Etiket arşivi: acz

Aslolan açlıktır

Şüphesiz insan azgınlaşır. Kendini ihtiyaçtan uzak görürse… Alâk sûresi, 6-7.

Bana şöyle geliyor: Mülkümüz tokluk değil açlıktır. Tokluk geçici bir haldir. Aslolan açlıktır. Allah en çok neyin kıymetini bilmemizi isterse bizi ona acıktırır. Tekrar be tekrar acıktırır. Ona dair herşeyi tadımlık kılar. Acıkmak kaybetmektir çünkü. Kaybetmek aramanın başıdır. Her nimet bir açlığa mukabildir. İnsan ihtiyaç duymadığı (veya duymadığını sandığı) şeyden yapılan başığı nimetten saymaz. En güzel sofralar dahi tokun istiğnasını sarsmaz.

Bu yüzden çoğu zaman elimizdekilerin kıymetini kaybettikten sonra anlarız. Neden kaybettikten sonra? Çünkü kayboluşu ihtar eder ancak lazımımız olduğunu. Eksikliğinin yokluğu hatırlatır varlığını. Bu nedenle ‘nimet’ kelimesine bir tanım getirdiğimizde, yalnız ‘faydalı’yı değil, ‘lazım derecesinde faydalı’yı da kullanmalıyız.

‘Lazım’ ile ‘faydalı’ arasında ince bir nüas var. Lazım, olmazsa seni eksik bırakandır. Faydalı, olduğunda seni arttırandır. İsraf, arttığında seni zarara uğratan, eksiltendir.

Bu kulakla dinlersek; “Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!” emr-i Kur’anîsi diyor ki bize: Dikkatli olun. ‘Lazım’ için çıktığınız yolculuk ‘faydalı’ya uğradıktan sonra (çünkü lazım olan herşey nihayetinde faydalıdır) müptelası edip israfa düşürmesin. Yemek ve içmek sizin lazımınız idi. Oradan yola çıktınız. Ne güzel. Lezzet, koku, süs, renk vesaire, o lazımı yapmanızın mükafatı/ücreti idi. Aman maşaallah. Fakat sakın lüzumun mükafatını lazımın kendisi sanıp yemeyi ve içmeyi araçsallaştırmayın. İşte o zaman yediğiniz, içtiğiniz israf olur. Sizi arttırmaz, azaltır. Yalnız tenevv-ü et’imeden (yeneceklerin çeşitliliğinden) gelen bir yalan iştah kalır dilinizde. Ücreti hedef kılmışsınızdır çünkü. Kapıcıyı sultan etmişsinizdir. Sağlığınızın bozulmasından dahi azaldığınızı farkedersiniz. Mürşidim nasıl tarif ediyor onu 19. Lem’a’da:

İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”

Dedik ya başta: Her nimet bir açlığa mukabil. Kumruya aslanlara layık et versen makamında değersizdir. Kedinin kuyruğu tavus olsa ona yakışmaz. Balıklara oksijen tüpü bağlasan severler mi sanırsın? Herşey yerinde hikmetli. Herşeyin yerli yerindeliği hikmet. Hikmetin bir gözü ‘ihtiyaç’a bakıyor. Muhtaç edildiğin kadar edinebilmeyi öğütlüyor. Görebilirsek.

Ve görebilirsek, Allah’ın rububiyeti, yani terbiye ediciliği, o ihtiyaçların diliyle ve eliyle bize gösteriliyor. İhtiyaçlarımız bizim öğretmenlerimiz. Belki de bu yüzden, 78 ayetlik Rahman sûresinde, tam 31 kere aynı şey soruluyor: Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Ben bu soruyu nimet ve ihtiyaç arasında yukarıda kurduğum bağlantının diliyle şöyle de işitiyorum: “Ey insanlar ve cinler topluluğu ihtiyaçlarınızdan hangi birini inkâr edersiniz?” Öyle ya. İhtiyaçlar inkâr edilmezdir. Nimeti ihtiyaç penceresinden okuduğunuzda nimetler de inkâr edilmezdir.

Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir.”

O mübarek sûrede sayılan mübarek şeylere dikkatle baksan göreceksin ki: Olmazsa olmazların onlar senin. Güneş, ay, gece ve gündüz, otlar, ağaçlar, beyan yeteneği, Kur’an ve diğerleri. Hepsine muhtaçsın aslında, fakat elinden alınmadıkça ve alınmış haliyle alınmamış halini kıyaslamadıkça, farketmiyorsun, farkedemiyorsun.

Ey imtihana gelen arkadaşım, sen, Allah’ın rububiyetini ihtiyaçlarınla ders alıyorsun. Birinci Söz’de geçen, aczinin ve fakrının en makbul şefaatçi oluşunu biraz da böyle anla. Onlar senin öğretmenlerin, eğer görebilirsen, o gözle bakabilirsen.

