Etiket arşivi: Vehbi Vakkasoğlu

Tebessüm en büyük sadakadır!

Vakkasoğlu, “Riyakârlık yapmadan, gösterişe ve samimiyetsizliğe sığınmadan, ciddiyetsizlik yerine içten gelerek çocuklarınıza ve eşlerinize tebessüm edin, sevginizi gösterin.” dedi.

Vakkasoğlu, Bursa Gemlik Belediyesi’nin Ramazan Ayı Kültür Etkinlikleri kapsamında ilçe halkıyla buluştu. Konuşmasında tebessümün önemine değinen Vakkasoğlu, şunları kaydetti: “Tebessüm en büyük sadakadır. Riyakârlık yapmadan, gösterişe ve samimiyetsizliğe sığınmadan, ciddiyetsizlik yerine içten gelerek çocuklarınıza ve eşlerinize tebessüm edin, sevginizi gösterin. Özellikle hanımlar ve anneler şefkat kahramanlarıdır. Öncelikle anneler yüreklerini açmalıdır. Sevgi azalmamalı. Aile ortadan kalkmamalı. Dünya bu kadar katılaşmamalı. Anne yüreği de giderse kalır mı aile? Bu nedenle içimize, yüreğimize, derinimize samimiyetle bakalım. Sevgiyi, saygıyı, tebessümü ben demiyorum, bu efendimiz Hz. Muhammed’in sünnetidir.

Sevginin paylaştıkça çoğalıp, coşacağını ifade eden Vakkasoğlu, Ramazan ayında gönüllerin açılmasını isteyerek, beddua yerine duaya sığınılması gerektiğini kaydetti.

Eşlere mutlu bir aile adına tavsiyelerde bulunan Vakkasoğlu, şöyle devam etti: “Eşinizle yarışarak, rekabet ederek, inatlaşıp, didişerek aile kurtulmaz. Karşılıklı hoşgörü, sevgi, saygı, samimiyet ve tebessümle, konuşarak aile kurtulur. Ailelerimiz bizim son kalelerimizdir. Onu koruyalım. Batı da karı koca yemek yiyip, herkes yediğini ödemekte. Biz bu durumlara düşmeyelim.

Gemlik Belediye Başkanvekili Refik Yılmaz, programın sonunda Vakkasoğlu’na çiçek takdim etti.

Cihan

Kıymeti bilinmeyen bir kahraman: Seyid Onbaşı

Çanakkale Savaşı, bugün bile hakkı tam teslim edilemeyen bir zafer. Çünkü devrin süper güçlerinin hücumuna karşı, çoktan bitti sanılan bir devletin her zaman var olacağını anlattı, hâlâ da anlatıyor.

Eğitimci-yazar Vehbi Vakkasoğlu’nun, “Bir Destandır Çanakkale” adlı kitabı dedelerimizin kahramanlığını bize en iyi anlatan kitaplardan biridir.

İşte Vakkasoğlu’nun kitabında, Seyid Onbaşı’nın kahramanlığını anlattığı bölüm:

– Kıymeti Bilinmeyen Bir Kahraman: Seyid Onbaşı –

Denizden püsküren çelik ve ateş, Mecidiye Tabyasını alt üst etmişti. Mermi yağmuru Mehmetçiği açıkta duramaz hâle getirince, takım subayı Fehmi Bey’in emriyle sığınağa koştular. Erlerin büyük bir bölümü sığınağa girer girmez, cephaneliğe isabet eden bir mermi, hepsinin şehit olmasına sebep oldu. Geride kalanlar, büyük bir sarsıntıyla savruldular. Bunların da bir kısmı şehit oldu.

Ancak, Edremit’in Çamlık köyünden Mehmet oğlu Seyid, yara bile almamış, sadece bayılmıştı. Ayıldığı zaman karşısında takım arkadaşı Ali’yi buldu. Etrafa bakındı, başka kimsecikler yoktu…

Arkadaşlar nerede?” diye sordu.

Ali, büyük bir hüzünle ve sesi titreyerek, “Arkadaşlar mertebelerini buldular. On dört şehidimiz, 24 yaralımız var. Ayakta bir senle ben kaldık” dedi.

