Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Sevgi Şehri Boğazlıyan’a Selamlar

Yozgat ilimizin şirin ilçelerinden Boğazlıyan’a 2002’de memuriyet icabı tayinim çıkmıştı. Bu atamamdan dolayı üzülmüştüm. Bir sevkli ilahidir deyip, gittim göreve başladım. İki sene sonra, yani 2004’te tekrar Diyarbakır’a geri döndüm. Bugün yarın derken arada on sene geçtikten sonra, can dostlarımı ziyaret etmek ve bir sıla-i rahim yapmak üzere Boğazlıyan’a gittim.

Şehir merkezinde bulunan dört katlı okuma salonlarıyla, etüt odalarıyla, dayalı döşeli hizmete açık olan vakıf binası 28.11.2013 günü tüm haşmetiyle adeta bana hoşamedi ederek, sıcak bir karşılamayla beni kucakladığını hissettim. Daha sonra vakfın müdebbirlerinden Nedim Uysal kardeşimiz ve nesl-i atinin temsilcileri olan,  iman ve Kur’an hizmetine koşan talebe-i ulum kardeşlerimizle karşılaşınca,  Cenab-i Allah’ın bu lütfüne, ihsan ve ikramına karşı “haza min fedli rabbi” dedim, Bu vakıf binası var oldukça ve içinde İman, İslam ve Kur’an dersleri devam ettikçe inşallah Boğazlıyan halkı için bir sadaka-i cariye hükmünde olup,  belaların define vesile olacağı Allah’tan umut ediyorum.

Boğazlıyan’ın adı teberi tarihinde “ barış içinde yaşanan yer” anlamındadır. Kökü Türkçe bir kelimedir. Yani boğazına sarılan, kucaklayan ve birbirine kavuşan anlamıma gelir. İşte on sene sonra da olsa aziz dostlarımızla bizi bir araya getiren Boğazlıyan…

İsminden de anlaşıldığı üzere halkı hoş görü ve cana yakın insanlardır. Boğazlıyan nur cemaatinin ulu çınarı ve esnafından olan Necati Avcı ağabey, Zekeriya ve Fatih Bağcı kardeşlerimiz ile Sadettin Sağırkaya hocamızın sıcak davet ve ikramları makul ve unutulmaz anılardır.

Ayrıca, okuma programı için Kayseri’den Boğazlıyan vakıf binasına gelen hafız Abdulhay Durlanık, Murat Aras, Zeynel Koç ve küçük Saidler manasında imana- Kur’an’a hayatlarını vakfeden ve bu inanç altında hayatlarını yürüten sevgili genç kardeşlerimizin namaz arkasında yaptıkları tesbihatlerde, okudukları esma-i Hüsna ve Kur’an kıraati, akabinde  Kur’anın hakiki tefsiri olan Risale-i Nur’dan  dönerli okudukları imanı bahislerle cemaattin medar-i iftiharı olmuştur.

29.11.2011 günü esnaf ve resmi daire ziyaretleri yapıldı, bu arada vefat eden yakınların taziyelerine gidildi, akşam vakıfta yapılan umumi sohbete katılarak fedakâr öğretmen kardeşlerimizden Uğur, Hurşit, Gürbüz hoca, memur kardeşlerimizden ve oranın mukimlerinden Ömer Ayna hocamız ve daha isimlerini sayamadığım birçok yerli halkın katılımıyla oluşan kalabalığa Risale-i nurdan iman ve içtimai konularda sohbetler yapıldı, feyiz dolu sohbet ve konuşmalarla can dostların ilgi ve alakaları bir kez daha teyit edildi.

Keza, 30.11.2013 günü Süleyman Yakut kardeşimizin ikametimize verdiği iki vasıta ile Evliya Ahmet ağabeyin diyarı olan Sarıkaya ilçesine gittik. Kayseri’den okuma programı için gelen öğrencilerle sohbetler yapıldı. Sohbetten sonra, Evliya Ahmet ağabeyle koyu bir sohbete daldık. Dershanelerin kapatılması ve Risale-i nur’un sadeleştirilmesi ile alakalı bana bazı sorular sordu:

Seyahatimle ilgili bu yazıyı yazmamın biri de Evliya ağabeyin soruları neden olmuştur.

