Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Birbirleriyle Boğuşanlar Müsbet Hareket Edemezler

birbirleriyle-bogusanlar-musbet-hareket-edemezlerKur’an ve Resulullah, Hizmet ile Mevcut Hükümetin İttifakını Emrediyor; Aksi Takdirde Bütün Ümmete Tehditler Var.
Son zamanlarda Türkiye siyasetini, dindar olan ve olmayan bütün kesimleri meşgul eden ve hatta dünyanın da gündemine maalesef giren bir mesele var: Hoca Efendi Hizmeti ile Mevcut Hükümetin İhtilafı.
Maalesef her iki taraftan da aksine iddialar gelse de, bu ihtilaf Türkiye’yi içeriden içeriye kemirip yiyor. Birisi web sayfalarında kendilerine yönelik itirazları cevaplayıp diğer tarafı iğnelerken; diğeri bundan rahatsız olduğunu ifade etmekten kaçınmıyor.
Daha acı olanı ise, merkezdeki küçük bir inhiraf, daire büyüdükçe ve fikirler küçüldükçe kavgaya ve menfi neticelere yol açıyor.Mesele her iki tarafı haklı gören gazetelere ve yazarlara yansıyınca, bu sefer genellemeler ve insafsızca benzetmeler görülmeye başlıyor. Ne kadar samimi olursa olsun, binlerce gencin imanına vesile olan hizmet erbabına The Cemaat denebiliyor. Bazıları da, yanlış ama asla kötü niyetli olduğuna inanmadığım Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi meselesini hıyanet ve tahrif olarak tavsif ediyor. Bu konu gazete köşelerine kadar yansıyor. 
Diğer taraftan ise, fikri bozuk olduğu halde hizmete ait Gazete’de yazan bir yazarın İslam birliğinin sembolü olan Yavuz hakkında bölücü nitelemeli yazı yazması bütün bir hizmet erbabının suçu olarak, haklı yahut haksız bir şekilde, lanse ediliyor.Bu arada Kur’an-ı Kerim’in açıkça “Dikkat ediniz! Onlar bozguncular yani çapulcuların taa kendisidir” dediği ve Türkiye’yi bölmeye çalışan soysuzlara, sempati ile bakan ve hatta bu konuda izzet-i İslamiye ve şehamet-i imaniye ile konuştuğuna inandığımız bir devlet adamına karşı, olumsuz yaklaşan hizmet erbabı çıkabiliyor.
Bu menfilikler saymakla bitmez. Daha fazla da söylemek istemiyoruz. Biz burada bütün Müslümanları ilgilendiren bazı tavsiyelerimizi yapmakla mükellef olduğumuza inanıyoruz.
1. “Birbirleriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.” sırrınca birbiriyle mücadele halinde olanların her ikisi de zarar eder.Halbuki Kur’an-ı Kerim kurtuluşa erenler ve zararda olmayanlar olarak şunları tarif ediyor: “İman edip de salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir) Asr Suresi.”

Bu olahakikatla alakalı en acı misal şöyle nakledilebilir: Doğu illerimizden PKK’nın varlığını en çok hissettirdiği bir ilimizde, Hizmet’ten yetişmiş bir Milli Eğitim Müdürü vardır. PKK’ye karşı bütün ehl-i imanla ittifak içindedir ve başarılıdır.

Ancak bu ilimize dindar ancak Milli Gençlik Vakfından yetişme bir vali tayin edilir. Bütün ehl-i iman ile ittifak edip terörle mücadele etmek ve umumi huzuru temin eylemekle görevli iken Hizmet’ten olan Milli Eğitim Müdürüne kafayı takar ve görevden alır. Yerine getirdiği insan da dindardır; ama kabiliyetsizdir.

Vilayet yeniden terör örgütüne karşı zayıf düşer. Elhamdülillah ki, merkez farkına varır ve valiyi merkeze alır. Çok müşahhas misaller var; hedefimiz batılı tasvir edip safi zihinleri bulandırmak değildir.

2. İkinci bir nokta da şudur; “Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır.” (Kastamonu Lahikası, 171. Mektup) kaidesince, dindar insanlar da olsa, insanlar aynı fikirde olacak diye bir kaide yoktur. Mühim olan, ortak noktalarda ittifak edebilmektir. Birbirimizi reddetmeyeceğiz; ancak fikirlerimizi tıpatıp kabul etmek durumunda da değiliz.
3. “Bizim düşmanımız; cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz.” Buradaki cehalet, hem din hem fenne bakar. Çünkü insanımız fenni fazla bilmediği gibi dininin de yabancısıdır. buna karşı, marifet ve ilim silahı ile karşılık vereceğiz. İhtilaf, ittifakın zıddıdır.Aslında tüm Müslümanları birbirine sımsıkı bağlayacak nurani bağlar dinimizde var iken bunların bilinmemesi veya bilenlerce de uygulanmaması sebebiyle, İslam alemi birbirine yabancı hatta bazen düşman hale gelmiştir.

