Etiket arşivi: risale haber

Kırkıncı Hocaefendinin sadeleştirme açıklaması

Ömer Özcan, Mehmet Kırkıncı Hocaefendi ile Risale-i Nurların sadeleştirilmesi konusunu görüştü

“Ağabeyler Anlatıyor” kitaplarının yazarı Ömer Özcan, Mehmet Kırkıncı Hocaefendi ile Risale-i Nurların sadeleştirilmesi konusunu görüştü. Özcan, görüşme notlarını Risale Haber okuyucuları ile paylaştı.

Hocam biliyorsunuz, Ufuk Yayınevi Risale-i Nur’dan Lem’alar kitabını sadeleştirme faaliyetinde bulundu; hemen bütün ağabeylerimiz bu hususta fikirlerini beyan ettiler. Siz nasıl bakıyorsunuz bu sadeleştirme işine?

Hiç iyi olmadı tabi.

Kırkıncı hocam ne diyor diye cemaat çok merak ediyor?

Eğer Nurlara bir el girerse bu iş ayrana döner yani o zaman. Üstad Hazretleri 28. Mektup’un 8. Meselesinde, “bu libaslar fıtrî olarak geliyor” diyor. Üstad kendisi diyor bunu. “Manaların lafızları, libasları fıtridir, benim bile bunları değiştirmeye salahiyetim yoktur” diyor Üstad. Bu da bitiriyor meseleyi yani.

Üstad benim selahiyetim yok dedikten sonra, kimin haddi var ki bu Risaleleri sadeleştirmeye cür’et ediyorlar. Risaleler sadeleştirilmeye bir başlandı mı o zaman ayrana döner…

Başka söze gerek yok diyorsunuz yani?

Yok!.. Üstad kendisi diyor canım. Allah Allah! Kimin haddi var buna. Öyle şey mi olur?

Bediüzzaman’ın eserlerinin içini değiştirip kendi kelimelerini, kendi ifadelerini koyup, sonra Üstad’ın adıyla satmak veya bedava dağıtmak sadakat düsturuna uyar mı?

Ne demek canım, ihlas, sadakat meselesi bu tabi…

Kur’an’ın hâsiyetlerine mazhar olmuş…

Evet, aynı öyle…

Hocam şu da çok soruluyor. Şerh ve izaha izin vermiş mi Üstad Hazretleri deniyor?

O mesele başka. O olur… İzah başka şey, Kur’an’ı da, Hadis-i Şerifleri de izah ediyor âlimler, üzerine kendi adlarını yazıyorlar. O mesele başka. Sadeleştirme tehlikeli…

Mektubat’tan ilgili yerde söyle diyor Üstad Hazretleri, “Kur’anın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez; belki onların vücududur ki, öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.”

Evet, Risalelerdeki lafızlar insanın cildi gibidir. İnsanın derisini soyarsan onda hayat kalmaz.

Şerh ve izah yapanlar kendi adlarıyla bunları yayınlayabilirler değil mi?

Elbette, şerh ve izah başka şey.

Hocam bu röportajı “Risale Haber”de yayınlamak istiyorum. Müsaadeniz var mı?

Yayınlayabilirsin.

Kaynak: Risale Haber

Risale-i Nur’un Sadeleştirilmesi Tasvip Edilebilir mi?

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Risale-i Nur’un sadeleştirilemeyeceğini söyledi. Prof. Akgündüz’ün açıklaması şöyle:

1- SADELEŞTİRME OLAYI RİSALE-İ NURA ÂŞIK OLANLAR ARASINDA İHTİLAFA YOL AÇMAMALI!

Son zamanlarda konu ile alakalı ciddi bir münakaşa ve televizyon tartışmaları yaşandı ve bize kadar da yansıdı. Ancak gördüğüm manzara bir kısım ehl-i dalaletin iki taife-i ehl-i hakkı birbirine düşürerek sonra da uzaktan seyredip gülmeleri idi ki, imanı olan ve Bediüzzaman’ı seven hiç kimse bu manzarayı görmekten hoşlanamazdı. Ağabeylerin tepkisi yerindeydi ve tarihî bir görevdi. Zira bu kapı açılırsa çok farklı yaklaşımlar gelebilirdi. Yıllardır Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı muhteşem tefsirini sadeleştirerek soyulmuş portakal gibi çürümeye terk eden meslektaşlarıma içimden itiraz ederdim, aynı duyguları elbetteki Bediüzzzaman’ın eserlerine yapılan muamele de bende aynı itiraz duygularını depreştirdi.

Ben bu yazımda birilerini tenkit etmek yerine, neden sadeleştirmenin Risalelere yakışmadığını Üstad’ın tesbitleri ve ilmî kaideler ışığında açıklamaya çalışacağım. Yapılanlar Nur’lara hizmet gayesiyle yapıldığından kimseyi tahkir ve tezyif etmeyi de uygun görmüyorum. Zira bu sadeleştirmeyi yapan arkadaşlara hatırlatmalıyım ki, Hocaefendi’nin Hitap Çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde isimli eserleri çoğu yerlerde Üstad’ın eserlerinden daha zor anlaşılır haldedir.

Önemle hatırlatalım ki, Mehmed Şemseddin Yeşil bu meselede ilk yanlışlığı yapan ve hatta intihal denecek noktada Risaleleri sadeleştirerek kendi eseriymiş gibi neşreden insan olmasına ve Üstadımız razı olmamasına rağmen, milletin istifadesi ve de fitneye sebep olmamak için müdahale etmemiştir. Halbuki İnsanî Hakikatlar ve Zirve-i Tevhîd gibi eserleri Risalelerden muktebes sadeleştirilmiş metinler halindedir.

