Etiket arşivi: zübeyir gündüzalp

Kurşunların İsabet Etmediği An

Bir gün Üstad, Emirdağ’da zile basar. Zübeyir huzuruna girince:

‘’Hemen acele sağlam bir sepet bul getir, kapaklı olsun’’der.

Hemen koşup Üstad’ın istediği sepeti bulup getirir:

‘’Bu kitapları içine koy, iple sağlam bir şekilde bağla!’’

Zübeyir Ağabey, kitapları sepete yerleştirip sıkıca bağlar.

Hemen ardından bir ziyaretçi çıkagelir:

‘’Ben çaldırandan geliyorum. Üstad’ı ziyaret etmek istiyorum ‘’der

Zübeyir Ağabey: ‘’Üstad’ım, böyle biri geldi; sizi selam vermek istiyor.’’

‘’Hemen gelsin’’der. Gelen ziyaretçiye:

‘’Kardeşim, tam zamanında geldin. Benim İran’da bir talebem var. Oranın en büyük alimlerindendir.

Bu sepete ona verirsin’’der. O zat ders ve talimat aldıktan sonra:

‘’Peki Üstad’ım’’ deyip ayrılır.

Epey zaman sonra bu zatın bir arkadaşı Üstad’ı ziyarete gelir. Üstad, emanetin yerine varıp varmadığını sorar. O zat, olan biteni anlatır:

‘’O arkadaş koşucu bir atı vardı. Heybesini bir tarafına Risale-i Nurları, diğer tarafına yiyecekleri yerleştirip İran’a doğru yola çıkmış. Tam hududu geçeceği sırada jandarmalar kendisini görmüş. Durması için ateş etmişler. Atını mahmuzlayıp uçar gibi gitmiş. Bu sefer yaylım ateşine tutmuşlar. Kurşunlar, sağından solundan vızır vızır geçtiği halde hiçbiri isabet etmemiş. Halbuki ölüm ihtimali yüzde yüz. İran’daki o zatı bulmuş, emanetleri teslim etmiş. O zat 70-75 yaşlarındaymış. Çok memnun olmuş. Dönüşte sınırın başka bir yerinden girmiş.’’

Nur’un Büyük Kumandanı / İhsan Atasoy

Zübeyir Ağabey’in müdafaasından uhuvvet dersi…

Muhterem Fethullah Hocaefendi, 14. Şua’da yer alan Zübeyir Gündüzalp Ağabey’in müdafaası için diyor ki;

Zübeyir Ağabey’in müdafaasını ne zaman okusam gözyaşlarımı tutamam. Her okuyuşumda samimi, yürekten ve söylediği her kelimeyi mürekkep yerine kanıyla yazmaya hazır haliyle Zübeyir Ağabey gelir gözlerimin önüne… İman onun gönlünde öyle bir kora dönüşmüştü ki, hapishaneleri lüks otel köşelerine tercih ediyordu…

Zübeyir Ağabey’in müdafaasında en çok dikkatimi çeken cümlelerden biri şudur: “Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz ahirette, birimiz dünyada olsak; biz yine birbirimizle beraberiz!..

Bu beraberlik hizmette, ibadette, ilimde (Risale-i Nur okumakta) beraberiz, demektir. Bu cümleyle, uhuvvet meselesini düşünmeye başladım…

Uhuvvet, iki kişiyle başlar. Cemaatlere, milletlere, devletlere kadar uzanır. Uhuvvet dostluktur, arkadaşlıktır, yardımlaşmadır. Bu birlik, beraberlik iki türlü olur. Biri ruhen beraberlik, diğeri hizmette beraberlik. Mesela Bediüzzaman Daru’l Beka’ya intikal etti amma dualarımızda onunla beraberiz. Risale-i Nur’u okuyarak beraberiz, O’nun prensiplerini okuyarak, yaşayarak beraberiz.

İmanımızın yakılmaya çalışıldığı günlerde hapislik vardı, sürgün vardı, ölüm tehdidi vardı; bunların hiçbiri iman hakikatlerine çalışmamıza mani olamadı. Amma parada, malda, makamda uhuvveti bozanlar oldu, oluyor… Mesela kıskançlık duygusu uhuvveti zedeler. Böyle ortamlardan kendimi çekmişimdir. Kıskançlık fıtri bir duygudur. Fakat 6. Söz’de anlatıldığı gibi, maddi ve manevi organlarımızı Allah’a satacağız. Yani maddi-manevi organlarımızın bütününü Allah’ın emrettiği gibi çalıştıracağız. Allah için işleyip, Allah için çalışıp, Allah için görüşünce fıtri duyguların bize tahakkümü ortadan kalkar…

Mesela manevi organlardan kıskançlık duygusu Allah’a nasıl satılır?