Bu sebeple, islam dinindeki kardeşlik bağlarını artırıcı unsurları aramızda yaymak ve kuvvetli bağlar kurmalıyız. Sanattan kastın sanayi ve teknoloji olduğu anlaşılıyor. Keza eskilerin zanaat dedikleri belli bir alanda usta olmak da buna dahil edilebilir. zaruret ve fakirliği de sanat silahı ile mağlup edeceğiz.

4. Eğer ehl-i iman ve bu vatanı seven insanlar, nazlanarak yahut dış ve iç mihrakların tahriklerine kapılarak birbirlerine düşerlerse, Yüce Allah bu konuda Müslümanları açıkça tehdit etmektedirler: “En’am Suresi, 65De ki; “O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından azap göndermeye veya sizleri düşman gruplara ayırarak size birbirinizin hıncını, birbirinizin terörünü, acısını tattırmaya kadirdir. Ola ki, anlarlar diye, ayetlerimizi çeşitli açılardan nasıl açıkladığımızı görüyor musunuz?
5. Resulullah’ın ikazları da Kur’an’ı teyit eylemektedir.Sahabelerden biri “Ey Allah’ın Resulü bu güne kadar kılmadığın uzunlukta bir namaz kıldın” dediler. Peygamber efendimiz (sav), “Evet, bu; korku ve ümit namazı idi. Namaz içerisinde ben Allah’tan üç şey istedim. İkisini bana verdi, birini vermedi. Allah’tan ‘ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini’ istedim, bunu bana verdi. ‘Düşman güçlerinin ümmetimin başına musallat olmamasını’ istedim, bunu da bana verdi. Üçüncü olarak da ‘ümmetimin birbirine düşürülmemesini istedim bunu bana vermedi” dedi. (Müslim, Fiten: 5).

Bu hadisin, Sa’d ve İbn Ömer (ra)’den aktarılan rivayet ise şöyledir:

Sahabeden Sevban (ra), Rasulullah (sav)’ın şöyle anlattığını aktarıyor:
“Allah, yeryüzünü benim için katladı, dürdü, büktü. Bende yeryüzünün doğu ve batı her tarafını gördüm. Ümmetimin hükümranlığı ve saltanatı benim için katlanan ve gösterilen yerlere kadar ulaşacaktır. Bana iki hazine verildi, biri sarı, biri kırmızı. Rabbimden, ümmetimin umumi kıtlıkla helak edilmemesini ve kendilerinden olmayan onların kökünü kurutacak harici (dış) düşmanları onlara musallat etmemesini istedim.Rabbim de bana şöyle karşılık verdi:
“Ey Muhammed kesinlikle hüküm verdim, bu hüküm geri çevrilip değiştirilmez. Ümmetin için sana şu müjdeyi veriyorum; onları genel bir kıtlıkla helak etmeyeceğim. Kendilerinden olmayan; köklerini kurutacak bir düşman gücünü onların başına musallat etmeyeceğim. Hatta ümmetine karşı dünyanın çeşitli bölgelerinden -veya çeşitli bölgeleri arasından- bir araya gelseler bile… Fakat onlar yani senin ümmetin, birbirini kıracak ve birbirini esir edecektir.” (Müslim, Fiten: 5).Sonuç olarak,

“İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa; bir batman kuvvet, o iki kuvvet ile oynayabilir; yukarı kaldırır, aşağı indirir.” (Mektubat, sh. 439 ).

“Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kal’a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.

Malumdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de döğebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı müvazenede bulunsa; bir küçük taş, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir.

İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkarane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alakanız varsa, اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا düstur-u aliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!..” (Mektubat sh. 270 )

Bu ülke ve millet adına en çok korktuğum da, ülkeyi bu zamana kadar harabeye çeviren şer güçler, kendi aralarında ittifak yaparak ve çeşitli dalavereler çevirerek, İstanbul gibi 10 küsur yıldır cennete çevrilmiş olan ilmizi, yukarıdaki ikazlara uymaz ve ittifak etmezsek, yeniden çöp yığınlarını çöp dağlarına çevirecek yad ellere kaptırma tehlikesidir.Birbirimizin kusurunu söyleyelim; ama memleketi harap etmeyelim. Yoksa ne olacağını ayet ve hadislerden tekrar ve birlikte dinlemiş olduk. Daha da kötü olanı, gelecek umumi seçimlerde, ehl-ı imanın ihtilafı neticesinde, yırtıcı canavarlar gibi, Türkiye’nin Mısır’a dönmesini bekleyen iç ve dış düşmanları sevindirerek, Allah’ın gadabını üzerimize celb etmemizdir. Gelin rahmet meleklerini davet edelim ve şeytanları üzelim, yanımızdan kaçıralım.

Unutmayınız ki, Türkiye, Sultan Abdülhamid devrinden ve hatta III. Selim devrinden sonraki en güzel günlerini yaşıyor. Bildiğiniz gibi, nimet şükür ister ki devam etsin.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz
Risale Ajans

Hacı Bektaş-ı Veli Kimdir ve Bektaşilik Nedir?

Bu konu Osmanlı tarihinde ve İslâm düşünce tarihinde hâlâ tartışılan ve ideolojik sebeplerle istismar edilen bir konudur. Osmanlı tarihini ve bazı müesseseleri de yakından ilgilendirdiği için, kısaca mevcut görüşleri özetlemekte yarar vardır.

