Etiket arşivi: iktisat

Çocuklara iktisat bilinci nasıl kazandırılır?

Aile eğitimi sırasında çocuk, anne-babanın sözlerinden çok davranışlarından etkilenir. Onları taklit ederek sosyal davranışlar kazanır. Anne-baba çocuğa ahlakî davranışlar kazandırmak için her gün pekçok şey söyler, nasihatler eder. Eğer anne-baba bu sözleri ve nasihatleri günlük hayatında yaşamıyorsa, çocuğun öğrendikleri bilgi düzeyinden öteye geçmez. Çocuklar aile büyüklerinden ve öğretmenlerinden birçok şeyler duyarlar, ancak bunlardan pek azı çocuklarda tutum ve davranış değişikliğine yol açabilir. Çocuk sevgi, saygı, şefkat, yardımlaşma, işbirliği, dürüstlük, çalışkanlık, başkalarının haklarına saygı gibi sosyal ve ahlakî davranışları, okulda verilen teorik bilgilerle değil, ailede görerek ve yaşayarak kazanır.

Müslüman anne-babalar olarak, hemen hepimiz, Allah’ın “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” emrini biliriz. Buna rağmen bazı ailelerde nimete gereken saygı gösterilmemekte, her gün tonlarca bayat ekmek ve yemek artığı çöpe atılmaktadır. Demek bu ailelerde Allah’ın “israf etmeyiniz” emri bilgiden ibaret kalmakta, davranışlarına yansımamaktadır.

Seneler önce akrabam olan genç bir bayanı çöpe ekmek atarken görünce şöyle demiştim: “Ekmek nimettir. Neden çöpe atıyorsun? Nimete saygın yok mu?” Genç bayan, “Ne yapayım, eşim ve çocuklar bayat ekmek yemiyor” diyerek kendisini savunmuş; nimete saygısı olduğunu göstermek için de ekmeği öpüp alnına götürdükten sonra çöp kutusuna atmıştı.

Genç bayanın ekmeğe gösterdiği saygı teğet bir saygıydı, gerçek saygı değildi. Bu aile tanıdığım bir aileydi. Yemeğe “Bismillah” diyerek başlıyor, sonunda “Elhamdülillah” diyerek Allah’a şükrediyorlardı. Ancak bu besmele ve şükür gelenekten ve ezberden ibaretti. Çünkü onlar da anne ve babalarından öyle görmüşlerdi. Muhtemelen bu genç bayanın da bayat ekmeği çöpe atan bir annesi vardı. Onun kızı da ileride anne olduğu zaman aynı şeyi yapacak; bunun nimete karşı bir saygısızlık ve israf olduğunu düşünmeyecektir.

Nimetin gerçek sahibi

Müslüman anne-babalar olarak yemeğe başlarken “Bismillah”, bitirince “Elhamdülillah” deriz; çocuklarımıza da öğretiriz. Eğer bu kelimelerin ne anlama geldiğini ve niçin söylediğimizi anlayacakları bir dille açıklamazsak, çocuklar bu kelimelerin ne anlama geldiğini kavrayamaz, teğet bir dille söylemiş olurlar.

Çocuklarımızın bu kelimeleri duygusal zekâlarıyla kavramaları için şöyle bir açıklama yapılabiliriz: “Çarşıdan bir yiyecek aldığımız zaman karşılığında satıcısına para ödüyoruz. Halbuki o yiyeceklerin gerçek sahibi satıcılar değildir, Allah’tır. Acaba o yiyeceklerin gerçek sahibi olan Allah verdiği bu nimetlere karşılık bizden ne istiyor? Nimetlerin gerçek sahibi (Mün’im-i Hakiki), bizden üç şey istiyor: Zikir, şükür ve fikir. Yemeye başlarken ‘Bismillah’ (Allahım, Senin adınla başlıyorum) dememiz zikirdir. Yedikten sonra ‘Elhamdülillah’ (Allahım, verdiğin bu nimetler için Sana teşekkür ederim) dememiz şükürdür. Yerken bu nimetleri Allah’ın yarattığını, rahmetiyle binlerce canlı türünü yiyeceksiz bırakmadığını düşünmek fikirdir.

