Etiket arşivi: kadın

Kadın ve şefkat

Şefkatin gerekliliği

İnsan  şefkate muhtaçtır. Ücret beklemeden ihtiyaçlarının karşılanmasına, zayıflığına bedel korunmaya, yaramazlıklarında bağışlanmaya… İnsanın şefkatli ellere ihtiyacı vardır ve  farkında olmadan büyür Rahmanür-Rahim’in rahmet kucağında. Evet, “İnsanlarda, zaaf ve acz itibarıyla, daima bir nevi çocukluk var; her vakitte şefkate muhtaçtır.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 136).

İnsanın özüne doğru yolculuk yaptığımızda fıtratın kaynağından çıkan membadan öylesine hayattar bir rayiha yayılır ki, her yeri temizler, güzelleştirir. Bu yayılan tatlı rayihaya; ivazsız sevgi, samimiyet, merhamet, acımak, menfaat ummamak kısaca, ”insanın en lâtif ve şirin seciyesi olan şefkat…” (Şualar, s. 20.)  diyebiliriz. İnsan, şefkat görmekten lezzet duyduğu gibi, gösterebilmekten de lezzet alır. Şefkat göstermek, ahlâklı insanın bir vazifesidir. Bu lâtif vazife, aynı zamanda lezzetlidir de. Bu lezzetin neşesiyle şefkatli insanın kalbindeki samimî muhabbet büyür. Muhabbet ise iyiliklerin davetçisidir ve onları daimileştirir. Ferdî ve umumî güzellikler ortaya çıkar.

Ailede şefkat

Aile kurumu, şefkatin varlığı ile hayattardır. Karşılıksız, fedakârca, samimî muhabbet, şefkatten gelen ahlâkın yüksek hakikati ile oluşur. Fedakârlıklar insanda tükenişe değil, aksine yenilenmeye, tazelenmeye ve daha güçlü bir yapılanmaya vesile olur. Nasıl ki çözümler, sorunların ortaya çıktığı ortamlarda üretilir. Fedakârlıklar da bir nevi insanı durağanlıktan kurtaran üretim faaliyetleridir diyebiliriz. “İşte bir zat bu ihlâslı muhabbeti böyle tarif etmiş: “Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum.” Çünkü, mukabilinde bir mükâfat, bir sevap istenilen muhabbet zayıftır, devamsızdır…”(Mesnevi-i Nuriye, s. 145.)

Aile hayatı, rüşvetsiz ve ücretsiz muhabbet ile varlığını sürdürür. Bediüzzaman, ailenin, insanlığın dünya hayatında en kapsamlı merkez, en esaslı zemberek ve dünya saadeti için bir cennet, bir sığınak olduğunu vurgular. Herkesin hanesinin, kendisi için küçük bir dünya olduğunu ve o hanede aile hayatının ayakta kalabilmesi için; samimî, ciddî, fedakârca hürmet ve merhametin gerekli olduğunu izah eder.

*  *  *

Kadın fıtratı

Kadın, “şefkat ve cemalin mazharıdır.” (Barla Lâhikası, s. 188.) Bu mazhariyet itibarıyla Nur eserlerinin muhtelif yerlerinde kadının, “şefkat kahramanı” ve “şefkat madeni’ oluşundan bahsedilir. Cenab-ı Allah, “Erkek çocuk kız gibi değildir” (Al-i İmran Suresi, 36.) diyerek bu nazik taifenin farklılığına dikkat çeker. Bediüzzaman’ın ifadesiyle kız çocuk belki de “en sevimli mahlûk”tur. Zira, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “Oğlan çocuğunu seviniz. Kızlar kendi kendini sevdirirler,  fıtraten sevimlidirler” buyurmuştur. (Keşfü’l-Hafa, 1:54.)

Güzellik iltifat, sevimlilik sevilmek ister. Mahlûkatın içinde en sevimli olabilmek, bir ayrıcalıktır. Kadının dünya yüzünde müstesna bir varlık olarak, üzerine başka nazarları toplaması kaçınılmazdır. Burada hakikî bir korunmanın altında mahremiyetin kadın için ne kadar önemli olduğu anlaşılır. Buna paralel olarak kadın, sığınma ihtiyacı ile himaye altına girmeyi talep eder. Fıtraten zayıflığı da buna eklenince, hayatını idame ettirmek noktasında bir yardımcıya ihtiyaç duyar.