2-İLMÎ ESERLER ÜÇ ÇEŞİT ÜSLUP İLE YAZILIR VE BUNLARDAN ÜSLÛB-U ÂLÎ KISMI SADELEŞTİRMEYE GELMEZ

Üslup, usûl, tarz, oluş, yapış tarzı, anlatım yolu manalarına gelir. Edebiyatta yazarların kendilerine mahsus ifade tarzlarına denir. Her yazarın duygu, düşünce ve hayallerini sözlü veya yazılı olarak ifade ediş tarzı diğerlerinden farklılık gösterir. Bu farklılık, o yazarın üslûbunu ortaya çıkarır. Yazar olmanın en belirgin şartlarından biri, başkalarından farklı bir ifade tarzına, yani üslûba sahip olmaktır.

Bediüzzaman Hazretleri Muhâkemat adlı eserinde bu meseleyi açıklamaktadır ve biz bazı kelime ilaveleri ve misallerle bu tespiti aktarmaya çalışacağız:

Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve üslûb elbisesini tevzi’ ve giydirmektir. Hem de hikâyette olursa mütekellim kendini hikâye ettiği şeyin yerinde farz etmek gerektir. Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvirinde ise hikâye ettiği şeye hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alâmet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üslûblarda istidadın kametine göre kesmektir. Tâ her bir maksad onun münasibinde olan üslûbdan cilveger olabilsin. Zira üslûbun esasları üçtür:

Birincisi: Üslûb-u mücerreddir. Buna sade üslup da denir. Genellikle talebeye yönelik ders kitapları böyle kaleme alınmaktadır. Buna Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tûsî’nin sade olan ma’rez-i kelâmları gibi… Bediüzzaman Hazretleri 19. Mektup’ta Peygamberimizin mu’cizelerini anlatırken bu üslubu kullanmıştır. Zaten sadeleştirmeye ihtiyaç yoktur. Ancak sadeleştirme mümkündür.

Eğer günlük muamelelerinde, insanlar arası konuşmalarda ve âlet olan ilimlerde isen; vefa (manayı ifadeye yetecek kadar kelime kullanma), ihtisar (en kısa yolu seçme) ve selâmet ve selaset ve tabiîliği tekeffül eden ve sadeliği ile aslında anlatılan konunun güzelliğini gösteren üslûb-u mücerrede yetinmelisin. Biraz önce dediğimiz gibi ders kitaplarında veya günlük konuşmalarda mutlaka bu kullanılmalıdır.

İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Süslü ve bezekli üsluptur. Bunun sahibi mananın aktarılmasından ziyade muhatabı coşturmayı ve bütün edebi san’atları kullanmayı hedefler. Fethullah Hoca Efendi’nin Hitap Çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde adlı eserleri; Necip Fazıl’ın hemen hemen bütün nesir kitapları; Sezai Karakoç’un kitapları bu guruba girebilecek muasır eserlerdir. Abdülkahir Cürcani’nin “Delail-ülİ’caz” ve “Esrar-ül Belâga”sında, Sekkâkî’nin Miftah’ul-Ulûm adlı eserlerindeki şa’şaalı ve parlak kelâmları eski eserlerden verilebilecek en güzel misallerdir. Burada sadeleştirme ahengi bozar.

Eğer hitabet ustalığını göstermek istiyorsan veya karşındaki muhatapları ikna etmek üzere va’z, irşad yahut siyasi konuşmalar yapmak istiyorsan, süs ve parlaklık ve tergib (teşvik) ve terhibi (korkutma) manalarını tazammun eden üslûb-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu’ ve avam perestane nümayiş etmemek gerektir.

Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. Yani yüksek üsluptur. Sekkakî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi… Benin kanaatim Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı muhteşem tefsirinin bazı parçaları tamamaen üslûb-u âlî ile kaleme alınmıştır. Özellikle Allah’ın varlığını ispat ve Haşir ile alakalı meselelerde Elmalı üslûb-u âlîyi kullanmıştır. Zira anlatılan mevzuun ehemmiyeti ve ulviyeti bunu gerektirmektedir. Aynı şekilde Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatının önemli bir kısmı bu üslup ile kaleme alınmıştır. Zira anlatılan konuların yüceliği müellifi bu üslubu kullanma mecbur eylemiştir. Yoksa Bediüzzaman’ın da dediği gibi kendi san’atının tesiri cüz’îdir.

Eğer İlahiyat yani Allah’a iman (Âyet’ül-Kübra Risâlesi, 2. Şua ve 22. Söz gibi), ahirete iman (10. Ve 29. Sözler gibi) ve peygamberlikkurumu (19. Söz gibi) gibi konuları anlatacaksan yahut usûlüd’din yani kelam ilminin derin meselelerini yani mi’rac, meleklere iman ve benzeri konular gibi mevzuları araştırıyor ve bunları tasvir etmek istiyorsan, şiddet, kuvvet ve heybeti tazammun eden üslûb-u âlîden ayrılmamak gerektir. Elbetteki bakkaldan yumurta ve peynir isterken kullandığın üslup ile Bediüzzaman Hazretlerinin âlem-i vücub dediği Allah’ın zat, sıfat ve isimlerini anlatırken kullanacağın üslup bir olamaz. Ekonometri dersleri veren bir profesör, çocuklar anlamıyor diye ekonomi ve matematiğin en yüksek formüllerini kitabına yazmaktan vaz geçemez. (Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, sh. 109-111.)

Falih Rıfkı Atay şöyle anlatır:«Bizim lisenin edebiyat kitabında üslup üç türlüydü: Üslub-u sade, üslub-u müzeyyen, üslub-u âli. Sadesi belli: Ben senden vazgeçemem. Müzeyyeni: Gül bülbülsüz, bülbül nağmesiz olur, gönlüm sensiz olamaz. Âlisine gelince: Zemin çâk, asuman çakçâk olsa, tufan içinde tekne-i Nuh belirip onu bırak da sen yalnız gel dense, gitmem.

Biz üslup diye bu üçünü bilirdik. Muallim Naci sadesine, Recaizade müzeyyenine, Abdülhak Hâmid de âlisine meraklıydı. Sonra Meşrutiyet’te bir silah üslubu çıktı: Muhaliflerin ellerini kıymık kıymık edip kemiklerini havanda dövmedikçe hadlerini bilmeyecekler. Biz bunlara hürriyeti hangi dağdan indirmiş olduğumuzu göstermeliyiz.»