Evvela; Hacı Bektaş-ı Veli ile ilgili, şahsiyetine ve şöhretine uygun sağlam kaynaklara sahip değiliz. Elimizde kendisine ait olduğu söylenen ve ancak kendi döneminde yazılı nüshaları bulunmayan Makamât, Nasâyih ve Fatiha Tefsiri gibi eserleri bulunmaktadır (Bu eserlerin Hacı Bektaş’tan 200 yıl sonra yazılmış nüshaları vardır).

Ayrıca Hacı Bektaş-ı Veli’ye ait menkıbeleri anlatan Hacı Bektaş Vilâyetnâmesinin mensur, manzum ve karışık nüshaları elimizde mevcuttur. Bu arada Âşıkpaşa-zâde’nin Tevârih-i Âl-i Osman’ında ve daha sonraki kaynaklardan ise, Âli’nin Künh’ül-Ahbâr’ında, Sicill-i Osmânî’de ve de Osmanlı’nın son zamanlarında Bektaşi Babalarından biri tarafından kaleme alınan Bektaşilik ve Bektaşiler adlı eserde ve benzeri kaynaklarda bazı ipuçları bulmak mümkündür.

İkinci olarak, Hacı Bektaş isimli zat, Osmanlı kaynaklarının kabul ve naklettiklerine göre, Hacı Bektaş-ı Veli diye meşhur olan büyük velilerden biridir. Aslen Şi’îlerin 12 İmam kabul ettikleri şahsiyetlerden bulunan İmam Musa Kâzım yoluyla Peygamber’in nesline dayanmaktadır. Horasan’daki Nisabur şehrinde dünyaya gelmiştir. Babasının adı Seyyid Muhammed bin Seyyid İbrahim es-Sânî veya Seyyid Musa olarak geçmektedir. Annesi de Nisabur âlimlerinden Şeyh Ahmed’in kızı Hâtem veya Hatme Hâtun’dur. Bu bilgiler kesin değildir. Çoğu kaynaklar doğum tarihini zikretmez iken, Bektaşi Babalarından Şeyh Baba M. Süreyya, 645/1247 tarihini zikretmektedir.

Horasan’da Hoca Ahmed Yesevî’nin halifesi olduğu söylenen Şeyh Lokman’dan zahirî ve batınî ilimleri tahsil eden ve halifelik makamına kadar gelen Hacı Bektaş-ı Veli, hicrî VIII. Asrın başlarında (veya bir kayda göre 680/1281’de yani Osmanlı Devleti’nin ilk nüvelerinin atıldığı günlerde) Anadolu’ya gelmiş ve Kayseri’ye yerleşmiştir. Rum erenlerinin namdan olan ve Sivrihisar’da oturan Karaca Ahmed Sultân ile karşılaşmış ve onun iltifatına mazhar olmuştur. Anadolu’ya gelmeden hacca gittiği ve hacı unvanını aldığı söylenmektedir. Daha sonra Kırşehri Kazasının Hacım veya Suluca Karahöyük (Hacıbektaş) yöresine gelerek kendi adına bir dergah bina etmiş ve müridlerini irşada başlamıştır.

Buradaki irşad faaliyetlerine devam eden Hacı Bektaş-ı Veli, Sicill-i Osmânî’nin de katıldığı bir görüşe göre, 738/1337 tarihinde ve bazı araştırmacıların tesbitine göre ise 669/1271 tarihinde vefat eylemiştir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin evlenip evlenmediği de tartışmalıdır. Ancak bazı kaynaklar, Kutlu Ana ve Kadıncık Ana diye meşhur olan Fatma Nuriye Hanımla evlendiğini ve çocuklarının dahi olduğunu kaydetmektedirler.

Bu bilgilerden anlaşılmaktadır ki, Hacı Bektaş-ı Veli Hazretlerinin Ahmed Yesevî ile buluştuğu ve hatta Sultân Murâd ile yeniçeri meşvereti için bir araya geldiği şeklindeki rivayetler tamamen yanlıştır ve asılsız iddialardır. Hatta Âşıkpaşa-zâde, konuyu daha farklı bir şekilde anlatmakta ve Hacı Bektaş Veli ile Osmanlı Devleti arasında bağ kurmanın yanlışlığını vurgulamaktadır. Osmanlı Devleti’nin ilk dönem olaylarını bizzat yaşayan ve en önemlisi de Ebül-Vefâ’nın Halifesi Baba İlyas’ın torunu olan Âşıkpaşa- zâde’nin söyledikleri, şüphesiz Bektaşi Menkıbelerinden daha doğrudur.

Üçüncü  olarak,  kısaca  doğruya  en  yakın  bilgileri  vermeye  çalıştığımız  Hacı Bektaş-ı Veli’nin meslek ve meşrebi hakkındaki farklı görüşleri de aktaralım. Şöyle ki:

1) Özellikle Alevî ve Şi’î gruplar, Hacı Bektaş-ı Veli’nin tamamen Bektaşilik adı verilen bir inanç ekolünün kurucusu olduğunu ifade etmektedirler. Şu anda Hacıbektaş’ta her sene kutlandığı ve maalesef amelsiz bir İslâmiyet anlayışını yansıtan şekliyle Hacı Bektaş, Bektaşilik adlı bir tarikatın piri kabul edilmekte ve bu anlayış XIV. Yüzyılın ilk çeyreğinden sonra Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesinin şeyhi olan Abdal Musa’nın yorumuyla meşhur olmaya başlamış bulunmaktadır. Önemle ifade edelim ki, Hacı Bektaş Veli’yi gerçek manada tanıyan Bektaşilerin namaz ve oruç gibi dinin emirlerini reddet-meyenleri de vardır.

