Etiket arşivi: kadın

Bilge Kadının Taşı

DAĞLARDA seyahat eden bilge bir kadın, bir dere kenarında değerli bir taş bulmuştu. Ertesi gün kadın başka bir gezginle karşılaştı. Adamın karnı çok açtı. Bilge kadından yiyecek birşeyler istedi. Kadın ona birşeyler vermek için çantasını açtığında değerli taşı gören adam, kadından onu da kendisine vermesini rica etti.

Tereddütsüz: “Olur” dedi kadın. Aç gezgin, talihin nihayet kendisine yaver gittiğini düşünerek, sevinç içinde ayrıldı oradan. Ancak, birkaç gün sonra o civarlara geri geldi ve bilge kadını bularak, taşı kendisine iade etti. “Bana verdiğin taşın ne kadar değerli olduğunun farkındayım” dedi adam.

“Ama düşündüm ki, sen de bu taştan daha değerli birşey var. Bu mücevheri verebilmeni mümkün kılan şeyi bana verir misin?”

İsmail Örgen – Zafer Dergisi

Hanımlar Nasıl Mutlu Olacak?

Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i İslâm onları Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik zînetleri. Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evlâdı. Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı Lâzımdır tâ dayansın.

Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları! Yatmış olan hevesat, birdenbire uyanır. Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebeb olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı.

Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; hem müdhiştir tesiri. {(**): Nasıl meyyite bir karıya nefsanî nazarla bakmak nefsin dehşetle alçaklığını gösterir. Öyle de, rahmete muhtaç bir bîçare meyyitenin güzel tasvirine müştehiyane bir nazarla bakmak, ruhun hissiyat-ı ulviyesini söndürür.}

Memnu’ heykel, suretler: Ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riya, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır: Celbeder o habis ervahları. ( Sözler, 727 )

Hanımların rahat edip hürmetle anıldıkları ortam, evleri ve aile hayatlarıdır. Fıtraten hassas ve nazik olarak yaratılmış hanımlar ailedeki manevî, hissî paylaşımları yönlendiren, geliştiren, ferdler arasındaki akışı sağlayan birer nazenin şefkat aynalarıdır. Bu aynalar aile hayatları dışında “ekmek kavgası”nın kıyasıya yaşandığı ortamlara girdiklerinde yapılarındaki ince hisler ve duyarlılık bozulur. Kendi ruh dünyasında çatışmalar yaşadığı gibi aile ferdlerini birbirine bağlama, problemleri çözme, çocukların terbiyesi, manevî alışverişlere zemin oluşturma gibi ailenin temelini oluşturan görevleri atıl kalır. Bunun neticesinde anne, baba, çocuklar arasında kopukluklar olur. Aynı sofrayı paylaşsalar bile fikir ve his olarak birbirlerine aks edecek sıcak bir ortam yakalanamaz. Birbirini anlama, destek olma, alakalanma gibi pek çok ruhî ve insanî ihtiyaç karşılanmamış olur.

Neden? Çünkü evin annesi sabahtan akşama kadar dışarıda bir sürü insanla uğraşmış, sinirleri yıpranmış, kendisi dolmuş ve deşarj olacak bir ortam ararken bir de ev işlerinin üstüne ailenin diğer ferdlerinin problemlerine yönelmesini beklemek insafsızlık olur.

Peki ne olacak? Evin annesi geçim derdini üstüne aldıysa, fizikî olarak anne olsa da mana olarak “babalaşmıştır”; yani artık evin 2 babası vardır.

Peki anne nerde? Anne yok; anne misyonunu yüklenecek kimse yok çünkü.

Peki annesiz aile devam eder mi? Sırf maddeyi paylaşmaya aile hayatı diyorsak, annenin muazzam terbiye misyonu olmadan da aile o kadar devam eder; yani etmez. Çocuklar ve eş ilgiye, şefkate, uyarılmaya, dertleşmeye, paylaşmaya, konuşmaya muhtaç bir şekilde maddî hayatlarına devam ederler; ama mana hayatlarında doldurulması müşkül kocaman gedikler açılmıştır. Güven, aidiyet hisleri tam tatmin olamamıştır. İhtiyacı olduğunda yanında olan bir annesi, eşi yoktur çünkü. Anne de yoğunluktan -kendi dahil- ailede kime ne olup bittiğini fark edemiyordur. Dış alemde mesul olduğu vazifesi ve onunla ilgili bir sürü sıkıntılar üstüne ailedeki karmaşık insanî sorunlar hanımı da zaman içinde çok yıpratır. Saçını süpürge etse de: “çocuğuma laf geçiremiyorum, onu anlamıyorum, o da beni anlamıyor” gibi yakınmaları duyarız. Halbuki çocuğunu veya eşini dinleyecek vakit, kendinde istek dahi bulamamıştır. Bu yüzden:

“Şer’-i İslâm onları Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede.” Demiştir.

