Etiket arşivi: mesnevi-i nuriye

İki Mesnevinin Mukayesesi

Tarihin farklı devirlerinde aynı davaya hizmet etmiş din büyüklerinde meşreb, üslub ve ifade farkları olmakla birlikte onlar aynı menbaadan sulanmakta aynı şeyleri insanlara sunmakta kutup yıldızı gibi yön vermektedirler.

Müceddidler din işlerinde mübtedi değil muttebi- dirler. Yani bidat ehli değiller, emaneti yeni usul ve anlatımlarla sadık tabiler olarak toplumlara ulaştırırlar. Kimi sohbet ve irşadlardan, kimi yazdıkları eserlerden kimide kurdukları eğitim sistemlerinden yararlanarak tecdid vazifelerine bütün varlıklarını ortaya koyarak çalışırlar.

Yaşadıkları devir, içinde bulundukları toplum, karşılaştıkları şartlar onların tarz ve usullerini şekillendirir. Bundan dolayıdır ki değişik asırlarda gelmiş müceddidler, irşad ve tecdid faaliyetlerinde farklılıklar gösterirler.

Biz bu yazımızda haddimizin çok üstünde de olsa Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevisi ile Bediüzzaman Said Nursi’nin Mesnevisini nazara vermek ve verdikleri mesajlarda bulunan benzerliklere ve farklılıklara bakmak istiyoruz.

Tarihte insanlığın iftihar ettiği büyük şahsiyetlerden biri de Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi‘dir. Mevlana’nın asıl adı Muhammed, lakabı Celaleddin’dir. Diyar-ı Rum denilen Anadolu’da Konya’da yaşadığı için isim ve şöhreti Mevlana Celaleddin-i Rumi olarak tarihe geçmiş, o nam ile şöhret bulmuştur. Mevlana kelimesi “efendimiz” anlamına gelmektedir. Hünkar, Hazreti Pir, Mollayı Rumi gibi lakapları da vardır.

Babasının adı Muhammed Bahaüddin Veled’dir. Sultanu’l ulema diye anılmıştır. Annesi Belh Emiri Rüknüddin’in kızı Mü’mine Hatun’dur. Doğum tarihi 6 Rebiüllevvel 604, miladi 30 Eylül 1207 dir. İki oğlu oldu. Birine sultan Veled, diğerine de Alaaddin ismini verdi.

Mevlana, Şems-i Tebrizi ile mülaki olmadan evvel, babası sayesinde sayısız ilim ve tasavvuf büyüğü ile karşılaşmış, onlardan ilim, irfan ve tasavvuf feyizleri almıştır. Hz. Mevlana, Mesnevi’yi yazmadan önce sayısız arif ve veliden engin ilim ve feyizlerle mücehhez büyük bir alim, derin bir sofi, eşsiz bir edib ve hatip, büyük bir eğitimci, çok yönlü bir din büyüğü idi. Yani Mevlana infilak etmeye hazır bir “nur dağı” halinde idi. Beklediği, Şems-i Tebrizi’nin çakacağı kibrit yani bir kıvılcım idi. Şems, Mevlana’nın o muazzam potansiyelini ateşleyip açığa çıkaran kişidir.

Sonunda nurlarla dolmuş Mevlana barajının kapakları açıldı. Mesnevi’nin rahmet suları ovaları sulayarak cennet gibi manevi bağların, bahçelerin oluşmasına, irşad olmuş milyonlarca gönül çiçeklerinin açmasına sebep oldu.

MEVLANA’NIN MESNEVİSİ

Mesnevi, (sini) iki rakamını anlatan kelimeden türemiş ikili beyt manasından ismini almıştır. Aşktan, kahramanlıktan, hayatın her halinden bahseden sayısız mesneviler yazılmıştır. Mesnevi, beyitlerle sınırlanmadan birkaç beyitten onbinlerce beyte kadar yazılabilir. Fakat mutlak sıfat kemaline masruftur kaidesince mesnevi denilince ilk akla gelen elbette “Mesnevi-i Şerif” tir.

Hz. Mevlana’nın en büyük eseri Mesnevi-i Şerif’tir. 25618 beyitten meydana gelmektedir. Mevlana’da ve Mesnevi’sinde “Vedud” isminin tecellisi galib olup, coşkun ve cezbeli bir aşk ile baştan sona tevhid-i ilahi terennüm edilmekte, kainattaki bütün varlıklar ve olaylar, aşka dair ifadeler, ritüeller, temsil ve tasvirlerle ele alınmaktadır.

Hz. Mevlana çok yönlü bir âlim ve muhteşem bir mürşiddir. Eğer bir kişi sadece sufilikte ileri gitmişse “zülcenah” denilir, kanatlı tabir edilir. Eğer zahiri ilimlerde de derecata sahipse iki kanatlı manasında “zülcenaheyn” denilir. Mevlana ve Bediüzzaman gibi ilimlerde çok yönlü ve iyi yetişmiş olanlara ise “zülecniha” denilir. Onun için Mesnevi’yi okuyan ve bir derece anlayan onun her beytinde her çeşit ilmin cevherlerinin fışkırdığını, hiçbir sun’ilik ve zorlama olmadan belagat ve edebiyatın bütün şahikalarında dolaştığını müşahede eder.

Mesnevi’nin meziyetlerini, özelliklerini ve güzelliklerini ifade edebilmek elbette bizim haddimizin çok üstündedir. Bizim bu makalede yapmak istediğimiz şey, tarihte yaşamış iki ilim, irfan ve irşad sultanının kendi misyonlarını icra ederken yazdıkları iki Mesnevide asırlarının şartlarına göre takip ettikleri yolda ki benzerlik ve farklılıklara bir nazar atfetmektir.

