Etiket arşivi: hutbe-i şamiye

Görmez: Said Nursi’nin hutbesinde müjde ve ümit var

Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı (AKAV), tarafından düzenlenen “Hutbe-i Şamiye Ekseninde, İslam Birliği ve Küresel Barış” konferansına katılan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Said Nursi’nin Hutbe-i Şamiye hutbesinin bugünün genç alimlerine çok büyük bir örnek olduğunu söyledi.

Mevlid kandilinde mahkumlarla birlikteydim. Onlara anlattığım Hadis-i Şerif’i tekrar hatırlatmak istiyorum. “Kardeşlerimle buluşmayı çok özlüyorum” diyor Efendimiz (asm). Sahabeler sordular, “Ya Resulallah, biz senin kardeşlerin değil miyiz.” Efendimiz, “siz benim ashabımsınız, benim asıl kardeşlerim beni görmeden iman edenlerdir” buyuruyor. İşte bunu bir duaya dönüştürmek istiyorum. Yüce Rabbimiz hepimizi Efendimize kardeş olma liyakatını kesbetmeyi nasip etsin.

Bu yılki Kutlu doğumda kardeşlik konusunun işleneceğini hatırlatan Görmez, Hutbe-i Şamiye ve İslam Birliği konferansında da bu manaya yoğunlaşılacağını söyledi.

Görmez, sözlerini şöyle sürdürdü:

Hazreti Üstadın ‘baki hakikatleri fani şahsiyetler üzerine bina etmeyin’ ilkesine uygun olarak, bir akademsiyen olarak bu toplantıya katılmaktan büyük bir mutluluk duydum. Hutbe-i Şamiye’nin dua hazinemize kattığı çok büyük bir dua var. O dua ile konuşmayı sürdürmek istiyorum. Bizim dua hazinemizde olmayan dualar. Yaşasın sıdk, doğruluk. Ölsün, gebersin yeis, ümitsizlik. Muhabbet daim olsun. Şura hep güçlü ve kuvetli olsun. Levm ve itab, nefret heva ve hesvelere tabi olanlara olsun. Selam da hidayete tabi olanlara olsun.

“Gerçekten bu topraklardan yetişmiş 35 yaşında genç bir alimin 100 sene önce Şam camiine giderek 100 alimin huzurunda, 10 bin insan huzurunda bir hutbe irad etmesi başlı başına büyük bir hadise. Bugünün genç alimlerine çok büyük bir örnek. Asıl büyüklük 35 yaşında genç bir alimin irad ettiği hutbe değil. Asıl büyüklük aradan 100 sene geçtikten sonra her satırının, her bir kelimenin ehemmiyetinden hiç bir şey kaybetmiş olmamasıdır.”

“Hutbe-i Şamiye metniyle ilk tanışmam Arapçayı öğrenip öğrenmediğini tesbit etmek, tercüme etmem istendiği için başladı. Vüsatimin fevkinde bir metin olduğu için nasıl uğraştığımı hatırlıyorum. Bana bunu veren hocam Arapça ile ilgili değil de burada geçen kelimelerle tanışmamı istediğini biraz geç de olsa öğrendim.”

“Bizim medeniyetimiz söz medeniyetidir. Sözü yeniden yüceltmek lazım. Bizim tarihlerimizde zor dönemlerde yapılmış çok önemli konuşmalar vardır. Başta Peygamberimiz Efendimizle başlayan veda hutbesi var. Selahattin Eyyubi’nin Kudüs’e girdikten sonra irad ettiği hutbe çok önemlidir. Bütün bu hutbeler serisi içinde Hutbe-i Şamiye de çok önemlidir.”

“Kütüphanelerimize girdiğiniz zaman, 100 yıllık kütüphanelerimiz içerisinde genelde bir kompleks vardır. Onlar bizi şöyle sömürdüler şunu yaptılar, bunu yaptılar şikayetleri vardı. Bizde aramaktansa hariçten aramak çok büyük kolaycılık. Hutbe-i Şamiye’de yüksek bir özgüven, ümit vardır. Hazreti Üstad umutla, müjdeyle yüksek bir özgüvenle başlıyor. Çareyi içerden anlatıyor.”