Çoğu evlerimizde çocuklara “Bismillah” ve “Elhamdülillah” (zikir ve şükür) demeyi öğretiyoruz, fakat aynı hassasiyeti fikir konusunda göstermiyoruz. Böylece Allah’ın bizden istediği üç şeyden ikisini yani zikri ve şükrü yerine getirmiş oluyoruz. Ancak yerken bu nimetin bize nasıl ulaştığını pek düşünmüyoruz ve çocuklarımızla bunu konuşmuyoruz. O zaman Allah’ın bizden istediği üçüncü şeyi yani fikri yerine getirmemiş oluyoruz. Fikir eksik olduğu için nimetin kıymetini takdir etmiyor, gereken saygıyı göstermiyoruz. Eğer nimete saygımız olsaydı, her gün tonlarca yemek artığı ve ekmek çöpe atılır mıydı?

“Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz”

Amerika’da master yaptığım yıllarda, çalıştığım üniversitenin yemek salonu açık büfe şeklindeydi. Öğrenciler ve hocalar dilediği yemekten, salatadan, meyveden veya tatlıdan dilediği kadar alabiliyordu. Yemekhanenin giriş kapısında “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” anlamına gelen şu yazı vardı: “Take what you need. Eat what you take.” (Yiyeceğin kadar al, aldığını da ye.)

 Bir gün aynı masada yemek yediğimiz Çinli bir arkadaşı, tabağında kalan son pirinç tanesini almaya çalışırken görünce dayanamadım; denemek için dedim ki: “Bir pirinç tanesi için neden bu kadar uğraşıyorsun? Bırak tabakta kalsın.” Çinli arkadaşın verdiği cevap çok düşündürücüydü:

 “Her Çinli bir pirinç tanesi israf etse, Çin nüfusuyla çarp bakalım kaç ton pirinç yapar? Biz kalabalık bir ülkeyiz, israf etme lüksümüz yoktur.”

 Yine denemek için dedim ki:

 “Şu anda Çin’de değil, Amerika’dasın. Tabağında bırakacağın pirinç tanesi Çin’i değil, Amerika’yı zarara uğratacaktır.” Güldü. “Amerika’yı bu şekilde zarara uğratmak onurlu bir davranış olmaz” dedi.

Çinli arkadaşı bu onurlu davranışından dolayı tebrik ettim. Bir Müslüman olarak düşüncesini paylaştığımı söyledim. Rabbimizin bu konudaki, “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri sevmez” buyruğunu açıkladım. Çok hoşuna gitti. Tam o sırada, Ürdünlü bir arkadaş tabağındaki yemek artıklarını çöp sepetine boşalttı. Bunu gören Çinli arkadaş Ürdünlüyü göstererek, “O Müslüman değil mi?” dedi.

 O kadar üzüldüm ki, ne diyeceğimi bilemedim. “Dur, bunu kendisine soralım” dedim. Ürdünlü arkadaşa seslendim. Çinli ile aramızda “nimete saygı ve israf” konusunda geçen konuşmaları aktardıktan sonra dedim ki: “Arkadaş seni yemek artıklarını çöpe dökerken görünce, ‘O Müslüman değil mi? Neden israf ediyor?’ diye sordu. Ben de bunu kendisine soralım dedim.”

Ürdünlü arkadaş Çinliye döndü. Kendinden emin bir şekilde, “Ben kendi ülkemde israf etmem. Amerika’yı sevmiyorum. Burada, ne kadar çok israf edersem Amerika’yı o kadar zarara uğratmış olurum” dedi. Çinli, “Amerika’ya kızarak davranışını değiştirmen onurlu bir düşünce değil” dedi.

 Allah’a inanmayan Çinli ile Allah’a iman etmiş Ürdünlü arasındaki bu düşünce farkı nerden kaynaklanıyordu? Şüphesiz aileden ve okuldan aldıkları eğitim farkından kaynaklanıyordu. Muhtemelen Çinli de Amerika’yı sevmiyordu. Buna rağmen tabağında kalan son pirinç tanesini dahi israf etmeyecek bir ahlaka sahipti.

Kutu

Çocuklara iktisat bilinci kazandıracak oyun

Gerekli olanlar:

Birkaç buğday tanesi

Bir kaşık un

Bir dilim ekmek

Çocuklarımıza oyunla nimetin kıymetini anla­tabilir, duygusal ve zihinsel yönden nimeti israf etmeyecek bir hassasiyet kazandırabiliriz. Oyunun adı “Bu bize nereden ve nasıl geliyor?” olsun. Oyuna temel gıdamız olduğu halde en çok israf edilen ekmekten başlayabiliriz. Oyun için, birkaç buğday tanesi, bir kaşık un ve bir dilim ekmek gerekecektir. Aynı oyunu başka günlerde sebze ve meyve türü yiyecekler için oynayabiliriz.