Eskiden, televizyonum yoktu. Haberleri radyodan dinliyordum. Bir gün radyoda Çetin Altan bir konuşma yaptı. Hintli Beydaba’dan, sonra filozoflardan misaller verdi. Onu kıskandım, gıpta ettim; “Ben de böyle olmalıyım, bu bilgilere sahip olmalıyım.” dedim. Kütüphanemi çeşitli kitaplarla doldurdum, okudum…

Uhuvvet meselesinde diğer bir husus da, bir tarafı yaparken diğer tarafı yıkmamaktır. Yani iki grup arasında ihtilaf çıkmışsa, biz de tarafımızı belli ederiz amma diğer tarafı kırmadan…

Mesela Rusya’da dinsizler var diye Allah orayı helak etmedi, ıslah ediyor. Demek ki bizim de adetullahı beşer planında yaşarken, herhangi bir kötülüğünü gördüğümüz insanı silip atmak değil de onun hidayetine çalışmak gibi bir mecburiyetimiz var…

Çevremdeki bazı insanlarla aramızda anlaşmazlıklar oldu. Tartışma esnasında bir arkadaş bana hakaret etti. O sıra onunla irtibatımı kestim. Olayın üzerinden aylar geçti. Bir gün ona dedim ki; “Senin çok arkadaşın var, bir de benim gibi kötü bir arkadaşın olsun.” Böylece aradaki buzlar eridi. Eriyen buzlardan akan sular toprağı yeşertti. Metot belli: Bir insanda on huy olsa, dokuzu kötü, biri iyi olsa o insana karşı çıkamayız.

Meselelerimizi ariflere danışmak lazım… “Arifler çok uzak.” diyorlar. Arifler uzak değil… Kendi ördüğü kozanın içinden çıkamayan yine insanın kendisi…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Zübeyir Ağabeyin Aile Efradına Yazmış Olduğu Bir Mektup

Zübeyir Gündüzalp’in Ermenek’teki aile efradına 1950’li yıllarda yazmış olduğu bir mektup.. Ehemmiyetine binaen, biz de bunu sizlerle vefatının sene-i devriyesinde memnuniyet içinde paylaşmak istedik. Buyurun, birlikte okuyalım…

Müşfik ve muhterem pederim, validem, sevgili kardeşlerim ve eniştelerim, Evvela: Haydar’ın Üstadımız Bediüzzaman’a telgrafla yazdığı Ramazan–ı Şerif tebrikini Üstadımıza okudum. Buyurdular ki, Haydar’ın peder ve validesi madem Zübeyir’i Risâle–i Nur’a vakfetmişler, her sabah onlara duâ ediyorum.

Saniyen: Haydar kardaşım, geçenlerde Hazret–i Üstadımız ânî olarak seni sordu. “Haydar’dan mektup alıyor musun?” dedi. Alıyorum dedim. Ama o “Risâle–i Nur’a hizmet edemiyorum. Üstadımın şoförü olamadım. Fani dünya işlerine daldım” diye müteessirdir dedim.

Buyurdular ki: “Evlendirmemişler mi?” Dedim “Evlenmeye niyeti yoktu. Zaman eski zaman gibi olmadığı için… Fakat mecbur olmuş. Peder ve validesi için evlendi.” Şefkatle buyurdu ki: “Allah mübarek etsin” ve “Haydar olmasa idi, seni peder validenin yanına gönderecektim. Senin hizmetine Haydar hissedardır” dedi.

Çok sevindim. Siz de çok memnun olacaksınız. Çok mesrûr kalacaksınız. Büyük Üstadımızın böyle demesi, dünyalara bedeldir. Şefkatli ve kıymetli babam, Cenâb–ı Hak senden ebediyen razı olsun. Cenâb–ı Hak sana imân–ı kâmil versin. Ebedî saadet ve selâmet ihsan eylesin. Benim gibi pekçok Müslümanın “Bediüzzaman eşi olmayan büyük bir zattır. Onun duâsına çok muhtacız. Onun Risâle–i Nur kitapları olmasa idi, belki de İslâmiyet batacak, bizleri gàvurlar mahvedecekti” dediği o büyük zatın hizmetinde bulunmak şerefi ve büyük nimeti, senin sayende olup Allah’ın size ve bana büyük bir lütfudur.

Çünkü, bir evlâdın hayırlı olması, bir cihette babası, atası sayesindedir. Sen beni şefkatle büyüttün. Terbiye ettin. Helâl lokma yedirdin. Anam da senin helâl kazancın sayesinde helâl süt emdirdi. Herkes ihtikârla, haram kazançlarla zengin olurken, sen haram ticarete tenezzül etmedin.