3-RİSALE-İ NUR’DA BEDİÜZZAMAN MÜ’ELLİF DEĞİL SADECE BİR TERCÜMANDIR; BU SEBEPLE SADELEŞTİRME MANEN ENGELLENMİŞTİR.

Bediüzzaman Hazretleri eserlerinin bir çok yerinde Risale-i Nur’un Kur’anın hakiki tefsiri olduğunu ve kendisinin ise sadece tercümanı bulunduğunu açıkça ifade etmiştir. Mustafa Sungur Ağabeyden duyduğuma göre Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatını Üstad’ın binlerce defa okuduğunu ve 400 ayetten süzülen bir manevi reçete olduğunu ifade etmiştir.

Bu sebepledir ki, değil sadeleştirme, Risale-i Nur’un kendi içinde farklı tasnifi ve tanzimi bile Üstadın ifadesiyle izin verilecek bir mesele değildir. Geliniz bu tespiti Üstad’dan aynen dinleyelim:

‘’Dört ayrı ayrı mebhastır. Bu dört mes’ele birbirinden uzak olduğundan, bu mektub perişan görünüyor. Bu perişan mektub münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki:

Bu küçük mektupları hususî bir surette, hususî bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektuplar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lâzım geldi. Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih v etanzim etmeye me’zun değiliz! İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak [dört mes’ele] den ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır. Fakat şâirlerin ve ehli aşkın, zülf-i perişanî sevdikleri ve istihsan ettikleri nev’inden,bu mektub da zülf-i perişan tarzında soğuk tasannu’ karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmıştır.’’(Bediüzzaman Said Nursi, Fihrist, sh. 38-39.)

Bu yüzden ağabeyler, Söz Neşriyatın yeniden tanzim edilen şekline dahi soğuk bakmışlardır; ancak asliyetine halel gelmediğinden sonradan müdahale edilmemiştir.

4-NUR TALEBELERİNE DÜŞEN VAZİFE: İZAH, TEFSİR VE TANZİMDİR

Bütün bu söylenenlerden sonra anlaşılıyor ki, Nur Talebelerine ve Bediüzzaman’ı gönülden sevenlere düşen vazife, yine Üstad’ın ifade ettiği ve izin verdiği izah, tefsir ve tanzimdir.

Nitekim Üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde açıklamaktadır:

“Bu dürûs-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur’anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-üla’mal kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..” ( Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, sh. 426.)

‘’Evet Risalet-ün Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin herbirisine, meselâ Kur’an’ın Kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlarcem’edilse ve hâkeza..mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir.

Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor.

Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşâallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektubları te’lif ile ve Dokuzuncu Şua’ın Dokuz Makamını tekmil ile ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertib ve tefsir ve tashih ile devam edecek. Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî, bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.’’ ( Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, sh. 371-372; Kastamonu Lahikası, sh. 56-57.)

Bu açık beyanlar ve abilerin naklettiği Ahmed Fevzi Ağabeye Üstadın söylediği ‘’Eğer sadeleştirirsen o senin eserin olur’’ hatırasıyla mesele iyice anlaşılmış oluyor.

Bir Nur Talebesi, Risale-i Nurları atıf vermek şartıyla Nurlardan iktibas ederek izahlar yapabilir. Dipnotta kaynakları göstermek şartıyla kendi üslubuyla Nurlarda açıklanan bir meseleyi kendi üslubuyla açıklayabilir. Risale-i Nura dayalı mastır ve doktora tezleri ile müstakil araştırma eserleri yayınlayabilir. Risale-i Nuru istifade amaçlı tanzim ve yeniden tasnif edebilir. Ama Üstad’ın bile bize manen izin verilmedi dediği tarzda sadeleştirmeye yahut Risale-i Nur’un tamamını farklı tanzimlerle tab’ etmeye kimsenin hakkı yoktur.

Kaynak: Risale Haber

Risale-i Nurların sadeleştirilme krizi iyi yönetildi mi?

Bu hafta bir süredir kamuoyunu meşgul eden sadeleştirme krizi konusunu ele almayı kendi misyonum açısından vicdanî bir borç olarak gördüm. Geçen hafta Allah’ın (cc) bizi birbirimize ve sair ümmetlere karşı şahit olarak yarattığına işaret etmiştim. Bu hafta bu önemli şahitliklerden birini denemiş olacağım.

YAYINCI AÇISINDAN SÜREÇ

Ufuk yayınları bu işe uzun bir süre önce karar vermiş olmalı. Zira Lem’alar gibi ağır bir metnin sadeleştirilme ameliyesi, kısa süre içerisinde tamamlanamaz. Daha önce yapılan sadeleştirme denemeleri cemaatin bir kısmından sert tepki gördüğü için sonuçsuz kaldığı düşünülecek olursa, yayınevi yeni bir tepki dalgasıyla karşılaşacağını hesap etmiş olmalı. Buna rağmen bu tepkiyi artıracak şekilde teknik bir hatanın işlenmiş olması –yayıncı kurnazlığı olarak bilerek yapılmadıysa- görmezden gelinemez.

Öteden beri sadeleştirme, şerh etme, özetleme (muhtasar) gibi tasarruflarda kitabın dış kapağı üzerine kitabın orijinal ismi, yazarın ismi ve sadeleştirmeyi yapanın ismi açıkça yazılır, okuyucunun aldatılmasına meydan verilmezdi. Oysa tartışmaya konu olan neşirde, kapak üzerinde ne sadeleştirildiğine dair bir bilgi ne de sadeleştirenin ismi yer almamış. Bu affedilemez bir yayıncı kusurudur. Kanaatimce derhal düzeltilmelidir. Bu işlem yayıncılık açısından önemli bir güçlük oluşturmaz.

ORTAYA KONULAN TEPKİ AÇISINDAN SÜREÇ

Kanaatimce Ağabeyler adına yayınlanan bildiri dikkatli bir şekilde hazırlanmamıştır. Yayıncının tahrik edici yöntemine bir karşılık olduğu ileri sürülse de üzerinde önemle durulması gereken eksiklikler içermektedir.