Bütün aile üyeleri sofra başında toplandığı için yemek sa­atleri sohbet için iyi bir fırsattır. Özellikle akşam yemekleri sohbet için oldukça uygundur. Bismillah diyerek yemeğe baş­ladıktan sonra anne veya baba (tercihen anne) çocuğa “Ye­meğini yerken benimle bir oyun oynamak ister misin?” diye­rek dikkatini çeker. Oyun çocukların en sevdiği işlerden biri olduğu için kabul edecektir. Anne eline aldığı bir dilim ekme­ği çocuğa göstererek “Söyle bakalım bu ekmek bize nereden ve nasıl geliyor?” diye oyunu başlatır. Çocuğun aklına gelen ilk cevap bakkal veya fırın olacaktır. Anne “Oraya nereden geliyor?” diyerek çocuğa yardımcı olur. Sonra birkaç buğday tanesini gösterir. “Ekmeğin temel maddesi bu gördüğün buğ­day taneleridir” der ve sorar: “Buğday nereden geliyor?” Ço­cuğa ipuçları vererek oyunu yönlendirir ve şu sonuca varıl­masını sağlar:

“Buğday taneleri çiftçi tarafından toprağa eki­lir. Toprak olmadan buğday taneleri filiz verip büyüyemez, başak veremez. Buğday tanesini de toprağı da yaratan Al­lah’tır. Çiftçinin görevi sadece buğdayı toprağa ekmektir. On­dan sonra elinden bir şey gelmez. Toprağa ekilen buğday ta­nesinin büyümesi için su (yağmur) gerekir, ısı ve ışık (gü­neş) gerekir, hava gerekir. Yağmuru, güneşi ve havayı yara­tan Allah’tır. Buğday taneleri toprakla beslenerek büyür, ba­şak verir. Bir başakta 20-30 adet buğday vardır. Çiftçi buğday başaklarını toplar, harmana getirir. Buğday tanelerini başaktan ayırır, çuvallara doldurur. Çuvalları değir­mene götürür. Değirmende buğdaylar öğütülür, un haline ge­tirilir. Un çuvallara doldurulur. Çuvallardaki unlar fırınlara götürülür. Fırıncı bir kazana un doldurur. Üzerine su döker. İyice yoğurarak hamur yapar. Hamuru küçük parçalara ayıra­rak içinde ateş yanan fırına koyar. Fırında pişen hamurlar ek­mek olur. Fırıncı pişen ekmeklerin bir kısmını raflara dizer, bir kısmını bakkala satar. Biz de gider, en yakın bakkaldan veya fırından ihtiyacımız kadar ekmek alırız.”

Oyundan çıkarılacak ders: Ekmeği çöpe attığımız zaman başta buğdayı yaratan Allah’a, sonra ekmek oluncaya kadar emeği geçen çiftçiye, değirmenciye, fırıncıya ve ekmeği satın almamız için gereken parayı kazanan babamıza saygısızlık yapmış oluruz.

Ali Çankırılı

Moral Dünyası Dergisi

Yarım Şekerin İsrafı

Son derece iktisatlı ve tutumlu bir hayatı vardı. Elbisesi, kullandığı eşyalar, yediği içtiği şeyler hep bu tarzdaydı. Kesinlikle bir şeyi israf etmez, aksini yapan talebelerini de hemen uyarırdı. Bir tek lastik ayakkabıyla yıllarca idare eder, bir gömleği yırtılınca yama yapar yine giymeye devam ederdi. Yemesi içmesi de böyleydi. Bir ekmeği 15 günde bitirir, bir-iki zeytini veya bir yumurtayı da ona katık ederdi. Çok sade ve iktisatlı bir çizgide hayat sürerdi.

Barla’da kaldığı günlerde hizmetini gören talebelerinden birisi de Sıddık Süleyman’dı. Bir gün uzaktan misafirleri gelmişti. Sıddık Süleyman’a, “Kardeşim misafirlerimize çay ikram edelim” dedi. Sıddık Süleyman, odun ateşinde küçük demlikle çayı demledi, getirdi. Misafirlere dağıtmaya başladı. Çayları dağıttıktan sonra, yarım tane kesme şeker artmıştı.

“Bunu ne yapayım?” diye düşünürken, o yarım şekeri boş bir bardağa atıverdi. Bunu gören Bediüzzaman’ı bir sıkıntı bastı, çok üzülmüştü.