Evliya ağabey,  Hoca efendi diyor ki: “ Dershaneler doğru çalıştırılıyorsa hükümet destek verilmelidir. Yanlış çalıştırılıyorsa, o zaman yanlışı düzeltmelidir.”

Ne diyorsun? Evliya ağabeyin görüşünü bilmediğim için ona fikrimi beyan etmekten zorlandım. Evliya abi, bu konular siyasidir, karışmayalım. dedim.

Yani diyorsun ki: Hükümetin hikmetine karışmayalım.

Evet, dedim.

Evliya, ama hoca efendi doğru söylüyor değil mi?

Evet, abi.

Bir ara su-i zan ederek, Mehdi-i azamın görevlerinden olan siyasi kanadını bir eşhasa tevci edenler var. Acaba Evliya abi de “Cibili baba”lar gibi düşünenlerden mi, değil mi? Diye tereddüt ettim.

Gene, Evliya ağabey soruyor: Peki kardeşim sadeleştirmeye ne diyorsun?

Ağabeyim, iyice beni dinle: Risale-i nur’un hiçbir talebesi sadeleştirmeyi kabul etmiyor. Büyük bir hatadır, vazgeçmelidir. Niye? Desen: Risale-i nurlar, Kur’an’ın hakikatli ve manevi bir tefsiridir. Risale-i nurda ne kadar güzellikler varsa hepsi Kur’an’dan süzülüp gelmiştir. Onun için Risale-i nur sadeleştirilemez. Sadeleştirildiği zaman kelimelerin anlam ve manaları değişir, dedim.

Evliya abi: Vallahi bende bu görüşte olduğum için seninle hem fikirim. Bu arada Evliya ağabeyin fikrini de öğrenmiş oldum. Ama, tekrar tekrar bana ayni sözleri nakarat etmeye başladı.

Evliya: O zaman birinci sorumun cevabını aldım. Yani dershanelerin kapatılması bir nevi Risale-i nur’a yapılan taarruz ve hıyanetten dolayı bir tokattır, değil mi? Evet abi, diyerek Evliya Ahmet’le çok heyecanlı sohbetimiz tatlıya bağlandı.

1.12.2013 günü Menderes ve amcası oğlu Yalçın Aygülen kardeşimizin arabasıyla Çayıralan ilçesinde tertiplenen Risale-i Nur okuma programına katıldık. Sorgun, Yerköy, Doğankent, Sarıkaya vs. çevre ilçelerden de gelenler vardı, okuma programı akabinde meşveret yapıldı, hem özlem duyduğum ağabey ve kardeşlerle bir arada bulunduk, hem de feyiz almaya medar oldu. Boğazlıyan’a dönerken Uzunlu beldesi eski Belediye başkanı Abdullah Koç bizi ağırladı, onunla müsamaha ettikten sonra akşama doğru Boğazlıyan’a döndük.

Seyahatimin bir kısmını da Mersin’e ayırdım. Mersin’de de iki gün dost ve kardeşlerle, Boğazlıyan gibi merkez vakıf binasında bir araya gelerek manevi kardeşliğin ayrı bir sırrını ortaya koyup muhabbete vesile olmuştur.

Bu vesileyle tüm can dostlarıma selam ve binler teşekkür ve tebrikler…

Rüstem Garzanlı/Diyarbekir

11.12.2013

www.NurNet.org

Hakiki Saadet Marifettullah’tadır!

Bediüzzaman  Mektubat, yirminci mektubunda şöyle diyor:“Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullah’tadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. “

Evet, Allah’ı tanımayan asla saadete, sevince ve lezzete ulaşamaz. O zaman gerçek saadet ve sevinç ve lezzet bil mecburiye Allah’ı tanımakla mümkündür. Yoksa ruh, akıl ve kalp daima tedirgin, sıkıntı ve korku içinde kalır.

Bütün korku ve sıkıntılardan azat olabilmek için; o zaman kâinatı halk edeni bilmek ve ona teslim olmakla olur. Güneş, ay ve sair gezegenler her biri bir nizam ve intizam dâhilinde hareket ediyor, bu hareketle hiç biri diğerini rahatsız etmeden, gürültü patırtı çıkartmadan, güzergâhını şaşırmadan hem de suratla gidiyorlar. Şayet bu gezegenler başıboş ve serbest dolaşsaydılar kâinat nizam ve intizamsızlıktan dolayı hercümerç olacaktı. Oysa kâinatın yaratılışından bu yana, hiç bir gezegen yolunu şaşırmadan aldığı emir üzerine istikametle yoluna devam etmektedirler.

