yani donmalarını önler. Sabah tankerden boyunu aşan karın içine atlayarak Adilcevaz’a ulaşır, yol açma makinesiyle gelip kendilerini alır. Bekir Bey’i mutlu eden donmaktan kurtulmak değil, kitapların iadesini alıp mahkumların beraatını sağlamaktır.

Evet, yaşanmış tam bir sır kapısı dizisidir “hayatını davasına adayan adam!”.

saidnur.com