Seyid ayağa kalktı ve denize doğru baktı. Düşman gemilerinden alev ve duman püskürüyordu.

Tabyanın içinde kullanılabilir bir tek top kalmıştı; gerisi toprağa gömülmüştü.

Seyid, bir tabyadaki topa, bir de denizdeki gemilere baktı. Düşmanın gemileri kıyıya iyice yaklaşmıştı. Yerdeki mermilerden gözünü alamıyordu. Âdeta bu mermiler, “Beni namluya sür!” diyordu.

Arkadaşına, “Gel Ali, yardım et de şu gülleyi sırtıma alayım” dedi.

Çünkü, kullanılabilir durumdaki tek top da yaralıydı. Top mermisini kaldıracak alet bozulmuştu. Mermi, ancak sırtlanarak namluya sürülebilirdi.

Ali, önce yerdeki mermiye, sonra da Seyid Onbaşı’ya baktı. “Kaldıramazsın, Seyid” dedi. Çünkü bu top mermilerinin bir tanesi 276 kilo geliyordu.

Seyid, kararlı bir sesle, “Hele bir deneyeyim” dedi.

Mermilerin yanına vardı. Ellerini kartal pençesi gibi açtı ve derin bir nefes alıp besmele çekti. Ancak gres yağına bulanmış olan dev mermi ellerinden kaydı. Koca Seyid, ellerini toprağa bulayıp bir daha kavradı ve “Ya Allah!” diyerek omuzuna aldı. Sendeleyerek yürüyordu. Topun merdiven basamaklarına güçlükle attı ayağını ve son bir hamleyle mermiyi namluya sürdü.

Her ikisi de, görevleri başka olduğundan, nişan almakta ve yön tayininde acemi idiler. Ancak, uzman bekleyecek ne zaman, ne de imkân vardı…

Seyid, topun namlusunu düşman gemilerine doğru çevirdi. Mesafeyi bilebildiği kadarıyla ayarladı ve besmeleyle topu ateşledi.

İlk mermi uzun düşmüştü; dolayısıyla boşa gitti.

Seyid, ikinci mermiyi de arkadaşının yardımıyla namluya sürüp ateşledi. Bu da kısa düştü.

Üçüncü mermiyi iyi ayarlamıştı. En öndeki geminin kıç tarafında ve su kesiminde patladı. Bu gemi, “Ocean” idi. Geminin dümen tertibatı bozulduğu için, derhal bulunduğu yerde harmanlamaya başladı. Etrafındaki gemiler kendilerini korumak için kaçıştılar.

Seyid Onbaşı, “Kimin himmeti milleti ise, o, tek başına küçük bir millettir” vecizesinin somut bir örneği olmuştu. Bütün benliğiyle ve aşkla yöneldiği bir “din-ü devlet” hizmetinde, Allah, ona yapamayacağı kadarını da yaptırmıştı. Bu noktada, yapana değil, yaptırana bakmalı değil midir?

Nitekim, zaferden sonra, ziyarete gelen kumandanların yanında, Seyid Onbaşı’dan bu mermilerden birini bir daha kaldırması istenmiştir. Koca Seyid’in o şekilde bir fotoğrafı çekilecek ve muhteşem olay tarihe emanet edilecektir.

Seyid Onbaşı, dev merminin başına gelir, “Ya Allah, bismillah!” diyerek kavrar, ama kaldıramaz. Defalarca tekrarlamasına rağmen, 276 kiloluk mermiyi yerinden koparıp omuzlayamaz.

Utanır, sıkılır, ter içinde kalır. Koca Seyid öyle mahcup olmuştur ki, âdeta kumandanlarının önünde küçücük kalmıştır.

Kumandan paşanın, “Oğlum, o zaman nasıl kaldırmıştın?” diye sorması üzerine de şu çok anlamlı cümle dudaklarından dökülür:

Kumandanım, gâvuru görürsem gene kaldırırım!

• • •

Koca Seyid’in, o dev mermiyi sırtlamış haldeki fotoğrafı bazı tarih kitaplarında yer almıştır. Ancak fotoğrafta görülen mermi asıl değil, makettir. Bir ağaç kütüğü yontularak mermi şekline getirilmiş ve siyaha boyanarak mermiye benzetilmiştir.