İbrahim Mert / Risale Haber

Hindistan’da Bediüzzaman Rüzgarı Esti 2. Bölüm, New Delhi

Hindistan konferanslar zinciri kapsamında gerçekleşen konferansların ikinci ayağı New Delhi’de devam etti. JNU ve İİKV işbirliği ile 1-2 Şubat 2010 tarihlerinde yapılan Nursi konferansının ilk günü yoğun katılım ile gerçekleştirildi. Konusu “Çok Kültürlü bir Dünyada, İmanlı, Anlamlı ve Barış İçinde Yaşama Pratiği; Risale-i Nur Yaklaşımı” olan konferansa 300 e yakın yüksek lisans, doktora öğrencisinin yanı sıra çeşitli ülkelerden ve çoğunlukla Hindistan’dan olmak üzere akademisyenler katıldı. 43 ilim adamının tebliği sunduğu bu iki günlük konferans Hindistan’ın önemli üniversitelerinden birisi olan ve sadece yüksek lisans ve doktora eğitimi veren Jawahurul Nehri Üniversitesi’nde ve bu ülkede ilk defa gerçekleştirilmesi yönünden önem taşımaktadır.(Bütün tebliğ başlıklarını görmek için tıklayınız)

Açılış konuşması, JNU Üniversitesinden, Arap ve Afrika Çalışmaları dekanı Prof. Dr. M.A. Islahi tarafından yapıldı. Islahi konuşmasında “100 yıl önce fikirleriyle dünyaya gelen bu zatı yeni tanımanın sevinci içerisindeyiz. Ona Bediüzzaman ismi verilmesi boşuna değildi, çünkü kendisi bu ismi hak etti ve çok sıkıntılar çekti. O İslam’ın bir şiddet dini olmadığını öğretti ve O her zaman İslam’ın şiddet karşıtı olduğunu söyledi” dedi.

Sempozyum koordinatörü Dr. Mujeebur Rahman sempozyum ön bilgilendirme konuşması yaptı. Sempozyumun nasıl başladığı konusunda bilgi vererek Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında temel açıklamalar yaptı. Konuşmasında “Nursi Hindistan’da tanınmamaktadır ve onun Kuran tefsirindeki dinamik yaklaşımından maalesef Hindistan’ın haberi yok.  Nursi’den öğreneceğimiz çok şey var, gençlik, yaşlılık ve bir çok konuda ondan öğreneceklerimiz var. Bu konferansın Bediüzzaman ve onun düşünceleri üzerine çok şey öğreneceğimiz bir konferans olmasını temenni ediyorum” dedi.

Daha sonra Bedüzzaman ve Risaler-i Nurlar hakkında hazırlanan 13 dakikalık tanıtıcı video gösterimi yapıldı.

Sinevizyonun ardından, eski çevre bakanı Rıza Akçalı bir konuşma yaptı. Akçalı konuşmasında “İnsanların kavgasız dövüşsüz mutlu bir dünya aradı ancak bunu insan aklı bulamadı. Her altı ayda bir bilginin ikiye katlanmaktadır diyebiliriz, ancak buna rağmen bir çözüm bulunamadı. İnsanlık beraber nasıl yaşarız sorusuna ve bu probleme çözüm aramaktadır. Ian Markham kitabında, Bediüzzamandan öğreneceklerimiz olduğunu ve Müslümanlar ve diğer ehli kitap birlikte işbirliği içerisinde yeni bir dünya inşa edebilirler ve sürdürülebilir bir dünya oluşturulması konusunda ipuçları vermektedir. İçinde bulunduğumuz dünyaya baktığımızda vahyi nazara almayan mevcut paradigmaların çözümden ne kadar uzak olduğu açıkça görülmektedir.

Akçalı konuşmasında ayrıca Bediüzzaman’ın şu sözlerine de konuşmasında yer verdi: “Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev’-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.