2)  Bir grup araştırmacıya göre (Ahmed Yaşar Ocak gibi), Hacı Bektaş, herhangi bir tarikatın  piri  ve  kurucusu  değildir.   Bektaşilik diye  bir tarikat  kurmamıştır.   Sadece Yesevilik ile Kalenderiliğin karışımından oluşan Haydarîlik tarikatının bir mensubudur; sonradan Baba İlyas-ı Horasan? çevresine girerek Vefâilik tarikatına intisap etmiştir. Baba’î isyanını benimsememiş ve onun ölümünden sonra da yerine geçmiştir. Ancak Anadolu’da Suluca Karahöyük merkezli mitolojik bir Hacı Bektaş-ı Veli kültü oluşmuştur. XVI. Yüzyılın başına (907/1501) gelindiğinde, Balım Sultân II. Bâyezid’in de desteğiyle Hacıbektaş’taki meşihat postuna oturmuş ve II. Mahmûd tarafından 1826 yılında Bektaşi Dergahları lağvedilinceye kadar bu anane devam ettirilmiştir. Balım Sultân’ın teşkilâtlandırdığı Bektaşilik anlayışına aykırı ve tamamen amelden uzak bir anlayışın da zamanla var olduğunu burada belirtmemiz gerekmektedir.

3)  Özetle, bu tarihî zat, Hacı Bektaş-ı Veli’nin kısa hayat hikayesinde anlattığımız şekliyle büyük bir velidir. Anlatılan çoğu menkıbeler, sağlam kaynaklara dayanmamaktadır. Eserleri, onun ehl-i sünnete aykırı olmadığını göstermektedir. Bu yönüyle yeniçeri teşkilâtının  manevi  ilham  kaynağı  olmuş olabilir.  Ancak  müntesipleri  zamanla,  onu Kur’ân ve Sünnetten uzak ve tamamen amelden mahrum bir tarikat şeyhi haline getirmişlerdir. Onun için de bu müridlerini nazara alan halk, Bektaşi ismine akla ve hayale gelmeyecek manaları yüklemeye başlamıştır.

Bu konuda son sözü tarihçi Âli’ye söyletmek en iyisidir:

“Zamanımızda Bektaşi dervişleri, baştan başa namazdan ve oruçdan uzak, mezhepleri ne olduğu belli olmayan bir bölük ortada gezenlerdir. Hacı Bektaş-ı Veli’ye intisapları sadece sözleriyledir; fiil, amel ve inanç itibariyle onunla alakaları yoktur. O velinin evladı denilen azizler de onun gibi olamamışlardır””.

Prof . Ahmet AKGÜNDÜZ

Yavuz Sultân Selim ve Alevî Katliamı İddiaları

Osmanlı Padişahları Müslümandırlar ve kendi idare ettikleri devlette de İslâm Hukukunu tatbik etmişlerdir. İslâm Hukukunda ise, kâfirlerle yapılan savaşlarda dahi katliam yani soykırım yapmak haramdır. Zira Hz. Peygamber, savaş halinde dahi, çocuklar, kadınlar, din adamları ve yaşlılar gibi yedi grup insanı katletmenin caiz olmadığını bütün komutanlarına tâlimat olarak vermiştir. Mü’eyyed min indillah denecek kadar maneviyâtı yüksek olan Yavuz’un dinin yasakladığı katliamı ve hem de Müslümanım diyen bir gruba karşı yapmış olması mümkün değildir. Ancak tarihî olayları doğru olarak öğrenmek şarttır. Şöyle ki;

Daha önce de açıkladığımız gibi, Erdebil Şeyhlerinden Şeyh Cüneyd şeyhliğine şahlık katmak istemiş ve ancak muvaffak olamayarak 1460 yılında katl edilmiştir. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi devam ettirmiş ve Anadolu’yu Şî’alaştırmak metodunu kullanarak şahlığını pekiştirmek istemiştir. Kucaklarında büyüdüğü Akkoyunlu Devletine de hıyânet edince, Yakub Bey tarafından 1488 yılında o da öldürülmüştür. Yerine geçen Şah İsmail ise, Erdebil Sofuları veya Halifelerini Anadolu’ya göndererek, hem Anadolu’yu Şî’alaştırmayı ve hem de böylece Anadolu’yu hâkimiyeti altına almayı hayatının gayesi edinmiştir. Nitekim temkinli davranmayan Akkoyunlu Devleti, torunları olan Şah İsmail tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran ve hem şeyhliği ve hem de şahlığıyla Anadolu üzerine yürüyen Şah İsmail, halifeleri vasıtasıyla Anadolu’yu tam bir anarşiye sürüklemekte maalesef muvaffak olmuştur. 1507 yılında üzerine yürüdüğü Alâüddevle Bey’in mağlubiyeti üzerine Elbistan, Harput ve Diyarbekir’i yakmış ve yıkmıştır. Bu arada Erdebil Sofuları da Anadolu’da anarşi çıkarmaya başlamışlardır. Şah İsmail’in taraftarları olan askerler, kırmızı çuhadan taclar giydiklerinden dolayı onun taraftarı olan herkese Sürhser yani Kızılbaş denmiştir. Şah İsmail’in halifelerinden olan Rumiyeli Nur Ali Halife başkanlığındaki Erdebil sofu ve müritleri, Tokat’a saldırmışlar ve yüzlerce insanı kılıçtan geçirmişlerdir. Maalesef Şehzâde Ahmed üzerlerine ordu göndermişse de muvaffak olamamıştır.