Bu ihtiyacı, fıtratında bulunan çocuk okşama ve sevme meyilinden gelen annelik vazifesi ile ziyadeleşir. Aciz, zayıf yavruların himayesi ve terbiyesi ile uğraşması bir nevi kendinin de himaye edilip maişetinin bir yardımcı tarafından yapılması ihtiyacını doğurur. Bediüzzaman, ”Kadınların da en esaslı hassaları ve fıtrî vazifelerinin mayası, şefkattir” der. Bu nedenledir ki,  yeryüzündeki en aciz varlık olan yavruları dünyaya getirme ve onlara bakma liyakati, kadın nev’ine verilmiştir.

Şefkatin  kadınlardaki  farkı

Şefkat,  kadının fıtratında Rahim isminin aynası olarak en parlak surette tecelli etmiştir. Bediüzzaman, “Gördüm ki, Rahim ismi şefkat burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o acı âlemi sevinçli âleme çevirip ışıklandırdı ki…” der.  Rahim, kelime kökü itibarıyla “rahm”den gelir ve kadın nev’ine derç edilmiş rahim ile kelime yapısı itibarıyla aynıdır. Rabbü’l-Âlemin kadınlık uzvu olan rahmi yaratırken Rahim ismini kadının âleminde ışıklandırmıştır. Rahim ise çokça şefkat, merhamet eder, ivazsız muhabbet vardır, bağışlar. Şefkat, kadının maddî ve manevî yaratılışının özünde vardır.

Nasıl ki, su damlası kendi zatında ışıksız, ehemmiyetsiz iken sâfî kalbiyle yüzünü güneşe çevirse güneşin bir arşı olur, yükselir, ışıklanır. Bunun gibi kadın da ism-i Rahim’in bir nevi arşıdır. Rezzak-ı Rahim, bütün mahlûkatı şefkatiyle rızıklandırken yavruları da annelerin memeler musluğundan gelen ab-ı kevser gibi en lâtif gıda ile gıdalandırır.

Şefkatin kadındaki farkı bir nevi annelik vasfı ile ortaya çıkıyor diyebiliriz. Mahlûkattaki bütün hayat sahiplerinin dişileri için bu geçerlidir. Bitkiler kendi özleriyle yavrularını besler. Dişi aslanın yavruları için aç kalışı belgeselleşir filim karelerinde. “Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiye sebebiyle camusa saldırır.”

Şefkat insan hayatının her safhasında önemli bir yere sahiptir. Hatta, “Annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette validelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur.” (Şualar, s. 654.)

Evet, bu fıtrî şefkat ile beşeriyet canlanır, medenîleşir. İnsanlığın terakkiyatı için şefkate ihtiyaç vardır. Çünkü eğitimde tahkir ve tezlil etmeme, sevme, kusurlarına bakmama gibi seciyelerin mukabelesi zorunludur ki, cüz-i irade özgürce dolaşsın, kabiliyetler inkişaf edip   yaratılış gayesine ulaşsın. Risale-i Nur’da şefkatin, “İslâmiyet esasının haricindeki bid’at ve dalâlet yollarına sapanları çeviren bir hakikat” olduğundan da bahsedilmektedir.

Doğancan BAKIR   

Bir kötülük işlediğimizde ne yapmalıyız?

Bir kötülük işlediğinde peşinden hemen bir iyilik yap ki,

o kötülüğü silsin.

Hadis-i Şerif (Tirmizi).

Hastalık bir kamçıdır.

Allah onunla yer yüzünde kullarını terbiye eder .

Hadis-i Şerif (Camiüssağir)

Siz kadınların evinizde ev işlerini yaparken çektiğiniz sıkıntı,

inşaallah(cephede)Allah yolunda savaşanların sevabına denk sayılır.

Hadis-i Şerif (Ebu Ya’la).