Daha sonra Risale-i Nur külliyatını Arapçaya tercüme eden İhsan Kasım Salihi yaptığı konuşmasında, insanlığın huzur ve saadet içinde yaşaması için bu asrın manevi bir ilacı olduğunu ve bu ilaca bütün insanlığın ihtiyacı olduğunu belirtti ve şu ifadeleri kullandı : “Siz bir doktora gidersiniz ve doktor size aspirin verir, aspirin sizin Türk mü müslüman mı olduğunuza bakmaz. Risale-i Nur’da aynı bu ilaç gibi bütün insanlığa hitap etmektedir. İnsanlığa Kur’an eczanesinden ilaçlar sunmaktadır.

Dubai’den konferansa katılan Prof. Dr. Abdulhakim El Enis, konuşmasında: “Hindistan’la ilgili Bediüzzamanın söyledikleri var. O Hindistan’a uzak değildi, İmam Rabbaniye çok saygı duydu ve hatta onun da bir kitabı var adı da Mektubat. Bediüzzaman milyonlarca insana barış yolunu gösterdi ve insanlık için çalıştı. Büyük insanlar ölünce büyüklükleri bitmez ancak daha da artar. Risale-i Nur bir fikirler fabrikasıdır ve sizi bu  fikirleri keşfetmeye davet ediyorum.

Hindistan Devlet Bakanı Janab Arif Muhammad Khan, konuşmasında; “JNU bilim üretilmesinde ve problemlere çözüm getirilmesi konusunda çok büyük işler yaptı. Ancak bugün sadece bir iki ülkenin değil bütün insanlığın ihtiyacı olduğu bir konuda konferans düzenliyor ve çözüm önerileri sunuyor. Bu konferans vasıtasıyla Risale-i Nur-u araştırdım, okudum ve Risale-i Nuru şöyle tanımlayabilirim “Bereket-ul Kuran”. Yani Bediüzzaman yazdığı risalelerin hakikatlerini Kurandan almıştır. Bediüzzaman Hutbe-i Şamiyede şunu der, “Gelecek İslam’ındır ve İslam’ın olacak, bu da iman ile olacak.” Bu çok çok önemli cümledir. O normal bir yazar değildir ve kafamızdaki birçok yargıyı yıkıcı şeyler söyledi.  Bizim kafamızdaki ayrımcı fikirleri yıkıyordu. Bediüzzaman eserlerinde çoklukla şu ayeti yazar “vein min şey’in illa yusebbihu bi hamdihi” kullanması, yani her şey Allah’ı tesbih eder, bilerek ya da bilmeyerek, bütün insanlar da bunun içerisine girer. İnsanların farklı olması Allahın bir sanatıdır, Allahın sanatına savaş mı açacağız. Bu Allahın merhametidir. Hindistan’daki Müslümanlar çok zülüm gördüler ancak kesinlikle ülkeyi terk etmediler. Bu yüzden bu konferansı burada organize etmeniz çok anlamlı. Bu muhteşem mesajı buraya getirdiğiniz için çok teşekkür ederim. İnsanları barış ve mutluluk içerisinde yaşatacak bu konferansta onun mesajı verilecek.

İİKV icra kurulu başkanı Prof. Dr. Faris Kaya ise konuşmasında Hutbe-i Şamiye’de Bediüzzaman’ın yüz yıl öncesinden günümüze çözümler sunduğunu ve bugün hala bu çözümlere insanlığın çok ihtiyacı olduğunu belirterek, Hutbe-i Şamiye’deki altı hastalık ve bu hastalıklara Bediüzzaman’ın nasıl çözüm ürettiğini açıkladı.  Ayrıca Bediüzzaman’ın risalelerinde en çok kullandığı ayet’in “Vela veziratun vaziratun vizra uhra” olduğunu ve bunun günümüz için çok ayrı bir anlam ifade ettiğini belirtti.

JNU, Edebiyat ve Kültür Çalışmaları dekanı Prof. Dr. R.N. Menon ise konuşmasında; “Bugün maalesef günümüzde, din adına öldürülen insanların din adına kurtarılan insanlardan fazla olduğunu görmekteyiz. Bunun sebeplerinden birisi vahiy kaynaklarının yanlış tefsir edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bediüzzaman’a bu konuda çok ihtiyacımız var, Bediüzzaman 6000 sayfalık eserlerinde Kur’anı akıl ve kalbin işbirliği ile tefsir etmiş ve insanlığa sunmuştur. Bediüzzaman’ı ben de bu konferans vasıtası ile yeni tanıdım. Onun “en büyük düşmanlarımızdan birisi cahillik ve bu düşmana ilimle karşılık vereceğiz” demesi beni çok etkiledi ve bu yüzden konferansı düzenleyenlere çok teşekkür ediyorum.” dedi.