Bu arada Antalyalı Hasan Halife ve oğlu Şahkulu veya Osmanlı tarihçilerinin ifadesiyle Şeytan Kulu (Şahkulu Baba Tekeli veya Karabıyıkoğlu da denmektedir) eliyle Anadolu’daki Alevîleri Osmanlı Devleti aleyhinde teşkilâtlandırmaya başlamıştır. Antalya’dan Manisa’ya dönen Şehzâde Korkut’un hazinesini vuran Şahkulu, bununla da yetinmeyerek Antalya’yı basmış, baş kâdî ile birlikte çok sayıda insanı katletmiştir. Bundan sonra sırasıyla Kızılcakaya, İstanos, Elmalı, Burdur ve Keçiborlu kasabalarını yakıp yıkan Şahkulu Kütahya’ya kadar gelmiştir. Anadolu beylerbeyisi Karagöz Ahmed Paşa da öldürülenler arasındadır. Amasya’da bir araya gelen 20 bin Erdebil Sofuları çevreye dehşet saçmaya başlamışlardır. Bunların yaptığı katliamla Erzurum ve Erzincan 20-30 yıl harâbe olarak kalmıştır. Çubukova’da 1511 yılında Şahkulu’nun bir okla öldürülmesinden sonra da Şiî’lerin Anadolu’daki tahribatları devam etmiştir. Bunların Müslümanları nasıl kırıp geçirdiklerini, Diyarbekir ve çevresindeki Kürt beylerinin mektuplarından da anlıyoruz. Şu cümleler bunlardan sadece biridir:

“Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız”

İşte 918/1512 yılında Anadolu’yu Şi’a tehlikesinden kurtarmak üzere Padişah olan Yavuz, Şah İsmail’in üzerine gitmeden evvel, yukarıdan beri vesikalar ışığında anlattığımız olayları biliyordu ve Anadolu’daki Şi’î Türkmenlerin binlerce insanı katlettiklerinin de farkındaydı. Bu yaraya parmak basmak için, meseleyi müzâkere etmek gayesiyle bir Divan toplantısı yapmış ve başta İbn-i Kemal olmak üzere büyük âlimlerin de katıldığı bu toplantıda Kızılbaşlarla ilgili neler yapılmasını kararlaştırmıştır. İbn-i Kemal gibi bir âlimden de gerekli fetvâyı aldıktan sonra, Anadolu’yu kasıp kavuran ve Kızılbaş adı altında her yerde Osmanlı Devleti’ne karşı kıyam eden bu insanların teftiş ve tahkik olunarak, uslanmayanlarının katl edilmelerini ve uslanması muhtemel olanlarının ise haps edilmelerini emr etmiştir. Bunların sayıları bazı tarihçilere göre yaklaşık 40.000 kişidir ve bunlardan ne kadarının öldürüldüğü de kesin belli değildir. Ancak bu isyancı grupların bastırılmaması halinde, Şah İsmail’in üzerine gitmenin tamamen yararsız olduğu da gün gibi ortadadır. Olayı inceleyen Uzunçarşılı, Kızılbaşların ne kadar insan öldürdüğüne dair binleri bulan rakamlar verdikten sonra, Yavuz’un başka çaresi yoktu demektedir.

Şunu da belirtmeliyiz ki, Osmanlı Devleti, herkesi zorla Sünnî yapmak için zorlamamıştır. Ancak dinî inançlar kullanılarak devletin arkadan vurulması tehlikesi karşısında tedbirler almıştır. Hem Şi’îler ve hem de Sünnîler için, idarecilerinin yaptıkları hata ve zulümleri tamim etmek çok yanlıştır[1].

Yavuz Sultan Selim ve Siyasî Müceddidliği

Bilindiği gibi, Hz. Peygamber, “Şüphesiz ki, Allah, her yüz yılın başında kendi dinini tecdid edecek birisini gönderir” buyurmaktadır. İslâm âlimleri, İslâma hizmet edecek olan bu müceddidlerin maneviyât alanında ve ilim sahasında olduğu kadar, siyâset alanında da olabileceğini ifade etmektedirler. Âsafnâme müellifi ve Kanuni’nin sadrazamı olan Lütfi Paşa’nın naklettiğine göre, İslâm âlimleri siyâset alanındaki müceddidleri şöyle sıralamaktadırlar:

Hicrî tarih esas alınmak üzere, II. Yüzyılın başında Ömer bin Abdülaziz; III. Yüzyılın başında Abbasî Halifesi Mu’tasım; IV. Yüzyılın başında Abbasî Halifesi Kâdir billah Ahmed bin Emir İshak; V. yüzyılın başında Selçuklu Sultânı Sultân Muhammed bin Melikşah; VI. Yüzyılın başında İlhanlı Sultânı Gazan Hân; VII. Yüzyılın başında Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Gâzi; VIII. Yüzyılın başında Çelebi Mehmed ve IX. Yüzyılın başındaki müceddid ise Yavuz Sultân Selim’dir.

