Etiket arşivi: rıza

Allah’ım! Bu bela neden bana geldi?

Başımıza herhangi bir musibet geldiğinde, Allah c.c. dostları ve bazı mütevekkil bahtiyarlar hariç, genelde hepimiz “Eyy Allah’ım! NEDEN BEN?…” ..diye yakınırız. Adeta Yüce yaratıcıyı “Bu musibet, niçin bana geldi? Niçin beni seçtin?” dercesine sorgularız, değil mi?

1999 Yalova depreminden sonra, nasipsiz bazı gazeteler, “..Adalet mi bu?” (HÂŞÂ) gibi ve bu minvalde manşetler bile attılar.

Bir de îman ile müşerref olan bahtiyarlara bakalım…

İlk örnek dünyaca ünlü bir şampiyon olan, Arthur Ashe’den:

“Efsane Wimbledon’un ilk zenci şampiyonu Arthur Ashe, kan naklinden kaptığı AIDS’den ölüm döşeğindeydi. Dünyanın her köşesindeki hayranlarından, kendisine mektuplar yağmaktaydı. Bunlardan bir tanesinde, şöyle bir soru soruluyordu:

-Tanrı (!) böylesine kötü bir hastalık için, neden seni seçti? Arthur Ashe ise şöyle çok ilginç bir cevap verdi:

-Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar. 5 Milyonu tenis oynamayı öğrenir. 500 Bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50’si Wimbledon’a kadar gelir, 4’ü yarı finale, 2’si finale kalır. İşte o 50 000 000 kişiden ve neticede de o iki kişiden birisi benim.

Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Yüce yaratıcıya, ‘Neden ben?’ diye hiç sormadım da, şimdi sancı çekerken, Yüce yaratıcıya, ‘Niçin ben’ nasıl derim? Buna hiç hakkım yok…

***

Bu ilginç anekdottan sonra, Hz. Eyyüp A.S.’ın musibetler sonrası verdiği, o harika cevaplarını hatırlamamak mümkün mü?

Çoğunuzun da bildiği gibi, Murâd-ı İlâhî olarak Eyyûb A.S.’a, 60 yaşından sonra (imtihan gereği) peş peşe 5 ayrı musîbet gelir…

1.) Bâbil kavmi askerlerinin, tarlalarında çalışan mâsum Eyyûb kavmini katletmeleri…

2.) Yıldırımlar düşerek, verimli arâzileri ve o arâzilerdeki kavmini yakması…

3.) Eşkiyâların, tarlalarındaki ve dağlardaki kavmini öldürüp sürülerini alıp gitmeleri…

4.) Bu olayların şoku ve etkileriyle kavminin çoğunun, Eyyüb A.S.’a isyânı…

5.) Zelzelede çöken okulun enkâzı altında, beş oğlunun da vefât etmeleri… gibi.

Ben sadece bunlardan birini arz edeceğim:

Bu sonuncu (yani 5 inci) olayı da yerinde incelemek için enkâza giden Hz. Eyyûb a.s., enkâzı elleriyle kazarak oğullarının cansız bedenlerini buldukça, kısa bir süre kendinden geçer…

Her oğlunun cesedinin gözüken kısmını tutup sevdikçe, ağıt yakmaya başlar:

“-Evlâtlarım… Hangi birinizi sevip okşasam?…”

“-Hanginizin üstünlüklerinizi yâd etsem?”

“-Sen büyük oğlum, bu güçlü kollarınla, ben fakirlere erzak taşırken, çuvalları sırtına alıp bana yardım edişlerini mi yâd etsem?…”

“-Yoksa, sen küçük oğlum, yorgun argın eve geldiğimde, bu güzel başını göğsüme dayayıp beni dinlendirişini mi?…”

“-Yoksa sen ortanca oğlum!…” ………..

…Derken, birden irkilir! Kendi ağzına bir avuç toprak atarak, önce kendine bir cezâ verir.

Sonra da secdeye kapanarak, tevbe-i istiğfâr etmeye başlar:

“- Eyy Yüce Rabb’im, benim kusurumu affet! Mel’ûn şeytan, çocuklarımın vefâtını bana, mühim bir hâdise gibi gösterdi…

Senin bana emânet olarak verdiğin bu evlâtlarımı, Senin istediğin zaman alma hakkını unutup, hâdisenin gafletine daldım ve onları bir ân tamamen benim sandım!…

Oysa, bütün Kâinâtın sahibi Sen olduğun gibi, onların da sahibi Sendin!…

Lânetlenmiş şeytanın vesvesesiyle düştüğüm bu gaflet ve hatâdan (zelle’den) dolayı Sana tövbeler ediyorum, beni affet ey Yüce Rabb’im!…”

İşte, Yüce Rabbini ve Kâinâtın sahibi olan Allah’ı (c.c.), görüyormuş gibi inanan, bilen ve tanıyan bir peygamberin teslimiyeti…

Ve bizlere göre, “dayanılmaz” olaylar karşısındaki huzûru ve O’nun (c.c.) bizzat “Huzurunda“ymış gibi duruşu…