Açılış konuşmalarının ardından bakan Janab Arif Muhammad Khan ve JNU Edebiyat ve Kültür Çalışmaları Dekanı Prof. Dr. R.N. Menon’a Prof. Dr. Rıza Akçalı ve İhsan Kasım Salihi tarafından İİKV adına plaket takdim edildi. Daha sonra oturumlara geçildi. İki gün boyunca ve iki ayrı salonda devam bu oturumlarda toplam 43 akademisyen İngilizce ve Arapça dillerinde tebliğler sundular. Ayrıca konferans salonları önünde açılan kitap stantlarında Risale-i Nurlar ile birlikte Nursi ve Risaleler üzerine yazılan akademik kitapların tanıtımları yapıldı. (Tebliğ Özetleri İçin Tıklayınız)

Kaynak: iikv

Hutbe-i Şamiye : Bir İstanbul Hediyesi II

İmam Huseyin Zararia’nın Nijerya’nın en çok tiraj yapan gazetesine haftalık yayınladığı yazılarından, bu hafta gönderdiği Hutbe-i Şamiye hakkındaki İngilizce makalesinin çevirisidir:

Allah buyuruyor: “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır. Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azab vardır.” [ Al-i İmran Suresi: 104-105 ]

Bediüzzaman Said Nursi 1876 yılında Türkiye’nin doğusunda yeralan Nurs köyünde doğdu ve 1960 yılında Türkiye’nin Urfa şehrinde vefat etti. Okuyucular onun hayatını daha detaylı olarak okuyabilirler. Onun hayatı; Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine, Osmanlının I.Dünya Savaşının ardından yıkılışına, yeni Cumhuriyetin kuruluşuna, 25 yıllık Halk Parti iktidarına, ki bu 25 yıllık dönemde İslama karşı alınan olumsuz tavırlar zirveye çıkmıştır, şartların yumuşadığı10 yıllık Demokrat Parti dönemine rast gelmektedir.

Bediüzzaman küçüklüğünden itibaren olağanüstü bir zeka ve yetenek sergilemiştir. Normalde çok uzun zamanda bitirilebilecek bir eğitim olan medrese eğitimini 14 yaşında bitirmiş ve icazet almıştır. Daha o yaşında son derece parlak zekası ve karşısındaki din alimlerini alt eden bir bilgi birikimi vardı.

O, sadece klasik din ilimlerini değil zamanının modern ilimlerini de öğrenmiş bir alimdi. Çok küçük yaşta sahip olduğu  olağanüstü zekası ve öğrenme kapasitesi   onu öğretmenleri, ders arkadaşları ve halk arasında meşhur etmişti. Henüz 16 yaşında katılmış olduğu bir münazarada döneminin tüm alimlerini ilzam etmişti. Bu durum  birkaç kez daha tekrarlanınca, kendisine zamanın harikası manasında Bediüzzzaman lakabı takıldı. Eğitimde geçirdiği zamanlar Bediüzzamanın düşüncesinde bir fikrin oluşumuna yol açtı;

Dünya yeni bir döneme girmekteydi. Fen ve delillendirme öne çıkmaktaydı. Klasik din eğitimi, Kur’an’a ve İslama yönelik şüpheleri dağıtmada yeterli olmayacaktı. Modern okullarda, hem din ilimleri hem de modern ilimler bir arada verilmeliydi. Böylece; modern okuldakiler dinsizlikten, din okullarındakiler de bağnazlıktan korunacaklardı. Bir asra yaklaşan ve her dakikası hak uğrunda geçirilmiş hayatını 23 Mart 1960 sabahı tamamlayan Bediüzzzaman ardında Risale-i Nur Külliyatını bırakmıştır. Risale-i Nur Külliyatı ki, içinde bulunduğumuz ve gelecek yüzyılları aydınlatabilecek, kıyamete değin nesillerin birbirlerine sevgiyle emanet edeceği  muazzam bir eserdir.