Bu olay, bize bir ayet-i kerime mealini hatırlatmalıdır: “Sen atmadın, Allah attı!

Evet, yapan yaptıran Allah’tır; atan, attıran, isabet ettiren de Odur!

• • •

Tek bir insan ve tek bir mermi ile, tarihin akışını değiştirmekte, kim Koca Seyid kadar etkili olmuştur?

Bu kahramanın savaştan sonraki hayatını merak eder misiniz?

Seyid Onbaşı, savaştan sonra vazifesini yapmanın rahat ve huzuru içinde köyüne döndü. Bir süre geçimini odun kesip satarak sağladı. Daha sonra ise, Havran’da bir zeytin fabrikasında hamallığa başladı. Hamallık yaptığı sırada, zaten bakımsız olan bünyesini üşüttü ve verem hastalığına yakalandı. Adı tarihin şanlı sayfalarına geçen bu kahraman, veremden kurtulamayarak, sessiz sedasız hayata veda etti (Kasım 1939).

Seksen yaşındaki kızı Ayşe Yıkar Hanımefendi, 1996’da “Aksiyon”dan Haşim Söylemez’e şöyle diyordu:

Babam hamallık yaptığı sırada veremden öldü, ama zaten o daha önceden ölmüştü!

“…Gençliğimde hep aç ve sefil bir hayat yaşadı. Annem de zaten aç ve perişan hayattan dolayı hastalıktan kurtulamayarak öldü.

“Babamdan geriye hiçbir şey kalmadı. Zaten bir şeyi de yoktu. Ama iyiliği, doğruluğu ve mertliği bıraktı bize… Öyle bir insanın kızı olduğum için iftihar ediyorum.”

“Devlet baba, en azından son zamanlarında huzurlu bir şekilde ölmesi için imkân sağlayabilirdi. Babam, devletin bir çivisinden bile faydalanmadı. Bir süre Havran Kaymakamlığınca belirli bir maaşa bağlanmıştı, ama o maaşı hiç kullanmadı. Zaten bir süre sonra da maaşı kesildi.”

Koca Seyid’in, her 18 Mart’ta, resmini basmış gazeteler sırtında o dev mermiyle, televizyonlar da ekranlara getirmiş… Ama ne kendisini düşünmüşler, ne de geride bıraktığı ailesini… Ne var ki, kızı Ayşe Hanım, tam da babasının tevazuuna yakışır bir değerlendirmeyle şöyle bitiriyor konuşmasını:

Olsun, efendim! Yeter ki vatan sağolsun! Biz perişan olmuşuz, ne çıkar!

Olimpiyat rekorunun bir buçuk katı ağırlığındaki mermiyi tek başına namluya sürüp ateşleyerek Çanakkale Zaferine doğru önemli bir adım atan bu kahramanı saygıyla ve rahmetle anıyoruz. İnşallah, mükâfatını Rabbimizden ebedî âlemde almıştır.

Kaynak: moralhaber.net

Ahlak ve Karakter Abidesi Mehmet Akif

24 Aralık 2011 Cumartesi gecesi Lüleburgaz Halk Eğitim Salonunda, “Ahlak ve Karakter Abidesi Mehmet Akif” konulu konferansa katılan eğitimci yazar Vehbi Vakkasoğlu halk eğitim salonunu dolduran Lüleburgazlılara Mehmet Akif Dede’yi tanıttı.

Saygı duruşu, İstiklal Marşı ve okunan Kuran-ı Kerim tilavetinin ardından konferansına başlayan Vehbi Vakkasoğlu hocamız “Mehmet Akif Ersoy’un ruhunu sıksan dostluk akar, muhabbet akar.” dedi.

Mehmet Akif’in babasının adının Tahir olduğunu üstelik Tahir’in kelime anlamının “temiz” olmasına rağmen Temiz Tahir dendiğini 15 yaşındayken babasını kaybeden Akif’in Arapça ve din eğitimini babasından aldığını okulu ve evi arasındaki 17 kilometrelik mesafeyi her gün yürüyerek gidip geldiğini, yüzme ve güreş sporlarıyla ilgilendiğini, yine de okulunu 1. olarak bitirdiğini anlattı.