İftira Romanlarına En Güzel Cevap Osmanlı Kadınefendi Mimarisi

Onları Romanlardan Değil Kendi Eserlerinden Tanıyın !!!

Fırsat bulduğum zamanlarda muhakkak kitapcılara giderim. Yeni çıkan kitapları inceler faydalı bulduklarımı alıp okumaya çalışırım. En sevdiğim kitap türü ise tarihi içerikli olanlardır. İlmi, araştırma, gezi ve tarihi romanlar. Bu konuda gördüğüm hemen her kitabı alan ben, artık ne yazık ki tarihi roman türüne daha temkinli yaklaşıyorum. Çünkü birkaç yıldır ülkemizde başlayan ve Osmanlı Kadınefendilerini konu alan tarihi roman furyası ile birlikte tarihin nasıl bu kadar acımasızca karalanabileceğini ve masum insanlara nasıl bu kadar kolay iftira atılabileceğini görmüş bulunmaktayım.

Safiye Sultan ile başlayan; Bir Hürrem Masalı, Nurbanu, Hatice Sultan ve Kiraze ile devam eden bu karalama kampanyasında, Osmanlı Kadınefendilerinin çıkarcı, maddeci, makam ve mevki düşkünü, gayri ahlaki tavırlar içinde gösterilmeleri doğrusu beni çok şaşırttı. Bu kitapları kaleme alanların ciddi birer tarihci olmamaları bir yana, Dünyayı yöneten bir sarayın mensuplarına ithaf edilen akıl almaz hafifliklerde aslında gerçeklerle bağdaşmıyordu. Çünkü romanlarda bu kadınefendilere yakıştırılan tavırlar, Osmanlı Harem Sistemi denilen ve çoğu sözlü kurallara bağlı disiplinli bir müessesede sergilenmesi mümkün olmayan şeylerdi. Valide Sultan idaresindeki haremde padişah bile gönlünce hareket etme özgürlüğüne sahip değildi.

Osmanlı Sarayında yaşayan kadınlara atılan iftiralar bir yana, genel manada toplumun içindeki kadında bu saldırılardan payını alıyordu. Bu tarz çarpıtmalara göre O, hep evinde oturan, sokağı ancak kafes arkasından seyredebilen, sosyal hayatta hiçbir söz hakkı olmayan ikinci sınıf bir varlıktı.

Gerçekte bu eserleri kaleme alanların yaptıkları şey, hayallerindeki çirkin sahneleri sadece kağıda geçirmekten başka bir şey değildi. Onlar olanı değil, kendilerine göre olması gerekeni yazıyorlardı. Bu piyasa eserleri çok satınca arkası geldi. Üzücü olan şey ise, okuyanların bu romanlarda anlatılanları gerçekleşmiş vakalar olarak kabul edip böyle değerlendirmeleriydi. Peki işin aslı acaba neydi? Osmanlı Kadını gerçekten de eli kolu bağlı, iradesini kullanamayan bir konumda mıydı?

Sorunun cevabı gözlerimizin önünde duruyor. Belki adlarını defalarca duyduk, belki önünden yüzlerce kez geçtik. Onlar, Osmanlı Kadınının, değil toplumun dışında, bilakis sosyal hayatın tam ortasında olduklarını, arzu ettiği taktirde neleri yapabileceklerini ve Osmanlı Devlet anlayışında kadına verilen değeri gösteren en güzel semboller. Onlar Osmanlı Kadın Yapıları.

Yazının başından beri yanlışlığını anlattığımız bu romanların yazarları, eserlerini kaleme alırken başlarını kaldırıp da sadece İstanbul’un sokaklarına baksalardı, yazdıkları ile gerçek hayatın ne kadar büyük bir tezat oluşturduğunu göreceklerdi. Çünkü gayri ahlaki tavırlar içinde gösterdikleri Osmanlı Kadınları, en büyük hayır kurumları ve camileri inşa ettirmiş, para ve makam düşkünü karalamalarına karşı Onlar, dev külliyelerle toplumun hayatına hayat olmuş, cahil ve evinden çıkamaz iftiralarına karşı da en büyük okulları inşa ederek cevap vermişlerdi.