Keza, dünyada aciz ve zayıf yavrulara bakın! Cenab-ı Allah tarafından annelere verilen şefkatten dolayı anneler hassasiyetle bebeğini besler, seve seve ve zevkle onların üzerine kol kanat gerer. Canavar suretinde olan bir dişi hayvan bile yakaladığı avı yemeden yavrusuna yedirmesi tamamen ilahi bir şefkat ve rahmetin neticesidir. Tavuk gibi korkak bir hayvan dahi yavrusunu köpekten korumak için, kafasını bedel olarak verdiğini bilinmektedir.

Bir televizyon programında: Bir aslan; bir maymunu yakalayıp parçalarken, maymunun ayakları arasında yavrusunu görür. Aslan, parçaladığı maymunu yemez. Yaptığından da büyük bir pişmanlık duyduğunu lisan-i haliyle gösterir. Amma ne yazık anne maymunun geri dönüşü olamayacağını da anlar. Aslan, yavru maymunu alıp büyüyünceye kadar şefkatle besler. Cenab-ı Allah bu canavar hayvanı bu yavruya musahhar bir anne yapar. İşte her varlığın rızkını mükemmel bir şekilde ve vakti vaktine temin eden Allah, gerekirse bir aslanı bir maymunun yavrusuna emirber eder.

Konu aslan gibi bir canavardan açılınca; canavar suretinde olan kediyi de hatıra getirdi, şöyle ki: Köyde bir kedimiz vardı, yılda iki kez her seferinde bazen iki, bazen dört yavru doğururdu. Büyük bir şefkatle yavrularını besler ve büyütürdü. Bir gün yakaladığı bir fareyi, yavruların önüne bırakırken ben de seyretmeye başladım. Anne kedi, yavrularına fare yakalama tatbikatı göstermeye başladı. Adeta bir askeri savaş manevra ve taarruz harekâtı gibi, avın yakalama ve savunma rolü nasıl yapılır, yavrularına gösteriyordu. Acıktığı zaman annemin yanına gider, başını kaldırarak lisan-i haliyle bir şey istediğini anneme hissettirirdi. Dışarı çıkmak istediğinde gene kapının önüne gider beklerdi. Hal ve hareketleri adeta bir yerde ders ve talim almış gibiydi.

Bediüzzaman, “ On altıncı mektupta kedi bahsinde şöyle diyor: “Evet, hazin mırmırlarını dinlesen, “Ya rahim, ya rahim” çektiklerini anlarsın.” Canavar suretinde görünen bu hayvan dahi Allah’ı tanıyıp lisan-i haliyle O’nu zikir ediyorsa. Bir canavar aslan; Bir maymunun yavrusuna şefkat gösteriyorsa; kâinatın en kıymettar varlığı olan insan, Allah’ı tanımaz ve ona ibadet etmezse her halde bu nankörlüğü ile canavar bir hayvandan daha geri ve daha zalim olsa gerek.

Kur’an’ı kerimde şöyle bir emir var:“Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, Halîm’dir, çok bağışlayandır.”(İsrâ, 17/44)

Mahlûkatın fitri ve hali yaptıkları dua ve tesbihler, tamamen Allah’a işaret ve delalet ediyor. Nasılki bir ayna üstünde yansıyan güneş ışınları, güneşin varlığına delalet ediyorsa, aynı şekilde bütün varlıkların fıtri ve hali tesbih ve duaları Allah’ın varlığına ve birliğine şehadet ediyorlar. Dolayısıyla her şeyi Allah’tan bilmek, en büyük nimet ve lezzettir.

Aklın havasına müptela olan ahmaklar her şeyi tabiata ve tesadüfe havale ederek, kalp, ruh ve akılları sürekli endişe ve korku içinde kalıyor. İşte bu korku ve endişe o tabiat perestlere hayatı zehir ediyor. Yokluk endişesi onları perişan ediyor. Adeta bu dünya onlara bir zindan ve azap oluyor. Ölüm gibi bir hadise önünde perişan kalıyorlar.