Sen Allah’a ihtiyaçlarının sayısınca muhtaçsın. Sen Allah’ı ihtiyaçların sayısınca bilebilirsin. Sen Allah’a ihtiyaçların sayısınca dua edebilirsin. Her ihtiyacın bir irtibat noktası aynı zamanda. Bir kapı, dilenebileceğin, arayabileceğin, görebileceğin. Demem o ki: Ancak ihtiyaçlarının sayısınca alabileceğin dersler var.Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur.” Yani ancak böyle Rahman u Rahim’e doğru çekilir, zaten muhtacı olduğun Allah’ın (tabir-i caizse) yörüngesine kapılır, pervanesi olursun. Acz, fakr, şefkat, tefekkür yolunu bir de böyle düşün. Yüzünü öğretmenine dönmeyen nasıl dersini tefekkür etsin?

Ahmet Ay – hicbisey.com

Kendini dağlarken onları çağırıyorsun!

Hepsini denedim ama ancak bir derdim olduğunu kabullendikten sonra iyileşmeye başladım.” Paulo Coelho, Aldatmak’tan.

Kanaatimce mürşid ‘yarası olmayan insan’ demek değildir. Yaralarının ve devalarının farkında olan veya en azından arayan, çoklukla buldurulan ve yenilerini çağıran insandır. Kulluğun yaraları hiç geçmez çünkü. Acz bir yaradır. Fakr bir yaradır. Merhamet bir yaradır. Aşk bir yaradır. Bir yerde okuduğum gibi: “Yaralarımız sonradan edindiğimiz duyu organlarımızdır.” Bunlar geçerse azgınlaşırız. (Şüphe yok ki insan elbette azar. Kendisini ihtiyaçtan kurtulmuş görünce… buyuran Alâk sûresi bu dersi ne güzel verir.)

Gaflet veya küfür dediğimiz şeyler ‘yarasızlık’ değil ‘yaralarının farkında olamamak’ veya ‘kabul edememek’tir. ‘İhtiyaçtan kurtulmuş görünce’dir yani. Kurtulma değildir. Bu noktada, irşad olunan da, mürşidinin karşısına yaralarının farkına varmış olarak geçer. Mutsuzluğunu kucağına almış olarak gelir. İrşad olanın mürşidden farkı derdini biliyor ama devalarını bilmiyor oluşudur. Devaların cinsi de muhteliftir. Bazısı hava gibidir. Solur gibi muhtaçsındır. Bazıları su gibidir. İçer gibi muhtaçsındır. Bazıları nur gibidir. Aydınlanır gibi muhtaçsındır. Bazılarına duyulan ihtiyaçsa daha seyrektir.

Hem cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ… Demek, tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder.

Yaranın cinsine göre devanın kullanım sıklığı da değişir. Fakat yine altını çizmek istiyorum: Yarasızlık diye birşey yoktur. Yara hastalık değil kendimizdir. Sınırlarımızdır. Faniliğimizdir. Varlık şeklimizdir. Hem mürşid adına hem mürid adına. Yani mürşid bütün yaralarını iyileştirmiş ve aşkın insan olmuş (veya Niçe’nin tabiriyle ‘üst insan’ olmuş) bir canlı olarak nirvadan konuşmaz sizinle. (İnsan-ı kamil asla bu anlama gelmez bizde.) Yanınızda ve yaralarıyla ‘içinizden birisi’ olarak konuşur. ‘İçinizden birisi’ kalarak konuşur. Kendi yaralarının farkındalığı, sizin acınızı anlaması ve merhamet etmesini sağlar. Tevbe 128 ‘mülkün güzelliği’ aleyhissalatuvesselam ile bize bu dersi ne güzel aktarır:Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir. Elbette merhametlidir. Yaraların acısı nicedir biliyor çünkü. O bizim en çok imtihan olanımız. En diri sabırlımız. En yaralımız. Bu yüzden şifalarına bizim de kavuşmamızı istiyor.

George Orwell, Kitaplar ve Sigaralar’da bir çocuğun dünyasına girmenin ancak anılar vasıtasıyla olabileceğini söyler:

İnsan bir çocuğun gerçekte ne hissettiğini ve düşündüğünü bilmenin müthiş zorluğuyla karşı karşıya. Oldukça mutlu gözüken bir çocuk aslında açığa vurmayacağı ya da vuramayacağı korkunç şeylerden mustarip olabilir. Çocuklar, yalnızca anılarımız ya da tahminlerimiz aracılığıyla içine girebileceğimiz, bize yabancı bir sualtı dünyasında yaşar. Başlıca ipucumuz bizim de bir zamanlar çocuk olduğumuz gerçeği; ancak çoğu insan, kendi çocukluklarındaki ortamı neredeyse bütünüyle unutuyor gibi gözüküyor.

