Etiket arşivi: hz. muhammed asm

Abduhu ve Resuluhu…

Genel olarak insanlarda dikkat çeken bir husus var; Konuşmaya hevesli olma, başkasına direktif verme ve üstünlük taslama. Halbuki bunlar hem insanlık açısından hem de dinen makbul görülen şeyler değildir.

Malumunuz insanların yeryüzünde insanca yaşasınlar diye kimi seçkin kullarını Peygamber olarak seçmiş ve bu muhterem nebiler vasıtasıyla insanlığı uyarmış, aydınlatmıştır. Malumunuz şu anda bile dünyanın kahır ekseriyeti bir peygamberin efsanesiyle yaşamaya çalışıyor, getirdiği değer yargılarıyla teselli buluyor.

Bir başka dinin mensubu nasıl yaşıyor o bizi enterese etmez; fakat bir Müslüman’ın yaşantı tarzı diğer Müslüman’ları yakından ilgilendiriyor çünkü İslam Müslüman’ın şahsında tecelli ediyor. Bakın bakayım şu anda İslam’ı değerlendiren, İslam’ın özü olan Kur’an’a mı bakıyor yoksa İslam dünyasının şu andaki haline göre mi bir değerlendirmede bulunuyor. Maalesef ikincisini tercih ediyor.Ondan dolayıdır ki bir kere daha düşünmemiz lazım, bir Müslüman olarak kendimize nasıl bir çeki düzen verelim diye..

Malum tüm Peygamberlerde olduğu gibi Peygamberimizde de hem kulluk hem de elçilik vasfı varmış. Çünkü İslam’ın emirlerini öncelikle bir model olarak Peygamberimiz hayata geçirmiş, Hz.Aişe(r.a) Resu-ı Ekrem için “O yaşayan Kur’an’dı” ifadesini kullanmış.

Günümüz Müslümanlarına bakıyoruz Peygamberi model alarak İslam’i değerleri yaşama geçirmeyi hedef almaları gerekirken, daha çok elçilik vazifesine sarılıyorlar.

Müslümanlar Peygamberî bir hayatı örnek alsalardı, Peygamberin lisani halini örnek almaları gerekirdi.

Peygamber(a.s), adaleti elden bırakmazdı,

Peygamber(a.s), ibadeti ihmal etmezdi,

Peygamber(a.s), Komşuluk hakkına fazlasıyla riayet ederdi,

Peygamber(a.s), insanlara karşı gayet zarif davranırdı,

Peygamber sahabelerine değer verir onlarla istişare etmeyi ihmal etmezdi,

Peygamber(a.s), tebliğinde “kavlı leyin” ile iletişim sağlardı,

Peygamber(a.s), iyi bir eş iyi bir aile reisiydi.

Peygamber(a.s)’in bu konulardaki hassasiyetini çok çarpıcı, dikkat çekici örneklerle izah etmek mümkün ama yazı uzar diye kaleme almadım.

Şimdi ibretle bakıyorum günümüz Müslümanlar bu nadide Peygamberi vasıflara çok pasif sahip çıkıyor, boğazdan yukarı elçilik görevine sarılıyor ve daha çok konuşmayı tercih ediyor.

Acaba bu bir artı değer midir? Müslüman’ın hayatı açısından inanın İslami değerleri yaşama geçirmeden bir başkasına dikte etmek ayetin ifadesiyle “kebüre mekten” büyük bir günah bile olabilir.

Yazının başlığı “şehadet” cümlesinden alınmadır. Bir bütün olarak şehadet cümlesine baktığımız zaman, “Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed onun kulu ve resulüdür.” Bu ifadeye kalben inanmak farz, dil ile söylemek ise sünnettir.

Ne mutlu kalben sehadet edenelere, şahedetin atmosferinde yaşayanlara, Müslüman olarak yaşayıp Mümin olarak ölenlere…

Selam ve sevgilerimle

Eyüphan Kaya

Diyarbakır DES İl Başkanı

www.NurNet.Org

Bediüzzaman’ın Muallim Kelimesi Beyanındaki Zenginlik

Allah şu kainatı yaratıp süsledikten sonra kendi kemalatını insanlara anlatmak için bir muallim tayin edecektir, yoksa insanlar olaylar, nesnelerin yorumunu yapamayacaklardır. Bu muallimler peygamberlerdir, peygamberlerin gelmediği dönemlerde insanlar olayların gerçek anlamını çözememişler ve orasında burasında kalmışlardır. Yanlış yorumlar yüzünden insanlar kendilerini heba etmişlerdir. Dünyada insanların nasıl hareket edeceklerini  öğretmek için aynı muallim görev yapacaktır.

Kainat anlaşılması için ancak öğretmenlere ihtiyaç duyulacak birbüyük ve kompleks bir manadır. Bu anlaşılmaz kitabın tanıtıcı bir muallimi olmazsa  manasız kalır. Bu söz dinler tarihindeki peygambersiz dönemlerin zorluklarını ortaya koyan bir  cümledir. Kainatın  modern dönemde de absürd yani saçma olduğunu iddia eden yazarlar   ve  filozoflar vardır, işte bu koca kainatı saçmalıktan kurtaran Allah tarafından insanlara seçilip gönderilen peygamberlerin öğretileridir.