Kardeşim,” dedi. “Yirmi kişiye daha çay verseydin de böyle yapmasaydın, o zaman ruhum bu kadar sıkılmazdı. Çünkü sen iktisat etmedin.

Ömer Faruk Paksu

Said Nursi Ne ile Geçindi?

Ehl-i dünya bana der: “Neyle yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tembelce oturanları ve başkasının sa’yiyle geçinenleri istemiyoruz.”

Elcevap: Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz.

Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan etmek bana pek nâhoştur. Fakat, madem ehl-i dünya evhamlı bir surette soruyorlar. Ben de derim ki:

Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek (velev zekât dahi olsa), hem maaşı kabul etmemek (yalnız bir iki sene Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede dostlarımın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum, o parayı da mânen millete iade ettik). Hem maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar; kabul etmedim. “Öyle ise nasıl idare edersin?” denilse, derim:

Bereket ve ikram-ı İlâhî ile yaşıyorum. Nefsim çendan her hakarete, her ihanete müstehak ise de, fakat Kur’ân hizmetinin kerameti olarak, erzak hususunda, ikram-ı İlâhî olan berekete mazhar oluyorum. Cenâb-ı Hakkın bana ettiği ihsânâtı yad edip, bir şükr-ü mânevî nev’inde birkaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü mânevî olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünkü müftehirâne gizli bereketi izhar etmek, kesilmesine sebep olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum.

İşte birisi: Şu altı aydır otuz altı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi geldi. Daha var, bitmemiş. Ne miktar kifayet edecek, bilmiyorum.

İkincisi: Şu mübarek Ramazan’da, yalnız iki haneden bana yemek geldi; ikisi de beni hasta etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten memnûum. Mütebâkisi, bütün Ramazan’da benim idareme bakan mübarek bir hanenin ve sadık bir arkadaşım olan o hane sahibi Abdullah Çavuş’un ihbarı ve şehadetiyle, üç ekmek, bir kıyye pirinç bana kâfi gelmiştir. Hattâ o pirinç, on beş gün Ramazan’dan sonra bitmiştir.

Üçüncüsü: Dağda, üç ay, bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, hergün ekmekle beraber yemek şartıyla, kâfi geldi. Hattâ, Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günüydü, dedim ona: “Git, ekmek getir.” İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın. “Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum” dedi.

Sonra, hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şekerle çayımız vardı. Dedim: “Kardeşim, bir parça çay yap.”

O ona başladı. Ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifâne şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfi-kalb adama ne diyeceğim diye düşünmedeyken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim. Gördüm ki, koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: “Süleyman, müjde! Cenâb-ı Hak bize rızık verdi.”

O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvânât-ı vahşiye, hiçbiri ilişmemiş. Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek ikimize iki gün kâfi geldi. Biz yerken, bitmek üzereyken, dört sene sadık bir sıddîkım olan müstakim Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.

Dördüncüsü: Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi.

İşte, şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlâhiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz. Belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır; veya hizmet-i Kur’âniyeye bir ikramdır; veya iktisadın bereketli bir menfaatidir; veyahut “Yâ Rahîm, yâ Rahîm” ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dikkatle dinlesen, “Yâ Rahîm, yâ Rahîm” çektiklerini anlarsın.

Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta yumurta makinesi gibi, pek az fasılayla hergün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem birgün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum, “Böyle olur mu?” dedim. Dediler: “Belki bir ihsan-ı İlâhîdir.” Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazan’da bu mübarek hali bir ikram-ı Rabbânî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.

Risale-i Nur, Mektubat, On Altıncı Mektup

www.NurNet.org

İsraf

İnsanın sahip olduğu nimetleri gereksiz ve aşırı tüketmesi. Bu tür bir davranış, İslâm tarafından uygun görülmemiş ve insanoğlunun yeme, içme ve harcama konusunda belirli bir denge içerisinde kalması istenmiştir. Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerîm’in çeşitli yerlerinde bu hususa işaret etmiştir: “Elini bağlı olarak boynuna asma. Onu büsbütün de açıp saçma. Sonra kınanmış pişman bir halde oturup kalırsın” (el-İsra, 17/29). Burada “boynuna asma” tabirinden cimrilik etmenin kasdedildiği belirtilmektedir. “Açıp saçma” tabirinden ise, israf olduğu belirtilmektedir. Bu iki husus da birbirinin zıddı olan fakat tasvip edilmeyen alışkanlıklardır. İkisinde de hem kişiye hem de topluma sayısız zararlar bulunmaktadır.