Ben Orwell’ın bu düşüncesinin irşad faaliyeti için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bir mürşidin başarısı irşad ettiği insanla yaşayabileceği empatiye bağlıdır. İrşad zaten budur. Onun gibi olan yanlarını/yönlerini, belki insandan insana uzanan dertten ve yaradan yollarını keşfedip, kendininkini deşerken ona da dokunmaktır. Bediüzzaman’ın “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez…” cümlesini böylesi bir ‘gönülden gönüle yol’ olarak da anlayabiliriz.

Hadi biraz bilim kurguya sapalım: Yaralarımız birer karadelik gibi ‘ben’den ‘ona’ sıçrama yapmamızı sağlar. İçimizde solucan delikleri gibi çalışırlar. Nefsinde ıslah, başkasında da o nefse benzer bir nefis bulunduğu için, senden ona uzanan yoldur. Kalemi kendine batırdıkça karşındakinin de kalbine dokunursun. Ne kadar derine batırırsan o kadar yaralı insan inleyişini işitip etrafında toplanmaya başlar. Bu can yanması tanıdıktır çünkü. İçindeki insana dokunmak ‘asl-ı insan arşına’ dokunmaktır.

Hem deme ki, ‘Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.’ Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.

Yaralarını bu yönüyle sevebilirsin. Onlar sayesinde herkesleşiyorsun. Daha çok insan oluyor ve daha çok insanı anlayabiliyorsun. Ve yine o dolmayan boşluklar seni Allah’ı aramaya itiyor. Yazdıran da onlar, düşündüren de. Kendi içindeki o boşluğa düştüğün zaman dalgınlığa kapılıyorsun. En güzel cümleler o zaman yazılıyor. Onsuzluğun boşluğundan Onun varlığına kaçış, ‘istiaze/sığınma’ sırrı, böyle birşeyin ifadesi biraz da belki. Kış Günlüğü’nde “Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin, yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?” diyen Paul Auster da buna dokunuyor fakat tanımlayamıyor. Tanımlayacak inanç onda yok.

Göklere ve yerlere sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım…” sırrınca, kalbinde, ancak bir sonsuzluk sahibinin marifetiyle dolacak kara delikler var. Ne kadar dünya, hatta dünyalar bastırsan; ne kadar kanını akıtsan, bağırsan, çağırsan ‘oh’ demez, dolmaz, bıkmaz o. Cehennem gibi “Daha yok mu?” diye sorar.

Sahabilerin irşad başarısını biraz da bu şekilde anlayabiliyorum. Cahiliyeden sonra İslam’ın sadasıyla uyanan o güzel insanlar ehl-i şirkin yaralarını ve şirkin psikolojisini çok iyi bildikleri için irşadları da bu kadar güçlüydü belki. Muhataplarının yaralarını çok iyi biliyorlardı. O yaralarla bir zamanlar kendileri de yaralıydılar.

Bediüzzaman’ın bir Kur’an tefsiri olarak tanımladığı Risale-i Nur’da kendi hatıralarını bu kadar çok anlatmasını da biraz buna bağlıyorum. Kendi kalbine kalemini batırmak bu. Önce kendi yaranı kanatmak. Kanının kokusunu alan diğer yaralılar toplanıyorlar etrafına. Kendini dağlarken onları çağırıyorsun. “Ben yaramı böyle iyileştirdim!” demek aslında biraz da yaralarından bahsetmektir. Yaralarının varlığını kabul edip yüzleşmektir. Zaafını görmekten korkmamak, ‘mış gibi’ yapmamaktır. İçimizden biri olmaktır yaralarıyla. Yarasını kabul etmeyenin bu yerde yeri yok. Ne boşuna yazsın, ne de dinlesin/okusun. Irvin Yalom’um Bugünü Yaşama Arzusu’nda dediği gibi: Tedavi suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar.

Ahmet AY – Risale Haber

Kendini Anlamak

Hangi yaşta, hangi konumda olursa olsun, ruhunda iz bırakan bir takım özlem ve beklentilerle doludur insan.

Yapmak isteyip yapamadığı, söylemek isteyip söyleyemediği, bakmak isteyip bakamadığı o kadar şey vardır ki benliğini saran, zihnini meşgul eden, âdetâ içinde yıllarca barındırdığı sırlar yumağıyla ebedî yolculuğa uğurlanacak, ama hiç kimseler bilmeyecek, duymayacak, anlamayacak, derman olamayacak…

Sığınacak Rabbine bütün içtenliğiyle Yusuf peygamber gibi, iffetin nezih zirvesinde bayrak açacak tüm evrene ve seslenecek tüm haya yoksunu zavallılara, açacak en saf duygularla ellerini semâya ve duracak en yüce divana, gözünü dikecek tek bir hedefe ve istikamete ve bekleyecek BİR ve TEK olanın hükmünü… Bekleyişi ve sığınması öylesine umutlu olacak ki, gözünde ne muammâ hâli, ne umursanmaz dertleri, ne anlaşılmaz duyguları ve ne de ortaya koyamadığı yüreği elinde kalacak, sadece ve sadece ufka dikecek gözlerini, kendisini anlayacak BİR’i bekleyecek ve O’na yönelecek.