BEDİÜZZAMAN VE MESNEVİSİ

Bilindiği gibi Hz. Bediüzzaman, muhteşem Osmanlı İmparatorluğunun talihinin döndüğü, gerileme döneminde çırpındığı, her yönden saldırılarla sıkıştırıldığı, ardı arkası kesilmeyen savaşlarla bunaldığı, birçok toprağını kaybettiği, idari ve mali keşmekeşe sürüklendiği karanlık bir dönemde 1878 de dünyaya geldi.

Bitlis’in Hizan kazasının Nurs köyünde zihinlerin tamamen saf ve bakir olduğu, müşevveş fikir ve düşüncelerden ari bir çevrede, fakir bir çiftçi ailenin çocuğu olarak doğdu. İlk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’dan aldı. Eğitimine küçük yaşta Tağ Medresesinde başladı. Fevkalade cevval ve yüksek zekasıyla her gittiği yerde verilen derslere çok kısa zamanda hakim olması, daha derin daha yüksek bilgi ve manalara ulaşabilmek için bir medresede aynı hocadan ders almak onun ilim ve irfan açlığını doyurmadı. Bu sebeple devamlı yeni arayışlarla birçok hoca, alim, şeyh ve mürşide ulaşmak için seyahatler yaptı. Her yerdeki ilim derecesini aştıktan sonra birçok ilim, irfan, tasavvuf büyüğünden feyz aldı. Çok küçük yaşta çok büyük alimlerle en zor konuları liyakatla konuşup tartışabilecek bir ilim ve irfana sahip mümtaz bir şahsiyet haline geldi. Katıldığı ilmi mübahaselerde o zamanın büyük alimlerini kendisine hayran bıraktı.

Bitlis hayatından sonra vali Hasan Paşa’nın daveti üzerine Van’a gitti. Orada on yıl kaldı. Bir yandan devlet işlerine muttali oldu. Diğer taraftan dünyada olup biten her şeyden haberdar oluyordu.

Böyle bir günde Vali’nin evinde okuduğu gazetelerin birinde İngiliz sömürgeler bakanı Gladstone’un elinde Kuran-ı Kerim ile kürsüye çıkarak “Bu Kuran Müslümanların elinde olduğu müddetçe biz onlara hakiki manada hakim olamayız. Ya bu Kuran’ı tamamen gözden düşürüp Müslümanları ondan soğutmalıyız; ya da Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız.” Dediğini okur. Bir ilim, irfan ve fazilet ummanı olmasının yanında içinde kaynayan müthiş gayret ve hamiyet ummanı feveran ederek “Kuran-ı Kerim’in sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu bütün aleme ispat edecek ve onun hakikatlerini dünyaya duyuracağım” demiş ve bu gayesine ulaşmak için kafasında oluşturduğu bir tarafı pers, diğer tarafı Arab, öbür yönü ile Türk dünyasını irşad edecek üniversitesini kurabilmek için bu yönde en uygun yer olarak Van beldesini düşünerek Dersaadet’e haraket etmişti.

İstanbul’a götürdüğü bu proje gerekli ilgiyi görmedi. Bu arada talebe-i ulum ve İstanbul uleması ile yaptığı sohbet ve münazaraların yankılarından rahatsız olan devlet erkanı onu tarasud ve takibe almalarına hatta onu Toptaşı’nda ki tımarhaneye kapatmalarına sebep oldu. Bu arada meşrutiyet ilan edilmiş, İstanbul’da birçok karışıklıklar, fikri ve siyasi münakaşalar meydana gelmiş, Bediüzzaman birçok konuşmaları ve basındaki yayınlarıyla yatıştırıcı ve yol gösterici olmuştur.

Hürriyetin yanlış algılanmasını ve uygulanmasından endişe ile doğru manadaki hürriyeti veciz ifadelerle tarif etmiştir. (Elhürriyetü atıyyetür Rahman-Hürriyet Rahman’ın, Hakkın vergisidir.) ( Hürriyet zillete düşmemek ve zillete düşürmemektir.) ( Hürriyet ne kendine nede başkasına zarar vermemektir.) (Başkasının hürriyetinin sınırı bizim hürriyetimizin sınırdır.) (Her kim Allah’a kulluk ederse kullara kul olmaz, Allah’ın kullarını kendisine kul etmeye kalkmaz) gibi ifadelerle insanı ne zalim nede mazlum etmeyen doğru hürriyeti tarif etmiştir.

Bu arada Osmanlı’da birçok değişiklikler, yıkım ve tahribatlar meydana gelmiş, Balkan Harbi ve 1.Dünya Harbi olmuş, Osmanlı önce parçalanmış, sonra yıkılmış. Kurtuluş Savaşı yaşanmış, koca imparatorluğun sadece bir bölümüyle yeni bir devlet kurulmuş, tamamen yeni fikirlerle işleyen bir sistem ortaya çıkmıştır. Padişahlık gitmiş, Cumhuriyet gelmiş medreseler, tekkeler kapanmış, toplumda çok büyük maneviyat zaafı ortaya çıkmış, dini eğitim adeta dumura uğramıştır. Dini tedrisat hizmetleri büyük zorluklar altında adeta bazı hamiyetli insanların omzuna yüklenmiştir.

İşte Bediüzzaman’ın eskiden telif ettiği İşaret-ül İcaz, Mesnevi Nuriye, Asarı Bediiye gibi eserlerinin ardından bu sefer dünyayı saran Ateizm, Materyalizm ve Komünizm cereyanlarının yaydığı inkar ve küfür, fikir ve faaliyetlerine karşı Risale-i Nur külliyatı adını verdiği bu asrın ihtiyaç ve sorularına cevap veren eserlerini telif etmiş, sadece eser yazmakla kalmamış o fikir ve bilgileri harika bir hizmet tarzı ile hayata geçirmiş, her türlü inkarın belini kırmıştır. Bediüzzaman Risale-i Nur’dan evvel telif ettiği Mesnevi Nuriye’nin çok büyük bir önemi haiz Risale-i Nur Külliyatının fidanlığı bu eserdir demiştir.