Ölümün önünde durabilmek ancak marifet ve muhabbet ile hallolur. Allah’ı tanıyan ve ibadet ile onu sevdiğini gösteren bir mümin için, ölüm ebedi bir âlemin kapısı, sonsuz bir saadetin başlangıcıdır. İşte ölümün hakikati ancak marifet ve muhabbet ile çözümlenebiliyor. Küfür ve inkâr ise azaptır. İnsanı dehşete atıyor. Bu nedenle hakiki ve halis sürur ancak marifetullah ve muhabetullah’tadır.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

27.11.2013

www.NurNet.org

Adalet-i Mahza ve Adalet-i izafiye Nedir?

Adalet-i Mahza: Tam adalet demektir. Yani bir ferdin hakkını, bütün insanlar için de olsa, feda etmeyen adalettir. Örneğin: Bir gemide dokuz cani bir masum olsa o gemi batırılamaz. İşte bu Cenab-i Allah’ın adaletindendir. Adalet-i mahza, kimsenin hakkına tecavüz etmemeyi esas alır. Bütün insanların faydası için de olsa bir masumun hakkı çiğnenmez. Keza, “Bir insanın bir tek sıfatı masum olsa, bütün sıfatları da cani olsa, o tek sıfatın hakkı diğerleri yüzünden zayi edilemez.” Çünkü adalet-i mahzaya uygun düşmez.

Bediüzzaman şöyle buyurur: “Adalet-i mahza-i Kur’aniye; bir masumun hayatını ve kanını, hatta umum beşer için de olsa, heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.”

Kudret-i İlahiyenin yanında bir insanı yaratmakla, bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi; İlahi adaletinde de, bir insanın hukuku ile bütün insanların hukuku arasında fark yoktur.

Adalet-i İzafiye: Toplumun selameti için ferdin hakkı feda edilebilen görüştür. Yani azın çoğa feda etme adalet anlayışıdır. Bu görüşe göre de dokuz caninin cezalandırılması için bir masum feda edilebilir. Buda adalet-i mahzaya, yani Allah’ın adaletine ters düşer. Büyük bir cemaatin veya devlettin zarara uğramaması için küçük şer işlenmez, işlenmesi halinde zulüm olur.

Bediüzzaman, Mektubat eserinin on beşinci mektup, ikinci sualinde konuya şöyle bir açıklık getirmiştir:

“Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyir ve Aişe-i Sıddıka (radıyallahü teâlâ aleyhim ecmain) arasında olan muharebe, adalet-i mahza ile adalet-i izafiye’nin mücadelesidir. Şöyle ki:

“Hazret-i Ali, adalet-i mahzâyı esas edip Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzâya müsait idi; fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzânın tatbikatı çok müşkül olduğundan, ‘Ehvenüşşerri ihtiyar’ denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf lillâh için ve İslâmiyetin menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali’nin içtihadı musîb ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azâba müstehak değiller. Çünkü içtihad eden, hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur.

Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik, Kürtçe demiş ki: (…) Yani: “Sahabelerin muharebesinde kıylükal etme. Çünkü hem katil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler.”

Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki (Maide Suresi,32) ayetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez.

Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir. Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.

İşte, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, adalet-i mahzâyı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, ‘Kabil-i tatbik değil; çok müşkülâtı var’ diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir.”

Sahabeler arasında cereyan eden hadiseler tamamen bir içtihat ve kısmen de siyaset bulaşmıştır. Mesela Hazreti Osman (r.a.)’ı şehit eden taraf içinde masumların da bulunması nedeniyle Hz.Ali (ra) kısas tatbik edilmez, çünkü adalet-i mahzaya uygun olmadığını savunmuş, muhalifler ise adalet-i mahza ancak Hz.Ebubekir ile Hz.Ömer (ra) zamanında mümkündü, şimdi tatbiki mümkün değildir. Bu sebeple toplumun selameti için adalet-i izafiyeyi tatbik etmek isteyenler ile adalet-i mahzayi isteyenler arasında savaş çıkmıştır. Çıkan savaş, içtihat üzerinde ki anlaşmazlıktan ileri geldiği için sahabeler hakkında boş konuşmamak gerekir. Çünkü İslam âlimleri her iki tarafta da ölenleri cennetlik kabul etmişlerdir. Bu nedenle sebeplere değil de kader cihetine bakmak gerekir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