Kim bilir, belki de bu yönelişi de anlaşılmayacak birileri tarafından, ızdırap ve çilelerle dolu bir hayatın anlaşılmaz film senaryosu ukbaya kalacak ve âhiret yurdu sakinlerince ancak anlaşılabilecek!

Cennetü’n naîm ya da Cennetül firdevsi kazanmak adına teslim etse de cismini köle tüccarı (!) kervancılara, ruhunu teslim etmeyecek, abdi, kölesi kalacak Ma’bûd-u mutlakın son nefesine dek tüm zerreleriyle…

Kimi zaman olur ki, en yakınındakine bile açılamazken, en uzak görülenle teselli bulacak meşrû dairede, paylaşabilecek içindeki tüm benliğini, güç verecek, güç alacak, belki de yine anlaşılmayacak dünyaların insanı olarak kalacak, yaralarını sarmak için yeni yaraların açıldığının farkına varsa bile, çaresizliğin (oysa o çaresizlik, çarelerin dermanına ulaştıracak en güçlü vesile olmasına rağmen) çaresini arama yolunda heba ettiği özüne yeniden dönecek, acz, fakr, naks ve kusurla âlude ruhundaki boşlukların bir bir doldurulması gerektiğine inanacak en sonunda.

Evet, ruhlar ve gönüller!.. Ne esrarlı âlemlerin birer unsurudurlar ki, anlaşılmadıkları ve uyuşmadıkları birileri tarafından çarçabuk kenara konabilen, gözden çıkarılan varlığının, duygularının, beklentilerinin, algılarının ve topyekun maddî-mânevî mevcudiyetinin BİR ve TEK tarafından sahiplenmesiyle, merhamet ve şefkatle sevk ve idare edilmesiyle yeniden yörüngesinde mütevekkil bir duruşun ve gidişin ruh sükûnetine bürünmesi ve teslimiyle hayat bulmasına mesrur olacak.

İnsan denen bu esrarengiz varlığın sırlarını açmadan, ön yargılardan ve anlaşılmaz tutumlardan kaçmadan, hayatı hayat gibi, memâtı memât gibi yaşamadan, madde ötesine ulaşamadan, benliğinden sıyrılıp on sekiz bin âleme taşamadan, ruh ve gönül dünyasına yanaşamadan içindeki hasret hiç bitmeyecek!

Sizi anlamak istemeyenlerin veya anlamakta zorlananların ne hükmü var ki hayatınızı rahmetiyle kuşatanın yanında?

Sizi anlayanlar da yok değildir kuşkusuz. Bırakın takdir edilmeyi bir yana, varlığınızı hissetmeleri bile dünyaya bedel. Paylaştığınız doyumsuz sohbetlerin, lâhûtî nefeslerin, hoş kokulu atmosferin, dostluğun, kardeşliğin, kadirşinaslığın paha biçilmez anları, hayatınızın tek tesellisi olacak. Hayatı sarıp sarmalayan mutlu bir dünyanın aktörü olmak Allah’ın bir lutfu olsa gerek.

Peki ya biz? Anlayabildik mi bin bir çilenin sahiplerini? Hırs ve kıskançlık dünyasına kendini hapsetmiş olsa bile, bizden beklenti içinde olanları? Hiç sorguladık mı masumca duyguların, kırık gönüllerin meşrû isteklerin, sessiz dileklerin yakaran dilini?

Bencilliğe bencillikle mi karşılık verdik, yoksa engin gönüllere yakışan bir tavır mı sergiledik?

Belki de hiç düşünmedik, fedakârlığı tek taraflı olarak yapmamız gerektiğini… Bocaladık durduk sorgulanmış ve şartlanmış düşüncelerin kıskacında, ya da bunalıma girdik kabullenemediğimiz davranışların, tavırların, tutumların, söylemlerin hayal kırıcı tezgahında!..

Ne tam olarak anlaşılabildik sevdiklerimiz tarafından, ne de nüfuz edebildik onların ruh dünyalarına, çocuksu davranışlarına, anlaşılmaz görünen beklentilerine…

Hayat bizi öylesine sürükledi ki kumsalların ıslak zeminindeki farklı boyutlarına, haykıramadık sevgilerimizi bile, terennüm edemedik dostluğun büyülü rüyalarını, okuyamadık paylaşmanın doyumsuz romanını…

Öyle bir an gelecek ki, yol bitecek, yolculuk tükenecek. Sonsuzluk ülkesinde yaşamak üzere tehir ettiklerimizin hasretiyle ve beklentisiyle kudreti sonsuza dayanmaktan başka yol kalmayacak ki!..