Mesnevi Nuriye

Daha evvel tarif edildiği gibi mesnevi daha çok Arapça ve Farsça yazılmış ikili beyitlerden meydana gelmiş kısa ve çok uzun ilmi, ahlaki, kahramanlık veya şehrin güzelliklerini anlatan eserlere verilen isimdir. Mizahi mesnevilerde vardır. Genelde manzum olarak yazılmakla birlikte nesir tarzında yani şiir cinsinden olmayan mesnevilerde vardır. Bediüzzaman’ın aslı Arapça olan Mesnevi Nuriye’si bu tarzın en muhteşem örneğidir. Dini, imani meseleleri hatta anlaşılması en zor konuları kısa kısa anlatımlarla birbirinden bağımsız olarak anlatmış ve ilerde ortaya çıkacak büyük Risale-i Nur ekolünün esaslarını içine alan ve bir fidanlığı, bir programı hükmünde olan çok kitapları özet olarak içinde barındıran bir eserdir.

Bu konuda söz söyleyecek en yetkili kimse elbette Mesnevi Nuriye’nin müellifi muhteremidir.

Kuran’ın Arabi bir tefsiri ve Risale-i Nur’un Mesnevi-i Şerifi olan ve Zülfikar büyüklüğünde ve altınla yazılmaya layık bir mecmua inşallah teksir edilecek. Bu çok harika ve pek ehemmiyetli ve gayet mühim ve her bir bahsi birer kitap ve birer risale olacak derecede gayet icazkar olan ve kırk sene evvel telif edilen bu eserleri, o zamanın hakiki ve meşhur büyük ulema ve meşayıhi de tam takdir ve tahsin etmişler ve o risalelerden bir tek risale hakkında “Bu bir katre değil bir bahirdir, diyerek fevkaladeliğini izhar etmekle beraber tam anlamaktan aciz olduklarını idrak etmemişler.” (Emirdağ Lahikası)

Risale-i Nur’un bir nevi Arabi Mesnevi Şerifi hükmünde olan bu mecmuanın mukaddemesi beş noktadır.

İKİNCİ NOKTA: … Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) ve İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi, akıl ve kalb ittifakıyla gittiği için, herşeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temine çalışıp, lillâhilhamd, Eski Said Yeni Said’e inkılâp etmiş. Aslı Farisî, sonra Türkçe olan Mesnevî-i Şerif gibi o da Arapça bir nevi Mesnevî hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şu’le, Lem’alar, Reşhalar, Lâsiyyemalar ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemeatı gayet kısa bir surette yazmış; fırsat buldukça da tab etmiş. Yarım asra yakın o mesleği Risale-i Nur suretinde, fakat dahilî nefs ve şeytanla mücadeleye bedel, hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalâlete giden ehl-i felsefeye karşı, Risale-i Nur, geniş ve küllî Mesnevîler hükmüne geçti.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: …Demek, bu Arabî Mesnevî mecmuası, Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir. Bu mecmuanın yalnız dahilî nefis ve şeytanla mücadelesi, nefs-i emmarenin ve şeytan-ı cinnî ve insînin şübehatından tamamıyla kurtarıyor. Ve o malûmat ise, meşhûdat hükmünde ve ilmelyakîn ise, aynelyakîn derecesinde bir itminan ve bir kanaat veriyor.

DÖRDÜNCÜ NOKTA: …Demek o fidanlık Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dahilî cihetinde çalışmış, kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur, hem enfüsî, hem ekseri cihetinde turuk-u cehriye gibi âfâkî ve haricî daireye bakıp marifetullaha geniş ve her yerde yol açmış. Adeta Mûsâ Aleyhisselâmın asâsı gibi nereye vurmuş ise su çıkarmış…
Hem Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesleğinde gitmeyip, Kur’ân’ın bir i’câz-ı mânevîsiyle, herşeyde bir pencere-i marifet açmış, bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur’ân’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlûp olmayıp galebe etmiş…”

MESNEVİ ŞERİF İLE MESNEVİ-İ NURİYE’NİN BENZERLİKLERİ VE FARKLILIKLARI

1) Mesnevii Şerif saltanatın merkezinde Selçuklu payitahtında o günün güçlü insanlarının takdir, tahsin ve teşvikleri altında telif edilmiş buna mukabil Mesnevi Nuriye, parçalanmakta ve çökmekte olan bir imparatorluğun harabe olmaya yüz tutan zor zemininde açan seher çiçekleri gibi ortaya çıkmıştır.

2) Mesnevii Şerif teslimin kavi, iman ve şeriatın genelde kabul ve tasdik edildiği, ariflerin sözlerinin delilsizde olsa hürmetle kabul edildiği bir dönemde telif edilmesine karşılık Mesnevi Nuriye, Marksizm, materyalizm, ateizm ve komünizmin en kat’i iman esaslarını sorguladığı ve inançsızlığın ferinin her bir yeri ve dönemin olmadığı kadar organize olduğu sistemleştiği hatta büyük devletlerde rejim haline dönüşmeye başladığı bir dönemde yazılmıştır.

3) Bundan dolayıdır ki Mesnevii Şerifin mesajlarının merkezinde inanmış insanların gönüllerine ilahi aşkla cüşu huruşa getirmek esas olmuş. Buna karşılık Mesnevi Nuriye inhare, Mesnevii Şerif manzum olarak Farsça kaleme alınmış bir ihtimal Sünni Müslümanlar ile inanç merkezli Şii Müslümanların arasında bir muhabbet köprüsü kurmayı hedeflemiştir. Farsçanın çok zengin belagatından yararlanmıştır.