Akif’in annesi Emine Şerife Hanım’ın Buharalı babasının Arnavut olduğunu söyleyen yazar, Akif’in Peygamberimiz’in sünnetine bağlı yaşadığını hazır cevaplılıkla bir dahi olduğunu aynı zamanda çok cömert, sözünde duran ve Müslüman gençlerinin önünde iyi bir örnek alınması gereken kişiliğe sahip olduğunu belirtti.

63 yaşında vefat eden Mehmet Akif Ersoy’a Allah’tan rahmet diliyoruz.

Çetin Kılıç / Lüleburgaz

www.NurNet.org

Türkiye, Karış Karış!..

Türkiye’yi karış karış gezerek farklı konularda konferanslar veren eğitimci yazarların hızına yetişmek ne mümkün! Aralarında, bir günde 5 konferans verip konuşma rekoru kıran da var, aynı gün Afyon’dan Eskişehir’e geçtiğini unutup, “Nasılsınız Afyonlular?” diyerek konferansa başlayanlar da!

Vehbi Vakkasoğlu, Halit Ertuğrul ve Cemil Tokpınar’ın bugüne kadar konferans vermedikleri il neredeyse yok. Onlar, haftanın sadece bir ya da iki gününü ailelerine ayırıyor. Hayatları hep yollarda, havaalanlarında, otobüs ve tren garlarında geçiyor. ‘Lüks otellerde kalırım, uçak olmazsa gelmem, ferah bir konferans salonu isterim‘ gibi şartları yok. Bazen bir esnafın evine konuk oluyorlar bazen de bir öğrenci yurduna. Kendilerini ‘eğitimci-yazar’ olarak tanımlayan bu isimler, farklı alanlarda uzmanlaşmış.

Vehbi Vakkasoğlu; Çanakkale, Mevlânâ, Yunus Emre ve Mehmet Akif Ersoy konulu konferanslara ağırlık veriyor.

Halit Ertuğrul daha çok hidayet öykülerini dinleyicileriyle buluşturuyor.

Cemil Tokpınar ise namaz konusunu işliyor.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in hayatı, aile içi huzur ve Risale-i Nur kitapları üçünün de ortak konusu olabiliyor. Onların bu yoğunluğuna eşleri de alışmış. İki gün üst üste evde kaldıklarında eşleri hemen, “Hayırdır ters giden bir durum mu var?” diye soruyormuş. Hatta Vehbi Vakkasoğlu’nun eşi, “Bey evde olduğun zamanlar namazlarını seferi kıl!” şeklinde espri yapıyormuş.

Eğitimci-yazarların aralarında bir rekabet olabileceğini düşünmüştük ilkin. Bir araya geldiklerinde öylesine samimi bir hava oluştu ki görülmeye değer. Birbirlerine sarıldılar, el ele tutuştular ve dostça sohbet etmeye başladılar. Hepsi de Anadolu’daki ilgiden çok memnun. Ama bazı illerdeki boşanma oranlarının artması onları çok endişelendiriyor. Bu yüzden aile için huzur konferanslarına ayrı bir önem veriyorlar. Dinleyicilerin ilgisini çekmek için yaşanmış ibret verici hikâyeler anlatıyorlar. Necip Fazıl, Fethullah Gülen, Yavuz Bahadıroğlu, Bülent Arınç ve Recep Tayyip Erdoğan onlara göre iyi birer hatip. Konferans esnasında akademik bir dil kullanmak yerine Anadolu insanının diliyle konuşmayı tercih ediyorlar. Üçü de, kalemleriyle konferansları arasında bir seçim yapmak zorunda kalsalar yazı yazmayı tercih edeceklerini söylüyor.

Denizde bile etrafıma toplanıp, “Hocam, biraz Çanakkale’den bahsetseniz.” diyorlar!