Birincisi dili oldukça sert ve kırıcıdır, kamuoyuna açıklanacak bir metin, insanları gıybet ve dedikoduya sevk edecek tahrik edici unsurlar içermemelidir. İkincisi, böyle durumlarda olayın ilerideki süreç içerisinde alabileceği bütün şekiller hesap edilmeli, her hale uygun diplomatik ve dengeli bir metin hazırlanmalıdır.

Uzun süredir yüzyüze istişare etme imkanı bulunmayan ağabeyler arasında böyle bir metin hazırlamak gerektiğinde anlaşılan, abilerden biri tarafından metin dikte edilmekte, diğerlerine telefon ya da faksla ulaştırılmaktadır. Çoğu nezaketen kabul edilmiş görünen bu metinlerde istişareden beklenen menfaatler yerine, o abinin etrafında o anda bulunan insanların halet-i ruhiyesi etkili olmaktadır.

Son yayınlanan ortak metnin dili öfkeli bir halet-i ruhiyenin dilidir.  İstişare metninde yer alması sakıncalıdır. Bir vesile ile elimizde bulunan istişare metinleri bu husustaki incelikleri şöyle izah eder:

Mü’min kardeşini sever ve sevmeli, fakat fenalığı için yalnız acır; tahakkümle değil belki lütufla ıslahına çalışır.” (Yirmibirinci Lem’a)
Risale-i Nur’un mesleği nezihane, nâzikane, kavl-i leyinledir. Haklı meşveret ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden böyle mahzurlu hallerin izalesi yine ancak sıhhatli meşveretlerle olabilir. (25.11.2010 Kayseri)

Konu sadece olayın hukukî boyutu ile meşgul olacak insanlar arasından çıkarılıp, umumileştirildiğine göre, bu konuda cemaatin umumi bir meşveretine ihtiyaç vardır. Bu tür ani kararların ve keskin beyanların yapılacak istişareleri etkileyecek olması diğer önemli bir kusurdur. Öteden beri istişarelerden beklenilen neticenin alınamaması buna bağlıdır. Başka bir istişare metni bu meseleyi şöyle ifade eder:

Cemaatimiz nezdinde şimdiye kadar icra edilen istişarelerin müessiriyetine mani olan halleri şöyle sıralayabiliriz:
(a)Hürmet telakkimizdeki yanlışlıklar. Yani bir büyüğümüze hürmet etmek başka,  edep ve terbiye tahtında farklı kanaat izhar etmekse başkadır. Bu iki hususu, biri birinden ayıramadık.
(b)Cemaat olarak, karşılaştığımız imtihanlarda tarafgirlikten hasıl olan rahatsızlıklar, makul olmayan düşünce ve kanaatler hizmet adına zararlar tevlit etmiştir.
(c)Kendilerine hürmet edilen ve ağabey kabul edilen muhterem zevatta farkında olunmadan tezahür eden tahakküm alışkanlığı, farklı fikir serdetmeye mani teşkil etmiş ve netice olarak istişare kâmil manada icra edilememiştir.
(d)Hissiyatın aklıselime galip geldiği hallerde, cemaat mensupları arasında rekabet duyguları, maalesef, tezahür etmektedir. Bundan kaynaklanan muhalefet, kâmil manada meşvereti imkânsız hale getirmektedir. (Erzurum 8.Temmuz.2006)

Üzerinde iyi çalışılmayan bir metin olduğunu söylemem boşuna değil. Sekizinci maddede yer alan “Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir..” ifadeleri ve devamının konuyla uzak yakın bir ilgisi görünmemektedir. İlk paragrafta adresi de verilen ithamın -her şeye rağmen, risalelerden yüz çevirmeyip sadeleştirerek de olsa yüzbinlere risale okutmayı hedefleyen bir girişim için kullanılması doğrusu inandırıcı değildir.

NELER YAPILABİLİRDİ?

Gelinen noktanın seçenekler arasındaki en iyi tercih olduğunu söylemek ehl-i insafa yakışmaz. Ben sebep olma noktasında herhangi bir tarafı işaret edebilecek durumda değilim. Ancak ortada önü alınmaz ise, tehlikeli bir sürecin başladığını söylemek durumundayım. En hafifi gıybet ve dedikodu olmak üzere iftira ve düşmanlıklara varabilecek bir uçurumun başındayız. Tarafların doğrudan ya da ikili görüşmeler yapması, arabulucuların denenmesi, hukuki sürecin işletilmesi, bütün bunlardan netice alınamaz ise sessizce dershanelerde bu eserlerden uzak durulması öğütlenebilirdi.

Basın aracılığı ile tartışma Nurculuk geleneğinde pek görülen bir usul değildir. Maalesef en sonunda bile yapılmaması gereken şey, en baştan yapılmış oldu. Bu gün çoktan unutulmuş olsa da risalelerin Osmanlıca ya da Latin harfleri ile yazılması konusundaki ihtilafta, Üstad’ın yazılı bir tek satır bırakmaması esasen bize yol gösterici bir tedbirdi.

RİSALELERİN ANLAŞILMA PROBLEMİ VAR MI?

Bu konuda samimi itiraflarda bulunmalıyım!

Acizleri 2014 yılına kadar yaşarsam ilk derse gidişim üzerinden 40 yıl geçmiş olacak. Bu sürede çok sayıda insanın dersini dinleme imkanım oldu. Şimdi geriye baktığımda sadeleştirme işine en çok karşı çıkan ağabey ve kardeşlerin yaptıkları derslerde hemen iki üç cümle okuduktan sonra tam bir vaiz gibi izahlara giriştiklerini gülümseyerek hatırlıyorum. Hatta bazen o kadar konu dışı atıflar, temsiller, sözler, havada uçuşuyor ki onları bir çuvala sığdırmak için neredeyse daire-i imkan haricine çıkmak gerekiyor. Öyleyse samimi olalım! Risale-i Nurların bir anlaşılma problemi vardır. Üstad’ın vefatından sonra neredeyse bir ara sınıf ortaya çıkmış durumda. Uzaktan bakan şöyle görüyor. Cemaat içinde bir okuyup izah eden sınıf, bir de dinleyen sınıf var.