Kendisini sadece evinin değil halkının da anası olarak gören Osmanlı Kadınefendileri, toplumun ihtiyacı olan şeyleri yapmakta öncelikli olarak kendilerini vazifeli saymış ve elindekileri harcamak konusunda hiçbir tereddüt göstermemişlerdir.

Gelin şimdi sizlerle beraber sadece İstanbul sokaklarında gezerek bu anlattıklarımızı doğrulayalım.

Büyük bir toplumun ihtiyaçlarına toptan cevap veren en önemli yapılar şüphesiz külliyelerdir ve Osmanlı Kadınları da tarih boyunca birçok külliye inşa ettirmişlerdir. İşte onlardan biri Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultandır. Kendisi daha gençlik yıllarında Üsküdar iskelesinin karşısına, Mimar Sinan’a, içinde medrese ve imareti de olan bir külliye inşa ettirmiştir. Bugün bu medrese dispanser, imaret ise kütüphane olarak kullanılmaktadır. Mihrimah Sultan Külliye içindeki camiyi karanlık bulmuş, onun bu hoşnutsuzluğunu unutmayan Sinan, Mihrimah Sultan’ın yıllar sonra Edirnekapı’da yaptıracağı ikinci külliyenin camisini şimdiye kadar hiçbir camide yapmadığı kadar aydınlık olarak inşa etmiştir.

Bu külliyenin hemen karşısında halkımızın Yeni Valide Cami dediği, dev yapılar topluluğunu da 3.Ahmet’in annesi Emetullah Gülnuş Sultan yaptırmıştır. Bugün bu mübarek kadın, Osmanlı kadınına gösterilen değeri anlatırcasına, yaptırdığı külliyenin yola bakan kıyısında üstü açık bir türbede, o çok sevdiği beyaz güllerin arasında yatmaktadır.

Bazılarının yerden yere vurduğu, Peygamber Aşığı 1.Ahmet’in eşi Kösem Sultan’ın Üsküdar sırtlarındaki Çinili Camisi, medrese, hamam ve İstanbul’daki en büyük kervansaray tipli iş merkezi olan Büyük Valide Han’ı da bu valide sultanın alicenaplığı hakkında sanıyorum bizlere gerekli malumatı vermektedir.

Çinili Camiye gelmişken hemen yanındaki dev Atikvalide Külliyesini görmeden geçmek olmaz. 2.Selim’in karısı olan Nurbanu Valide Sultan, Mimar Sinan’a uzun uzun nasıl bir eser yaptırmak istediğini anlatmış ve Koca Sinan’da Üsküdar’ın bu sivri tepesine bir mimarlık harikası olan yapıyı; mektep, medrese, darüşşifa, darülkurra, imaret, kervansaray, hamam ve camisiyle birlikte inşa etmiştir.

Üsküdar Atik Valide Külliyesinden aşağıya inerken Kavsara Mustafa Baba Camisiyle karşılaşıyoruz. Kavsara Mustafa Baba tarafından yapılan ve 100 yıl kadar sonra yıkılan caminin Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmi Alem Valide Sultan tarafından yeniden inşa ettirildiğini görüyor ve Osmanlı kadınlarının sadece eser inşa ettirmediğini, yapılanları da koruduğunu anlıyoruz.

O güzelim boğazın üzerinden karşıya, Eminönü’ne geçelim. Eminönü iskelesinde bizi tüm haşmeti ile Yeni Cami karşılayacaktır. Bu büyük yapı herşeyi ile tam bir Osmanlı kadın mimari eseridir. Caminin inşaatını, Sultan 3.Murat’ın hanımı Safiye Sultan başlatmış fakat ömrü vefa etmemiş, inşaatı 4.Mehmet’in annesi H.Turhan Sultan tamamlamıştır. Ne yazık ki, 3 ciltlik Safiye Sultan romanını yazanlar, roman içinde bu kadın efendiyi, hayır için yaptırdığı Mısır Çarşısına sokarak türlü melanetler işliyor göstermekten çekinmemişlerdir. Halbuki Kahire’de yaptırmış olduğu hayır eserlerinden Yeni Cami ve Külliyesine kadar tüm bu yapılar, onların karalamalarına en güzel cevabı fazlasıyla vermektedirler.