Bediüzzaman’ın hayatını kısaca gözden geçirdikten sonra, Hutbe-i Şamiye’ye kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Hem Asr-ı Saadet’ten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki; bir Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakinî ile ve İslâmiyete tercih etmekle eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avamın delilsiz, taklidî bir surette başka dine girmesinin bu mes’elede ehemmiyeti yok. Dinsiz olmak da başka mes’eledir. Halbuki, bütün dinlerin etba’ları ise -hattâ en ziyade dinine taassub gösteren İngilizlerin ve eski Rusların- muhakeme-i akliye ile İslâmiyete dâhil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım kat’î bürhan ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar (Haşiye).

            (Haşiye): İşte bu mezkûr davaya bir delil şudur ki: İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuruyla beraber, bu davaya kırkbeş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük devletleri Kur’anı mekteblerinde ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı sed olmak için kabul etmeleri ve İngiliz’in mühim hatiblerinin bir kısmı Kur’an’ı İngiliz’e kabul ettirmeye taraftar çıkmaları ve Küre-i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlarına taraftar çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalaha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırkbeş sene evvel olan bu müddeayı isbat ediyor, kuvvetli bir şahid olur.

            Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.

            Hem nev’-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış; elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar ve olamazlar. Ve En dinsizi de, dine iltica etmeğe mecburdur. Çünki acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten haricî ve dâhilî düşmanlara karşı istinad noktası; ve fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyacata mübtela ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni’-i Âlem’i tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok!..

            Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddi-manevî kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.

            Hasıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harblerin ve fenlerin ve dehşetli hâdiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi’ istidadını hissetmiş. Ve insan, acib cem’iyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış; belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular, mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeğe başlamış.

            Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse: “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmiyecek bir surette bir idam senin başına gelecek.” Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali; sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.

            İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir din-i hakkı aramak meyli çıkmış. Herşeyden evvel, ölüm idamına karşı din-i haktaki bir hakikatı arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hâl-i âlem bu hakikata şehadet eder.

            Kırkbeş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyac-ı şedidini dinsizliğin zuhuruyla küre-i arzın kıt’aları ve devletleri birer insan gibi hissetmeğe başlamışlar. Hem âyât-ı Kur’aniye, başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, “Aklına bak” der, “Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki, bu hakikatı bilesin” diyor.

            Meselâ: Bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikatı bilesiniz.” “Biliniz” ve “Bil” hakikatına dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun. Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar. Ey insanlar ibret alınız! Geçmiş kurûnlardan ibret alıp gelecek manevî belalardan kurtulmağa çalışınız!” manasında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen çok âyetlerde beşeri aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.

            Ey bu Câmi-i Emevî’deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâm’ın câmi-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırkbeş senedeki bu dehşetli hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telakki edenler!

            Hasıl-ı kelâm: Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.

            Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkisafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeğe başlıyorlar. Kırkbeş sene evvel o fecrin emareleri göründü. Yetmişbir’de fecr-i sadıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzib de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sadık çıkacak.

www.NurNet.org

orjinal metin için tıklayın

The Damascus Sermon: A Gift From Istanbul II

Allah says:

“And from amongst you there must be a party who will call people to all that is good and will enjoin the doing of all that is right and will forbid the doing of all that is wrong. It is they who will attain true success. Do not be like those who fell into factions and became opposed to one another after Clear Signs had come to them. A mighty chastisement awaits them.”[aal-Imraan: 104-105 ]

Last week we started the serialization of the great sermon of Damascus by Badiuzzan Said Nursi and hope to continue this week, in sha Allah.