15.11.2013

www.NurNet.org

LUGAT:

Şeyheyn: İki şeyh. HZ.Ebubekir ve Hz.Ömer’e verilen unvan
İçtihat: Dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda âlimlerin Kur’an ve hadisten hüküm
Çıkarmaları,
Muarız: Karşı çıkan
Saffet-i İslamiye : İslamiyet’in saflığı, temizliği
Murur-u zaman: Zamanın geçmesi
Akvam: Kavimler
Ehvenüşşer: İki şerden daha az zararlı olan
Adalt-i nisbiye: Nisbi adalet, ruhsat-i şeriye dâhilindeki adalet
Kabil-i tatbik: Uygulanabilir.
Musip: İsabetli

İnsanın Mahiyeti nedir?

Mahiyet denince bir şeyin esası hakkında bilgi edinmek demektir. İnsanın da maddi ve manevi hal ve ahvaline bütün olarak mahiyet denilebilir. İnsanın kendini tanıması ve mahiyetini bilmesi önemlidir. Bir rivayete göre,” insanlardan rabbini en iyi tanıyan kimdir? Diye sorulduğunda, Peygamberimiz (asm) ‘nefsini en iyi tanıyan kimsedir’ diye cevap vermiştir.(a.g.y) insan Allah’ı bilse, nefsini bilse dolayısıyla kendini de bilir. Kendini bilme denilince öncelikle “acz, fakr ve naksını” bilmek akla gelir.

İnsanın aczi onu Allah’ın kudretine, fakrı ilahi rahmetine ve noksanlıklarını düşünmekle Allah’ın kemal sıfatına götürür. Cenab-ı Allah insana akıl, kalp, ruh, duygu, düşünce gibi öyle mahiyetler vermiş ki aklı olan dünya için değil; ahiret için yaratıldığını ve hakikatin ahirete yönelik olduğunu bilmesi lazımdır.

Çünkü insanın öyle istek ve emelleri var ki bin sene yaşasa da o isteklere ulaşamaz.  Oysa ömür çabuk tükenip geçmektedir. O istek ve arzuların çoğu dünyada kalıyor. Bundan da anlaşılıyor ki insanın duygularını tatmin edecek başka bir yer vardır. Nasıl ki, anne karnı bebek için dar ve sınırlı ise; dünya da insanlara öyle sınırlıdır. Çünkü insan duygu ve isteklerine ulaşamıyor. İşte insanın mahiyeti, duygu ve isteklerini ancak ahiret âlemi tatmin edebilir.

Bediüzzaman Hazretleri insanı şöyle tarif eder: “Nasıl esma da bir ism-i azam var, öyle de, o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki: O da insandır.”…İnsan Ahsen-i takvimde yaratılmıştır, bütün esmanın cilvelerine mazhardır ve istidadı bütün varlıklardan üstündür. İnsan kâinatın küçültülmüş bir numunesi ve modelidir. Kâinat küçülse insan, insan büyütülse kâinat olur. Böylece kâinat ile insan müsavidir. Fark sadece cisimdedir.

Peki, insanı kâinat kadar büyük ve geniş tutan nedir diye sorulursa?

Cevap: İnsana verilen istidat ve duygulardır. İnsanın her bir cihazı ve duygusu, bir âleme açılıyor. Örneğin, göz görüntüler  âlemine açılır. Kulak sesler âlemini işitir. Dokunma duyusu cismani âlemlere açılır. Hayal, misal âlemi ile irtibat kurar. Ruh, ruhlar âlemine açılır. Kalp, aşk ve muhabbet kapısıdır. Akıl, mevcudat âleminin mütefekkir bir mütalaacısıdır. İnsanın duygu ve kuvvelerine sınır konulmadığı için, terakki ve tedenni nihayetsizdir.

“Hem insaniyet onu kâinatla alakadar etmiştir. Hâlbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zeval ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor.”

Görüldüğü üzere insan yüksek bir mahiyete sahip yaratılmıştır. Mahiyetine de bir o kadar yüksek istidat ve duygular verilmiştir. Bu kıymettar cihazları Allah’ın rızası dâhilinde kullanmak insaniyete en yakışanıdır. Böylece Allah’ın kudretine, kemaline ve rahmetine ayinedarlık etmiş olur. Yoksa boş ve uygun olmayan yerlerde kullanmak hıyanettir ve nankörlüktür.