Anlaşılma problemini farklı yöntemlerle aşmaya çalışan kardeşler de var. Her konunun kolay anlaşılabilir yerlerini bir araya getirip, derslerde o bahisleri okuyorlar. Tabi ki çoğu zaman seçilen bahisler arasında mantık ilgisi kurmak zorlaşıyor. Az çok fikri ilerlemiş kardeşler, bu bahis burada niçin okundu acaba diye akıl çilesi çekiyorlar.  Daha farklı yöntemler de var ama uzatmayalım! (Uzatmayalım dedim ama sonradan uzatmak icap etti. İlk zamanlar sayfalarda geçen ayetlerin meallerini verme ve eserlerin sonuna lügatçe ekleme, cemaat içinde tartışılır, ancak bunun Üstad’ın tarzına bir ihanet olduğu ileri sürülür reddedilirdi. Aradan geçen süreçte her nasılsa bu ihanete artık alıştık. Tartışmıyoruz!)

Risale-i Nurların aslı okunduğu için bu yöntemlerin zararları telafi ediliyor. Esasa zararları olmuyor. Ancak bu nur dershanesi için geçerli bir durumdur. Tekrar etmeye gerek yok risalelerin anlaşılma ihtiyacı vardır. Bunu çözümü için sadeleştirme alternatif olabilir mi bunu tartışacağız!

ÜSTADIN RİSALELERE PARMAK KARIŞTIRMA KONUSUNDAKİ ŞİDDETLİ BEYANLARI

Bu noktada hemen Üstad’ın şiddetli beyanları hatırlanacaktır. Bunlara can ve başla itaat ediyoruz. Ancak sözün zahiri altında kastedilen manaya dikkat etmek gerekir. Üstad’ın ilgili beyanları risalelerin yazılma ve neşir döneminde söylediği dikkate alınmalı. Risaleler elle yazılıyor ve yazanların -birkaç isim dışında- yazı ile Osmanlıca ile bir ilgileri bulunmuyordu. Hiç kimsenin bir harfle dahi oynamaması, eserlerin sıhhati açısından son derece önemliydi. Üstad büyük bir himmetle ve sıra dışı bir gayretle 600 bin nüshaya varan el yazma risaleyi tashih etmiş, eserlerin hatasız yazılmasını temin etmişti. (Haze min fazlı Rabbina). 1957’den itibaren çoğumuzun bildiği şekilde vefatına kadar geçen sürede Latin harfleri ile neşrini tamamladı.

Üstad’ın vefatından önceki bir kısım tasarrufları, işaret ettiğim anlayışın doğruluğunu ortaya koyar. Bu arada Üstad’ın bütün hayatı boyunca bir çok meselede nazara verdiği ve ona binaen çözüm ürettiği usul-i İslamiyenin bir kaidesine işaret etmeliyim.  “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz.” Bu kaide Risale-i Nurlarda önemli bir yer işgal eder. Asıl konumuz olan üslup açısından bu kuralın uygulanışını görmek için Nurun İlk Kapısı ile Küçük Sözleri kıyaslamak yeterli olur.

Üstad bu kaideye sadeleştirme açısından riayet etmiş midir? Asıl önemli soru bu. Lise talebeleri derse geliyor diye Latin harflerine müsaade eden Üstad için bu sorunun cevabı hayır olamaz! Bu tartışmalar sırasında yeni bir şey daha öğrendik.

Üstad şefkat-i imaniyesi gereği Kastamonu Lahikasında ölçüyü kendi çizmiş:

”Saniyen: Burada, Lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem’a’nın ism-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem’ası hâtimesine kadar, Âyetü’l-Kübrânın, ‘Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir…’ diye başlayan Birinci Makamın başından ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp, ta On Sekizinci Mertebe olan kâinatın hudus hakikatı, ta imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı maneviyle izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibi atabilirsiniz. Fakat yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçe farklı olduğundan, yeni Türkçe için bazı kelimat-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshilat olması için bazı tabiratı değiştirirseniz iyi olur.” (Bu ibarenin sonradan çıkarıldığını ileri sürmek, meselenin aslını ortadan kaldırmıyor. Abdurrahman Iraz’dan alıntı.)

Bana göre bundan sonraki kararı zaman verecektir. Zaman bir şey hakkında karar verse itiraz edilmez. Zamanı gelmemiş ise zaten hiçbir teşebbüs başarıya ulaşamaz.  Öyleyse sadeleştirme konusunda yapılan işi, vicdan-ı umumiye havale etmek en doğru çözüm olacaktır. Vicdanlar kabul eder, efkar-ı umumiyede yaygınlaşırsa sadeleştirmenin zamanı gelmiş demektir. Yoksa reddedilir. Bu konuda kavga çıkarmak yerine, halkın sağ duyusuna güvenmek daha emin bir yoldur.

İslam tarihi, Üstadımız ve emsali pek çok alimin menkıbelerine şahit olmuştur. Zaman içinde bunların eserleri yeniden yeniye ele alınmış, bir kısmı özetlenmiş, bir kısmı yeni bir üslupla yeniden yazılmış, izah edilmiş, tefsiri yapılmıştır. Zamanın ömrü varsa bunların hepsi Risale-i Nurlar için de yapılacak, zamanı geldikçe bu işlere el atan insanlar ortaya çıkacaktır. Bu bir yaratılış kanunudur. Sünnetullahtır. Duamız bu işlere layık ellerin uzanmasıdır.

Nur cemaatleri kendi vazifelerine bakacaklar, ancak ilim alemi bu eserleri ince eleklerle eleyecek, farklı usul ve yöntemlerle farklı eserler elde edeceklerdir. Bu gelişmelere “az olsun benim olsun” mantığı ile karşı çıkmak, oyuncağı elinden alınan çocuğun ağlamasından öte bir anlam ifade etmeyecektir.