***

Ayrıca; yukarıda bir kısmı zikredilen felâketlerden sonra, sağ kalan kavmi Eyyüp A.S.’a, ısrarla şöyle sitem ederler:

“.. Ey yüce peygamber, varımızı yoğumuzu kaybettik, artık Allaha (c.c.) bir niyâzda bulun da, bu mallarımız geri gelsin…”

..gibi isteklerinin karşısında, Eyyûb A.S.’ın o hârika ve ibret dolu cevâbı şöyledir:

“- Varımızı yoğumuzu kaybetmedik… Çünkü, HEPSİ ONUNDU!…

Bizleri imtihan etmek için, geçici olarak verdiği emânetlerdi onlar! Sadece onları aldı!…”

“- Bu emânetlerin alınmasıyla bile, hiç mi kalbin kırılmadı..?.” ..diye tekrar soran kavmine:

“- Ben kalbimi Allaha c.c., Dünyaya ait emânetlerin ipiyle bağlamadım ki, onların kopmasıyla benim kalbim de kırılsın… Anamın bağrından çıplak doğdum, toprağın bağrına da çıplak gireceğim…”

***

Sınav gereği; bu musibetlerden başka Eyyüb A.S.’ın vücudu, öyle yaralı-bereli hâle gelmişti ki, çok ciddi ızdıraplar çekiyordu. Hanımı bir gün ona:

-Ey yüce Peygamber, yıllardan beri bu sıkıntıları çekiyorsun da, Yüce Rabbimize “bu hastalığı alması için” niçin niyazda bulunmuyorsun? Der.

Cevap ise daha ilginç:

“- Eyy benim hanımım, Allah c.c. benim vücudumu 60 yıl, benim iradem dışında sağlıklı tutmuşken, sadece şu altı yıllık hastalık için, nasıl şikâyette bulunayım?…

Bu vücut O’nun (c.c.) emaneti değil mi?…

Şunu unutmayalım ki O (c.c)., mülkünde istediği gibi tasarruf eder…”

***

Bütün bunlara mukabil Ebu Cehil’e, Firavun’a v.s. ömür boyu hiçbir musibetin, hatta tek bir diş ağrısının dahi verilmemesinin çok hikmetlerinden sadece birisi: Allah c.c., onların isyanlarına mukabil, onların kendisine el açıp niyazda bulunmalarını dahi istemiyor. Yani onlara, neticesi MUTLAK MÜKÂFAT olacak bir randevuyu vermiyor…

***

Bediüzzaman Hz. duâ-yı âzamın, sadece لَهُ الْمُلْكُ (Lehül mülk)kelimesini şöyle açıklıyor:

-“Mülk umumen onundur. Sen, hem onun mülküsün, hem memlûküsün (kulusun), hem mülkünde çalışıyorsun. Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor: Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma.

Çünkü sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp, levâzımatını yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadîr’dir, hem Rahîm’dir; kudretine istinad et (güvenerek yaslan) , rahmetini ittiham etme (suçlama) . Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul…”. ..Vesselâm…

NOT: Google çubuğuna, Mülk umumen onundur Necmi yazınız, Necmi İlgen’den tamamını dinleyiniz. Çünkü, ben sadece tadımlık olarak, yarım paragraf ekleyebildim.

 A. Raif Öztürk

İhlâs Kalbin Amelidir

İhlâs Kalbin Amelidir

İhlâs bir rûhtur ve kalbî bir ameldir. Rab ile kul arasındaki intisâbdır. Bu sırdandır ki;”Niyet bir rûhtur. O rûhun rûhu da ihlâstır.” der Bedîüzzamân Hazretleri. Niyetlerimizi de hayatlandıracak ve canlandıracak olan sır ihlâstır.

Risâle-i Nûr Külliyatında hiçbir Risâlenin girişinde “On beş günde bir okunmalıdır.” İhtârı yapılmadığı halde İhlâs Risâlesinin girişinde “Bu Lem’a lâakal her on beş günde bir defa okunmalı.” Diye çok önemli bir ihtâr ve uyarı yapılmıştır. Çünkü ihlâs bütün amelleri hem nûrlandırıyor, hem canlandırıyor, hem de hayattar yapıyor. Bir nev’î amellerdeki niyetlerin rûhunu ubûdiyetin rızâ makâmına çıkarıyor. Böylece ameller hayattar bir mânâ kazanıyor ve kul kalbî miraçlarla evc-i âlâya doğru urûc ediyor.

Üstad Bedîüzzamân On Yedinci Lem’a’da “Medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rızâ-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazîfe-i İlâhiyeye karışmamalı.” (On Yedinci Lem’a) şeklinde mükemmel bir tesbît yaparak îzâh etmiştir. Böylece kurtuluşun sadece ihlâsta olduğunu, ihlâsı kazanmanın, muhâfaza etmenin ve ma’nilerini def etmenin çarelerini İhlâs Risâlesi’nde ayrıntıları ile açıkladığını görüyoruz.