Mademki ölüm var, İnsanı, ölümden sonraki hayattan ve ebedi saadetten daha çok düşündüren meseleden başka ne olabilir?  Bu nedenle insanın kendini tanıması ve mahiyetini bilmesi çok, çok…  önemlidir!

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

5.11.2013

www.NurNet.org

Ölüm Kimin İçin Büyük Acıdır?

Geçici dünya hayatı asıl gaye yapıp; asıl hayat-ı bakiyeyi de geri bırakanlar için ölüm büyük bir ayrılık ve büyük bir acıdır. Ölümün verdiği bu ayrılık ve acıyı dünya hayatını zehir etmeye kâfidir.

Mademki ölüm var, kati öleceğiz, o zaman insanın tek çare ve mutlu olma yolu da Allah’a ve onun kitap ve peygamberlerine intisaptır. Çünkü ebedi ve istirahat yeri ancak ahirettir.

 İman ve ahirete inanmak hem dünya hayatı hem de ahiret hayatının saadetidir. Bediüzzaman On dördüncü söz’ün hatimesinde şöyle buyurur:

“Ey nefsim! Deme, ‘Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.’ Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peyda ediyor.”

Mademki ölüm var ve ondan kurtuluş yok, o zaman ölüm gelmeden, ona hazırlıklı olmak, yapılan hatalardan tövbe etmek, yanında kul hakkı olanlar biran önce ödemeye çalışmak, hele ölümün keşif kolları yaklaştığı ölüm döşeğinde, hasta dünya ile irtibatını kesip tamamen Allah’ın rahmetine yönelmesi gerekir. Hadis-i kutside yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ben kulumun bana olan zannı yanındayım. Yani kulum bana olan zannı nasılsa öyle tecelli ederim.” Allah’tan gizli hiçbir şey yoktur. O’ zahiri de bilir, batını da bilir.

Rivayet ediliyor ki: Bir gün Resulullah (asm) sahabelerin bulunduğu bir ortamda tebessüm eder, sahabelerden biri “Ya Resulullah neden tebessüm ettiniz?” diye sorar.

Efendimiz şöyle buyurur: “ Cehennemlik olan birini, cehennem kapısına götürünceye kadar iki de bir geriye döner bakardı, görevli melek merak eder. “ Neden hep arkaya döner bakardın?”

Adam: “Hane Allah (cc) demiş ya! “Kulum benden ümidini kesmesin.” Ben de o ümitle hep arkama bakıyordum. Belki Allah, rahmetiyle muamele eder de beni elinizden kurtarır.

Cehennemlik olan bu adam son ana kadar Allah’tan ümidini kesmediği için, Rahmet-i İlahi tarafından affedilerek, meleklere cennete götürmeleri emredilir. Görüldüğü üzere insan ne kadar günahkâr da olsa Allah’tan ümidini kesmemeli ve günahların affı için tövbe etmelidir.

Ölüm döşeğindeki hastaların yanında güzel sözler konuşulmalıdır. Resulullah (asm) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:

“Sizler bir hastanın veya ölünün yanında bulunduğunuz zaman hayır söyleyin. Muhakkak ki, melekler sizin orada konuştuklarınıza âmin derler.” Onun için güzel konuşulmalıdır.

Hastaya eziyet vermemek şartıyla sağ tarafına yatırılmalıdır. Sekerat halindeki hastanın ağzı kuruyacağından, devamlı ağzına su damlatılmalı ve hastaya kelime-i tevhid telkin edilmelidir.

 Resulullah (sav) şöyle buyurur: “Siz ölülerinize (yani ölmek üzere olan hastalarınıza) Lailahe illallah’ı telkin ediniz.”

Başka bir hadis-i şerifte: “Kimin ki son sözü Lailahe illallah olursa cennete girer.” buyurmuş.

Ölen bir mü’minin tek teselli kaynağı, geride kalan yakınları tarafından ruhlarına Kur’an’ın okutulması,  hayır ve hasenatlarda bulunulması ve ruhlarına bolca duaların yapılmasıdır.

Cenab-i Allah’tan, ahiret âlemine göç eden bütün mü’minlere mağfiret, imtihan âlemi olan bu dar-i dünyada olanlara da iman-i kâmil dilerim…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

31.10.2013

www.NurNet.org