Bediüzzaman muallim kelimesini sever yer yer kullanır, çünkü kendi bulunduğu öğreticiler zinciri içinde o da son yüzyılın, helaket ve felaket asrının öğretmenidir.İstanbul’a gittiğinde  ulema ve mektep muallimlerini münazara davet etmiş ve onları sorulan her soru ile tatmin ve ikna etmiştir. Bu yüzden zamanın en tesirli   en etkili  muallimi manasına da gelen Bediüzzaman ismini ona vermişlerdir. Bediüzzaman muallimlere  itina gösterir, bir seyahatinde iki mektep muallimi ile  hamiyeti diniye ile milliyeyi münakaşa eder. Bir coğrafya muallimi ile  eline geçirdiği bir coğrafya kitabını münakaşa eder ve onu ilzam eder. Yine Tahir Paşa’nın konağında bir inorganik kimya muallimini  münazarada mat eder. Bediüzzaman Asa-yı Musa isimli eserini de özellikle mektep muallimlerine yazmış onlara fenni konuları ve felsefi konuları  anlatmış ve  o  iki dalalet vadisini hikmetli manalar üreten sulak vadilere çevirmiştir. Bediüzzaman büyük bir muallim, öğretmendir. Bütün hayatı bir talim , terbiye ve öğretme ile geçmiştir. Talebeleri de onu “ali bir mübelliğ  ve bir muallim “ olarak görürler.  Onun muallimliği bir araştırma konusudur. Barla’da köylü insanları nasıl matbaa haline dönüştürmüş onlarla mektupları vasıtasıyla nasıl anlaşmış, onları onore etmiş, teşvik etmiştir. Hiçbir değeri geçmemiş hepsine yerinde değer vermiştir. Onun ölümünden sonra talebeleri bu öğretmenlik vazifesine yapamamış, ne yazıkkı sürekli çekişme ile cemaatin dağılmasına farklı kollara ayrılmasına ve gücünün düşmesine sebeb olmuşlardır. Bugün  dahi bir mütecanis  ortam yoktur, en basit meselede her kafadan bir ses çıkmaktadır. Bu ortada talim işinin hakkıyla yapılmadığı manasına gelir. Onun hapishane hayatı bir maznun hayatı değil bir öğretmenin ders vermek için girdiği sınıflar gibidir. Girdiği her yerde ıslahı imkansız insanları eğiten bir öğretmen olmuştur. O bir muallim ,bir mürebbi ve mürşittir. Bu son özellikler hepsi öğretmenin içine dahildir. Bediüzzaman’ın talebeleri de hapishanelerde bir muallim görevi görmüş ve insaları  eğitmişlerdir.

Risale-i Nur’da bir öğretmene ihtiyaç duymayan muallimdir. Okunmak suretiyle insanları eğiten bir tesirli muallimdir.

Peygamberimiz ümmi bir kavme muallimlik yaptığı gibi , Kur’an ‘ın hem muallimi  hem de naşiridir. Dünya bir dershane öğretmeni muallimi Peygamberimiz ‘ASM  Kur’an da o  büyük dershanenin kitabıdır. Muallimidir.  Kur’an umumi bir muallim ve mürşit , yol göstericidir. Onun muallimlerinden biri  Kur’an’dır.  Farklı yollar araştıran Bediüzzaman kendisinin Allah tarafından Kur’an ‘a teslim edildiğini , ve Kur’an ‘ın ona muallim olduğunu  ifade eder, bütün dersleri Kur’an’dan alır. Bediüzzaman Kur’an’ı muallim olarak kabul eder ama onu tarih , coğrafya muallimi olarak görmez. Asıl hedefi insan ve Allah münasebetleri olan bu kitap tebei yan anlam olarak başka ilimlerden bahseder, ama o ilimler ona hakim  değildir.

 değişik manzara kareleriBediüzzaman sahte öğretmenler  ve öğretiler yüzünden kan gölüne dönen ve anlamsız yaşayan dünyanın ve insanların imdadına  bir  peygamberin gönderilmesine benzer bir şekilde peygamberin bu asırdaki vekili olarak gelmiş ve insanlara öğretisini sunmuştur. Bu yüzden dünyada yanlış alınan eğitimler yüzünden yolunu şaşıran binlerce milyonlarca insanlar onun sağlıklı muallimliği sayesinde hakikatı bulmuşlardır.Bu yüzden yanına gelen lise öğrencileri muallimlerinin Allah ‘tan bahsetmediğini  söyleyerek kendilerine Bediüzzaman’ın Allah’tan bahsetmesini isterler. O da “Sizin okuduğunuz fenlerden her bir fen  kendi lisanı mahsusu ile  mütemadiyen Allah’tan bahsedip , Halıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil onları dinleyiniz.” Bediüzzaman  tarihimizde ve fenler tarihinde eşsiz olan bu sözü Eskişehir Hapishanesinde  on bir ay yattıktan sonra  yine sürgün olarak gönderildiği Kastamonu’da 1936  baharından sonra o şehirde yanına gelen lise talebelerine söyler. Bediüzzaman bütün fenlerden Allah ‘a giden kapıları gören bir büyük alimdir, fen ve bilim yorumcusudur. Bu sözü söyleyen bir din adamı olarak bilinir ama bu sözü fenleri ve onlardan Allah’a giden kapıları göremeyen bir adam söyleyemez. Bu  sözü Kant söyleseydi bizim kaselis alimlerimiz onu yaldızlı laflarda nerelere asarlardı. Ama bu söz bir büyük sözdür, beşyüz yıldır yanlış fen öğretimi  yüzünden sınıfları bir fahri ateizm mekanlarına çeviren batı düşüncesine karşı söylenmiştir. Aradan geçen seksen beş yıla rağmen o sınıflar hala ateizmin mekanlarıdır. Bediüzzaman’ın Medresetüzzehra projesi evvelemirde o sınıfları tevhid yorumları ile dolu olan ilimlerin mekanlarına dönüştürmektir.Bediüzzaman zor bir şey söylemiştir, aslında bu sözün muhatabı bir lise öğrencisi değil, üniversite profesörü ve alimidir. Ama onun öğretisini okuyan nice alimler ve profesörler uğraştıkları ilim dalını Allah’a açılan kapılarla izah edememişlerdir. Bediüzzaman ehli fenden birinin ortaya atılmasını derke bu tür insanları kasteder.