Mesnevi Nuriye ve onun muhterem müellifi eserleri ve teşebbüsleriyle İttihadı İslam için çalışmış Van’da temelini attığı fakat meydana gelen büyük muharebe ve yıkımlar sebebiyle sonunu getiremediği Medresetüz Zehra bu teşebbüsünün delilidir. Çünkü Van bu bakımdan hem Fars dünyasına hem Arap dünyasına hem Türk dünyasına hitap edecek, istikamet verecek. İttihadı İslam’ı inkişaf ettirecek büyük bir merkez olacaktır. Mısır da; Ezher Üniversitesi gibi Van’da ki Medresetüzzehra da onun kız kardeşi olacak, ulvi gayeye hizmet edecektir. Ne yapalım ki Kaderi İlahinin planı programı binaları olmayan kudret tanımayan şumulü bütün dünyayı saracak olan başka türde bir Risale-i Nur hareketinin ve evrensel bir nur hareketinin takdir ve tayin etmiştir.

Netice olarak her asırda gelen müceddidler bir çok yönleriyle birbirlerine benzedikleri gibi yaşadıkları zaman, zemin ve şartlar gereği bazı farklılıklarda ortaya koymaktadırlar.
Allah hepsinden razı olsun, makamları cennet olsun. Kendilerine ihsan edilmiş feyiz ve bereketlerinin hayırları kıyamete kadar devam etsin.

Abdülhamit Oruç

www.nurnet.org

Vicdanlı ateistler iyi insan olmayı kime borçlu?

Akıllarının penceresi olan vicdanlarının şahitliğinde, Mutlak Varlığın “iyi” dediklerine iyi, “kötü” dediklerine kötü diyerek O’na teslim olan müminlerin aksine, bir yazarın belirttiği üzere, “Ben ateistim” diyen kişi kendi etik sistemini de, gene düşünerek, taşınarak, kendisi kurmak zorunda.

Mutlak Varlığı ret ve inkâr eden bir ateist kendi etik sistemini nasıl kuracaktır? Bilebildiğim kadarıyla verilen cevap, vicdan. Bir ateiste, niçin yalan söylemezsin, diye sorarsınız alacağınız “yalan söylemek kötüdür” şeklinde akli bir cevaptan ziyade, vicdana dayalı cevap olacaktır: “Bana yalan söylenmesinden hoşlanmam, vicdanım yalan söylemekten rahatsızlık duyar, hoşlanmayacağım şeyi başkasına da yapmam.” “Bir köpeğe eziyet edemem, onun üzülmesine üzülürüm, bu bana eziyet etmenin kötü bir şey olduğunu anlatır.” Örnekler çoğaltılabilir.

Görünen o ki, ateistler, iyi, erdemli, ahlaklı davranışlar sergilerken bunu, ne Mutlak Varlık’ın ahirette vereceği cezanın (cehennem) korkusuyla ne de vaat ettiği ödülün (cennet) karşılığında yaptıkları argümanı kendilerine dayanak alıyorlar. Güya hiçbir dünyevi karşılık beklentisi de yok bu davranışın temelinde. Sırf vicdanlarının sesini dinleyerek yaptıkları için de, davranışlarının daha içten olduğu iddiasındalar.

Bu oldukça yaldızlı iddianın altı kazındığında karşımıza çıkan şey bambaşka. Bir ateistin vicdani bir mülahazayla yalan söylemekten kaçındığını düşünelim. Bu güzel, hayırlı eylemin ceza ve ödülün dışında olduğunu kim iddia edebilir? Yalan söyleyince vicdanlı bir inkâr ehli vicdan azabı çekmez mi? Yalan söyleyerek arkadaşını kandıran vicdanlı bir ateistin vicdanı sızlamaz mı? Bu vicdandan geldiği apaçık belli olan ceza değil midir, yalanın ona kötü olduğunu düşündürerek ondan uzaklaştıran? Ve pişmanlık denen şey değil mi, ona bunu bir daha yapmamasını defalarca söyleyen? Bir insanı haksız yere öldüren vicdanlı bir ateist için, def edilemeyen bir suçluluk hissi kadar ağır bir ceza var mıdır? Bu cezanın cehennemden nasıl bir farkı vardır? İster ateist olalım ister mümin, biz insanları kötülüklerden alıkoyan unsurlardan biri bu vicdan azabı değil midir?

İyi ve güzel bir iş yapan, mesela bir yaşlıyı karşıdan karşıya geçiren, fakire fukaraya yardım eden, insanlık için gayret eden bir ateistin vicdanı huzura gark olmaz mı? Hangi ateist bu huzur ödülünü yakalamak için erdeme sarılmaz? Bu mükafatın cennette müminlere verilecek olan mükafattan farkı nedir?

Vicdana yaslanarak bir etik sistemi kurma iddiasındaki inkâr ehlinin içine düştükleri başka bir çıkmaz daha var. Buna geçmeden önce yazmak zorundayım ki; kimi ateistler neredeyse vicdanı “insana ait verili bir durum” olmaktan çıkarıp ateistlere has kılacaklar. Sanki müminlerin hayatında vicdana hiç yer yok. Gerçekten öyle mi?