Vehbi Vakkasoğlu, 50 yaşını çoktan geçmesine rağmen konferanslara hiç ara vermiyor. Biraz sağlık problemleri var şu aralar, gittiği her yerde izzet ikramın çok olması kilo almasına sebep olmuş. “Konferanslar ailemden miras kaldı.” diyor. Babası, Kahramanmaraş’ta dinî kitaplar satan bir esnafmış, ilçelere gider kitap sergileri açarmış. Vehbi Vakkasoğlu da bu kitapları önceden okuyarak müşterilere tanıtırmış. Aynı zamanda Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisini de satmaya cesaret edebilen tek kitapçıymış. Necip Fazıl, Kahramanmaraş’a geldiğinde ilk iş olarak onları ziyaret edermiş. Necip Fazıl gelmeden bir ay öncesinden heyecan başlarmış. Vehbi Vakkasoğlu, hep Necip Fazıl gibi etkileyici konuşmanın hayallerini kurmuş yıllarca. Medeni cesareti, haklı bir dava uğruna başı dik, alnı açık olmaları gerektiğini Necip Fazıl’dan öğrendiğini söylüyor. Konferansların kendisi için bir meslek haline geldiğini belirtiyor. Konferans yoğunluğu yüzünden 5 ayrı kitap çalışması yarım kalmış. Konferanslardan standart bir ücret talep etmiyor. Eğer karşı taraf bir ücret teklif ederse bunu kabul ediyor. Son bir yılda 20 kez İzmir’e gitmiş. O kadar yoğun şehir dışına çıkıyor ki iki gün üst üste evde kalsa hanımı hemen “Hayırdır, neden evdesin? Ters bir durum mu var?” şeklinde soruyormuş. Bugüne kadar Türkiye genelinde 7 bine yakın konferans vermiş. Daha çok Mehmet Akif Ersoy, Mevlânâ ve Çanakkale üzerine konferanslar veriyor. İnsanlar o kadar çok büyük bir ilgi gösteriyorlarmış ki denizde yüzerken bile etrafına toplanıp, “Hocam, biraz Çanakkale’den bahseder misiniz?” diyorlarmış!

Cemil Tokpınar, Halit Ertuğrul, Vehbi Vakkasoğlu

Rekorum bir günde 5 konferans!

Cemil Tokpınar, ‘Sabah Namazına Nasıl Kalkılır?‘ kitabıyla bir satış rekoruna imza attı. İki milyondan fazla satan kitap, konferansların da temel konusunu oluşturmuş. Yaklaşık 15 yıldır Türkiye’nin farklı illerinde konferanslar düzenleyen Tokpınar, Namaz Platformu’nun da öncülüğünü yapıyor. Namazla ilgili çıkan kitaplar ve konferanslar tek bir çatı altından yürütülüyor. Bugüne kadar 100’e yakın farklı namaz kitabını bünyesine ekleyen platform, son beş yılda yaklaşık beş milyon namaz kitabı satıldığını tespit etmiş. Cemil Tokpınar, bazı konferanslarına eşi ve çocuklarıyla birlikte katılmayı tercih ediyormuş. Ortaya konulan güzel hizmetleri gören eşi ve çocukları, babalarına daha fazla destek veriyormuş. Yazarın bazı günler 5 konferans verdiği zamanlar bile oluyormuş. Tokpınar, daha çok aile içi iletişim, gençlik sorunları, namaz ve Risale-i Nur üzerine konferanslar veriyor. Hedefinin, namazı dünyanın gündemine taşımak olduğunu söylüyor. Cemil Tokpınar, “Namazı bütün iletişim araçlarıyla anlatmak istiyoruz. Bunun için tüm sanat dallarını kullanıyoruz. Namazı anlatan bir fotoğraf ve bir de hat sergisi açtık. Bugüne kadar 700 namaz paneli düzenledik.” diyor.