Başka bir ayette Cenâb-ı Hak, “Ey Âdemoğulları, her mescide gidişinizde temiz ve güzel elbiselerinizi giyin. Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez” (el-A’raf, 7/31). Cimrilik, meşru bir şeyden faydalanmaktan nefsi mahrum bırakmaktır. İslâm ise, meşru sınırlar içerisinde kişiyi faydalanmakla mükellef tutar, haram kılınmamış bir şeyi insanların haram olarak kabul etmelerinden hoşlanmaz. Çünkü hayatın güzelleştirilmesi, çirkinliğe ve israfa kaçmaksızın gerçekleştirilmelidir. İsraf hem fert ve hem de toplum için bir bozuluştur. Hepsi bu yolda verilse bile, Allah yolunda malı infâk etmek israf değildir.

Hz. Peygamber ve ashabının; “yüce Allah dağ gibi altın verse, bunu O’nun yolunda harcamayı temenni ettikleri” nakledilmektedir (bk. Buhârî, Fedâilü’s-Sahâbe, 6, Temennî, 2, Zekât, 4, Müslim, Münâfîkîn, 52, Zekât, 31, Fedâilü’s-Sahâbe, 221, 222; İbn Mâce, Mukaddime, 10, Zekât, 3).

Bu yönüyle israf, İslâm’ın ileri derecede hoş görmediği lüks hayattan kaynaklanmaktadır. Servetin büyüyüp lüks uğruna harcanması sonucuna gitmemesi için malın zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olması İslâm tarafından reddedilmiştir (bk. el-Haşr, 59/7). Bu yüzden lüks, bir toplum için “şer” kabul edilmiştir. Lüksün hoş görülmediği ve haram kılındığı konusunda çeşitli nasslar bulunmaktadır. Ancak buradaki lüks’ü ileri teknoloji ürünü aletleri evimize sokma şeklinde anlamak yanlıştır. Burada lüksten içki, kumar, fuhuş, aşırı giyim, gücünun üzerinde gereksiz harcamalar, gurur-kibir, şan ve şöhret için ziyafet düzenlemeler gibi harcama ve yaşantılar kastedilir.

Kur’an-ı Kerîm bazen tarih boyunca lüks ve rahat bir hayat sürenlerden söz eder. Bu tür halklar kendilerini helâke sürükledikleri gibi onlara uyanları da aynı âkıbete götürmüşlerdir. Bir toplumda lüks içerisinde olanlar varsa, mutlaka orada zayıf durumda olan mağdur kesimler de bulunur. Refah ve lüks içerisinde olanlar hasta ve rahat hayatlarına tutkundurlar. Şehvet ve lezzetlerine bağlıdırlar. Kur’an-ı Kerîm bu tür sapmış ve haddi aşmış toplumların isyan içerisinde bulunduklarından söz etmektedir.

“Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşlere, besili atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı duyuları aşırı istek, insanlara süslü gösterildi. Oysa bunlar, sadece dünya hayatının geçici malıdır. Varılacak güzel yer ise Allah’ın katındadır” (Âlu İmrân, 3/14). “Biz herhangi bir ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri, mutlaka; “Biz, sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz” demişlerdir” (Sebe’, 34/34)

İsraf, ferdin olduğu kadar İslâm toplumuna yön verecek otoritelerin de dikkat etmesi gereken bir husustur. Tüketici, gerekli ihtiyaç maddelerinden kabul edilen malları harcarken de, gereğinden fazla harcamamaya dikkat etmek durumundadır. Kişinin iyi bir hayat sürmesi için yapacağı harcamalara hiçbir şekilde sınırlama getirilemez. Elverir ki, bu harcamalar etkinliğin artmasına ve İslâm’ın gerçek bir müslümandan toplum içinde beklediği hizmetlerin yerine getirilmesine yarasın.