Osmanlı tarihçileri, Osmanlı padişahlarından iki kişinin mü’eyyed min indillah yani Allah katından teyid edilmiş Padişahlar olduklarını ifade etmektedirler. Bunlardan birincisi, İstanbul’u fethederek Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olan Fâtih’tir. İkincisi ise, Yavuz Sultân Selim’dir. Bazı mana adamları, Yavuz’un Hz. Ali tarafından müjdelendiğini dahi ifade etmektedirler. Hz. Ali’ye ait bir kasidede “Mutlaka Âl-i Osman’dan Selim isimli birisi, Rum, Acem ve Arab memleketlerine hâkim olacaktır” ifadesinin geçtiği nakl olunmaktadır. Hatta İbn-i Kemal dahi, Mısır’ın Yavuz tarafından fethedileceğini, bazı âyetlere dayanarak çıkarmıştır ve bu konuda hususi bir Risâlesi vardır.

Yavuz’a müceddidlik vasfını kazandıran, onun müslümanlara yaptığı iki hizmettir: Birincisi, babaları Bâyezid-i Veli’nin yaratılışındaki tevazudan yararlanarak Anadolu’yu hâkimiyeti altına almak isteyen Şah İsmail liderliğindeki Şi’a seline karşı, ciddi bir ehl-i sünnet bendini teşkil etmesidir. Çaldıran zaferi bu fitneyi önlemiştir. İkincisi, Şah İsmail’in hem mürşidlik ve hem de Şahlık ünvanları ile tahrik ettiği Anadolu’daki isyanları bastırarak Anadolu birliğini ve Memlüklüleri ortadan kaldırarak İslâm birliğini temin etmesidir. Memlüklüler üzerine giderken de, Şah İsmail üzerine giderken de, İbn-i Kemal ve Zenbilli Ali Efendi gibi büyük İslâm hukukçularından fetvâ alarak hareket etmiştir.

“İhtilâf u tefrika endişesi,

Kûşe-i kabrimde dahi bî-karar eyler beni;

İttihâdken savlet-i a’dâyı def’a çaremiz,

İttihâd etmezse millet, dağıdâr eyler beni…”

şuuruyla hareket eden Yavuz, İslâm tarihinde ittihâd-ı İslâma önem veren nadir devlet adamlarından biridir. Tarihçi Âli ve Lütfü Paşa, Yavuz’un müceddid olduğunu yaptığı hizmetleri ve ilgili hadisi zikrederek kaydetmektedir[2].

 Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Osmanlı Araştırmaları Vakfı Başkanı


[1] Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 6522, 6636, 5321, 5035, 3062, 5812; Solakzâde, 359 vd; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 233/a vd.; Hoca Sa’deddin Efendi, Tâc’üt-Tevârîh, c. II, sh. 245 vd.; Koca Müverrih, Bedâyi‘, c. II, vrk. 452/a-b; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. II, sh. 225-231, 253-270.

[2] Lütfi Paşa, Tevârîh-i Âl-i Osman, sh. 7-16; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Süleymaniye kütp. Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 232/b-233/a; 234/a (Müceddidlik meselesi burada işlenmektedir), 259/a-260/a; 263/a-b; Matbu nüsha, c. V, sh. 25; Solakzâde, sh. 350-431; Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, c. II, sh. 40-53; Münâvî, Muhammed Abdürraûf, Feyz’ül-Kadîr Şarh’ul-Câmi’-is-Sağîr, Mısır 1938, c. II, sh. 281-282.

Sultan Murat Hüdavendigar Kimdir? (1326-1389)

Osmanlı tarihinde I. Murâd, Murâd Hüdâvendigâr ve Gazi Murâd Hüdâvendigâr adlarıyla anılan Sultân Murâd, 1326 (726 H) yılında dünyaya geldi ve 1362 Mart ayında 35-36 yaşlarında iken Osmanlı Padişahı olarak tahta geçti. Hüdâvendigâr, hükümdar demektir ve sonradan o zaman Osmanlı Devleti’nin başşehri olan ve kendisinin de valilik yaptığı Bursa’ya da Hüdâvendigâr Sancağı adı verildi. Seferlerine Ankara’nın yeniden fethiyle başlayan Sultân Murâd, 1362 Temmuz’unda Edirne’yi zabtetti ve kendisine yeni başşehir yaptı. Bunu Balkanların önemli bir merkezi olan Filibe’nin fethi takip etti (1363). Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarında bu ilerleyişi Hıristiyanları korkuttu ve Papa V. Urbanus’un tahrikiyle Osmanlı Devleti ilk haçlı seferine maruz kaldı. Ancak 60.000 kişilik haçlı ordusu 10.000 kişilik Hacı İlbeğ komutasındaki Osmanlı ordusunun yaptığı bir baskın sonucunda sındı ve tarihe Sırpsındığı zaferi olarak geçti (1363). Bunu Sırbistan’ın bir kısmı ile Bulgaristan’ın Osmanlı’ya ilhakı takip etti ve 1365 yılında da Dubrovnik (Raguza) ile ilk milletlerarası andlaşma imzalandı.