“Özellikle Doğu illerine gidiyorum”

Dr. Halit Ertuğrul’un ismi, yazdığı hidayet öyküleri kitaplarıyla biliniyor. Kırşehir’deki Ahi Evran Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Ertuğrul, sadece haftanın bir gününü Kırşehir’de geçirebiliyor. Bunun dışındaki günlerde hep farklı şehirlerde konferanslar veriyor. Halit Ertuğrul’un çok hüzünlü bir hayat hikâyesi var. Adıyaman’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğan Ertuğrul, daha çok küçük yaşlardayken annesiyle babasının boşanmasına şahit olmuş. Ortada kalmış, tarlalarda ırgatlık yapmış, ayakkabı boyamış. İlkokulda çok başarılı olduğu için annesi elinden gelen desteği vermiş. Bu destek sayesinde üniversiteyi bitirmiş. Halit Ertuğrul, hidayet öyküleri anlattığı konferanslarını özellikle Doğu ve Güneydoğu illerinde düzenlemek istediğini söylüyor. Yazara göre, Kürt ve Türk çatışması çıkarmak isteyenler İslamiyet’in bölgede etkinliğinin azalmasını hedefliyor. Konferansların bu oyunu bozmada etkili olabileceğini düşünüyor. Son 10 yılda 4 bine yakın konferans veren Halit Ertuğrul’un bir haftalık konferans rekoru ise 10. Hiçbir konferansından para kabul etmediğini söyleyen Ertuğrul, sadece yol ve konaklama masraflarının karşılanmasını istiyor.

Zaman / BÜNYAMİN KÖSELİ

Erkek evde ne yapar?

Aile bir sevgi yuvasıdır. Bu yuvanın iki mimarı vardır:

Nikâh bağı ile bir araya gelmiş, bir erkekle, bir kadın… Nikahın kerametiyle, gerekleri gerçekleşir. Nikahı emreden Yüce Yaratıcı, bir erkekle bir kadını, iki yabancı olmaktan çıkarır; aralarına koyduğu eş  sevgisiyle onları öyle bir kaynaştırır ki, bir ömür doyamazlar, birlikte olmaya ve paylaşmaya…

Vefat bile ayıramaz onları, vefa devam eder… Zira yılların demlendirdiği aşkla öyle BİR olurlar ki, ikilik ebediyen kalkar aralarından, SEN-BEN olmaktan çıkıp tam manasıyla BİZ olurlar.

Öylesine çift bedende tek ruhlaşırlar ki, zamanla şeklen de benzeşirler. Nikâhın kerameti ölümle de son bulmaz. Onlar öteki dünyada da paylaşma arzularını ortaya koyarlar. En önemli dualarından biridir; Cennet’te de ebedî birlikte olmak… Bu dileğin en etkileyici bir dilekçesi, bir mezarlıkta gerçekleşmişti:

Onlar da çoğu aşık karı kocalar gibi, peşpeşe ölmüşler. Vasiyetleri üzere yanyana gömülmüşler.Yine vasiyetleri üzere, iki mezara tek taş dikilmiş. İki mezarın ortasındaki bu tek taşa da, isteklerine uygun olarak şu cümle yazılmış:

“Burada, birbirini seven bir karı koca yatıyor; ikisine bir Fatiha yetiyor.”

Böylesine birleşmiş, çift olmaktan çıkıp tekleşmiş bir karı-koca, acaba hayatlarında nasıl derin bir mutluluk yaşadılar tahmin edebilir miyiz?

Acaba, bu olması gereken güzellikte babanın rolü nedir? Evi böyle bir sevgi yuvası haline getirmekte babaya düşen nedir?

Sahi baba evde ne yapar? Ya da baba evde ne işe yarar?

Baba, harici işlerin hariçte kalan kahramanı mıdır?

Çoğu zaman, evlilik hayatında baba, ev dışında düşünülür. Çünkü o para kazanan, evin maddeten geçimini sağlayan bir güç odağıdır. Biraz daha ötesi otorite ve disiplin demektir.

Baba deyince anlaşılan bu özellikler, eve, eşe ve çocuklara nasıl yansır?

Bu özellikler, “Ben babayım, ben ne dersem o olur!” zihniyetini oluşturuyorsa, tabii ki çok zararlıdır. Ama toplumda paranın, maddenin, gücün önemsendiği ve öncelendiği bir anlayış hakimse, bu yanlış doğru sanılır ve benimsenir.

Ancak, maneviyatın, muhabbetin ve gönlün hakim olduğu bir dünyada, babaya izafe edilen özellikler, onu tek adam haline getirmez. Çünkü, en az madde kadar önemli, para kadar gerekli, güç kadar lâzım bir şefkat temsilcisine de ihtiyaç vardır.