Üstad Hz.(RA)’ın dediği gibi:

“Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum vâlidemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.” (24.Lema)

Hanımların ailedeki en esaslı görevi çocuklarına manevî ders vermesi, sağlam bir ahlak üzere yetiştirmesi, hayata istikametli bir bakış açısı kazanmalarına gayret etmesidir. Bu çok zaman ve emek, ilgi isteyen manevî terbiyeyi ailede şefkatli bir otorite olan anneden başkasının vermesi mümkün değildir. Dolayısıyla toplumun geleceğini oluşturan çocukların en ehemmiyetli muallimi olan annelerin vazifesi çok büyüktür. Hanımı dışarı çıkarıp çalıştırmak suretiyle evdeki dengelerin bozulmasına sebep olmak akıllıca bir iş değildir. Ailesinden kopuk, ahlakı kötü, manevî değerlere duyarsız bir evladın açtığı zararı annenin kazandığı binler maaşla dahi kapatmak mümkün değildir. Çünkü kaybedilen bir “insan”dır. Ergenlik yaşına gelmiş, karakteri oturmuş bir çocuk için “uzman desteği” de alsak ne kadar onun ruh dünyasında düzeltmeler yapabiliriz?

“Temizlik zînetleri. Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evlâdı.”

Hanımın takvası yani manevi temizliği zînetidir; hanımı güzel gösteren suretten ziyade sîret yani ahlakıdır. Ahlakının güzelliği haşmet verdiği gibi, günahtan muhafaza olunmuşluğu da hanımın cemalidir. Fıtratındaki şefkat kendindeki kemalat olmakla beraber, evladı ile geçirdiği vakitler eğlencesidir.

Halbuki hanımlar evlerinden dış hayata çıktığında, dahil olduğu ortamda hevesleri uyandıracak, nazarları kendiyle meşgul edecektir. Böylece pek çok olumsuzluğun ortaya çıkmasına sebep olur. Aile hayatında bunca vazifeyi atıl bırakıp, dış alemde de verimi düşürecek durumların ortaya çıkmasına sebep olacak bir karar, hiçbir ehli aklın karı değildir ve olamaz. Bu yüzden rızık için -hakikaten mecbur kalmadıkça- dışarı çıkma vazifesini İslam hanımlara yüklememiştir.

Nabi

www.NurNet.org

“Kadının adı yok”, peki ya değeri?

“Kadının Adı Yok” diyerek, kadının değerini yok eden malum zihniyete bir nazire olsun diye koydum bu başlığı.

Modernler kadını evden çıkartıp, evini yıktılar. Kadını ikna etmek için, evini ona “Bu senin zindanın” diye tanıttılar. Bu şeytani telkine aldanan modern kadın evi terk etti.

Modern kadına ev yerine önerdikleri şey ne? Sokak, cadde, süpermarket, kulüp, dernek, fabrika, daire, dükkân, ofis vesaire vesaire… Ama bunların hiç biri evin yerine geçmedi. Kadın eve düşman dışarıya hayran edildi. Fakat dışarı onu korumadı. Koruyamazdı da. Onu dışarı çağıranlar zaten korumasız kalsın, savunmasız kalsın diye çağırmıştı. Onu dışarı çağıranlar, onu metalaştırmaya can atanlardı.

Kadın onlar için süslendi, boyandı, pudralandı. Onlar için harcadı parasını, zamanını, hayatını. Onlar, içerden çıkarıp dışarının malı ettikleri her kadını yağlı ve bağımlı bir müşteri olarak alkışladılar. Nitekim öyleydi de. Kadın artık kazanmak için harcıyor, harcamak için kazanıyordu.