“Furthermore, from the blessed time of the Prophet (PBUH) up to the present, not a single event in history has shown us a Muslim who has embraced another religion, whether old or new, in preference to Islam, as a result of reasoned argument and conclusive evidence. If the uneducated embrace another religion without evidence in blind imitation, it has no bearing on this matter. And to be without religion is yet another question. However, history shows us that followers of other religions, and even the English and pre-Revolution Russians, who displayed the greatest bigotry in religion, are gradually approaching and entering Islam on the strength of reasoned argument and cogent proofs, sometimes in groups.

[Proofs of this claim and powerful witnesses to it, are the following facts; that forty-five years after this claim was made, in spite of two appalling World Wars and the emergence of an extreme and absolute despotism small northern states like Sweden, Norway and Finland accepted and started to teach the Qur’an in their schools as a barrier to communism and irreligion. And certain important English orators are seen to be in favour of encouraging the English to accept the Qur’an. And America, which is now the most powerful state on earth, is seen to support the truths of religion with all its strength, and has decided that Asia and Africa shall find happiness, peace and reconciliation through Islam, and it patronizes and encourages the newly born Muslim states and tries to enter into alliance with them.]

If we were to display through our actions the perfections of the moral qualities of Islam and the truths of belief, without doubt, the followers of other religions would enter Islam in whole communities; rather, some entire regions and states, even, on the globe of the earth would take refuge in Islam.

Moreover, mankind has been awakened and aroused by the sciences of civilization, in particular; they have understood the true nature of humanity. Without any shadow of a doubt, they are not able to live without religion, aimlessly. They cannot. Even the most irreligious of them is compelled to take refuge in religion. For the only point of support for impotent mankind in the face of the innumerable disasters and the external and internal enemies that plague them, and the only point from which they may seek help and assistance in the face of the innumerable needs with which they are afflicted, and their desires that stretch to eternity, despite their utter want and poverty, is in recognizing the Maker of the world, in faith, and in believing and affirming the hereafter. There is no help for awakened mankind apart from this.

If the jewel of true religion is not present in the shell of the heart, material, moral, and spiritual calamities of untold magnitude will break loose over mankind and they will become the most unhappy, the most wretched of animals.

IN SHORT:

This century, man has been awakened by the warnings of war, science, and awesome events, and he has perceived the true nature of humanity and his own comprehensive disposition. Man has begun to understand that with his wonderful comprehensive abilities and disposition, he was not created only for this brief and troublesome worldly life; rather, that he is a candidate for eternity, for there are within him desires that extend that far. Everybody has begun to realize that this narrow and transient world is not sufficient and cannot meet man’s boundless hopes and desires.

If it is said to the imagination, which is one of the faculties and servants of humanity, “You will rule the world and live for a million years but in the end you will be dispatched to non-existence with no possibility of a return to life”, for sure, the imagination of one who has not lost his true humanity and who has been awakened, rather than being joyful and pleased, would weep longingly and with sighs and regrets at there being no eternal happiness. Thus, included in this point is the fact that in everyone’s heart an inclination has sprung up to search earnestly for a true religion. In the face of the sentence of death, before anything else man is searching. for a truth, contained only in true religion, so that he may save himself. The present state of the world testifies to this fact.

After forty-five years and the appearance of irreligion, regions and states on the globe of the earth have each begun to. perceive, like a human being, this intense need of mankind. Furthermore, at their beginning and end, the verses of the Qur’an refer man to his reason, saying, “Use your intelligence! Think! Consult your mind and your heart! Confer with them so that you might know this fact!”

For example, look at the beginning and end of verses such as those, they say, “Why do you not look? Why do you not take warnings? Look so that you may know the truth”. Take note of the way “Know!” is used. Many verses contain sentences that have the meaning of, “Why does mankind not know, why do they fall into compounded ignorance? Why do they not understand, and then sink into lunacy? Why do they not look, have they become blind so that they cannot see the Truth? Why does man not call to mind and ponder over his own life and the events in the world so that h e might find the straight path’? Why do they not think, deliberate and reason with the mind and so fall i nto misguidance? Oh men! Take a lesson! Take a warning from past ages and try to be saved from the moral and spiritual calamities of the future!” .These verses refer man to his intellect, they enjoin him to consult with his reason.