Bu sebeple anne, ailenin olmazsa olmaz birinci unsurudur. Çünkü, “Yuvayı yapan dişi kuştur” o… Onun bu özelliğini farketmeyen baba, hem eşini, hem de çocuklarını sevgisiz bırakır. Zira, sevgiden öte bir duygu olan şefkatin kahramanıdır anne… Fedakârlığın, vericiliğin, feragatin kaynağı olan şefkate, baba da muhtaçtır. Zira babanın kabalığı, katılığı, duygu yufkalığı; annenin zarafeti, şefkati ve duygu derinliğiyle dengelenir, yontulur, rafine hale gelir.

Annenin baba tarafından önemsenmediği, küçümsendiği, daha kötüsü aşağılandığı aile ortamı, çocukların duygu dünyasını olumsuz etkiler; onların sevgisiz, şefkatsiz ve merhametsiz olmalarına sebep olur.

Bu tür ben merkezli babalar, enaniyetlerinin atından hiç inemez, herkese olduğu gibi eşlerine de tepeden bakmayı tercih ederler. Evde her şey onlara göre ayarlanmak; bütün düzen onların zevklerine uygun hale getirilmek zorundadır. Çünkü onlar, en önemli ya da tek önemli şahsiyet olarak, her şartta mutlaka rahat etmelidir. Daha sonra ve imkân varsa diğerleri…

Bu yanlışın temelinde, asla İslâmiyet yoktur. Çünkü babaların en güzeli, en üstünü, Allah’ın terbiyesinden geçmiş olanı, en zor zamanlarında, meselâ yoluna kuyu kazıldığı, üzerine pislik atıldığı ve can korkusuyla yaşadığı zamanlarda dahi, tebessümün sadaka olduğunu söyledi. Söylemekle kalmadı; Güzeller Güzeli, evine hep güler yüzüyle, gülen yüzüyle geldi. Aslında sadece yüzü gülmezdi; bütün varlığı gülerdi. Böyle olduğu için de, bir sevgi cennetine çevirdiği evine gelince, Hanımefendiler Hanımefendisi Hz. Hatice annemize aşkla sorardı:

“Ya Hatice, yardıma ihtiyacın var mı?”

Aşkın  öteki zirvesi Annemiz de, kendisine yakışan şu cevabı verirdi:

“Yâ Resulallah! Bana en güzel yardımınız, sizin şöyle bir uzanıp, dinlendiğinizi, uyuyup rahat ettiğinizi görmemdir.”

Buna rağmen, o Güzeller Güzeli, Annemizi yoğun ve yorgun görürse, içeceği sütü keçiden kendisi sağar, elbisesini kendisi yamar, ayakkabısını kendisi tamir ederdi.

Bu üstün özellikleri sebebiyle, “Erkek evde ne yapar?” sorusunun en doğru cevabı Efendimiz’dedir.

Erkek evde dinlenir, yenilenir, güç tazeler.

Bunu öncelikle, evin kadını sağlar. Onlar imandan kaynaklanan doyumsuz bir şefkatle çoğalmışlardır. Erdem Bayazıt’ça söylersek:

“Kadınlar bilirim ülkeme ait

Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak

Göğüsleri Çukurova gibi münbit

Dağ gibi otururlar evlerinde

Limanlar gemileri nasıl beklerse

Öyle beklerler erkeklerini

Yaslandın mı çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi…”

Böylesine bir sevgi devleti olabilen anne, babayı ne bir para makinesi olarak, ne de bir korkuluk olarak görür. Baba, o kuşatan şefkat sayesinde kendini bırakmaz, hele de sevgiden emekli olmaz. Tabii ki, PTT formülünü de hiç uygulamaz. PTT formülünü, Kalp Sevmekten Yorulmaz isimli kitabımdan ödünç alıyorum:

“Adam verimsiz bir iş gününü tamamlayıp eve gelir ve hemen PTT formülünü uygular. Nedir bu PTT formülü?