Zamanın Bedii, “Mesnevi-i Nuriye-Nokta Risalesi”nde mealen, “Allah Teala ki, O’ndan başka ibadete layık hiçbir İlah yoktur. O Hayy’dır, Kayyum’dur (Bakara Sûresi: 2:255)” ayetinin tefsirini yaparken, O’nun tekliğinin dört kuvvetli bürhanı, delili olduğunu söyler. Bunlardan ilki, Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’dır. ? İkinci bürhan, “Kitab-ı kebir ve insan-ı ekber (büyük bir kitap ve büyük bir insan) olan kainattır.” Üçüncü bürhansa, Kur’an’dır. Zamanın Bedii, dördüncü delilde bir sürpriz yapar. Vicdanı inkar ehlinin tasallutundan kurtararak onun bizzat O’nun vahid ve ehad oluşunun delili olduğunu vurgularken çok enfes bir vicdan tarifi de yapar. Ona göre vicdan, görünen ve görünmeyen alemin kesişim yeri ve berzahı, iki alemden birbirine gelip gidenlerin buluşma yeridir. Vicdan, şuurlu varlıkların fıtratıdır aynı zamanda. “Fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuasını neşrederler.

Bu tanımdan yola çıkarak vicdanın Mutlak Varlık’ın ayetlerinden olduğu sonucuna rahatlıkla varabiliriz. Kimse vicdanını kendi üretmez. Vicdan da insan gibi yaratılır. İnsan gibi gelişir, kemale erer.

Bu noktadan bakıldığında inkâr ehlinin vicdanla ilgili bir açmazına daha ulaşırız. “Vicdanımı dinleyerek aç bir köpeğe yiyecek verdim, ben çok iyi bir insanım,” diyen bir inkar ehli, bu iyilik dolu eylemi Mutlak Varlık’tan tabiri caizse “çalarak” kendine mal eder. İster mümin olsun, ister inkâr ehli olsun, kişinin, aç bir köpek gördüğünde vicdanında uyanan merhamet hissi, Mutlak Varlık tarafından yaratılan bir histir. İnsan bu his istikametinde iyi bir davranış sergiler, gider köpeğin önüne yarım kilo eti koyar. Köpeğe merhamet etmeyen bir insansa, ister mümin olsun ister ateist, Mutlak Varlık’ın “merhamet et” emrine karşı çıkmış olur. Erdemli, iyi davranışların Yaratıc’ıyla bağını koparan insan, onu hakiki sahibinden gasbeder. İnkâr ehlinde, her iyi eylemi Mutlak Varlık’tan koparıp kendine mal etme yapısal bir sorun olduğu halde, müminde bu geçici bir gaflet halidir. Fark ettiğinde tövbe ve istiğfar etmekle yükümlüdür.

İster mümin olalım, ister ateist; iyi, güzel, hayırlı eylemlerimizi, vicdanlarımızı yaratıp bize veren O’na borçluyuz.

Mustafa Ulusoy / Zaman Gazetesi

Mülk Allah’ındır; sende emaneten duruyor

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip, onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mudur? Evet, vakit yaklaştı. Dünya kazûratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa, onlar istikzarla ikrah edeceklerdir.

Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir dâvet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh, İncil’de “Ahmed,” Tevrat’ta “Ahyed,” Kur’ân’da “Muhammed” ismiyle müsemmâ iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmed’lerle muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatâdır.

Şu esâsata dikkat lâzımdır:

1. Allah’a abd olana, herşey musahhardır; olmayana herşey düşmandır.

2. Herşey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine râzı ol ki, rahat edesin.

3. Mülk Allah’ındır; sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek. Sende kalırsa, meccânen zâil olur, gider.

4. Devam olmayan birşeyde lezzet yoktur. Sen zâilsin. Dünya da zâildir. Halkın dünyası da zâildir. Kâinatın şu şekl-i hâzırı da zâildir. Bunlar saniye ve dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar.

5. Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.

***

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber. Bu üç mukaddes cümlenin faydalarını ve mahall-i istimallerini dinle:

1. Kalbinde hayat bulunan bir insan, kâinata, âleme bakarken, idrâkinden âciz, bilhassa şu boşlukta yapılan İlâhî manevraları görmekle hayretler içinde kalır. İşte bu gibi hayret ve dehşetengiz vaziyetleri, ancak Sübhanallah cümlesinden nebeân eden mâ-i zülâli içmekle o hayret ateşi söner.

2. Aynı o insan, gördüğü leziz nimetlerden duyduğu zevkleri izhar etmekle, hamd ünvânı altında in’âmı Mün’im’de ve Mün’im’i in’amda görmekle idame-i nimet ve tezyid-i lezzet talebinde bulunarak, Elhamdülillâh cümlesiyle nîmetler definesini bulan adam gibi nefes alıyor.

3. Aynı o insan, mahlûkat-ı acibe ve harekât-ı garîbeden aklının tartamadığı ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman, Allahüekber demekle rahat bulur. Yani, Hâlık’ı daha azîm ve daha büyüktür. Onların halk ve tedbirleri kendisine ağır değildir.

***

İ’lem eyyühe’l-aziz!

İnsan, seyyiatıyla Allah’a zarar vermiş olmuyor. Ancak nefsine zarar eder. Meselâ, hariçte, vâkide ve hakikatte Allah’ın şeriki yoktur ki, onun hizbine girmekle Cenâb-ı Hakk’ın mülküne ve âsârına müdahale edebilsin. Ancak, şeriki zihninde düşünür, boş kafasında yerleştirir. Çünkü, hariçte şerikin yeri yoktur. O halde o kafasız, kendi eliyle kendi evini yıkıyor.

Mesnevî-i Nûriye, s. 207-209

LÛGATÇE:
istikzar: Çirkin, pis ve kötü görmek.
ikrah: İğrenmek. Tiksinmek.
muhat: İhâta olunmuş. Etrafı çevrilmiş. Etrafı kuşatılan.
ibka: Bakileştirme, ebedîleştirme.
meccânen: Ücretsiz, parasız.
zâil: Geçen, geçici. Devamlı olmayan. Tükenen.
zeval: Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek.
Mün’im: Nimet veren Allah.
tezyid-i lezzet: lezzeti arttırma.