Sultan Ahmet’e doğru yürüyelim. Kadırga Sırtlarında yine Mimar Sinan’a ait şirin bir külliye ile karşılaşacağız. Bu yapının şahsında Osmanlı kadınlarının sadece kendileri için değil, eşleri için de hayır kurumları inşa ettiklerini görmekteyiz. 2.Selim’in kızı İsmihan Sultan çok sevdiği kocası Sokulu Mehmet Paşa’nın vefatı sonrası bu külliyeyi onun adına inşa ettirmiş, hatta bu mabedi farklı kılmak için, caminin özel birkaç yerine Hacer-ül Esved taşının parçalarından koydurmuştur.

Kadırgaya gelmişken meşhur kadırga parkına da giriyor ve bugün İstanbul Surları içinde ayakta kalan tek namazgahı görüyoruz. Altında kare planlı çeşmesi olan ve merdivenle üst katına çıkılan namazgah 1.Abdülhamid’in kızı Esma Sultan’a ait. Bu yapının ışığında, namazgah inşa eden bir padişah kızının, Ortaköy Yalısındaki yaşamına ait çarpıtmaları hatırlıyor ve iftiranın bu kadarına pes demekten kendimizi alamıyoruz.

Sultan Ahmet yanından Gülhane’ye doğru inerken yine bir kadın mimari yapısıyla karşılaşıyoruz. 3.Ahmet’in kızı Zeynep Sultan Camisi ve bu caminin arkasında bugün de İlkokul olarak kullanılan mektebi. Fakat ne yazık ki yol yapım çalışmaları sırasında kaldırılan türbesi bir daha inşa edilmediğinden Zeynep Sultan’ın naşı, caminin bodrumunda yeni türbesinin inşa edileceği günü beklemektedir.

Ayasofya ve Sultanahmet Camisi arasında uzun ve kubbeli bir yapı dikkatimizi çekiyor. Bugün halı müzesi olarak kullanılan bu yer İstanbul’un en büyük hamamı olan ve Mimar Sinan’a yaptırılan Hürrem Sultan Hamamıdır. Kanuni Sultan Süleyman’ın hanımı Hürrem Sultan’ın, burayı kendi imkanları ile inşa ederken nasıl sıkıntılar çektiğini, Irakeyn Seferinde olan Kanuni’ye yazdığı mektuplardan öğreniyoruz.

Çemberlitaş’ta anıtın hemen yanında bulunan ve İstanbul’da yabancıların en çok rağbet ettikleri yerlerden biri olan Çemberlitaş Hamamı da bir başka valide sultan’ın, 2.Selim’in karısı Nurbanu Sultan’ın vakfiyesidir.

Yeniden Eminönü’ne doğru geliyoruz. Eminönü Karaköy arasını bağlayan meşhur Galata Köprüsü, bizlere yine başka bir Osmanlı Hanımefendisini hatırlatıyor. Burada köprünün olmadığı dönemlerde insanların karşıya geçmek için katlandıkları binbir sıkıntıyı gören Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmi Alem Valide Sultan, 1836 yılında buraya ahşap bir köprü yaptırıyor. İnsanlığa hizmet maksadıyla yaptırıldığından köprüye “Hayratiye” adı veriliyor.

Galata Köprüsünün Karaköy ayağına geçmişken bir sonraki Haliç Köprüsüne, Unkapanına doğru yürüyoruz. Unkapanı Köprüsünün Azapkapı ayağında İstanbul’un en muhteşem çeşmelerinden biriyle karşılaşıyoruz. 1.Mahmut’un annesi Saliha Sultan’ın yaptırdığı çeşmenin inşa hikayesi ise bir hayli ilginç.