Ya bir de, cennet yamaçlarındaki kurulu meclislerin sohbetleri olmasaydı? Bencilliğin, kıskançlığın, anlayışsızlığın, vurdumduymazlığın, egoizmin kıskacından arınmış, sadece ve sadece hoşnutluğun, anlayışın, güzelliğin, sonsuzluğun sınırsız olarak sergilendiği ve yaşanacağı cennet hayatının ve yeniden dirilişin sonsuzluk ülkesinde sonsuzluğa adanmış olanlarla buluşmak olmasaydı, halimiz nice olurdu?

İsmail AKSOY

Allah Yok Olabilir mi? Allah diğer Kullardan Kıskanılabilinir mi?

Ehlullah ne güzel demiş:  “Artık sual sormaktan vazgeçtim şimdi aldığım cevapları idrak ile meşgulüm”.

Evet hak ehli güzel der zira güzel görür güzel bakar. Öyle ki baktığı eğer kainat kitabı ise soracak suali de kalmaz zira bu kitapta bütün sorulabilecek sualler eksiksiz olarak sorulmuş ve aynı kitapta eksiksiz olarak cevaplar verilmiş. Şimdi bize okuyacak göz lazım anlayacak pak ve temiz bir akıl lazım ki anlamlı bir hayatta anlamsız yaşamımızdan kurtulup bize yüklenen büyük vazife ve anlamları gereğince yaşayabilelim. Yoksa şu geniş evrende bir damlada boğulacağız yahut o damlayı okyanus ile buluşturup derya olacağız..  Boğulmak istemiyoruz derya olmak istiyoruz diyorsanız o deryaya ulaşacak gayretleri de göstermelisiniz.

Bu yazımızı yazmaya vesile olan okurlarım gönül dostlarım oldu. Zira öyle bir sual soruyorlar ki değil kendi adlarına belki bütün insanlık namına soruyorlar. Fakat her sual bir cevap getirmez hatta bazı sualler ki sual değildir sual zannedilir zira o sual zannedilen cümle esasında yanlış bir cümleden ibarettir. Yani sual düzeltildiğinde cevapta ortaya çıkacaktır.

İki iki daha neden sekiz yapar diye sorulduğunda bu sualin cevabı ehli akılca malumdur ki bu sual yanlıştır önce suali düzeltmek gerekir. Zira iki iki daha dört eder, neden sekiz yapar denildiğinde sorulan sualin yanlışlığı meydana çıkar ve soruyu düzeltmek gerekir ve tekrar sordurulur. İki iki daha neden dört yapar diye sorulur. Alınan cevapta ise bu işin matematiğinin böyle olduğu izah edilir. Basit bir misal ile konuya girmek istedim lakin kolay anlaşılsın diye yolu biraz uzun tuttum.

Okurlarımızın çeşitli sualleri içinde bir gönül dostumuzun sorusu aynen şu şekilde geldi.

ALLAH(c.c.) kendi kendini yok edebilir mi?  Ya da başka kişi tarafından yok edilebilinir mi? Ya da zamanla yok olabilir mi?

Evet yanlış soruya doğru cevap verilmez. Önce suali düzeltmek gerekiyor. Zira Allah’ın ilahi isim ve sıfatları özellikleri incelendiğinde görülecektir ki O en güçlü olandır hep var olandır doğmayan doğrulamayandır zamandan ve mekandan münezzehtir acizlik ve çaresizlik ve enerji eksikliği güç zafiyeti onda asla olmaz zira yok olan varlığı ve maddeyi ve manayı ve Kendi kudreti ve gücü ile malum olan her şeyi yaratan var edendir. Ve hepsine bir gaye bir vazife yüklemiştir ki kendini tanıttırsın bildirsin.

Bir kimsenin kendisini yok etmesi yahut başkası tarafından yok edilmesi yada zaman için de yok olabilmesi güçsüzlük çaresizlik zayıflık hiçlik gibi bir çok acizliği ifade eden durumlardır ki Allah ın böyle bir esması yada sıfatı yoktur tam aksine bütün bu eksiklik ve noksanlıklardan tek münezzeh olan Zat-ı Akdesdir ki bizler dualarımızda deriz : Ya Rabbi sen bütün noksanlardan eksikliklerden münezzehsin senden başka ilah yok ki bize imdat etsin aman diliyoruz aman bizi ateşten kurtar. Şimdi sağlıklı ve vücutça tam bir insana soru sorsak neden ayakların kafanda çıkmış. O adam diyecektir ki ey bu suali soran kişi sen mecnunmusun benim başımın üstünde ayak yok ki neden kafanın üstünde ayak çıkmış diye soruyorsun diyecektir ve muhatabının sormuş olduğu sualin yanlışlığını gösterecektir. El hasılMevla ezeli ve ebedidir akıl ve şuur sahibi olarak yarattığı mahlukları olan bizler ise O nu tanımak bilmek ve O nun rızası dairesinde yaşamak için emanetler yüklenmiş kimseleriz. Vazifemiz O nu tanımak ve O na  bihakkın kul olmaktır.

O halde sual şu şekilde düzeltilmelidir.