Önce anneliğini unuttu. Zira kendine yabancılaştı. Zaten dışarlıklı bir hayatın yoğunluğunu hiçbir kadın annelikle birlikte kaldıramazdı. O nazenin omuzlara bu ağır gelirdi. Öyle de oldu. Yıktıkları evin yerine pansiyonu koydular. Yıktılar dedimse, damını duvarını yıktıklarını kastetmedim elbet. Bu mecazen bir yıkımdı. Evin misyonunu yıktılar, tıpkı kadının kadınlık misyonunu yıktıkları gibi.

Artık evler iki kişilik pansiyondu. Baba işe anne işe çocuk kreşe; oh ne ala memleket! Siz buna ev diyebilecek misiniz? Zaten olmadı da. Önce çocuk sayısını azaltmaya ikna ettiler. Zaten evinden çıkardıkları kadın, buna mecburen ikna olmak zorundaydı. Başka türlü yapamazdı. Kendisini dışarıdan koparak her şey ayak bağıydı. Bu çocuk için de, hatta eşinden “hanımlık” bekleyen koca için de geçerliydi.

Evsizliğin merkezi olan Batılı toplumlarda kadın doğurmuyor. Geçenlerde Kıbrıs Rum yönetimi her doğum için 60 bin dolar vereceğini açıkladı. Biliyorum yine ikna edemeyecekler. Çocuğu angarya gören bir kadını doğurmaya nasıl ikna edebilirsiniz. Dahası, “kamu malı” haline getirilmek için içindeki anne öldürülmüş olan modern kadın, fıtratın haykıran sesini, taş kesilmiş kalple nasıl duysun?

Eline köpeğin zincirini tutuşturdular ve “çocuk yok, köpek olsun” dediler. Modern kadın farkına varmadan köpeği çocuğun yerine koyuverdi. Çocuğun kahrına katlanmamak için evden kaçan modern kadın köpeğin kahrına katlandı. Tıpkı bir kocanın kahrına katlanmamak için evi gözden çıkaran modern kadının, kocalık sorumluluğunun hiç birini taşımayan bir sürü sorumsuz ve iffetsiz erkeğin kahrına katlandığı gibi.

Müslüman kadını önce birinci evi olan tesettürü, sonra ikinci tesettürü olan evi koruyor. Bu Allah’ın kendi talimatına uyan kadına bahşettiği bir lütuftur.

Evet, İslami tesettür birinci evdir. Bazıları İslami tesettüre “ikinci deri” gibi bakarlar. Bu ifrattır, aşırılıktır ve fıtrata aykırıdır. Tesettür mümin kadının sosyal ilişkilerini düzenleyen bir talimattır. Karşıt cinsle ilişki kurarken dişiliğini arka plana atar ve kişiliğini ön plana çıkarır. Bunu tesettür sayesinde yapar. Muhatabına “Benimle kişiliğim üzerinden ilişki kur” mesajı vermiş olur.

İlk ev olan İslami tesettür, Müslüman kadınla birlikte yürür. Müslüman kadın nereye giderse gitsin, o da oraya gider. İşte bu nedenle o “ev”lidir. Tesettürü alınarak dışarı salınmış bir kadın, bu yüzden evi başına yıkılmış bir kadındır.

“İlk evi” olan tesettürünü koruyamayan, “ikinci tesettürü” olan evini koruyamaz. Başta inşa edemez ki korusun. İşte bu yüzden, hakkı ifa edilen bir tesettür mucizedir.

Dünyanın kadın açısından gittiği yöne dikkatlice bakınız. Muceza derken ne kastettiğimi o zaman anlarsınız. Yine tesettürün hürriyetin sembolü olduğu gerçeği, özgürlük adı altında metalaştırılan modern kadının içinde bulunduğu sıkıntılı duruma bakınca daha iyi anlaşılmaktadır.

Kadın rahatsız olacaksa, değersizleştirme operasyonundan rahatsız olmalıdır. Kadının adı yoksa, ona bir ad konulur. Ama ya değeri yoksa ne yapılır? Değer isim gibi “koydum” demekle konulacak bir şey değil ki.

Kadını değerinden koparanlar, ona “fiyat” biçiyorlar. Zira kendilerinde değer yok, para çok. “Parayı bastırırız, alırız” diye düşünüyor olmalılar.

Kadın, değersizleştirme operasyonuna kurban gitmemek istiyorsa, euzü besmele çeksin. Çeksin de şeytanlar ondan elini çeksin.

Mustafa İslamoğlu

Hür kadınlar…

Lemaat, Bediüzzaman’ın ilk eserlerinden biridir. 1921 yılında Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye azası iken telif edilmiştir.