1375’de Hamidoğulları sembolik bir bedelle topraklarının yarısını Osmanlıya terk etti ve böylece Germiyanoğlu ile Karamanoğlu arasına Osmanlı girmiş oldu. 1383’de Candaroğulları Hamidoğullarının arkasından Osmanlı’yı metbû’ tanıyınca, Karaman oğulları rahatsız olmaya başladı ve 1386’da Osmanlı Karamanoğulları ihtilafı başladı.

Her ne kadar, Sultân Murad’ın oğlu Şehzade Bâyezid kahramanca savaşarak Karaman oğullarını dağıtıp Yıldırım unvanını aldıysa da, bunu fırsat bilen Sırp Kralı Balkanlarda Osmanlı’nın üzerine yürüdü ve hatta Timurtaş Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu bozguna uğrattı (Ploşnik Olayı, 1387). Bundan cesaret alan haçlı orduları, Sırpı ile Bulgari ile Ulahı ile, hep birlikte Osmanlı Devleti’nin aleyhinde ittifak ettiler ve Kosova’da 20 Haziran 1389 günü Osmanlı ordusu ile karşı karşıya geldiler. Osmanlı ordusu, I. Kosova Zaferi diye tarihe geçen zaferle haçlı ordularını yendi ve 500 yıl kadar sürecek olan Balkan Hakimiyetini başlatmış oldu. Ancak bu güzellikler arasında, Miloş Obiliç adlı yaralı bir Sırp askeri tarafından Murâd Hüdâvendigâr hançerle vurularak şehid edildi (20.6.1389) ve Bursa’ya nakledilerek kendi adına yaptırılan Cami haziresine gömüldü. Osmanlı Devleti Balkanlara hâkim olmuş, Bulgaristan tamamen Osmanlı’nın eline geçerken Sırbistan’ın da önemli bir kısmı feth edilmişti. 37 muharebede bizzat bulunan Sultân Murâd, 27 yıl içinde babasından aldığı mirası 5 kat artırarak 500.000 km2’lik bir büyük devleti Osmanlı milletine miras bırakıyordu.

Batılı tarihçilerin de itirafıyla, fethettiği topraklarda Ortodokslara, Katoliklere ve diğer din mensuplarına kendi dindaşlarından daha iyi davrandı. Verdiği sözde durması hasebiyle dost düşman herkes tarafından sevilir hale geldi. Devlet teşkilâtçılığında da zirvedeydi. Her ne kadar yeniçeri teşkilâtı babası zamanında kurulmaya başlansa da, asıl yeniçeri ve acemi oğlanları teşkilâtlarını kuran ve geliştiren kendisi oldu. İstanbul’u ilk kuşatan Osmanlı Padişahı da kendisiydi.

Murâd Hüdâvendigâr’ı muvaffak eden sebeplerin başında onunla birlikte çalışan ehliyetli devlet adamlarını zikretmek gerekiyor. Bunların başında, bir görüşe göre Sultân Murâd zamanında ihdas edilen kazaskerliğe ilk defa getirilen Çandarlı Halil Efendi’yi zikretmek gerekiyor. Bu vazifeye gelir gelmez, Karamanlı Kara Rüstem’in de yardımıyla Maliye teşkilâtı tanzim edildi ve Sultân Orhan zamanında başlatılan Yeniçeri ve Acemioğlanları Teşkilatını bütün ayrıntılarıyla kurmaya muvaffak oldu. 1372 yılında da Vezir oldu ve artık Halil Hayreddin Paşa diye anılmaya başlandı. Diğer devlet adamları arasında ise, Halil Hayreddin Paşa’nın oğlu Ali Paşa’yı, yeniçeri ve acemi oğlan teşkilâtında büyük payı bulunan Timurtaş Paşa ve Lala Şahin Paşa’yı, kahramanlıkları ile meşhur Saruca Paşa, Evrenos Beğ, İne Beğ, Paşa Yiğit, Müstecap Subaşı ve Hacı İlbeğ’i zikretmek gerekmektedir.

Asrındaki âlimlerden ise Aksaray’lı Cemâlüddin Muhammed bin Muhammed, Bursa kadılarından ve Kâdîzade-i Rumî’nin babası Mahmûd Bedreddin ve de Azerbaycan Kadısı unvanıyla meşhur Mevlânâ Burhânüddin’i zikretmek gerekmektedir.

ZEVCELERİ: 1- Gülçiçek Hâtûn; Yıldırım Bâyezid’in ve Yahşi Bey’in Annesi. 2-Marya Thamara Hâtûn; Bulgar Kralının kızı. 3- Paşa Melek Hâtûn; Kızıl Murad bey’in kızı. 4- Candar Oğullarından bir beyin kızı. 5- Bulgar Beyinin kızı.