Allahı nasıl tanımalıyız O nu nasıl bilmeliyiz ve bize yüklediği vazifeleri nasıl idrak edip o vazifelerin gereğini nasıl yerine getirebiliriz? Bunun ise cevabı başta Kuran-ı kerim ve hakikatleri olmak üzere asırlardır yüzlerce tefsir ve iman hakikatlerini neşreden eserlerde verilmiştir ki bu ilimleri marifetullah nevinden tahsil etmeye bir ömür kendimizi vermeliyiz.

Birde vahid-i kıyasi meselesi vardır ki kul kendisi Mevlasını tanıdıkça üveysel karaninin münacatındaolduğu gibi şöyle demeye başlar

İlahi Sen benim Rabbimsin bende Senin kulunum

İlahi Sen benim yaratıcımsın bende Senin yarattığınım

İlahi Sen bana rızık verensin bende Rızka muhtaç olanım

İlahi Sen Şifa verensin bende hasta olanım

İlahi Sen güçlü olansın ben ise çok güçsüz olanım

İlahi Sen cömert olansın ben ise çok cimriyim

İlahi Sen hiç ölmeyen Bakisin ben ise ölümlüyüm fani olanım..

İlahi ben çok aciz olanım Sen çok Kudretli olansın..

..Şeklinde kul sürekli Rabbini tanır.. yine o kul kendindeki acizliği gördükçe nihayetsiz bir Kudreti tanıyacak bu kıyasın neticesinde haddini bilecek ve haddini aşmadan kul olarak yaşama gayreti içinde bulunacak ve daima af ve mağfiret dilencisi olacaktır. Mesele bu kadar bedihi ve açık olduğundan daha yazmıyorum.

Başka bir okurumuz gönül dostumuzun suali ise :

Bir insan Rabbini diğer kullardan kıskanabilir mi? Sadece benim Rabbim olsaydı diye düşünebilir mi? En sevdiği kul ben değilim diye endişeye düşüp diğer kullardan önde olmaya çalışabilir mi?

Evet kıskanmak başlı başına ele alınması gereken konulardandır. Zira kıskanmak güzel bir haslet değildir. Hatta ehli hakkın ifadesi ile bir mikroptur hastalıktır. Efendim kişi sevdiğini başkalarından kıskanmayacak mı? Kişi sevdiğini başkalarından gelecek tehlikelere karşı gözetleyip kollayabilir bu kıskanmak değil sevdiğine değer vermek onun üzerine titremek demektir ki ne kadar güzeldir. Eğer sevildiğini görse kıskanmak değil takdir edilesi bir durumdur. Zira mümin olmanın alametlerinden biride insanların o müslümanı Peygamber aleyhisselamın ahlakı ile ahlaklanmış görüp onu sevmesidir zaten İslamiyetin esası bu sevgi hakikatı üzerine kurulmuştur.

Kıskançlık hastalığına insan elhamdulillah eksikliği nedeni ile yakalanır yani şükürsüzlüğü nedeni ile kıskançlık hastalığına müptela olur ve ilk olarak kendi kendini bitirmeye başlar.

Bu hastalıktan kurtulmanın çaresi Bediüzzamanın şifai reçetesine istinaden, insan kendinden daha yükseklerde gördüklerine değil kendinden daha aşağıdakilere bakmasıdır. Sakın yanlış anlaşılmasın aşağıda olmak yada yükseklerde olmak övmek yada yermek için değildir. Mesela sen tek gözünün görmemesi neticesinde iki gözü olanlara bakıp şikayette bulunmamalısın zira iki gözüde görmeyenler var onlarda iki gözümüz yok diye tek gözlülere bakıp şekva etmemeli zira gözü görmemekle beraber kulağıda işitmeyen nice insan var.. Sofrasındaki yemeğe burun kıvıran bir insan günlerce aç kalanı düşünmeli haline şükretmeli onlara dua ve imkanı nispetinde yardımda etmeli. İşte bu noktadan bakmayan bir insan gözünü minare başına dikip onda varda bende niye yok demeye başlar o minareye zahiren çıksa da çabuk düşer hem çok zarar görür.

Hem insanın manevi ve uhrevi manalarda kıskanması boştur. Zira Allahın hazinesi sonsuzdur Zatının da sonsuzluğu mutlaktır.. Sonsuzluğu her şeye her şeyi ile yeterdir hem her şeyi ile kuşatmıştır demektir.

Hem insan kendinde olmayan ve hak etmediği ücretini de ödemediği bir şey içinde hak dava etmesi başka bir hastalık demektir. Mesela nasıl ki bir meclise davet edildin ev sahibi misafirlerinden bazısına altın kalem, bazısına gümüş kalem, bazısına bakır, bazısına tahta, bazısına plastik kalemler hediye etti. Bu durumda senin olmayan bir şey sana verildi sende yok olan bir şey sana hediye edildi. Şimdi senin hakkın değil ki diyesin bana tahta kalem verdin öbürüne altın, en fazla diyeceğin teşekkür etmek ve ev sahibinin takdirini takdir etmektir. İşte belki o zaman ev sahibi sendende memnun olup hırs yapmadığını kıskançlık etmediğini görüp sana da cömertliğinden ikram eder altın bir kalem hediye eder belki altından daha kıymettar bir sözü verir..