Haber Kaynağı: YeniAsya

Bediüzzaman’ın Yazarlık Serüveni ve Mesnevi-i Nuriye Eseri

Bediüzzaman yazacağı eserlerde önce nasıl yazması lazım geldiğini, nasıl bir tefekkür sistemi takib etmesi gerektiğini uzun zihni sirkülâsyonlarla ortaya koyar.

Kendinden önce bir telif ananesi ve büyük şahsiyetler ve eserleri, tefsirleri ve yorumları vardır. Başlangıçta onların içinde bir yol seçme konusunda mütehayyirdir. Akli ve felsefi ilimlerle çokça meşgul olduğu için hakikatların hakikatine, kendi deyimi ile hakikatü’l-hakaike karşı tarikat ehli gibi bir meslek arar. Yalnız kalben harekete kanaat etmez. Çünkü aklı ve fikri, felsefe hikmeti ile yaralıdır, tedavisi gerekir. Hem kalben, hem de aklen hakikata giden bir yol arar. Farklı insanlar, farklı cazibedar metinlerle önünde durur, kararsızdır. İmamı Rabbani’nin “tevhid-i kıble et” ihtarından sonra hakiki üstad Kur’an’ı kabul eder ve arkasından gider. Kalb, ruh, akıl birlikte hiçbirinin hükmünü görmezlikten gelmeyerek hakikat yolunda gezer. Artık kararsızlık bitmiş Kur’an’ın dersi ile hakikate bir yol bulmuş ve girmiştir.

İLK ESER MESNEVİ

Bu duruş ile Mesnevi isimli eserini meydana getirmiş. Mesnevi isimli eserini çeviren Abdülmecit Nursi çevirdiği tarihi belirtmemiş, eserlerin kronolojisi içinde eserin telif tarihi hakkında net bilgi yok. Mesnevi-i Nuriye isimli eser Risale-i Nur isimli eserlerden önce telif edilmiş. Telifi kendisi anlatır. “Aslı Farisi sonra Türkçe olan Mesnevi-i Şerif gibi o da Arapça bir nevi Mesnevi hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şule, Lem’alar, Reşhalar, Lasiyyemalar ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemaat’ı gayet kısa bir surette yazmış.” (Mesnevi-8) Eserlerinin telif tarihleri hakkındaki kronolojilerde çok önceden kaleme alınan bu eserlerin 1921-23 yılında 33 Lem’a, Mesnevi-i Nuriye adı altında yayınlanmış görüyoruz. (Orhan Güler, Bediüzzamanlı yıllar, s. 498) Bediüzzaman bu eserini Risale-i Nur’un fidanlık’ı olarak görür. “Demek bu Arabî mesnevi mecmuası Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir.” (Mesnevi-8)

YENİ ANLATIM TEKNİKLERİ

Bediüzzaman’ın zihni ve muhayyilesi, müfekkiresinde Risale-i Nur’un çekirdekleri devamlı gelişen bir büyüme ve bekleme süresi geçirmiştir. Büyüdükçe, yeni unsurlar eklendikçe, yeni dil yapıları ve üsluplar kazandıkça Sözler, Lem’alar, Şualar, Tarihçe suretinde en mükemmel şekilleri ile ortaya çıkmışlardır. Bediüzzaman işlediği konuları devamlı takib etmiş ve dilinde değişmeler yapmış, ona yeni anlatım teknikleri ilave etmiş, mükemmelden daha mükemmele, daha mükemmele bir yol izlemiştir. Bunların yani her temanın mesela Melekler ve Haşir bahsinin Mesnevi’deki izahı ile Sözler’deki izahı farklıdır, çekirdek olarak aynı olmakla birlikte Bediüzzaman Sözler’de çok daha itinalı üslubda ve kelime seçiminde uzman ve dildeki sadeleşme cereyanlarına uygun olarak yeni bir dil, üslup ve ifade imkânı seçmiştir.

Bediüzzaman Mesnevi isimli eserinde;

Lasiyyemalar’da 9 kere “arkadaş” der, dokuz bahis anlatır. Katre’de 26 kere “arkadaş” der, o kadar bahis anlatır, her ikisinde 35 defa “arkadaş” denmiş olur.

Hubab 58, Habbe 54, Zerre 33 Toplam 236 defa “i’lem” denilmiş.

Şemme 22, 10 Risale 48, Şu’le 21, Arkadaş ve i’lemlerle 281 tema veya bahis ele alınmıştır, sonraki eserlerine kıyasla mücmel bir tarzda. Nokta’da dört burhan, Zühre’de 15 nota, Lem’alar’da 12 Reşha, bunlarda 31 bakış ve bahistir. Yaklaşık 312 tema işlenmiştir Mesnevi-i Nuriye’de. Reşhalar ve Notalar başka yerde işlendiğinden Mesnevi’de yaklaşık Mesnevi’ye has olan 285 bahis vardır. Bediüzzaman her İ’lem’de farklı bir bahis işlemiştir, belirtir: “Hem i’lemler birbirine bakmayarak muhtelif ilimlerin ve hakikatlerin fihristleri hükmünde yazıldığından…” (Mesnevi-9)

Bahislerin özet ve kısa olarak anlatılmasının yanında eğer tam izah edilse Risale-i Nur telif edilmeden onun vazifesini görebileceğini ifade eder Bediüzzaman. 285 madde veya bahsin her biri mufassal olarak anlatılsa ortaya çok büyük bir eser çıkacağı kesin. Mesnevi’nin muhatabı okuyucudan ziyade “eski talebelerinin fehimlerinin derecesine göre” ayrıca “yalnız kendisi anlayacak bir surette” (Mesnevi-8) yazılmıştır. Muhatab kendisi ve eski talebeleridir. Hâlbuki daha sonraki eserlerinde daha genel bir muhatab seviyesine göre dil ve ifade kullanılmıştır.