Pijama, terlik, televizyon…

Pijamanı giy, terliklerini tak ayağına ve kurul televizyonun karşısına…

Ne düşün, ne konuş, ne de işe yarar bir şey yap… Yani yaşamıyor gibi yaşa… Dünyada varlığın belli olmasın… Gözün ne çoluk görsün, ne de çocuk… Sanki yokmuşsun gibi… Yaşarken ölmüş gibi, kendini varlık dünyasından sil… Yokluk numarası yap…

Yazık değil mi insanlığımıza?

Ayıp olmaz mı sahip olduğumuz özelliklerimize?

Günah işlemiş olmaz mıyız, eşimize ve evladımıza karşı…”

Bu ayıbın vebalini taşımak istemeyen erkek, Efendimiz’i (s.a.) örnek alır ve ne kadar yorgun gelirse gelsin, eşine “Yardıma ihtiyacın var mı?” diye sorar. Sakın ola “İşimiz çok, yorgunluğumuz ağır!” demeyin. Çünkü böyle diyen beylere ben şöyle söylüyorum:

“Affedersiniz, işiniz, derdiniz Efendimiz’den (s.a.) daha mı ağır? O Güzeller Güzeli, sırtında dünyanın yükünü taşırdı da, yine eve sevgisini hiç eksiltmeden gelirdi.”

“Kazak erkek,” “Taş fırın erkeği” gibi bazı anlayışların arkasına sığınarak, eve sadece beden olarak ya da patlamaya hazır bir bomba olarak girenler, müthiş bir yanılgı içindedirler.

Bu tür babalar, eşini ve evladını sadece bedenden, hatta mideden ibaret görürler. Dolayısıyla da, haklarındaki şikâyeti hemen şöyle karşılarlar:

“Karnı tok, sırtı pek, daha ne yapabilirim ki!”

Bu kabalığın altında, babanın kafa ve kalp midesini bilmediğini gösterir. İçine bir ölçek de sevgi katamadığınız yemek, yaramaz eşe, çocuğa… Muhabbetinizi ekleyemediğiniz elbise, ısıtmaz evladı…

Yemeği ve elbiseyi sevgisiz bulan dört yaşındaki çocukların, “Baban eve gelince ne yapar?” sorumuza verdikleri cevaplara bakınız:

“Annemin canını sıkar!”

“Bağırır, çağırır; hepimizi korkutur.”

“Gazete okur, televizyon seyreder.”

“Yemeği beğenmez, kavga çıkarır.”

Çocuklarımızın Mevlana yürekli, Akif karakterli olması için, onların babası gibi baba olmak mecburiyetindeyiz.

O babalar, hem baba, hem hoca olmuşlar, evlada, sadece keselerini değil, yüreklerini de açmışlardı. “Canım kızım, canım oğlum” demeyi, sarılıp öpmeyi bilmişlerdi. Dolayısıyla, özlenen, gözlenen, beklenen, örnek olarak benimsenen babalardı.

“Akşam olsun da, ben babana ne diyeceğimi biliyorum!” diye tehdit unsuru olmazdı o gerçek babalar. Çünkü baba, evin korkuluğu değildir.

Mevlana’ya göre baba, gücünü ancak hayırda kullanır; bu sebeple de asla diktatör olmaz. Bir hadis-i şerife dayandırarak şöyle der Hazret:

“Akil ve arif erkekler, hanımlarına mağlup olurlar; kaba, katı ve cahiller de hep galip gelirler.”

Ne mutlu bu zarif adamlara, gücünü hakim olmakta değil, düzeni sevgiyle korumaya çalışanlara… Eve kaba kuvvetle hakim olmaya çalışan erkekler, oradaki yürekleri daima kaybederler.

Bu bakımdan, evde erkek için de tek mesele, BİR GÖNÜLE GİRMEKTİR… Bu bakımdan baba eve girerken, evdekilerin gönlüne de girmelidir. Bu niyetle eve yönelen adam, oraya işini değil, sevgisini, merhametini ve aşkını getirir. Bu baba evde özlenir, yolu gözlenir ve asla bir fazlalık gibi görülmez. Dolayısıyla da, “Erkek evde ne yapar, ne işe yarar?” gibi bir soru hiç akla gelmez…

Vehbi Vakkasoğlu / Zafer Dergisi

http://vehbivakkasoglu.com/