İşte ben ancak böyle bir ata sayesinde Bediüzzaman Hazretleri gibi bütün cihanın alâkadar olduğu büyük bir zatın hizmetine kabul edildim. Senin gibi öyle bir atanın sayesinde, Risâle–i Nur kitapları gibi milyonlarca Müslümanın, kadınların–erkeklerin sarıldığı, aşkla, merakla, sevgiyle okuduğu, dinlediği ve imanını kurtardığı kitapları tanıyıp okumak nasib oldu. Cenâb–ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun.

İşte sizin evlâdınız, dünya yüzündeki pekçok Müslümanın “Aman Üstadım bize duâ et. Bizi talebeliğe kabul et” diye yalvardığı bir zata hizmet ediyor. Sizin besleyip büyüttüğünüz evlâdınız, üç–beş kuruşluk fâni menfaat peşinde vakit geçirmiyor. Sizin ebedî âhiret hayatınıza nurlar kazandıran büyük bir hizmette çalışıyor. Siz gibi mübarek bir peder–validenin evlâdı, paşaların, valilerin, meb’usların elini–ayağını öpmeye çalıştığı, hizmetkârı olmaya can attığı fakat, onun kabul etmediği büyük ve eşi olmayan Bediüzzaman gibi bir zâtın hizmetine kabul edilmiş.

Evet, Mustafa Kemal Paşa gibi birisi Hazret–i Üstadı Meclis’e dâvet ederek büyük mevkiler, büyük makamlar teklif etmiş; fakat, o kabul etmeyerek reddetmiştir. “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur” diye Büyük Millet Meclisi’nde söylemiş; bütün askerî kumandanlar, bütün mebuslar onu alkışlarla karşılayarak ayağa kalkmışlardır.

Şimdi bütün dünya Hazret–i Üstaddan medet bekliyor. Bediüzzaman’ın dünyada benzeri yoktur. Müslümanların imânlarını kurtaran, dünyayı felâketlerden kitapları ile muhafaza eden o zattır. Hint’de, Çin’de, Mısır’da, Arabistan’da, her tarafta Risâle–i Nur okunmaya başlanmıştır. Elbette böyle bir zatın hizmetinde olmak, en büyük bir nimettir. En büyük bir şereftir. En büyük bir lütf–u İlâhidir.

Şimdi bana deseler ki, “Sen bu hizmetten bir parça (muvakkaten) ayrıl, on bin lira sarı altın kazanacaksın” deseler, beş para kadar ehemmiyet vermeyerek Üstadımızın hizmetinden bir saat bile ayrılmayacağım. Aç kalacaksın, hapse atılacaksın, sen Risâle–i Nur’dan, Üstad’dan biraz uzak dur deseler, yine “Allah bana kâfidir. Dinsizlerden korkmuyorum” deyip bir kat daha Risâle–i Nur’a ve Üstadımıza sarılacağım.

Sizlere büyük müjdeler veriyorum. Artık dinsizler mağlûp oldu. Bütün mahkemeler beraat kararı verdi. Şimdi (1956–57) Risâle–i Nur Ankara’da matbaada basılıyor. Şimdi Adnan Menderes gibi, hükümetin dine taraftar büyük adamları “Biz Üstadın duâsına dayanıyoruz” diyorlar. Risâle–i Nur’un yayılmasına hizmet ediyorlar. Üstadın ziyaretine çokları gelmek istiyor.

Fakat, Üstad “Risâle–i Nur’u okuyan, benimle görüşmüş olur, Risâle–i Nur’u okusunlar” diyor, kabul etmiyor… Artık korku filân kalmadı; merak etmeyiniz. Bütün millet Risâle–i Nur’a koşuşuyor. Risâle–i Nur bütün ellerde, kadını–erkeği okuyor, dinliyor. İman ve İslâmiyet dersi alarak imanlarını kurtarmaya çalışıyor.

Şimdi milyonlarca Nur Talebesi bayram yapıyor. Daha çok bayram günleri gelecektir. Bütün Müslümanların parlak bir istikbâle kavuşmaları yaklaşmaktadır. Cenâb–ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun. Cümlenize binler selâm ederim.
Zübeyir.

Madem ki İslâmın Her Derdine Razı Oldun…

Aziz, muhterem kardeşim,

Mademki İslâmın her derdine razı olduğunu bildiriyor­sun, bu müjdenle bize aşk ve şevk veriyorsun, o halde iyi dinle:

Vazifen, dikenler arasından güller toplamaktır. Ayağın çıplaktır, batacak. Elin açıktır, ısıracak. Buna sevineceksin. Çöllere sürülürsen kanınla ağaç yetiştireceksin. Kutuplara sürülürsen ısınla sebze yetiştireceksin.