KUR’AN-İ KERİMİN BAHÇESİ VE ÇİÇEKLERİ

Bediüzzaman Mesnevi isimli eserini kendi nefsi ile olan cihadı esnasında sıcağı sıcağına yazmıştır. O anki ruh halini, yaralarını tedavinin acelesi içinde bulunduğu dehşetli halden dolayı, şifre ve anahtar kabilinden konuştuğunu söyler: “Bu risale bazı ayat-ı Kur’an’iyenin şuhudi bir nevi tefsiridir. Ve ondaki meseleler Kur’an-ı Hakim’in bahçesinden koparılmış çiçeklerdir. Bu risalenin ibaresindeki icmal ve icaz ve fehmindeki zahiri müşkilat sana tevahhuş vermesin. Tekrar tekrar mütalaa et, ta ki ‘Lehülmülküssemavati ve’l ard’ ve emsalsiz takrarat-ı Kur’an’iyenin sırrı sana açılsın.”

“Ey kari! Bu mecmuadaki tevhidin burhanları ve mazharları, birbirine ihtiyaç bırakmıyor zannetme. Çünkü ben her bir burhana her bir makam-ı mahsusta ihtiyaç hissettim. Harekât-ı cihadiyem beni öyle bir mevkie ilca ediyordu ki, o mevkide, o anda bir kapı açmaya mecbur kalıyordum. Çünkü o dehşetli anda diğer açık kapılara dönmek müyesser olmuyordu. Hem o seyahat-ı acibede rast geldiğim nurlara delalet etmek için değil, belki hatırlatmak için işaretler koydum. Bazen büyük bir nura bir işaret koyuyordum, ila ahir diye ne kadar güzel bir mukaddimeyi bir hülasayı bu mecmua adeta şifre gibi bir anahtarı karilerine takdim ediyor.” (Mesnevi 259) Bahisler ayrı olsa da birbirine ihtiyaçlarının olduğu ifade edilmektedir.

DEHAVARİ BİR İRTİBAT

Mesnevi-i Nuriye’deki bahisler arasında ortak noktalarına göre bir tasnif yapmak mümkündür. Bediüzzaman’ın hakikatlere nasıl farklı perspektif veya vecihlerden baktığını anlamak için böyle bir tasnif gereklidir. Çünkü Bediüzzaman bir bahsi açınca, daha sonra çağrışımla dehavari bir irtibatla sonra o bahsin bir başka yönünü açıyor. Genel olarak eserlerin haritası içinde bahislerde lüzumsuz tekrarlar yok, bu, sıradan bir matematik zekânın yapamayacağı bir iş, geniş ve denetlenen ve canlı tutulan bir muhayyile ancak bunu yapabilir.

PEYGAMBERİMİZİN RİSALETİNDEKİ GÜZELLİK

Güzel kelimesi etrafındaki bahisler: 31, 41, 60, 95, 138, 210, 211. Mesnevi’deki estetik bahisleri büyük bir yoğunluktadır. Ama sadece güzel kelimesi etrafında dokunan bahislere bakalım. Bediüzzaman kâinattaki sanat güzelliklerinin peygamberimizin risaletine delil ve şahid olduğunu söyler. Güzellik bir görüntü veya görünümdür, fiziksel bir durumdur. Görüntü, yansıma ile peygamberimizin peygamberlik görevi risalet arasında nasıl bir bağıntı kurmaktadır. Sanat güzelliğinden insanlığın en güzeline giden bir sıralama ile bahsi netleştirir.

KÂİNATTAKİ SANAT GÜZELLİKLERİ

Bediüzzaman nesnelerden hareketle bahsi geliştirir. Nesnelerden bahsettiği yerde beşeri estetik kuramlarını öne sürer. “Zira şu zinetli masnuatın cemali, hüsn-i sanat ve ziyneti izhar eder.” (Mesnevi-i Nuriye 31)

Bütün varlıklarda simetri, geometri ve armoni ile güzellikler husule getirilmiştir.

Bir çiçeğin yapraklarının büyüklüğü ve aralarındaki mesafe simetri ile elde edilen bir güzelliktir.

Geometri varlıkların güzelliğini doğuran nisbetler ve uzaklıklardır.

Armoni ise birbirinden farklı geometrideki nesneler arasında meydana getirilen iç ve dış güzelliktir, mesela insandaki gibi.

Bediüzzaman’ın zinetli masnuat dediği bunlardır. Bunlarda güzellikler, sanat güzelliği ve belli bir simetri ile elde edilmiş süsler görülür. Bir sanatçı eserini güzelleştirmek ister, çünkü güzeli elde edemez ise sanat eseri beğenilmez. Kâinattaki masnuat madem sanatlıdır, o sanat eserlerine sanat olma özelliğini veren ve onlarda güzelin yansımalarını çeşitli şekillerde gösteren Sâni yani sanatçıdır. Bu ister beşeri, ister ilahi olsun bir esere güzel özelliği veren onun sanatçısıdır, sâniidir. Sanatçıda güzelleştirme isteği olmasa eser güzel olmaz. Güzel ile sevgi arasında bir psikolojik, bir ruhsal bağ vardır. İnsan kendini süslerken bile güzeli elde etmek için gayret eder ve tam güzel olduğunda kendine veya bir başkasına sevgi duyar. Sani, ister Allah, ister insan olsun eserini güzelleştirirken kendindeki güzelleştirme isteğini dışsallaştırmış olur, izhar eder.