ÇOCUKLARI: 1-Yıldırım Bâyezid. 2-Ya’kub Çelebi. 3- Savcı Bey. 4- İbrahim Bey. 5- Yahşi Bey. 6- Halil Bey; 7- Özer Hâtûn; 8- Sultân Hâtûn. 9- Nefise Melek Sultân Hâtûn

Prof. Dr.  AHMET AKGÜNDÜZ

Şeyh Edebali Kimdir?

Kaynaklarda Ede Şeyh diye de geçen bu maneviyât eri, Karaman’da dünyaya gelmiştir. Asıl adının İmâdüddin Mustafa bin İbrahim bin İnac el-Kırşehrî olduğu bazı kaynaklarda yer almaktadır.

Hanefi hukukçusu Necmeddin Ez-Zâhidî’den fıkıh ilmini öğrenen Edebalı, sonradan Şam’a giderek oradaki âlimlerden İslâmî ilimler dersini tamamladı. Şam’dan döndükten sonra kendisini tasavvufa veren Şeyh Edebalı, Bilecik’te bir zaviye kurdu ve halkı irşada başladı.

İşte bu sırada âlimleri ve maneviyât erlerini çok seven Osman Bey ile tanıştı ve ona dinî ve idarî konularda danışmanlık yaptı.

  Bir seferinde Osman Bey, Şeyh Edebalı’nın zaviyesinde misafir kaldığında, herkesin dilden dile naklettiği ve bazı tarihçilerin de Ertuğrul Gâzî’ye isnad ettiği meşhur rüyasını görmüştür. Bu rüyaya göre, Şeyhin koynundan çıkan bir ay Osman Gâzî’nin koynuna girer; aynı anda göbeğinde bir ağaç biter ve gölgesi bütün dünyaya yayılır; ağacın altından dağlar yükselir ve dağlardan da ırmaklar akmaya başlar. Bu rüyasını Şeyh Edebalı’ya anlatan Osman Gâzî’ye Şeyh’in cevabı aynen şöyledir: “Hak Te’âlâ sana ve nesline padişahlık verecek. Mübarek olsun. Kızım da senin helâlin olacak”.

 Daha önce belirttiğimiz gibi, bazı kaynaklara göre, Şeyh Edebalı’nın Osman Gâzî

İle evlendirdiği kızının adı, Mal Hâtun’dur Ancak Sultân Orhan’a ait bir vakfiyeden öğrendiğimize göre, Şeyh Edebalı’nın kızının adı Rabî’a Bâlâ Hâtun’dur. Dolayısıyla Sultân Orhan’ın annesi, bir Selçuklu veziri olan Ömer Bey’in kızıdır. Şeyh Edebalı’nın kızı Bâlâ Hâtun’un oğlu ise Şehzade Alâ’addin’dir.

 Şeyh Edebalı, Vefâiyye tarikatına mensuptur ve aynı zamanda Anadolu Ahilerinin reislerindendir. Vefâilik ise, Şâzelî Tarikatının bir koludur. Bektaşi veya Haydarî tarikatı ile hiç bir ilgisi yoktur. Bektaşi menkıbelerine dayanarak böyle bir irtibat kurmak yanlıştır. Osmanlı Devleti’nin ilk kadı ve müftüsüdür demek daha doğrudur. Zira Dursun Fakih, Şeyh’in talebesidir ve Osmanlı Devleti’nin ikinci kadısıdır. Çandarlı Kara Halil’in de bu zatın talebeleri arasında bulunduğu söylenmektedir. Netice olarak, Şeyh Edebalı’nın Bektaşilik veya Alevîlikle ilgisi yoktur.

 Şeyh Edebalı 1326 veya 1327 yılında Bilecik’te vefat etmiştir. Belgelerden öğrendiğimize göre, son zamanlarında kızı ve torunu Alâ’addin Bey ile Bilecik’te oturan Şeyh Edebalı’ya Kozağaç Köyünün vergi gelirleri tahsis edilmiş ve kızı Rabî’a Bâlâ Hâtûn da burayı vakfetmiştir. Bilecik’te Şeyh Edebalı Zaviyesinde türbesi olup burada Osman Gâzî’nin hanımı ile birlikte Edebalı’nın hanımı, Şeyh Edebalı, Dursun Fakih, zamanının büyüklerinden Molla Hattab-ı Karahisarî, Şeyh Muhlis Baba ve Şeyh Edebalı’nın bazı yakınları defn olunmuşlardır.

 Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ

BİLİNMEYEN OSMANLI

 Şeyh Edebali’nın Osman beye vasiyeti;

Ey Oğul!

 Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana… Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..

 Ey Oğul!

 Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teâlâ yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize vaat edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.

 Oğul!

 Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın! Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.

 İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve

adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir…

 Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki âlime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.

 Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözü pek) derler.

 En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar.. (Bu nasihat Osmanlıyı 600 sene yaşatmıştır.) İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!..

 Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı… Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!..

 Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!

 Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.

 Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.

 Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.

Derleryen: Çetin Kılıç / Lüleburgaz