Bir fiilin bidâyetinde müyûlat-ı kalbîye, tesirât-ı hâriciye ve niyet vardır. Ancak o müyûlat-ı kalbiye ve niyetin amel boyutunda Allah’ın rızâsına kavuşmasının şartı ihlâs iledir. Çünkü ihlâs şartsız Allah’ın râzı oluşuna bakar. Ya’nî ön şartsız olarak niyet edilen fiilin Allah’ın rızâsı aranarak yapılması ihlâs iledir. Yoksa o fiilin rûhu söner ve o niyette Allah rızâsı kaçar, ancak nefsî ve dünyevî bir niyet ve fiil olmuş olur.

İhlâs karşılıksız olarak Allah’ın rızâsı için yapılan davranıştır. Sadece Allah’ın râzı oluşuna yönelmek ve sadece O (cc)’ndan istemek ve rızâsı dairesinde i’tikâd ve duruş yapmaktır. Bu duruş ve tavırdan sonra neticeyi düşünmemek hatta ve hatta amelini Allah’ın vazifesine binâ’ etmeden yapmaktır.

Peygamber hayatlarında ve kıssalarında hep bu duruş ve niyetin ihlâs izdüşümlerini görürüz.

Hz. İbrahim(as) ateşe atılırken Allah(cc) Cebrail(as)’i gönderip “Kulum İbrahim’e söyle benden bir isteği var mı?” Dediğinde Hz. İbrahim(as)’in duruşu ve sözü yine ihlâs sırrının zirvesini taşımaktadır.”حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ” “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.) sırrı ile Allah’ın rızâsına göre duruş yapmak ve sadece O(cc)’ndan istemek ve sebeplerin de Allah’ın emri altında olduğunu bilmek ve öyle bir teslimiyet ve ihlâs ile kulluğun zirvesine çıkmak. Böylece eşyanın esmâ ile olan ilişkisini ve âlemlerin Rabbine olan imân ve teslimiyetin sırrını aralamak ve anlamak.

Yine Hz.İsmail(as)’ın bıçak karşısında duruşu ve teslimiyetinde de aynı sırla karşılaşırız. Ön şartsız bir teslimiyet, imân ve ihlâs sırrı ile zahirde kesen bıçak kesmez olur. O imân ve ihlâs karşısında Yüce Allah kulu İsmail’i korumuş ve kesen bıçağa bu imân ve ihlâslı duruşun karşısında kesmemesini emretmiştir. Böylece eşyanın emir ile şekil aldığı ve Allah’ın kudretine boyun eğdiği hakîkati zahir olarak ortaya çıkmış oluyordu.

Demek ki ihlâs öyle bir iksir ve rûh ki ateşin yakmamasına ve bıçağın kesmemesine giden yolun mukaddimesi olabiliyor. Çünkü bütün sır âlemlerin Rabbini râzı edici duruşlar yapabilmekte ve öyle davranabilmekte. Ön şartsız bir imân ve teslimiyet sırrı sanırım ihlâs hakîkatinde yatıyor. Ya’nî, Allah’ı râzı edici duruşlar ve fiiller yapabilmek.

İnsanın aklı, kalbi, vicdanı ve rûhu mutmain olmak için kalbin ameli olan ihlâs sırrına muhtaçtır. Çünkü yapılan ameller Allah rızâsı için sırr-ı ihlâs ile mayalanıyor ve netice veriyor. Böylece aklın marifetullah mertebeleri, kalbin muhabbetullah neticeleri ve rûhun hayattan mânevî gıdaları ihlâs sırrı ile iksirleniyor ve latîfe-i rabbaniyemiz tam gıdalarını almış oluyor.

İhlâs hakîkatini izâh ederken Üstad Bedîüzzamân Hazretlerinin çok değişik terkipler ve kavramlar kullandığını görüyoruz. Tespit edebildiklerimiz şunlardır.” Samimî bir ihlâs …(Yirminci Lem’a)”,” hakikî sırr-ı ihlâs…(Yirmibirinci Lem’a)”, ” hakîkat-i ihlâs…(Emirdağ Lâhikası)”,” ihlâs-ı tâmme (Barla Lahikası)”,” ihlâs-ı hakîkî …(Emirdağ Lâhikası )”,” tam bir ihlâs (Emirdağ Lâhikası )”,” bir parça ihlâs..( Yirmibirinci Lem’a)”,” büyük bir ihlâs ile…(İşârâtü’l-İ’câz )”,” sırr-ı ihlâs…(Emirdağ Lâhikası )” ve “samimî bir ihlâs…( Yirminci Lem’a)”

Evet, yukarıdaki değişik ihlâs terkipleri ve kavramları sanırım incelenmeyi ve derinlemesine tefekkür edilmeyi bekliyor olmalıdır. Çünkü Bedîüzzamân Hazretleri isrâf-ı kelâm etmez diye düşünüyorum. Muhakkak bu ihlâs izâhlarında kullanılan terkipler ve kavramlarında ayrı ayrı nüanslar olmalı ve bunları muhatapları incelemelidir.

Abdulbaki

www.NurNet.Org