En büyük öğretmen Peygamberimizdir, ASM , o ehli kemale rehber  hakikat ehline de muallimdir. Onlara hakikati öğretir. Onun sahabeleri de öğretmendirler. Onları bir bakışta nebevi bir nazarla  bütün aleme muallim tayin etti. Medeni milletlere de üstad etti. Çünkü o geldiğinde Bizans ve İran büyük devlettiler , onun nübüvvet nazarı ile o devletler çöktüler yıkıldılar, İran fethedildi, bini aşkın deve ile hazineler Mekke ‘ye taşındı. Zannedersem “Hz Ömer , Allah saltanatı hak edene verir, kıymetini bilmeyenin elinden alır başkasına verir” der. Fatih milletinizin medarı iftiharı büyük adam İstanbul”un  fethinden sonra Bizanz saralarına girer ve oradaki Allah’tan kopuk debdebeyi görünce “ Ne kadar da Allah ‘tan gaflet etmişler” demiştir.Ahirete eğer başını gözünü kırmadan gidersek bu büyük insanların yanında  utancımızdan yere mi yoksa göğe mi bakarız Allah bilir.Onun için fırsat varken gelin …. Dünyanın debdebesinden bir birbirimiz de  haset ve gıptalarla kargışlayacağımıza sermaye elimizde …

Peygamberimiz  bir  farklı imajla akıllara muallim olarak tavsif edilir. Sahabeleri  de   insanlara muallim olmuşlardır.” O vahşi insanlar  insan aleminde insanlara muallim oldular. Ve medeniyet dünyasında   medenilere üstad oldular . O zatın şu kadar geniş ve azim  saltanatı  yalnız zahiri bir saltanat değil . Daha geniş ve daha derin yerde  saltanat-ı batıniyesi vardır ki  bütün kalpleri ve akılları  kendisine cezb ve celb etmiştir. Ve bütün  ruhları ve nefisleri  teshir etmiştir ki  kalplere mahbub, akıllara muallim  ve tenvir edici  ve nefislere mürebbi olmuştur.”(Mesnevi)

Bediüzzaman  peygamberimize   Muallim-i Ekber der.  Muallimlerin en büyüğü demektir.Bütün peygamberler hem maddi hem de manevi terakkinin öğretmenleri, muallimleridirler, ama onların en büyüğü Peygamberimizdir ASM . Ümmi olmasına rağmen  kudsi hakikatlar getirmiş, benzeri görülmemiş  yüksek  ilimler ortaya koymuş , Allah’ı bilmekte şaşkın   ve zorda olan insanlığa onu tanımanın en iyi yolunu keşfettiği açtığı dersin öğretilmesiyle  ilmi mertebelerde en yüksek makama  yetişen milyonlar dini meseleri tahkik eden milyonlarca alim ,ve doğru aşartırmacı alimler , ve müminlerin dahi hükeması hikmet ortaya koyanları , bu zatın bütün esasların üstündeki  vahdaniyetini birliğini  kuvvetli delilleriyle  ittifakla  isbat ve tasdik ettikleri gibi , bu en büyük muallimin Muallim-i Ekberin   ve bu Büyük Üstadın hakkaniyetine  ve sözlerinin  hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri , gündüz gibi bir risalet delili  ve sadıkiyetidir. Mesela Risali-i Nur yüz parçasıyla  sadakatının  bir tek bürhanıdır.

Bediüzzaman yine Peygamberimize  Sadık Muallim der. İnsanları kainatın hikmetlerini ve insanın görevlerini izah eden muallimler gelmişlerdir, ama onların ifadeleri hakikatı doğru olarak değil yanlış ve kazib olarak anlatmışlar beşeri aldatmışlar, ve insanlığa kötü zamanlar geçirtmişlerdir. Peygamberimiz SadıK Muallimdir   yani  varlığa insanlığa ve Allah’a ait doğru bilgileri insanlara iletmiştir. Bu doğru muallimin öğrettikleri ise , kainatın yaratılışındaki  Rabbani hikmetleri talim edecek ve harekatındaki vazifeleri  ve hareketlerin neticelerini  ders verecek  ve mahiyetindeki kıymetini  ve içindeki mevcudatın  kemalatını ilan edecek  ve o büyük kitabın  manalarını ifade edecek  bir yüksek dellal bir doğru keşşaf  , bir muhakkik üstad ve bir sadık muallim  istediği  ve iktiza ettiği  ve her halde bulunmasına delalet ettiği  cihetle elbette bu öğretim vazifelerini  herkesten ziyade yapan  ve bu Zatın hakkaniyetine  ve bu kainat Halıkının en yüksek ve sadık  bir memuru olduğuna şehadet eder.(Mektubat 224)