LEMAÂT’TAN KADINLARIN HÜRRİYETİNE DAİR

1. Cihan Savaşında mağlub olan Osmanlı payitahtı İstanbul’un İtilaf Devletlerince işgale uğradığı dönemde Bediüzzaman boş durmamış Hutuvat-ı Sitte, Lemaât, Sünûhat, Şuaât, Rumuz, Tuluât isimli eserlerini yazmış, Anglikan Kilisesinin suallerine cevap vermiştir.

Hareketli yıllardır 1920-1921 yılları… Bediüzzaman Yeşilay Cemiyetini kuranlar arasındadır. İstanbul’da son meclis-i mebusan açılırken, TBMM de Ankara’da açılmıştır. Türkiye’de Komünist Partisi kurulmuştur. Bediüzzaman 1921’de Şeyhülislâmın fetvasına karşı fetva vermiştir. Beri yanda İnönü ve Sakarya Savaşları yapılmıştır.

(Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Şubat 2005, Kronolojik Bilgiler, s. 1476)

ÇEKİRDEKLER, MEYVELER…

Bediüzzaman, oluşacak yeni dünya düzeninin çekirdeklerini net bir şekilde müşahede etmiş, atılan tohumların vereceği meyveleri görmüş ve bir ıslâhatcı kimliğiyle problemlere reçeteler hazırlamıştır.

Kadınlar âlemi için hazırladığı reçete de bunlardan biridir.

Lemaât’ta yer alan hanımlarla ilgili bölüm günümüzdeki kadın meselelerinin hem çekirdeklerini, hem çiçeklerini, hem meyvelerini içinde barındıran kısa, şiir gibi, ama şiir olmayan nefis ifadeler ihtiva eder.

Kendi ifadeleri ile talebeleri için kaleme aldığı “küçük bir mesnevî ve imânî bir divan” dır.

“Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli” başlığı problemi ve çözümü, tohumu ve meyveyi içinde barındıran veciz, aynı zamanda formül bir cümledir.

BOL UCUZ MAL, SÜS VE EĞLENCE

Sanayi Devrimiyle evde üretimin azalıp, fabrikaların çoğalmaya başlamasıyla kadın da yavaş yavaş evinden çıkmış, dışarıda çalışmıştır. Bütün dünyayı saran gelişmeler Osmanlı için de geçerlidir. Bunu müşahede eden Bediüzzaman menfî gelişmelerden mesul gördüğü erkekler için yaptığı tesbit orjinaldir: “Sefih erkekler, hevesâtlarıyla kadınlaşırsa, o zaman açık saçık kadınlar da hayasızlıkla erkekleşirler.”

Sefih medeniyetin etkisiyle kadınlar bu yeni hayatlarında “hürmet” görmedikleri gibi ortalıkta bol bulunan “ucuz mal” muâmelesine de tabi tutulurlar.

Mimsiz medeniyet kadını işyerlerinde, fabrikalarda çalıştırırken beri yanda süslenip, eğlence dünyasındaki yerini de almasını ister. Çalışma hayatının yorgunluğu ancak böyle atılır (!)

KUR’ÂN ECZAHANESİNDEN TERTİB EDİLEN İLÂÇ

Lemaât’ta “Kadının rahatı, ev ve aile hayatı ortamındadır” der Bediüzzaman. Kadın için en güzel zinetin ve bakımın temizlik, iyi ahlâk ve şefkat olduğunu belirtir. En iyi eğlencesiyse çocuklarıyla masumane yaptığı sohbetlerdir…

Bediüzzaman’ın Kur’ân eczahanesinden formüle ettiği bu ilâcı “Evinden dışarıya çıkma, hapsol!” anlamında yorumlamak (sahabe hanımlarının hayatı yıldızlar gibi parıldamaktayken) hakikate haksızlık olur.

“Kadının rahatı, ev ve aile hayatı ortamındadır” ifadesini “Hayatının merkezine yuvanı, eşini ve çocuklarını al! Önceliğin onlar olsun. Aksi halde zarar görürsün!” şeklinde anlamak çok daha gerçekci olacaktır.

Zira çalışan kadınlar üzerinde özellikle Batıda yapılan araştırmalar artık kadınların ev merkezli bir hayatı özlediklerini ortaya çıkarmıştır.