Yıllar önce o civarda yaşayan fakir bir ailenin kızı olan Saliha Sultan, elinin testisiyle su doldurmaya gider. Fakat testi elinden düşer ve kırılır. Küçük kız başlar ağlamaya. Oradan arabasıyla geçmekte olan saray mensubu bir hanım bu manzarayı görerek arabadan iner ve ağlayan kıza testinin parasını vererek artık ağlamamasını söyler. Fakat Saliha Sultan’ın verdiği cevap karşısında şaşkına döner. Saliha Sultan “Testinin kırıldığına değil bir testi su dolduramayacak kadar beceriksiz olduğuna”ağlamaktadır. Saraylı hanım bu zeki kızı saraya aldırır. Harem’de yetişen Saliha Sultan ileride 2.Mustafa’nın eşi olacak ve o günün hatırası olarak da oraya bu muhteşem çeşmeyi yaptıracaktır.

İşte bu tarihi vak’a bizlere, hem Osmanlı toplum yapısında kadının yerini, hem saraya en alt tabakadan da birilerinin girip yükselebileceğini, hemde harem’in bir kadın okulu olduğunu anlatmaktadır.

Osmanlı Kadın yapıları denilince akla ilk gelen hiç şüphesiz Şifahanelerdir. Başta da söylediğimiz gibi toplumun bir nevi annesi olan bu müşvik padişah anaları, halkın sağlığı için dev hastaneler vücuda getirmişlerdir. İşte vatan ve millet caddelerinin arasında, neredeyse bir şehir genişliğinde olan Gureba Hastanesi. Sultan 2.Mahmud’un hanımı Bezmi Alem Valide Sultan, halkının içinde bulunan tüm garipler için yaptırmıştır Gureba’yı. Ayrıca hiçbir hastadan da kesinlikle ücret alınmamasını emretmiştir.

İstanbul’un bir başka ünlü hastaneside Haseki’dir. Kanuni’nin eşi Haseki Hürrem Sultan’ın yaptırdığı dev külliyenin bir parçası olan bu şifahane bugün Haseki semtinde yine insanlara sağlık dağıtmayı sürdürmektedir.

Gelelim Anadolu yakasının meşhur hastanesi Zeynep Kamil’e. Mısır’a çalışmaya giden ve orada katiplik yapan Kamil Bey, Kavalalı ailesinden Zeynep Sultan’a aşık olur. Karşılık bulan bu sevgi evlilik ile sonuçlanır. Evlenirler evlenmesine ama Osmanlı ile zıtlaşan aile, çifti birbirlerinden ayırır. Uzun bir ayrılıktan sonra İstanbul’da tekrar bir araya gelen çift, İstanbul’u hayır eserleri ile donatırlar. İşte Zeynep Hanım ve Kamil Bey’in yaptırdıkları Zeynep Kamil Hastanesi. Bugün de, Osmanlı Devletinde çiftlerin birbirlerine olan derin muhabbetini anlatırcasına bu hastanenin bahcesinde beraberce yatmaktadırlar.

Osmanlı Kadınefendilerinin eğitime ve öğretime de önem verdiklerinden bahsetmiştik. Bir kere hareme gelen her bayan, orada en az bir müzik estrumanını çalmayı öğrenir, güzel konuşma, el becerisi, aşı yapma vb. birçok konuda ders alır, bunların yanında en az bir yabancı dili de iyi derecede konuşurdu. Bu eğitimli hanımefendiler, teb’alarının da eğitimini önemsediklerini göstermek amacıyla imkanları ölçüsünde çevreye okullar yaptırmayı da ihmal etmemişlerdir.

Eyüp’te 3.Selim’in kızı Şah Sultan’ın yaptırdığı Külliye içindeki mektep, Cağaloğlu’nda Bezmi Alem Sultan’ın yaptırdığı İstanbul Kız Lisesi, Aksaray’da Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevnihal Valide Sultan’ın kendi adıyla anılan camisinin yanında inşa ettirdiği Pertevnihal Lisesi ve 2.Mahmud’un kızı Adile Sultan’ın Haliç kıyısına okul olarak yaptırdığı ve Cumhuriyetten sonra Halk Kütüphanesi olarak kullanılan yapı, Osmanlı Kadınlarının inşa ettirdikleri okullardan sadece birkaç tanesidir. İstanbul’da sadece saraylı hanımların değil, gündelikci olan kalfaların bile yaptırdıkları okullara rastlamak mümkündür. Divanyolundaki Cevri Kalfa İlköğretim Okulu buna en güzel örneklerden biridir.