  Bediüzzaman Peygamberimize bir de Muallim-i Ekmel der. İnsanlığa varlığınmanalarını ifade eden izah eden muallimler olmuştur,ama Peygamberimiz onların en ekmelidir. Yani manaların en mükemmel olanlarını  bularak insanlığa ifade etmiştir. Bediüzzaman’ın Peygamberimiz’i  ifade eden bir harika imajı da onun  rehber-i ekmel olmasıdır. Bunu izah eder. “Manidar bir kitap  onu ders verecek  bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal  kendini görecek  ve gösterecek  bir ayna iktiza eder. Ve gayet kemalde bir sanat  teşhirci bir dellal ister. Elbette her bir harfinde  yüzer manalar , hikmetler bulunan  bu kainatın büyük kitabının  muhatabı olan  insan nevi içinde  elbette bir rehber-i ekmel , bir muallim-i ekber bulunacaktır. (Lemalar 320)

 İctihad bahsinde selefi salihinin asrındaki  ictihad etmek isteye kimseye toplumun genel hedefi din ve insan olduğu için her şeyin bir öğretmen muallim hükmüne geçtiğini , ve kişinin kabiliyetinin bu şekilde ictihad etmeye hazırlandığını anlatır Bediüzzaman .Ama asrımızda ise insanı genel hava dünya ve insanların dünya ile ilişkilerini tanzim olduğudan ictihada uygun olmayan bir ortam olduğunu bu yüzden bir müctehidin ortaya çıkmasını sureti imkanının olmadığını anlatır.

 Bediüzzaman psikolojik bir konuya da temas eder, can sıkıntısının  sefahetin muallimi , yani ahlaksızlığı  öğrettiğinin anlatır. Can sıkıntısı ruhu araştırmaya dünyada ve Allah noktasında hedefini  bulmaya bir ihtar olduğu halde kişi bunu tam tersi ahlaksızlığı öğrenmek şeklinde kullanır.

İnsan hayatında birçok şey ona muallimdir, bunlardan biri de mabedlerdir, insanları hakka çağıran muallimlerdir mabedler.  Fiziksel duruşu ve manevi misyonu bunu ortaya koyar.

Bediüzzaman’ın  ilk talebeliri içinde Mustafa Sungur muallimdir, Bediüzzaman onun için “ seni bir köy öğretmenliğinde bırakmam “ diyerek kaderin sevki ile yanına hizmetine alır.Bir başka muallim öğrencisi  savcılıkta  Riszale-i Nur ve üstad hakkında  kahramanca cevaplar verdiği için  savcı kızmış “şimdi seni hapse atarım “ diye tehdit etmiş. O da “ ben hazırırım “ diye cevap vermiş.Bir muallim de Muallim Ahmet Galip beydir. Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecit Efendi de muallimdir.

Peygamberimiz bütün insanlığa tek bir muallimdir, onun asrında başka muallimler olmamıştır.Çünkü insanların kabiliyeti bir tek muallimi dinleyecek  ve  tek bir şeriatla amel edecek duruma geldiği için , ayrı ayrı şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Ayrı ayrı muallime yani peygambere de lüzum kalmamıştır.

On Birinci sözde kainatı birsaray şeklinde yapan , süsleyen ve nimetlerle sofralar düzenleyen, ve insanları  o saraya uygun şekilde yaratan bir ilah  insanlarla Allah arasındaki münasebetleri belirleyen bir öğretmen bir muallim tayin etmesin . Hem hiç mümkün olur mu ki  bu kainatın sahibi , şu kainatın değişimindeki  maksat ve gaye ne olacağını işaret etmesin, kapalı olan sırrını  ortaya koymasın. Hem varlıkların nereden nereye ve necisin gibi suallerine  bir muallim elçi vasıtasıyla çözmesin.Hem hem mümkün olurmu ki  bu güzel sanatlı canlılar ile kendini şuur sahiplerine tanıttıran  ve kıymetli nimetler i ile kendini sevdiren  bir Celal Sahibi Sanatkar yaratıcı , onun karşılığında  şuur sahiplerinden  marziyatı ve arzuları  ne olduğunu , bir muallim elçi vasıtasıyla bildirmesin . Hem hiç mümkün olurmu ki insan nevini şuursa kesrete müptela  kabiliyetce külli ubudiyete hazır bir şekilde yaratsın, ama onu o dağınık yapısından bir olan Allah’a bir öğretmen peygamber muallim ile çevirtmesin.O peygamber  insanlara karşı ali ahlakın muallimidir.

Bediüzzaman çocukların en tesirli mualliminin anneler olduğunu söyler. Kendisi de en büyük telkinleri annesinden aldığını belirtir.

Bediüzzaman bir muallim ve talebeleri muallim görevi yapan dershanelerde calışan insanlardır. Kim dersini iyi anlatırsa muallimlik görevini yapmıştır. Bir yıl bu eserleri  hakkiyle okuyanlara Bediüzzaman risalei Nur’u anlama icazetini manen verir. Bediüzzaman yeni bir mektep düzeni kurmuş ve talebeler yetiştirmiş bir büyük muallimdir.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Ebu Zer El-Gıfari (R.A.) Kimdir?

Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav) kendisine Abdullah adını vermiştir. Beni Gifar kabilesindendi.  Bu kabile Arabistan’da bulunan diğer kabileler gibi cahiliye devrinin her çeşit kötülüğünü işliyor ve putlara tapıyordu. Ticaret kervanlarını çevirip, yağmacılık yapmalarıyla tanınmışlardı.

 Ebu Zer el-Gifari Kavmi arasında atılganlığı ve cesareti ile şöhret bulmuş, gücü, kuvveti ve yiğitliği ile o çevrede pek meşhur olmuştu İslam dinini kabul etmeden önce bile tek tanrılı inanca sahip biri idi.