BEDİÜZZAMAN VE SANAT FELSEFESİ

Sanat felsefesi bu güzelleştirme konusunda bir şey söylemez. Sadece sanatçının sanat eserini meydana getirdiğini söyler. Bu kadar derinleşmez. Sanat eserden yukarı gitmez, eserin üzerinde durur, orada odaklaşır, Bediüzzaman ise her güzelliğin bir güzele doğru giden yolun başlangıcı olduğundan hareket eder. Güzelleştirme ve muhabbet arasındaki bağlantıyı kurar. Bediüzzaman; “Sanat ve suretin güzelliği, Sânide güzelleştirmek ve zinetlendirmek sıfatları, Sani’in sanatına olan muhabbetine delalet eder.” (Mesnevi 31) der.

MASNUATIN EN MÜKEMMELİ İNSAN

Bediüzzaman sanat güzelliğinden insan güzelliğine gelir. Çünkü güzelleştirme isteğinin en ideali insanda gerçekleştirilmiştir. “Bu muhabbet ise masnuatın en ekmeli insan olduğuna delildir. Çünkü o muhabbetin mazhar ve medarı insandır.” (Mesnevi 31) O muhabbet dediği, Allah’ın muhabbetidir. Bir evdeki bütün güzellikler o evin sahibi veya sahibesi üzerinde biçimlenmiştir. Kâinattaki bütün güzellikler de insanın etrafındadır. Hem insan mahlûkatın en güzelidir, hem de onun dışındaki güzellikler de evreni güzelleştirdiğinden dolayı ona dönük güzelliklerdir.

SANİİN MAKSATLARININ MUHATABI İNSAN

İnsanın güzelliği konusunda sadece güzellikte kalmaz. Çok zincirleme bir yorum zinciri kullanır. “İnsan dahi masnuatın en cami ve baid bir cüzüdür. İnsan zişuur ve cami olduğu cihetle, nazar-ı amm şuur-u külli olur. Nazar-ı amm olduğundan şecere-i hilkati tamamıyla görür; şuuru da külli olduğundan şecere-i hilkati tamamıyla görür; şuuru da külli olduğundan Sani’in makasıdını bilir. Öyle ise insan Saniin muhatab-ı hassıdır.” (Mesnevi 31) İnsan masnuatın en camiidir. Masnuat güzellikten doğan bir sanat eseri olduğundan, en güzel özelliklerin kendisinde toplandığı canlı insandır.

İLAHİ HEDEFLER: HAYIR-HÜSÜN-GÜZELLİK VE MÜKEMMELİYETTİR

Bediüzzaman eserlerinde insanın güzelliğine görüntünün ötesinde anatomik yapısını da katar. Kâinatta hâkim yasanın güzellik olduğunu anlatır ve insanı ve bilimleri buna katar. “Fenlerin casus gibi tedkikatiyle ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-ı bizzat ve sani-i Zülcelal’in hakiki maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, külli kaideleriyle bahsettiği nevi ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki ondan daha mükemmel akıl bulamıyor.

Mesela, tıbba ait teşrih-i beden-i insani (anatomi)

ve fenn-i kozmografyaya tabi Manzume-i Şemsiye fenni,

nebatat ve hayvanata ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, külli kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sani-i Zülcelal’in o nevideki nizamında mucizat-ı kudretini ve hikmetini ve ‘ahsene külli şeyin haleka’ hakikatini gösteriyor.” (H Ş 105)

Bu yazı yarım kalan aşkım

Ben bu adama aşıkım

Yalan söyleme hadi ordan

Gözünü kulağını çekebildin mi dünyadan.

KENDİME, DİNLE KÜÇÜK ADAM!

Bu yazıya bir süre önce başlamıştım, yarım kaldı. Sonra Necip Fazıl’ın psikanalitik dünyasını yazmaya başladım, bir büyük denize düştüm, sahilde bir kurtarıcı olsa arada sırada ona bakardım. Üstaddan çok istifade etmiş ama onları sanatlı imajlara dönüştürmüş. Onları aynı yolda yürüyen kahramanlar olarak görüyorum. Ben onları çocuk saflığında seyrediyorum, iyi seyirler. Ne kazandımsa çocukluğumdan ne kaybettimse çocukluğumdan, hep küçük adamlardan çektim, büyük gibi görünen küçük adamlardan. İsimleri büyük ama ruhları nesne ve menfaatlere boğulmuş küçük adamlar. Reich’in Dinle Küçük Adam diye bir eseri var, onu her gördüğümde kendime “dinle küçük adam derim” kendini küçük görmek güzel bir şey, çünkü insan küçük olunca büyük olmaya çabalar, ama bir kendini büyük görmesin, olduğu yerde sayar, bizim okulun kapısı gibi.

Necip Fazıl’ın büyük dervişlere acaip hayranlığı var.

Şah-ı Nakşibendî, Yunus Emre, onun için iki dayanılmaz derinlikli, ulaşılmaz yükseklikli iki şiir yazmış. Ruhuyla nasıl empatiler gerçekleştirmiş.

Bir de pamukçu Hallac-ı Mansur’u anlatmış. Okurken Mansurleyin ölmek ister gibi.

Bir portre yazısı da O’na isimli şiiri zannedersem Abdülhakim Arvasi’ye yazmış. 1934’ten önceki yıllar suyu arayan adam gibi bir ışık aramış, desteksiz ruhunun yalpaları onu bir vapurda tesadüf olmaz ya bir zat ile Ağa Cami’indeki Necip Fazıl’a götürmüş.

Tam otuz yıl saatim çalışmış ben durmuşum

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” diyor.

Gece 03.06, üç ayların geceleri, rüzgâr hafif esiyor. Bediüzzaman’ın 33 Pencere’deki nesnelerle olan ilgisini yazacaktım. Başka dünyalara gittim.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

www.risaleakademi.com