El hasıl İnsan kendi kendine ait değildir aksine onda ne varsa hepsi kısa bir süreliğine verilmiş emanet edilmiş ve hesabı istenilecek maddi ve manevi cihazlardır.. O halde insanın kendisine ait olmayan emaneten verilen duygu ve hisleri ile sanki kendisinin mülküymüş gibi hak dava etmesi kendisini ve vazifesini ve ne için yaratıldığını bilmemesi demektir ki marifetullah dersleri ile önce ben kimim nerden geldim nereye gidiyorum neciyim suallerine cevap bulup yaşaması gerekmektedir.

Eğer ki Mevlası katında en çok sevilen kul yada kullardan olmak ister ise takva kapısı açıktır yani günahlardan kaçarak helallere sarılarak farzlar ile sünnetleri harmanlayarak yaşarsa bu O nun rızasını kazanmak için çaba göstermek demektir işte o zaman Mevlanın sevdiği bir kul olma yolunda adım atmış demektir. Ve ortada kıskanmasını gerektirecek hiç bir şey kalmaz hatta bu hastalığından kendini kurtardığı gibi bu hastalığa müptela olanlarıda kurtarmaya başlar.

Yoksa secdeleri azaltarak hatta hiç secde etmeyerek tenhalarda Mevlasını unutarak O nu anmayarak anlatmayarak hem yaşamının her anında O ndan gafil olarak dese, hadi Allahım ben senin en sevdiği kullardan olmak istiyorum insan ancak bu durumda kendini kandırır ve aldatır ve o sevgiye talip olmadığının ancak bir söylemden ibaret olduğunu  gösterir.

Hem Mevlanın tüm hazinelerinin kapıları açıktır Rahmeti nihayetsizdir. Kulluk ile Mevlasını çok sevebilir Mevlasınada kendisini çok sevdirebilir. O nun mülkünden bir mülk olduğunu idrak ettiğinde esasında kıskanacak kadar bir hakkının bulunmadığınıda zira kendisine ait hiçbir şeyi olmadığını anlamış demektir. Emaneti emin bir kul olup sahibine teslim eden bir kul olduğunda sonsuzluğun sahibinde sonsuz bir nimet ile sonsuz bir surette saadetler içinde sevgisi ile yaşayacaktır..

 

Vesselam..

Süleyman Yasin AKDENİZ

 

Otuz yıl kabul olunmayan dua

Kalakalırız.
Kolumuz kanadımız kırılmıştır sanki. İçeriden bastıran nihayetsiz isteklerle kendi gücümüz, kuvvetimiz, bilgimiz, irademiz arasında boğulur gibi oluruz.

Acizlik dört bir yanımızda kol gezer. Zerrelerimize nüfuz eder. Bir hastalık bedenimizi hiç de hesapta yokken kıskıvrak sarar. Bir nehir taşar. Zaman darken, trafik tıkanır, yollar geçit vermez olur. Gök adeta delinmiştir de caddeleri sular seller götürür. Bir insan bizi anlamaz. Bir diğeri ise yanlış anlar. Birisi sever. Birisi nefret eder. Biri alay eder. Biri küçümser.

Bu hal, bir tek biz insanların hissedebildiği, “varoluşsal çaresizlik”tir.

Hele uğradığımız haksızlıklar yok mu? Hiçbir şey yapamamanın, eli kolu bağlı olmanın getirdiği o ruhsal daralma belki de bir tek insana özgüdür.

Varoluşsal çaresizlik belimizi büker. Burnu Kaf Dağı’nda olan benliğimiz sarsılır, içimizdeki depremin ardından, benliğimizin sınırları yeniden çizilir. Bir noktadan öteye uzanamaz gücümüz kudretimiz.

Ruh bir menfez arar. Kalp teselli diye inler. Akıl, bir çıkış yolu talep eder. Benlik, “ben bir hiçim,” diye inler. İşte o an, benlik, kendini bulmuştur.

Varoluşsal çaresizlik, inkârla reddedilmemeli, dibine kadar yaşanmalıdır. Bizi biz yapan çaresizliğimizdir. Çaresizlik genellikle kişilik zayıflığı olarak yanlış algılanıp güçlü, kuvvetli olmaya göz dikilir. Oysa sonunda ölecek olan hangi insan ben güçlüyüm hezeyanına kapılarak ne elde eder?

Varoluşsal çaresizliğimiz bizi sonunda getirip duanın kapısına bırakır.