Türkiye’de, Adıyaman ilinin Ziyaret köyünde Ebu Zer’e ait olduğu iddia edilen, Osmanlı Sultanı IV Murat tarafından Bağdat Seferi dönüşünde inşa ettirilmiş olan bir türbe bulunmaktadır.

İslâm’ın doğuş haberi gün geçtikçe çevrede yayılıyordu. Nihayet bu haber Beni Gıfâr kabilesinin yurduna da ulaşmıştı. Mekke’den gelen biri, Ebu Zer-i Gıfârî’nin “Lâ ilâhe illallah” dediğini işitince dedi ki:

– Mekke’de bir zât var, senin söylediğin gibi “Lâ ilâhe illallah” diyor ve peygamber olduğunu bildiriyor.

Ebu Zer heyecanla sordu:

– Hangi kabiledendir?

– Kureyş’tedir.

Ebu Zer-i Gıfârî bu hâlleri işitir işitmez kardeşi Üneyse dedi ki:

 Mekke’ye git, kendisine vahiy geldiğini söyleyen zatla görüş,

Üneyse, Mekke’ye gidip, Peygamber Efendimizin (asm) mübarek cemali, sohbeti ve ihsanları ile şereflendi. Hayran kaldı. Sonra tekrar memleketine döndü. Kardeşi Ebu Zer kardeşine sordu:

Ne haber getirdin?

Vallahi öyle yüce bir zatı gördüm ki, hep hayrı, iyiliği emredip, kötülüklerden sakındırıyor.

Peki, insanlar, onun hakkında ne diyorlar?

Şair olan kardeşi Üneyse şöyle cevap verdi:

Şair, kâhin, sihirbaz diyorlar. Fakat onun söyledikleri hiç kimsenin sözüyle ölçülemez. Vallahi o zât hakkı bildiriyor, doğruyu söylüyor. Ona inanmayanlar yalancı ve sapıklık içindedirler. Bu zât iyiliği, ahlâkî değerleri emrediyor, kötülükten de sakındırıyor.

Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri kardeşinin bu sözü üzerine:

– Sen bana, bu hususta arzu ettiğim, gönlüme şifa veren, müşküllerimi giderir bir haber getirmedin. Kendim gidip, onu görürüm, dedi.

Ebu Zer, hemen Mekke yoluna düştü.

Mekke’ye varınca hâlini kimseye anlatmadı. Çünkü bu sırada müşrikler Peygamberimize (asm) ve yeni Müslüman olanlara şiddetli düşmanlık yapıyorlar ve bu düşmanlıklarını ilerletiyorlardı. Bilhassa Müslüman olup da, kimsesiz ve garip olanlara işkence yapıyorlardı.

Ebu Zer-i Gıfârî de Mekke’de kimseyi tanımıyordu. Garip ve yabancı idi. Bu bakımdan kimseye bir şey sormadan Kâbe’nin yanına varıp oturmuştu. Peygamberimizi (asm) görmek için fırsat kolluyor, nerede olduğunu öğrenmek için bir işaret arıyordu. Burada Zemzem’den başka bir şey yiyip içmiyordu.

Akşamüstü bir sokak köşesine çekildi. Hz. Ali (ra), Ebû Zer’i gördü. Garip olduğunu anlayarak alıp evine götürdü. Hâlinden bir şey sormadığı gibi, Hz. Ebû Zer de ona sırrını açmadı.

Sabah olunca, tekrar Kâbe’ye gitti. Akşama kadar dolaştığı hâlde hiçbir ipucu elde edemedi. Eski oturduğu köşeye gelip oturdu. Hz. Ali (ra), o gece yine oradan geçerken, Ebû Zer’i görünce:

– Bu biçare hâlâ aradığını bulamamış, diyerek tekrar evine götürdü.

Sabahleyin yine Beytullaha gitti, sonra oturduğu köşeye çekildi. Hz. Ali (ra) tekrar davet edip evine götürdü ve ona sordu:

Senin işin nedir? Bu şehre ne için geldin?

– Eğer bana doğru bilgi vereceğine söz verirsen, söylerim.

Söyle, hâlini kimseye açmam.

İşittim ki, burada bir Peygamber çıkmış. Onunla görüşmek ve ona kavuşmak için buraya geldim.

Sen doğruyu buldun, akıllılık ettin. Bu zat Allah’ın Resulüdür, hak Peygamberdir. Sabahleyin ben o zatın yanına gidiyorum. Beni takip et, senin için korkulacak bir şey görürsem, ayakkabımı düzeltiyormuş gibi yaparım. Sen beklemez gidersin. Ben geçip gidersem, arkamdan gel ve benim girdiğim eve sen de peşimden gir!

Ebu Zer-i Gıfârî, Hz. Ali (ra)’yi takip edip, onunla birlikte Peygamberimizin (asm) mübarek yüzünü görmekle şereflendi. Ve hemen:

Esselâmü aleyküm, diyerek selâm verdi. Bu selâm İslâm’da bu şekilde verilen ilk selâm ve Ebu Zer-i Gıfârî de ilk selâmlayan kimse oldu.

Peygamber efendimiz(sav) selâmını aldıktan sonra, aralarında şu konuşma geçti:

– Sen kimsin?

Gıfâr kabilesindenim.

Ne zamandan beri buradasın?

Üç gün üç geceden beri buradayım.

Seni kim doyurdu?

Zemzem’den başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç açlık ve susuzluk duymadım.