Şunun farkına varmak lazım,  Bediüzzaman bir dünya lideridir. İttihad-ı İslamın temini, uhuvvet-i imaniyenin inkişafı, fen bilimlerini esma tecellisi olarak gösteren kainat tefsirini bütün dünya dillerinde okutturma gibi, yüce hedefleri vardır. Kusura kalmayın bu haliyle Bediüzzaman’ı hiçbir cemaat, hiçbir şahıs, tek başıyla temsil edemez, istiab edemez, kucağına sığdıramaz! Hepimiz birbirimize muhtacız. Birinci farz aramızdaki uhuvvettir. Bu hiçbir gerekçeye feda edilemez!

BEN CEMAATİMİZİN SADELEŞTİRİLMİŞ METİNLER OKUMASINI İSTEMİYORUM

Sadeleştirme için benim ne düşündüğümün bir önemi yok. Bu konuda Nur talebeleri arasında ortak bir kanaat vardır. Ben şahsen Üstad’ın üslubu dışında hiçbir dini metni okuyamam. Zaten hiç kimse eserlerin aslını bırakın bunları okuyun diye bir telkinde bulunmuyor.

Bu durumda sadeleştirmeye karşı olmakla birlikte bu konuda ısrarlı olanlara karşı alınacak tavır ne olmalıdır sorusu önem kazanmaktadır.

Allah için şahitlik yapacak isek Risale-i Nur’un “hayat dairesi” ile ilgili görevlerini başarılı bir şekilde yerine getirdikleri açıkça görülen bir cemaatin, ihtiyac-ı dahiliden geldiğine inanılan sadeleştirme tasarrufu hakkında, insaflı olunmalıdır. Yukarıda kendi dershanelerimizde yaşanan garipliklere işaret etmiştim. Bunları dershane ortamında izale etmek kolaydır. Ancak okul, yurt, dershane, üniversite gibi umumi ortamlarda hizmete soyunan bir cemaatin, bizim yöntemimizle Risalelerin anlaşılmasını sağlama imkanı yoktur. Hem çok sayıda yerlerde bu eserleri okuyup izah edecek yetişmiş insan bulunmaz, hem de açıklama ve izah ihtiyacı “kürsüden serbest atış yöntemi (!)” ile karşılanamaz. Bu yerlerde en iyi yöntem kayıt altına alınan, yanlışı doğrusu rahat bir şekilde kontrol edilebilen ciddi bir emekle yapılmış sadeleştirmedir. Bunun zararı daha az olur.

Daha önce bu konuda iki defa geri adım atıldığını biliyoruz, bu defa katî bir ihtiyaç olmasa gereksiz yere tartışma çıkarılmaz, yeni bir teşebbüste bulunulmazdı. Demek oluyor ki bu adım kararlı bir adımdır. Her halükarda her cemaat kendi bildiği tarzda hizmetine devam edecek, ama kardeşlik ve duaya zarar verilmeyecektir. İttihad-ı İslamı ve uhuvvet-i İslamiyeyi korumak farz, risaleleri aslından okumak sünnet hükmündedir.

Bu olayı bir an unutup şu örneği düşünelim: Söz gelimi yeni bir cemaat çıksa, “kardeşim biz Risale-i Nur okuyacağız. Ama bunları kendi anlayacağımız şekilde sadeleştireceğiz, kendi anladığımız şekilde hizmet edeceğiz” deseler.  Biz bunlara “hayır Risale-i Nurlara dokundurtmayız. Sizi mahkemelerde perişan ederiz. Sizi her yerde gıybet ederiz” diye savaş mı ilan edeceğiz?

Elbette o cemaatin menfaatini dikkate alan şefkat-i imaniye sahipleri, bunlara diyecek ki “Kardeşim tamam öyle yapın! Lakin bunları sadeleştirmek için biz size yardım edelim. Elden geldiğince doğru olarak yapılsın!”

Gençleriniz bilmez, bir zaman şimdi iki kuvvetli cereyan aleyhinde iki broşür yayınlatıldı. Aradan kırk yıl geçti, açılan yarayı hala tamir edemedik. Manevi vücudumuzda yeni yaralar açmak, gelecek asrın öncüleri olarak bakılan genç kardeşlerdeki akl-ı selim ile kabil-i telif olmadığı inancındayım.

(Dipnot: Aziz okuyucum. Bir iki defa Üstada ait, yayınlansın yayınlanmasın bütün mektupların bir merkezde toplanması, bir süre sonra yeni iddiaların kabul edilmemesi gerektiğine ve eserlerin Osmanlıca nüshalar arasında edisyon kritik yöntemi ile neşrinin yapılması mecburiyetine işaret etmiştim. Ama yayıncıların hiç biri bu konuda ses çıkarmadılar. Şimdi herkes cebinden kurşun çıkarır gibi mektup çıkarıyor. Bu durumun sürdürülmesi imkansız. Bana kalırsa öncelikle bu gereğinden fazla büyütülen gündemi bırakıp bu iki konuyu tartışmalıyız.)

Ramazan Balcı / Risale Haber

Görmez: Said Nursi’nin hutbesinde müjde ve ümit var

Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı (AKAV), tarafından düzenlenen “Hutbe-i Şamiye Ekseninde, İslam Birliği ve Küresel Barış” konferansına katılan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Said Nursi’nin Hutbe-i Şamiye hutbesinin bugünün genç alimlerine çok büyük bir örnek olduğunu söyledi.

Mevlid kandilinde mahkumlarla birlikteydim. Onlara anlattığım Hadis-i Şerif’i tekrar hatırlatmak istiyorum. “Kardeşlerimle buluşmayı çok özlüyorum” diyor Efendimiz (asm). Sahabeler sordular, “Ya Resulallah, biz senin kardeşlerin değil miyiz.” Efendimiz, “siz benim ashabımsınız, benim asıl kardeşlerim beni görmeden iman edenlerdir” buyuruyor. İşte bunu bir duaya dönüştürmek istiyorum. Yüce Rabbimiz hepimizi Efendimize kardeş olma liyakatını kesbetmeyi nasip etsin.