Batıda sosyal bilimciler kadınlar üzerinde yapılan bu araştırma neticelerini “Modern kadının uyanışı” olarak nitelendiriyorlar.

Kaldı ki, vefat eden Papa II. Jean Paul’ün de ölmeden önce kadın ve aile üzerine verdiği mesajlardan biri de şuydu: Kadınlar evine dönmeli!

GERÇEK HÜRRİYETE KİM ÇAĞIRIYOR?

1920’li yıllardan günümüze yaklaşık yüzyıllık süre geçmişken bu tabloda sizce değişen, güncelliğini yitiren bir tesbit var mıdır?

Tüketim ekonomisinin acımasız çarkları kadını ucuz işçi konumunda sabahtan akşama köleler gibi çalıştırırken, beri yandan da “Kendini süslemeyi ve eğlenmeyi, bu arada bizi de eğlendirmeyi unutmamalısın!” şeklinde verdiği öğüdü ne kadar samimidir sizce?

Sefih medeniyetin, kadınlaşan erkekleri ve erkekleşen kadınlarıyla yaptığı bu çağrının insanlığı nerelere getirdiğini hep birlikte müşahede ediyoruz. İnançsızlıktan kaynaklanan içindeki o büyük boşluğu neyle dolduracağını bilmediği için eğlence dünyasının maskarası hâline gelen, heveslerinin esiri olmuş, hayvanlardan aşağı mertebelerde hızla yol alan bir insanlık…

Beri yanda merhamet ve şefkatle kadınları kurtuluşa çağıran Kur’ân’ın sesi…

Sizce hangisi kadına gerçek hürriyetini sunuyor?

Yasemin GÜLEÇYÜZ

www.saidnursi.de

Eski bir feministin dini hükümler itirafı

Bu devirde, dindar kadınların imtihanı, başörtüdenmiş gibi bir algı var. Evet, başörtülü okuyamamak ve çalışamamak üzüntü verici bir durum ve kadınlar için bir zorluk. On iki yaşımdan beri başörtülüyüm ve geçmişte başörtü yüzünden zorluklar yaşamışlığım, üniversite okumaktan vazgeçmişliğim var. Fakat bunlar bana pek ağır gelmedi. Kendimi kahraman gibi hissettim. İnancın uğruna mücadele etmekte tatlı bir gurur vardır.

Dindar kadının esas imtihanı, İslamın kadınlarla ilgili hükümleri iledir. Bu noktada kazanmak ya da kaybetmektir, esas mesele.

Geçenlerde bir yerde okumuştum. Dindar bir hanım, bir gece sabaha kadar ağlayıp, sızlanmış. “Allahım dinimizde kadını neden ikinci sınıf yaptın?” tarzında sözlerle, gözyaşı dökmüş. Bu kadıncağızın açıkça dile getirdiği sitemlerini pek çok dindar hanım içinden geçirmemiş midir? Ben kendi adıma geçmişte çok geçirdim.

Eski bir feminist olarak, itiraf ediyorum. Dini kitaplarda, erkeklerin kadınlara karşı vazifelerini, defalarca okuduğum halde, kadınların kocalarına karşı vazifelerine göz ucuyla bakar kapatırdım. Çünkü dinimizde kadın erkek ilişkilerine baktığımız zaman kadınların yükü görünüşte ağır gibi görünüyor. Hele itaat meselesi. Hele itaat meselesi. Kadın kocasın itaat edecek. Aman Allahım! Aman Allahım!

Biz kadınlar, bu meseleyi hiç hatırlamak istemeyiz. Kadınların en önemli meselesi buyken, eli kalem tutan kaç başörtülü yazar bu meseleyi yazmıştır, hemcinslerine hatırlatmıştır? Geçmişten günümüze kadın yazarlarımız bizleri hep “mücahide” olmak konusunda yüreklendirdiler. Oysa Peygamberimiz “Kadının cihadı, kocası ile güzel geçinmesidir.” buyurmuştur. Bizim cihadımız kendimizle. Gururumuzu, kibrimizi, kinimizi, kısacası içimizdeki putları ne kadar kırabiliyorsak, şefkat ve teslimiyet ehli bir kadın olabiliyorsak, dünya ve ahreti işte biz o zaman kazanıyoruz.

Bu konuyu kadın yazarların hitap ettiği kitlelere hatırlatması bir yana, modern olmak adına çoğu zaman üstü hep örtülmeye çalışıldı. Çünkü din karşıtı olanların ellerinde en büyük koz “kadın” konusudur.