Zemzem mübarektir. Aç olanı doyurur.

Ya Muhammed! İnsanları neye davet ediyorsun?

Bir olan ve ortağı bulunmayan Allah’a iman etmeye ve putları terk etmeye, benim de Allah’ın Resulü olduğuma şehâdet etmeye davet ediyorum.

Bunun üzerine Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri:

Bana İslâmı bildir, dedi.

Peygamber Efendimiz (asm) ona Kelime-i şehâdeti okudu. O da söyleyip, Müslüman oldu. Ebu Zer İslam’ı kabul eden dördüncü ya da beşinci kişidir Ebu Zer Müslüman olmanın verdiği büyük bir iştiyakla dedi ki:

– Ya Resûlallah! Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, Müslüman olduğumu Kâbe’de müşrikler arasında haykırmadıkça memleketime dönmeyeceğim.

Bundan sonra Ebu Zer-i Gıfârî Kâbe yanına gidip, yüksek sesle:

Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resûlüh, diye haykırdı.

Bunu işiten müşrikler hemen üzerine hücum ettiler. Taş, sopa ve kemik parçaları ile öyle dövdüler ki, kanlar içinde kaldı.

Bu hâli gören Hz. Abbas seslendi:

Bırakın bu adamı, öldüreceksiniz! O sizin ticaret kervanınızın geçtiği yol üzerinde oturan bir kabiledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz?

Böylece Ebû Zer Hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı.

Müslüman olmakla şereflenmenin verdiği şevkle, öylesine seviniyor ve coşuyordu ki, ertesi gün gene Kâbe’nin yanında Kelime-i şehâdeti yüksek sesle bağıra bağıra söyledi. Bu sefer de üzerine hücum eden müşrikler, yere yıkılıncaya kadar dövdüler. Yine Hz. Abbas yetişip, ellerinden kurtardı.

Bundan sonra Peygamber Efendimiz (asm) Ebu Zer-i Gıfârî Hazretlerine buyurdu ki:

Şimdi kavminin yanına dön! Emrim sana ulaşınca, onu kavmine haber ver! Ortaya çıktığımızın haberi sana geldiği zaman yanımıza dön!

Bu emir üzerine Ebu Zer-i Gıfârî kendi kabilesi arasına dönüp, onlara İslâmiyeti anlatmaya başladı. Hicrete kadar bu hizmete devam etti.

Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri kavmini İslamiyete davet ediyordu. Bir gün kabilesine, Allah’ın bir ve Muhammed aleyhisselâmın onun Resulü olduğunu ve bildirdiklerinin hak ve tapmakta oldukları putların batıl, boş ve manasız olduğunu söylemişti.

Ben Müslüman olmadan önce, bir gün Nuhem putunun yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir de baktım ki, bir köpek yaklaşıp, sütü içiverdi. Sonra da putun üzerine pisledi. Görüyorsunuz ki, put köpeğin üzerini kirletmesine mani olacak güçte bile olmayan bir taş! İşte sizin taptığınız şey! Köpeğin bile hakaret ettiği puta tapmak hoşunuza gidiyorsa, buna çok şaşılır.

Herkes başını eğmiş duruyordu. İçlerinden biri cevap verdi:

Peki, senin bahsettiğin Peygamber neyi bildiriyor. Onun doğru söylediğini nasıl anladın?

Bunun üzerine Ebu Zer Hazretleri, yüksek sesle kalabalığa şöyle hitap etti:

O, Allah’ın bir olduğunu, O’ndan başka ilâh olmadığını, her şeyi yaratan ve her şeyin maliki, sahibi olduğunu bildiriyor. İnsanları Allah’a iman etmeye çağırıyor. İyiliğe, güzel ahlâka ve yardımlaşmaya davet ediyor. Kız çocuklarını diri diri gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün, çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı emrediyor.

Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri İslâmiyeti uzun uzun açıkladı. Kabilesinin, içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp, bunların zararlarını ve çirkinliğini gayet açık bir şekilde anlattı. Onu dinleyenler arasında başta kabile reisi Haffâf, kendi kardeşi Üneys olmak üzere çoğu Müslüman oldu. Diğerleri ise daha sonra Peygamberimizi (asm) görerek Müslümanlığı kabul ettiler.

Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri bu hizmetleri yaptığı sırada, İslâmiyet, Mekke’de ve civarında oldukça yayılmıştı.

Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri Hendek savaşından sonra Medine’ye hicret etti Peygamberimiz Hazreti Muhammed(sav) o zaman Medine kapılarında onun gelişini beklemiştir Ebû Zer Hazretlerini Münzir bin Amr Hazretleri ile kardeş yaptı. Daha sonra İslâmı anlatması için tekrar kabilesi arasına gönderildi

Medine’ye tekrar dönen Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri Peygamberimiz(sav)’in yanına geldi bir daha yanından ayrılmadı.

Bütün zamanını dini öğrenmeye ayırdı. İlim öğrenmek hususunda büyük gayret sahibi idi. Her şeyi Peygamberimize (asm) sorardı. İman, ihsan, emir ve yasaklar hususunda, Kadir Gecesi ve daha birçok hususların sırlarını, izahını, namaza dair ince hususları ve nice şeyleri Resûlullah (asm)’a bizzat sorarak öğrenmiştir.

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) Ebu Zer’i çok sever, ona, hususi iltifat buyururdu. Çok zaman gece geç vakte kadar Resûlullah (asm)’ın huzurunda kalırdı. Peygamberimizin (asm) mahremi, sır dostu idi. Onunla mahrem meseleleri konuşurdu.