Öte yandan “kıt kaynaklar” iddiasına rağmen sınırsız ihtiyaçlara göre üreten Batı iktisat sistemi tabii kaynakları alabildiğine israf eder. Oysa israf fikrinin olmadığı bir İslâm toplumu kaynakları verimli olarak kullanır. Yine İslâm toplumunda ihtiyaçları öncelikle zaruretler tayin eder. İslâm, kaynaklarla ihtiyaçlar arasındaki ilişkileri esasta israfın bertaraf edilmesi gereği açısından düzenler. İsraf yasağı temeli üzerinde oluşan İslâmî üretim tarzı, İslâm devletine tabi olanların beslenme, barınma, giyinme, ulaşım ihtiyaçlarını yeterli olarak karşılamak hedefine yöneliktir. Bu üretim tarzında ihtiyaç dolayısıyle tüketim ilk sevkedici güçtür. Çağdaş kapitalist sistemde ise tüketimin sevkedicisi üretimdir. Üretim yapıldığı için insanlar tüketmek durumundadırlar. Tüketim sınırsız arzular oldukça cazip pazarlama ve reklâm faaliyetleriyle sürekli olarak kamçılanır. Böylece ihtiyaçlar üretimin peşinde koşar.

Kapitalizmin tüketim hırsı sınırsız bir insan tipi meydana getirmiştir. İslâm’da gerçekleştirilen üretimin hedefi insandaki maddi tatmini manevî sahaya aktarmakla bu ihtiyacı giderir. Bir müslümanın tüketim sahasında göz önünde tutacağı başlıca esaslar, haramdan kaçınma, helâlinden tüketme, temizlik, aşırılıklardan kaçınma, sağlığını tehlikeye düşürmeme ve çevredekileri de hesaba katma şeklinde ortaya çıkar.

İslâm, israf yasağı ile özel mülkiyet hakkına bir sınır getirmiş ve servet kimin olursa olsun, onda toplumun hakkı bulunduğu ilkesini benimseyerek, israfla bu hakkın yok edilmesine engel olmak istemiştir.

İslâm’ın yasak ettiği her türlü harcama, -içki, kumar, uyuşturucu maddeler gibi- kişiye ve topluma hiçbir yararı olmayan ve insanı başkalarına muhtaç hale getirecek kadar ölçüsüz yapılan bağış ve harcamalar israf sayılmıştır. Yalnız israf kavramını daha geniş tutmak ve maddî-manevî her türlü servet ve imkânın boşu boşuna harcanmasını israf olarak değerlendirmek mümkündür.

Sağlık, Allah’ın bize bir lütfu, bir nimetidir. Zaman yine bir nimettir. Sağlığımıza dikkat etmemek, zamanımızı boşa harcamak israftır ve bunun hesabı bizden sorulacaktır. Gereksiz olarak musluktan akıtılan su, yakılan elektrik israftır. Bütün ümmete ait olan nimetlerin boşa harcanmasıdır.

Sami ŞENER

Prof.Dr.Saffet Solak anlatiyor…

Amerika’da master yaptığım yıllarda çalıştığım üniversitenin yemek salonu açık büfe şeklindeydi. Herkes dilediği yemekten istediği kadar alabiliyordu. Yemekhanenin kapısında “Take what you need.Eat what you take” (Yiyeceğin kadar al, aldığını da ye) diye yazmakta idi.

Bir gün aynı masada yemek yediğimiz Çinli bir arkadaşı tabağında kalan son pirinç tanesini almaya çalışırken görünce dayanamadım denemek için dedim ki;

– Bir pirinç tanesi için neden bu kadar uğraşıyorsun? Bırak tabakta kalsın. Çinli arkadaşın verdiği cevap çok düşündürücüydü;

– Her çinli bir pirinç tanesi israf etse, Çin nüfusu ile çarp bakalim, kaç ton pirinç yapar? Biz kalabalık bir ülkeyiz, isref etme gibi bir lüksümüz yoktur. dedi

Yine denemek için dedim ki;

– Şu anda Çin’de değil Amerika’dasın. Tabağında bırakacağın pirinç tanesi Çin’i degil Amerika’yı zarara uğratacaktır. bu sözlerim karşısında güldü ve şöyle dedi;

– Yaşadığım ülke olan Amerika’yı zarara uğratmak onurlu bir davranış olmaz.

Çinli arkadaşı bu onurlu davranışından dolayı tebrik ettim ve düşüncesini paylaştığımı söyledim. İslam dininin bu konudaki “Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez” buyruğunu açıkladım.

Çok hoşuna gitti. Tam o sırada, Ürdünlü müslüman bi arkadaş tabağındaki yemek artıklarını çöp sepetine boşalttı. Bunu gören Çinli arkadaş Ürdünlü’yü göstererek ;

O Müslüman değil mi? dedi.

O kadar üzüldüm ki ne diyeceğimi bilemedim.