Bu yılki Kutlu doğumda kardeşlik konusunun işleneceğini hatırlatan Görmez, Hutbe-i Şamiye ve İslam Birliği konferansında da bu manaya yoğunlaşılacağını söyledi.

Görmez, sözlerini şöyle sürdürdü:

Hazreti Üstadın ‘baki hakikatleri fani şahsiyetler üzerine bina etmeyin’ ilkesine uygun olarak, bir akademsiyen olarak bu toplantıya katılmaktan büyük bir mutluluk duydum. Hutbe-i Şamiye’nin dua hazinemize kattığı çok büyük bir dua var. O dua ile konuşmayı sürdürmek istiyorum. Bizim dua hazinemizde olmayan dualar. Yaşasın sıdk, doğruluk. Ölsün, gebersin yeis, ümitsizlik. Muhabbet daim olsun. Şura hep güçlü ve kuvetli olsun. Levm ve itab, nefret heva ve hesvelere tabi olanlara olsun. Selam da hidayete tabi olanlara olsun.

“Gerçekten bu topraklardan yetişmiş 35 yaşında genç bir alimin 100 sene önce Şam camiine giderek 100 alimin huzurunda, 10 bin insan huzurunda bir hutbe irad etmesi başlı başına büyük bir hadise. Bugünün genç alimlerine çok büyük bir örnek. Asıl büyüklük 35 yaşında genç bir alimin irad ettiği hutbe değil. Asıl büyüklük aradan 100 sene geçtikten sonra her satırının, her bir kelimenin ehemmiyetinden hiç bir şey kaybetmiş olmamasıdır.”

“Hutbe-i Şamiye metniyle ilk tanışmam Arapçayı öğrenip öğrenmediğini tesbit etmek, tercüme etmem istendiği için başladı. Vüsatimin fevkinde bir metin olduğu için nasıl uğraştığımı hatırlıyorum. Bana bunu veren hocam Arapça ile ilgili değil de burada geçen kelimelerle tanışmamı istediğini biraz geç de olsa öğrendim.”

“Bizim medeniyetimiz söz medeniyetidir. Sözü yeniden yüceltmek lazım. Bizim tarihlerimizde zor dönemlerde yapılmış çok önemli konuşmalar vardır. Başta Peygamberimiz Efendimizle başlayan veda hutbesi var. Selahattin Eyyubi’nin Kudüs’e girdikten sonra irad ettiği hutbe çok önemlidir. Bütün bu hutbeler serisi içinde Hutbe-i Şamiye de çok önemlidir.”

“Kütüphanelerimize girdiğiniz zaman, 100 yıllık kütüphanelerimiz içerisinde genelde bir kompleks vardır. Onlar bizi şöyle sömürdüler şunu yaptılar, bunu yaptılar şikayetleri vardı. Bizde aramaktansa hariçten aramak çok büyük kolaycılık. Hutbe-i Şamiye’de yüksek bir özgüven, ümit vardır. Hazreti Üstad umutla, müjdeyle yüksek bir özgüvenle başlıyor. Çareyi içerden anlatıyor.”

İbrahim Mert / Risale Haber

Üstadın talebelerinden sadeleştirme tepkisi

Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi çalışmaları Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri tarafından tepkiyle karşılandı.

Bediüzzaman’ın hayatta olan 8 talebesinin yaptığı açıklamada eserlerin bu şekilde yayınlanması “tahrifat” olarak nitelendi.

Açıklama, Risale-i Nur Külliyatından “Lem’alar” adlı eserin … Yayınları tarafından “sadeleştirilerek” yayınlanması üzerine kaleme alındı.

Bediüzzaman Said Nursî’nin talebelerinden Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Said Özdemir, Salih Özcan, Hüsnü Bayram, Abdülkadir Badıllı ve Mehmet Fırıncı tarafından imzalanan bildiride, bu durum, eserin “üslûbuna müdahale” olarak nitelendirilirdi.

Bediüzzaman’ın hayatta olan talebeleri tarafından yayınlanan bildiri aynen şöyle:

Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi adı altında girişilen tahrifat teşebbüslerinin son olarak “sadeleştirilmiş Lem’alar” şeklinde almış olduğu merhaleler üzerine, Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin talebeleri olarak aşağıdaki hususları umumî efkâra duyurmayı vazife biliyoruz:

1.Aziz Üstadımız hayatta iken de Risale-i Nur’un dili üzerinde bazı tasarruflar yapılması istikametinde teklif ve teşebbüsler olmuş; fakat Üstadımız Risalelerin lisanıyla oynamaya ve onu değiştirmeye hiçbir surette izin vermemiş, bu tür teklif ve teşebbüsleri kat’î bir surette reddetmiştir. Bu husus bütün Nur talebeleri tarafından gayet iyi bilinen bir hakikattir. Daha evvelki açıklamalarımızda bu hususla alâkalı olarak kâfi miktarda misal zikrettiğimizden, geçmiş beyanlarımızla iktifa ediyoruz. Arzu edenler, bu hususta, 1990 yılında neşrettiğimiz uzun mektuba müracaat edebilirler.

2. Bizzat Üstad Hazretlerinin dersinde ve hizmetinde bulunan, onun tarafından neşriyat hizmetleriyle vazifelendirilen ve kendisinin dâr-ı bekaya irtihalinden sonra da Nur’un her türlü hizmetinin mes’uliyetini bizzat Üstadın vasiyetiyle üstlenmiş bulunan talebeleri olarak bizler de, aramızda hiçbir ihtilâf olmaksızın, tam bir ittifak ve icmâ’ ile, Üstadımızın bu husustaki hassasiyetine her ne pahasına olursa olsun riayet edilmesi gerektiğine inanıyor ve bu husustaki azmimizi ifade ediyoruz.