İnsanlığın ihtiyacı olan cami, okul, çeşme, hamam, hastane vb. hayır eserlerini vücuda getiren valide sultanlar, onların karınlarının tokluğu ile de yakından ilgilenmiş, ülkenin birçok yerine aşhaneler kurmuşlardır. Bugün Eyüp’teki, 3.Mustafa’nın hanımı Mihrişah Sultan tarafından kurulan imaret, inşasının üzerinden 300 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen her gün onlarca insana yemek dağıtmaktadır.

Görüldüğü üzere bugün sadece İstanbul’da, küçücük bir turda gözümüze takılan kadın yapılarının sadece bir kısmını sizlere anlatmaya çalıştık. Bu kadarı bile bizlere Osmanlı Devletinde ve haremde kadının yeri ve o mübarek kadın efendilerin haleti ruhiyesi hakkında bilgi vermektedir.

Bir büyük zatın; yanına gelen gençlerin kendisine muallimlerinin Allah’ı anlatmadığından şikayet etmeleri üzerine, “Sizin okuduğunuz her fen kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah’tan bahsetmektedir. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” demesi gibi, bizlerde bazı insanlarımız tarafından tarihi birer hakikat gibi görülen ve geçmişimize çamur atmaktan başka bir vazifesi olmayan bir kısım romanlar yerine bizzat tarihin kendisine kulak vermenizi istiyoruz. Göreceksiniz o koca koca taşlar dile gelecek ve sizlere neler neler anlatacaklardır.

KAYNAKLAR :

– Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi, C.9, Ötüken Yay, İstanbul 1994,
– Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi, Tarih Vakfı Yurt Yay, İstanbul 1997
– Haluk Dursun, İstanbul’da Yaşama Sanatı, Ötüken Yay. İstanbul 2000
– Osmanlı Sultanlarına Aşk Mektupları, M.Çağatay Uluçay, Ufuk Kit. İstanbul 2001
– Dersaadet, Münevver Ayaşlı, Timaş Yay. Mart 2002
– Bilinmeyen Osmanlı, Ahmet Akgündüz, OSAV Yay. İstanbul 1999
– Harem-i Hümayun, Leslıe P.Peırce, Tarih Vakfi Y.Yay. İstanbul 2002
– The Topkapı Palace , İstanbul 1988
– İstanbul The Cradle Of Cıvılızatıons, Revak Yay. İstanbul 1998
– İmparatorlukların Başkenti İstanbul, Jane Taylor, Arkeoloji ve Sanat Yay. İstanbul 2000
– Tarih ve Düşünce Dergisi, Safiye Sultan Masalı, Eylül 2000
– Asitane, A.Ragıp Akyavaş, C.1, Türkiye Diyanet Vakfı Yay.Ankara 2000

Talha Uğurluel

www.talhaugurluel.com

Kadınlar erkeklerin tarlası mıdır?

Kısa bir öyküyü paylaşayım. Aya ilk çıkan astronotlardan biri yetmişli yılların başında dünya gezisine çıkar. Gezinin Japonya durağında da, ilköğretim öğrencilerinin hemen yerde duyduğu o bildik sorusuyla karşılaşır: “Ay nasıl bir yer?” Astronot zarif bir tebessümle, babacan bir tavırla cevap verir: “İtiraf etmeliyim ki, orada tavşanlar ve yeşil peynir bulamadım.”

Bu cevap şu anda size ne kadar anlamsız ve ilgisiz geliyorsa, o sırada Japon çocuklarına da o kadar anlamsız ve tuhaf gelmiş olmalı… Oysa aya ilk ayak basan astronota göre bir o kadar açıklayıcı ve yerinde bir cevaptı bu Astronotun bilmediği şuydu: Japon çocuklar ve çocukluklarını Türk kültüründe yaşamış bizler de, astronotun yaşadığı kültürün içinde büyümedik. Amerikan kültüründe, dolunayın, en bariz gözüktüğü anlarda, sol alt tarafındaki lekesi bir tavşana benzetilir ve bu tavşanın da ay üzerinde peynir yediğine dair masallar üretilir ve anlatılır. Astronotun kafasındaki bu imge, Japon çocukların kafasında olmadığı için bir tür anlamsızlık anı yaşanır. Astronot saçmalar, yersiz bir cevap verir.