Eller yukarı uzanır. Kalp, Mutlak Varlıkla bağlılığını tazelemek ister. Ruh yalnızlığından sıyrılıp sonsuzluğa bir pencereden bakıp nefeslenmek ister.

Varoluşsal çaresizlik gözyaşlarıyla dile gelir. Gece, gündüz, yürürken, yatarken. Gecenin bir vakti. Gündüzün ortası. Her an O’nun kapısı çalınır.

İstekler, bir bir sıralanır. Her istek varoluşsal çaresizliğin kelimelerle bedenlenmiş halidir..

O da ne.

Çok özel bir yaşantı, olmazsa olmaz haline getirdiğimiz isteklerimiz yerine gelmedi diye berhava edilir. Duadan küskünlük çıkar. Neden duam kabul edilmiyor, sızlanışı duyulur. Bir yanılgı, duanın tüm büyüsünü bozar.

Otuz-kırk yıl dua edip kabul edilmeyen duasına hâlâ devam edenler vardır. Zamanın Bedii, muzdarip olduğu kulunç hastalığının şifası için dua eder, yalvarır, yakarır. Bir türlü şifa gelmez. Ama o, sızlanmaz, küsmez, darılmaz Sonsuz Rahmete. Çünkü duanın sırrına vâkıf olmuştur. “Otuz senedir şifa duasını ettiğim halde duam zâhirî kabul olmadığından, duayı terk etmek kalbime gelmedi.” der. Kronik, müzmin, sürgit fiziksel ya da ruhsal sorunlardan muzdarip insanların takıldığı temel soru, “neden?”dir. Bu kadar ağrı, sızı, zahmet, meşakkat, uykusuzluk, yorgunluk, dermansızlık, nefes darlığı vs. vs neden?

“Hastalar Risalesi-On Yedinci Deva”dan öğrendiğimize göre, Zamanın Bedii anlar ki: “Hastalık dua için verilmiş.”

Hastalık neden verilmiş, diye bir kez daha soralım: Dua için.

Hastalıkları ya da başımıza gelen olayları, musallat olan musibetleri anlamlandırmak; vehim, vesvese, kuruntulardan, öfke ve kızgınlıktan kurtulmak için harika bir bakış açısıdır bu.

Duasının zahiren kabul olmaması, yani bu dünyada kabul olmaması Zamanın Bedii’ni hayali sükuta uğratmaz. Tersine, ettiği duayla hastalık şifa bulsa, bu bir açıdan dua etme imkanının ortadan kalkması olacağından, neredeyse duasının bu dünyada kabul edilmemesine sevinir. “Evet, bir kısım hastalık, duanın sebeb-i vücudu iken, dua hastalığın ademine (ortadan kalkmasına) sebep olsa, duanın vücudu kendi ademine sebep olur; bu da olamaz.” der.

Sonra şu sonuçlara varır: “Duanın neticesi uhrevîdir, kendisi de bir nevi ibadettir ve hastalıkla aczini anlayıp dergâh-ı İlâhiyeye iltica eder.” Duam kabul olmuyor, istediklerim neden verilmiyor dediğimizde, unuttuğumuz nokta kanaatimce burasıdır. Dua etmenin neticesi, duanın bizatihi kendisidir. Dua etmekten maksat mesela hastalık için edildiğinde, şifa duanın neticesi değildir. Bir musibetin ortadan kaldırılması için dua ediyorsak, duanın neticesi musibetin ortadan kalkması değildir. Bir isteğimiz için dua ediyorsak, istediğimiz verildiğinde duanın neticesi hasıl oldu demekte de noksanlık vardır. Bunlar olsa olsa Mutlak Varlığın fazlındadır, ayrı bir ikramıdır.

Dua bir yaşantıdır. Bir haldir. Bizi bilen, duyan, gören Bir’in varlığına derin bir imandır. Ruhun aradığı sonsuzluğa açılan penceredir. Ruhun aradığı isteklerin gerçekleşmesi değildir. Dua kendimizi Mutlak Varlığa anlatmanın en mümtaz imkanıdır. Kendimizi tarif etmektir. Kendi sınırlarımızı çizmektir. Bunu yaparken aslında yaptığımız Mutlak Varlığı tarif etme halidir.

Zaman ve mekânın kasvetli havasından O’na yönelme zamanıdır.

Dua insanın kendini Yaratıcısına anlatmasıdır. İnsan kendini anlatırken aslında O’nu anlatmak, tarif etmektir. Bu dünya da ister kabul edilsin ister edilmesin, hiçbir dua boşa gitmez.

Dua, insanın var oluş gerekçesidir. Dua, bir anın içinde Mutlak Varlık’la kurulan derin, son derece özel bir ilişki halidir. Bu ilişki isteklerimize kurban edilmemelidir.

Dua, varoluşsal olarak sonsuz çaresizim, sonsuz acizim diyebilmektir. Bundan daha cesur bir eylem var mıdır?

Mustafa ULUSOY

Zaman