Ayrıca Ebu Zer Hazretleri, Peygamberimizin (asm) mübarek elini öpmek saadetine kavuşmuştur. Resûlullah Efendimize bi’ât ederken de, “Hak Teâlâ’nın yolunda hiçbir kötüleyicinin kötülemesine aldanmayacağına, ne kadar acı olursa olsun daima doğru sözlü olacağına” söz vermişti. Ömrünün sonuna kadar hep böyle kaldı. Bu hususta Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki:

Dünyaya Ebu Zer’den daha sadık kimse gelmedi.

Hz. Ömer (ra), halifeliği zamanında bir gün iki genç huzuruna geldi. Yanlarında kollarından sıkıca tuttukları bir genç vardı. Kollarından tutulan genç, temiz giyimli mert birine benziyordu. Biri geliş sebeplerini şöyle anlattı:

Bu genç, babamızı öldürdü. Bunun muhakeme edilmesini istiyoruz.

Hz. Ömer (ra), her iki tarafın da ifadelerini aldı. Hâdisenin nasıl cereyan ettiği iyice öğrenildikten sonra katil genç suçlu görülerek idama mahkûm edildi.

Delikanlı kararı sükûnetle dinledikten sonra, dedi ki:

Siz, müminlerin emîrisiniz. Emriniz başımızın üzerinedir. Kararın yerine getirilmesine hazırım. Ancak, babam vefat etmezden önce paralarını ayırmış, bana,”Oğlum, şunlar senin, şunlar da kardeşinindir. Büyüyünceye kadar sen muhafaza et! Büyüyünce kendisine verirsin.” diye vasiyet etmişti. Ben de bu paraları bir yere gömdüm benden başka yerini bilen yoktur. Yetim hakkı zayi olur. Bana üç gün müsaade ederseniz gider emaneti ehil birine teslim ederim. Sonra da gelir teslim olurum.

Hz. Ömer (ra):

Yerine bir kefil bırakman lâzım, buyurdu.

Burada bulunanlardan biri bana kefil olur?

-Kefilini göster!

Genç, orada bulunanların yüzüne dikkatlice baktı. Sonra Ebu Zer Gıfarî Hazretlerini göstererek:

İşte bu zat kefil olur, dedi.

Hz. Ömer (ra):

– Ey Ebu Zer, kefil olur musun?

Evet, üç güne kadar döneceğine ben kefil olurum.

Aradan üç gün geçti. Mühlet bitmek üzereydi. Davacı gençler gelmiş fakat suçlu genç gelmemişti. Davacılar dedi ki:

Ey Ebu Zer, kefil olduğun genç gelmedi. Madem o gelmedi, sen onun kefili olarak, onun cezasını çekmedikçe buradan ayrılmayız.

Ebu Zer Hazretleri gayet sakin bir şekilde:

– Daha vakit var, sürenin sonuna kadar bekleyin bakalım. Eğer gelmezse, ben hazırım.

Nihayet bildirilen vakit doldu. Ebu Zer Hazretleri de ortaya çıkıp, cezasının infazını istedi. Tam bu sırada, genç çıka geldi. Genç geciktiği için özür dileyerek:

Parayı bulup dayıma teslim ettim. Kardeşimi de ona emanet ettim. Dayımın yeri hayli uzak olduğu için ancak bu zamanda gelebildim.

Orada bulunanlar, gencin sözünde durmasına hayran kaldılar. Bu hususu kendisine söylediklerinde:

– Mert olan hakiki Müslüman sözünde durur. Arkamdan, “Artık dünyada sözünde duran kalmadı.” dedirtmem.

Ebu Zer Hazretlerine, genci tanımadığı hâlde neden kefil olduğunu sorduklarında:

Genç bana güvenerek, “Bu bana kefil olur.” dedi. Bunu reddetmeyi mürüvvete, insanlığa sığdıramadım. “Âlemde fazilet, iyilik kalmamış.” dedirtmem.

Bu durumu gören davacılar:

– Biz de “Bu dünyada kerem sahibi, cömert kalmadı.” dedirtmeyiz. Allah rızası için, davamızdan vazgeçtik, ölenin vârisleri olarak affettik, dediler.

Peygamber Efendimiz (asm) Ebu Zer Hazretleri hakkında buyurdu ki:

Benim ümmetimde Ebu Zer, Meryem oğlu İsa’nın zühdüne sahiptir. Bu fıtrat üzere yaratılmıştır. İsa aleyhisselâmın tevazuuna bakmak kendisini mesrur eden kimse, Ebu Zerr’e nazar eylesin.

Tebük muharebesinde Ebu Zer-i Gıfârî Hazretlerinin devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya yetişmek için yaya yürümeye başladı. Şiddetli sıcak ortalığı kavuruyordu. Bir öğle vakti Ebu Zer orduya yetişti. Resûlullah (asm)’ın yanında bulunan Eshâb-ı kiram dediler ki:

Ya Resûlallah! Tek başına bir adam geliyor.

Resûlullah Efendimiz (asm):

Ebu Zer midir? Onun olmasını isterim, buyurdular.

Yâ Resûlallah, gelen Ebu Zer’dir.

Allah Ebu Zer’e rahmet eylesin! O, yalnız yaşar, yalnız yürür, yalnız başına vefât eder ve yalnız başına haşr olunur.

Daha sonra Ebu Zer’e:

Ey Ebu Zer! Niçin geride kaldın, buyurdular.