3.Herhangi bir edip veya sanatkârın sıradan bir eseri üzerinde dahi sahibinin rızası hilâfına tasarrufta bulunmak en büyük bir saygısızlık telâkki edilirken, insanlık âlemine Risale-i Nur Külliyatı gibi, ihtivâ ettiği hakikatler kadar fevkalâde üslûbuyla da mümtaz bir eseri armağan etmiş bulunan Bediüzzaman Hazretleri gibi bir müfessir, müceddid ve mütefekkirin eserleri üzerinde kalem oynatmak ne mânâya gelir, kıyas edilsin!

4.Şimdiye kadar sadeleştirme adı altında yapılan teşebbüslerin nasıl netice verdiği meydandadır. Bunun en son nümunesinde ise, sadece kelimeleri değiştirilmekle kalmamış, bir de Üstadın cümlelerine, ifade ve üslûbuna da müdahale edilmiş ve bunun neticesinde, ortaya, ruhu çekilmiş bir ceset mesabesinde, donuk, cansız, zevksiz bir metin çıkmıştır. Mehmed Akif gibi büyük bir edip ve şaire “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler onun ancak talebesi olabilir” dedirten Bediüzzaman gibi bir zâtın metinleri üzerinde böyle fütursuzca kalem oynatan kimselerin bu densizliklerini hayret ve ibretle seyrediyor ve bu cür’eti nereden ve kimlerden aldıklarını merak ediyoruz.

5.Bu çeşit teşebbüslere bahane teşkil eden “Risale-i Nur’ların anlaşılmadığı” iddiasını kabul etmek de mümkün değildir. Eğer bu iddia doğru olsaydı, Risale-i Nur’lar, telifinden bu yana bir asra yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, hâlâ bu kadar çok satılmaya ve milyonlarca insan tarafından tekrar tekrar okunmaya devam etmezdi. Halbuki bugün kimi yetkili, kimi de yetkisiz olarak en az bir düzine yayınevi Risale-i Nur’ları neşretmeye devam etmektedir. Dünyada başka hiçbir eserin mazhar olmadığı böyle bir rağbete Risale-i Nur’u eriştiren şey, onun anlaşılmaz oluşu mudur?

6.Risale-i Nur’un diline en uzak zannedilen gençlik arasında ise, bu eserlere karşı iştiyak her geçen gün artmakta, yurdun dört bir tarafında orta öğrenim ve üniversite gençlerinden niceleri kendilerini Nurların kucağına atmaktadırlar. Onlar bir yandan Risale-i Nur’u daha iyi anlamak için onun harikulâde lisanına vâkıf olmaya çalışırken, bir yandan da Risaleleri tercümelerinden tanıyan başka milletlere mensup insanlardan birçoğu, bu eserleri orijinal diliyle okumak için Türkçe öğrenmektedir.

7.Bugün konuşulan dil ile Risale-i Nur’un dili arasında bir mesafe olduğu muhakkaktır. Ancak buna sebep Risale-i Nur’un dilinin ağırlığı olmadığı gibi, bunun çaresi de Risale-i Nur’u bugün konuşulan dilin seviyesine indirmek değildir. Çünkü Risale-i Nur, bir asra yakın zamandan beri vicdan-ı umumînin bozulmasına yol açacak derecede tahribata uğrayan şeâir-i İslâmiyeyi tamir etmek ve yeni yetişen nesillere unutturulan hakaik-ı İlâhiyeyi ve mukaddes kelimeleri tekrar bu milletin hafızasına yerleştirmekle vazifelidir ve bu vazifesini de kendisine has lisanı ile yerine getirmekte, ilim ve irfan hayatımızdan dışlanmış bulunan mefhumları tekrar milletimize kazandırmaya çalışmaktadır. Hangi suretle ve niyetle olursa olsun onun lisanıyla oynamanın, Risale-i Nur’u bu kudsî vazifesinden alıkoymaya teşebbüs mânâsına geleceğini, her vicdan sahibi takdir edecektir.

8.Bugün geldikleri yeri ve milletimizin gözünde eriştikleri mevkii Risale-i Nur’a borçlu olanlar, Hazret-i Bediüzzaman’ın hatırasına hürmet göstermek hususunda herkesten fazla hassasiyet sahibi olması icap eden kimselerdir. Muazzez Üstadımızın “Ben bile kalem karıştıramıyorum” dediği metinlere müdahale etmek veya ettirmek, kadirşinas insanların velînimetlerine karşı şükran borcunu ödemek için ihtiyar edecekleri bir yol olmasa gerektir. Böyle teşebbüslere tevessül eden, müsamaha gösteren, destek olan veya meyil duyan kimselerin, iç âlemlerinde derin bir muhasebeye girişerek Üstadımızın şu beyanları karşısında kendi nefislerini yoklamaları, herkesten evvel kendi menfaatlerine olacaktır:

Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder, tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.

9.Muazzez Üstadımızın hizmetinde bulunan talebeleri olarak şu hususun kat’iyetle bilinmesini istiyoruz ki, Risale-i Nur yağmalanacak sahipsiz bir mal değildir; bu eserleri hedef alan her türlü tahrifat teşebbüslerine karşı, biz, Üstadımız tarafımızdan omuzumuza yüklenmiş bulunan vazifeyi, kimsenin hatırına bakmadan ve zerre kadar tereddüt göstermeden yerine getireceğiz. Hangi niyetle olursa olsun böyle teşebbüslere tevessül edenler, bu hareketlerinin Risale-i Nur’a, Müellifine ve talebelerine karşı alenen ve fütursuzca meydan okumak mânâsına geldiğini idrak etmeli, böyle bir meydan okuyuşun nasıl bir âkıbeti dâvet edeceğini düşünmeli ve eğer insaf ve idrak sahibi iseler, derhal yanlışlarından dönerek tövbe etmelidirler.

Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hizmetinde bulunan talebeleri

Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Said Özdemir, Salih Özcan, Hüsnü Bayram, Abdülkadir Badıllı, Mehmet Fırıncı.

Abdurrahman Iraz / Risale Haber