Oysa, Türkiye’deki bir çocuk sorsaydı bu soruyu, ben de astronot olsaydım, “O kadar da yaşlı değilmiş!” deyiverirdim. Bu cevaba Japon çocukları da Amerikalı çocuklar da şaşırır ve yersiz bulur şüphesiz. Ama ay’ı hep “Ay Dede” diye tanıyan Türk çocukları tebessümle karşılar.

Bunun gibi, kendi dünyamızda yüklediğimiz anlamlar üzerinde kalarak bize sunulan kavramlara muhatap olduğumuzda işte bu kadar yanlış anlarız.

Soru şu: “Kadınlar bizim tarlamız mı?”

Elbette ki öyle… Kur’ân öyle diyor çünkü:“Kadınlarınız sizin için bir tarladır.”[Bakara, 223] Şehirli bir akıl, “tarla” kelimesinin “kadın”la eşitlenmesinde hakaret okur. Şehirli akılla okuduğumuzda “tarla” kelimesini, aklın dile eşlik etmediği, sözün anlama denk gelmediği, bağlamından koparılmış bir okuma yapıyoruz. Böylece, Kur’ân’ın kastettiği anlamı, kendimize kalan deneyim bulaşığı içinde lekeliyoruz, saptırıyoruz. Oysa, tarlanın hakkını bilen, hakkını veren bir çiftçinin tarlasıyla arasındaki ilişkiyi okursak, kadının yüceltildiğini fark ederiz.

Nasıl mı?

Bir çiftçi için tarla;

1. Olduğundan fazlasıdır; hep daha ötesini vaad eder. Göründüğünden büyüktür. Verdiğini katlayarak iade eder.

2. Göründüğünden daha güzeldir; yeter ki taşları temizlensin, ayrık otları kesilsin. Sulansın, güneşe maruz kalsın, toprağı nazlansın, gübresi eksik edilmesin.

3. Ekim ve hasat zamanları olan bir “özne”dir. Vakitlerine riayet edilmelidir. Keyfî davranmaya gelmez.

4. Değer atfedilen ve değerli görülen her şey gibi kesin bir sınırla ayrılır ve sağlam bir çitle korunur. Yabancılardan korunmaya değer, “çok özel ve biricik değer”dir.

5. Yerine ve mevsimine göre, neyin ekileceğini kendisi bilir. Zamanlama konusunda saatlerden daha hassastır.

6. Değerli tohumlardan daha da değerli ürünler çıkaran “değer katıcı” bir değerdir. Emanet edileni zayi etmez, daha değerlisiyle geri verir.

7. Ne zaman, nasıl çapalanacağı iyi bilinmelidir. Yokuşta ise başka türlü, ovada işe başka türlü… Nadasa bırakılacaksa hiç dokunulmamalıdır.

8. Azı çok yapar. Görülmeyeni görünür kılar. Tatsız tuzsuz şeylere tat katar. İçinde saklı nüveleri gelişmiş ve genişlemiş, somutlaşmış ve meyvelenmiş olarak ortaya çıkarır.

Daha da uzatılabilecek bu “ihtimam listesi”nde kurulabilecek her cümlede, çiftçi özne, tarla nesne gibi görülse de, çiftçinin her defasında tarlasına göre konum aldığı görülür. Çiftçinin gözüyle bakılınca, “tarla” göz bebeğidir. Çiftçi tarafına geçince, tarla hep “el üstünde” tutulur. Çiftçinin tarlası küçümsenemez, gözden düşürülemez. “Tarla” değerler üreten bir değerdir.

Vahyin “kadın” tarifinden şimdilik anlayabildiklerim… Her cümlede “tarla” yerine “kadın” konulursa, “işin aslı” anlaşılır.

[Vahyin Binbir Sesi’nden özetlenerek]

Senai Demirci