Ebu Zer, devesinin durumunu anlattı ve bu sebeple geride kaldığını söyledi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz:

Bana gelip kavuşuncaya kadar, attığın her adımına karşılık, Allah Teâlâ bir günahını bağışlasın, diye dua buyurdular.

Ebu Zer-i Gıfârî dünyaya hiç değer vermezdi. Son derece kanâatkâr, fakîr ve yalnız yaşardı. Peygamber Efendimiz (asm) bu sebeple ona, “Mesih-ül-İslâm”lâkabını vermişti.

Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri, Mekke’nin fethine de kendi kabilesinin sancağını taşıyarak katılmıştır.

Peygamberimize (asm) tam bağlanıp, onun sevip, beğendiğini seven, sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebu Zer, Resûlullah (asm)’ın vefatında da yanında bulunmuştur. Peygamberimizin (asm) vefatından sonra bir köşeye çekilip, son derece mahzun ve yalnız yaşadı. Hz. Ebu Bekir (ra)’in halifeliği devrinde de böyle yaşayıp, onun vefatından sonra Şam’a gitti. Oraya yerleşti.

Halis bir mümin, dürüst bir adam ve hatalı davranışlara çekinmeden karşı çıkan biri olarak bilinmektedir. Yüksek bir makamda olmamıştır fakat ümmete elinde ne varsa feda ederek hizmet etmiştir. Şüphelilerden ve haramlardan son derece sakınırdı. Evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakirlere dağıtırdı.

 Bir defasında Şam valisi, tecrübe etmek için, hizmetçisi ile akşam on bin dirhem altın göndermişti. Ebu Zer Hazretleri altınları alınca uykusu kaçtı, uyuyamaz hâle geldi. Hemen kalktı ve fakirlere dağıttı. Yanında tek altın bile saklamadı.

 Peygamberimiz(sav);”Allah sana merhamet etsin, ya Ebu Zer! o yalnız yaşayacak, yalnız ölecek ve yalnız diriltilecektir” buyurmuştur

Ebu Zer Hazretleri Medine çölü yakınlarındaki El-Rabaza kentine yerleşmişti

Bir gün, muhterem hanımı hatırlattı,

Elbisen çok eskidi, bir yenisini bulamaz mıyız?

Bize artık elbise değil, kefen lâzımdır! Üstelik sana, iyi haberlerim var.

– Hayırdır İnşallah Efendi…

İnşallah yakında, Allah’ın sevgilisi Peygamber Efendimize (asm) kavuşacağım. Ey ölüm çabuk gel, ruhum Rabbime kavuşmak sevgisiyle çırpınıyor.

Hanımı ağlamaya başladı.

Niçin ağlıyorsun hanım?

Kadıncağız bir şeyler söylemek için dedi ki:

Nasıl ağlamayayım! Gerçekten bir emr-i Hak vaki olsa, vefat etsen, ben buralarda tek başıma ne yaparım? Sonra bir kefen bezimiz bile yok. Ayrıca kadın başıma, seni nasıl defnedebilirim?

Şimdi bunları bırak da, kapıya çık bakalım! Gelen giden, var mı?

Hanımı kapı önüne çıktı. Uzaklara, ufuklara baktı:

Bilirsin ki, hac mevsimi geçti. Bu günlerde, şu ıssız çöle, kimin yolu düşebilir?

Gelirler! Gelirler! Sen şimdi kalk! Bir keçi kes; pişirmeye başla! İyi kalpli Müslüman cemâ’ati gelince, onlara ikram edersin. Sakın, yemeden onları salıverme!

Hanımı, tekrar dışarı çıktı efendisinin emirlerini yerine getirmeye başladı. Yemek pişirirken yolu da gözlüyordu.

Müjde efendi! Söylediğin gibi, gelenler var!

Yaşlı Sahabenin gözleri parladı ve dedi ki:

Elhamdülillah! Çok şükür, geldiler demek. Öyleyse, gel de şu yaşlı vücudumu, Kıbleye doğru çevirelim.

Sonra Kelime-i Şehâdet getirip vefat etti. Hanımı, efendisinin dediklerini yaptı. Sonra tekrar, kapı önüne çıktı. Yolcular gelmişlerdi.

Bunlar Abdullah bin Mes’ûd, Malik bin Eşter ve bazı Müslümanlardı. Kadıncağız eliyle, gelenlere evi gösterip sordu:

Ebu Zer içerde, vefat etti. Onu kefenleyip, ecre, sevaba nail olmak istemez misiniz?

Bu ismi duyan kafile mensupları, hep birlikte, Ebu Zer Hazretlerinin hizmetine koştular.

Abdullah bin Mes’ûd’un verdiği kefenle kefenlendi ve cenaze namazını da, Abdullah bin Mes’ûd kıldırdı. Hazırlanan etten de yiyerek hep birlikte Medine’ye döndüler. Çoluk çocuğunu Hz. Osman (ra) himayesine aldı.

Akrabanı ziyaret et, onlar seni ziyaret etmeseler de.”

Acı da olsa Hakkı söyle!”

Tedbir almak gibi akıllılık yoktur. Haramlardan el çekmek gibi vera yoktur. Güzel ahlâk gibi de soyluluk yoktur.” Gibi Peygamberimiz (asm)’den bizzat işiterek 281 hadis-i şerif rivayet eden

Ebu Zerr-il Gıfârî hazretlerine Allah rahmet etsin bizleride onun şefaatine mazhar eylesin Amin…

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

Kaynaklar:

1)Sorularlaislamiyet

2)Hadis külliyatı