Oh my brothers in this Umayyad Mosque as well as those in the vast mosque of the world of Islam! You, too, take warning. Take warning from the dreadful events of the last forty-five years. Come right to your senses! Oh you who are wise and thoughtful and consider yourselves to be enlightened!

Conclusion

We Muslims, who are students of the Qur’an, follow proof; we approach the truths of belief through reason, though, and our hearts. We do not abandon proof in favour of blind obedience and imitation of the clergy like some adherents of other religions. Therefore, in the future, when the intellect, science and technology prevail, of a certainty, that will be the time the Qur’an will gain ascendancy, which relies on rational proofs and invites the intellect to confirm its pronounce

Moreover, the veils that eclipse the sun of Islam, hinder its emergence and prevent it illuminating mankind have begun to disperse. Those things that were hindering it have begun to fall back. The signs of the dawn appeared forty-five years ago.* The true dawn broke in 1371 /1951, or it will break. Even if that was the false dawn, in thirty or forty years time the true dawn will break….”

We promised to conclude the article with a glimpse of the life and time of this great timeless scholar and reformer; Badiuzzaman Sa’id Nursi. Here is the fulfillment of the promise:

Bediuzzaman Said Nursi was born in 1876 in Eastern Turkey (the Village of Nurs) and died in 1960 in Urfa in Turkey. Readers may refer to his biography for details of his long and exemplary life, which spanned the last decades of the Ottoman Empire, its collapse after the First World War and the setting up of the Republic, then the twenty-five years of Republican Peoples’ Party rule, well-known for the measures taken against Islam, followed by the ten years of Democrat rule, when conditions eased a little for Bediuzzaman.

Bediuzzaman displayed an extraordinary intelligence and ability to learn from an early age, completing the normal course of Madrasa (religious school) education at the early age of fourteen, when he obtained his diploma. He became famous for both his prodigious memory and his unbeaten record in debating with other religious scholars.

He was a scholar of the highest standing having studied not only all the available traditional religious sciences, but also modern sciences of his time. The extraordinary intelligence and capability of learning that he showed at a very early age made him popular with his teachers, colleagues and the people. When he was sixteen years old, he silenced the distinguished scholars who had invited him to a debate (debate was then a popular practice among scholars). This later recurred several more times with various groups of scholars, and he thereby began to be called Bediuzzaman (Wonder of the Age). The time he spent in education paved the way in his mind for the thought that at a time when the world was entering a new and different age, where science and logic would prevail, the classical educational system of theology would not be sufficient to remove doubts concerning the Qur’an and Islam. He concluded that religious sciences should be taught at modern schools on the one hand, and modern sciences at religious schools on the other. “This way,” he said, “the people of the school will be protected from unbelief, and those of the madrasa from fanaticism.” After completing a lifetime of almost a century, with every minute spent in the service of faith, Bediuzzaman Said Nursi departed from this world on the morning of March 23, 1960, with complete honor, dignity and victory, leaving behind him the Risale-i Nur Collection that would illuminate this and the forthcoming centuries and a love that would be handed over from generation to generation until eternity.

Bediuzzaman’s life-time spanned the final decades of the Caliphate and Ottoman Empire, its collapse and dismemberment after the First World War, and, after its formation in 1923, the first thirty-seven years of the Republic, of which the years up to 1950 are famous for the government’s repressive anti-Islamic and anti-religious policies.

Until the years following the First World War, Bediuzzaman’s struggles in the cause of Islam had been active and in the public domain.

The time he spent in education paved the way in his mind for the thought that at a time when the world was entering a new and different age, where science and logic would prevail, the classical educational system of theology would not be sufficient to remove doubts concerning the Qur’an and Islam. He concluded that religious sciences should be taught at modern schools on the one hand, and modern sciences at religious schools on the other. “This way,” he said, “the people of the school will be protected from unbelief, and those of the madrasa from fanaticism.” After completing a lifetime of almost a century, with every minute spent in the service of faith, Bediuzzaman Said Nursi departed from this world on the morning of March 23, 1960, with complete honuor, dignity and victory, leaving behind him the Risale-i Nur Collection that would illuminate this and the forthcoming centuries and a love that would be handed over from generation to generation until eternity, in sha Allah!

www.NurNet.org