Hah hah hah. Din kadını ezmiş.. Din kadının kocasına itaatını emretmiş..Kadınları ikinci sınıf ilan etmiş.. Bir de ikinci eş alma meselesi vardı değil mi? Hah hah..

Kendilerine göre açık buldular vuracaklar. Geçmişte bu konularla dindarlara o kadar saldırdılar ki sonunda istedikleri şeyi başarmışlar gibi. Artık bizlerde, bu konular, dinimizin bir eksiği, bir açığı imiş gibi konuşmaya korkar olduk. Hâşâ dinin bir eksiği ya da fazlalığı yoktur. Eksiklik ve hata bize aittir.

Bu konunun ört bas edilmesinin acısını da hep birlikte çekiyoruz. Başörtü konusunda aslanlar gibi mücadele eden kızlarımız, evlenince ne yapacaklarını şaşırdılar. (istisnalar kaideyi bozmaz) En azından ben ne yapacağımı şaşırmış idim.

Feminizmin, eşitlik iddiasıyla doldurulmuş kafalarımızla, mutlu bir aile hayatı yaşamaya çalıştık. Olmayınca kızdık. Kime kızacağız? Nefsine kızmak kolayı olmadığı için erkeklere kızdık. Onlar bizi mutlu etseydi biz mutlu olurduk!

Biz dindar kadınların feministliği çok tehlikelidir. Birkaç sebepten dolayı:

Birincisi: Feminist olduğumuzu kabul etmeyiz; çünkü dinimizle feminizmin uyuşmadığını biliriz. Kabul etmediğimiz için, ne kadar çok etkilendiğimizin de farkında olmayız.

Bir zamanlar bana “feminist yazar” diyorlardı; fakat bir türlü kabul etmiyordum. O dönemde yazdığım kitabım “Evliliği Pekmez Sandım” sonradan ismini değiştirip “Eşim Aşkım Olsun” yapmıştım, şimdi artık benim tercihimle satışta değil. Bu yıl içerisinde yeni hikayelerle ve düzenlemelerle okura ulaşmasını istiyorum. Bütün kitap boyunca erkekler ne yapmalıyı anlatmışım. Kadınlara düşen hiçbir şey yokmuş da erkeklerin tek görevi kadınları mutlu etmekmiş gibi.

Bundan beş yıl kadar önce, feminist olduğumu fark etmemle, arınma sürecine girmem bir oldu. Nasıl rahatladım anlatamam. Bazen düşünüyorum da o kafayla gitsem evlilik konusunda çok tehlikeli olabilirmişim. Elhamdulillah evlilik üzerine çok şey yazmadan durumu toparladım, güzel dinimizin penceresinden bakmaya başladım. Artık kitap yazarken ana kaynaklarım; Rabbimin ayetleri ve sevgili peygamberimizin çok kıymetli sözleri. Psikoloji ve bilimsel araştırmalarda yan destek. Bu yüzden olsa gerek, son yazdığım evlilik kitapları ile çok teşekkür ve dua alıyorum.

İkincisi: Dindar feminist kadınlar, evde eşitlik davası güder, kocamızı çenemizle susturmayı zeka alâmeti zanneder, onunla mücadeleyi hiç elden bırakmayız, ama içten içe susturamadığımız bir ses “yanlış yapıyorsun, günaha giriyorsun” der bu kez de “bu adam yüzünden günaha giriyorum” diye iyice sinirleniriz.

Mutlu olmak isteriz; fakat nasıl olacağımızı bilemeyiz. Dizilerden, filmlerden, internetten mutluluk formülleri ararız.

“Sevdiğini elde tutmanın 101 yolu” “Onun baş tacı olmanın 10 sihirli formülü” tarzında. Fakat bu kadar yol yönteme rağmen, bir türlü mutlu olamayız. En sonunda erkeklerin kötü olduğuna karar verir, kendimizi mutsuzluğun akışına bırakırız.

Oysa verilen formüller yanlış olduğu için mutlu olamıyoruz; çünkü formüller yaratılışa ters. Yaratılıştan gelen genetik kodlamaları göz ardı ederek, mutlu olamayız. Yaradan, kadın ve erkeği yaratmış, mutluluk reçetesini de göndermiş. Bu yüzden mutluluğu uzaklarda aramaya hiç gerek yok.

Sema Maraşlı – Haber 7