Yeşilliği sevmeyenler olacak, yakacaklar, yıkacaklar. Sen bunu sabırla seyredeceksin. Karanlık zindanlara salarlarsa ışık, paslı vicdanları gö­rürsen ümit, imansız kalplere rastlarsan nur vereceksin. Sen verdiğin için suç olacak, sen getirdiğin için ceza gö­receksin, sen konuştuğun için mahkûm olacaksın. Ve buna şükredeceksin.

Anadan, yardan, serden geçeceksin. Candan, gönülden Kur’ân’a sarılacaksın. Damla iken deniz, nefes iken tayfun olacaksın. Derdini yazmak için derini kâğıt, kanını mürekkep ede­ceksin. Kimse ile görüştürmezlerse, mecnun olup çöllere dü­şeceksin.

Leyla arar gibi Nur arayanları bulacaksın. Bulamazsan üzülmeyeceksin. Makamlar, servetler verirlerse, nefsini unutacaksın. Yalan, iftira, çamur fırtınasına tutulursan, hissiyatını terk edeceksin.

Önünde demirden set yaparlarsa, dişinle deleceksin. Dağları toptan oymak gerekirse, iğne ile oyacaksın. Unutma! Nerede olursan ol, küfrün ve cehlin tâtemelini çürüteceksin. Bir gün Kur’ân etrafındaki surların yıkıldığını görürsen, hemen kemiklerini taş, etlerini harç, kanını da su edeceksin.

Etrafına ilimden, irfandan, faziletten, ahlâktan kaleler dikeceksin. Kaleler fedâi ister, nasıl olsa sen de içinde fedâi olacak­sın. Bu mektubu okuyunca, Mesnevî’yi okuyan Yunus Emre gibi, “Uzun olmuş” diyeceksin. “Onun gibi ben olsa idim, ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm, derdim” dediği gibi, sen de “Ne lüzum vardı uzun uzun yazmaya, kısaca Kur’ân talebesi olacaksın deseydin yeterdi” diyeceksin.

Haklısın, zira İslâm yoluna giren bilir ki, bu yol kıldan ince, kılıçtan keskincedir. Her kişinin yolu değil, “er” kişinin yoludur. Seni bütün ruh u canımla kucaklar, gözlerinden öper, dualarına mukabele eder, Allah’ın rızası dairesinde buluşmak üzere mektubuma son verirken, dalâlete
düşen din kardeşlerimin kısa bir zamanda sizin gibi hidayete ermelerini Cenâb-ı Vacibü’l-Vücud olan Hazret-i Allah’tan niyaz ederim. Âmin!

Pür kusur kardeşiniz
Zübeyir GÜNDÜZALP

Zübeyir Gündüzalp’in Sadeleştirmeye Bakışı

1969 yılında Ekim ayında Üstadımızın Hizmetkarlarından Zübeyir Gündüzalp Ağabey’e Abdülkadir Badıllı ağabey tarafından Risale-i Nur’ların sadeleştirmesiyle ilgili sorulan soruya vermiş olduğu cevap elimize ulaştı. Daha önce neşredilmeyen mektubun sadeleştirmeyle ilgili kısmını NurNet.Org ekibi olarak sizlere sunmak istedik.

Rabian: İkinci mübarek ve müjdeli mektubunuzu aldım. (Bugünkü neslin bilmediği fakat ihtiyacına binaen öğrenmek zaruretinde olduğu kelimeleri Üstadımızın harikulade üslup ve belagatini ve hakikatleri ifade sadedinde istimal ettiği lügatleri aynı muhafaza etmekle) hepimiz mükellef bulunmaktayız. Hem merhum ve muazzez üstadımızın sağlığında bu hususlarda:

1- Ya sahife sonlarında bir not halinde veya satır içinde lügatlerin yanına parantez içerisinde yazılıp yazılamayacağına.

2- Veyahut bir Risale-i Nur mecmuasının sonuna lügatçe ilavesine dair istenilen müsaadelere mübeccel Üstadımız izin vermemiştir. Bir defasında şu mealde buyurmuşlardır:

“Bu, Risale-i Nuru tahriftir. Bir zaman biri … yaptı çok zarar verdi.
Biraz da okuyanlar zahmet çeksinler, lügatlerden arayıp bulsunlar.”

Eğer (santral, eczane, şimendifer) gibi lügatler (Nuriye’de) Arabî Risalelerin içinde ise mezkûr vazifemize ve hakikate binaen yine değiştiremeyeceğiz. Okuyan zatlar öğrensinler. Eğer Arapça’yı okuyacak yeni nesil ise, yirminci asrın mevki-i muallâsından hitap eden mübelliğ-i umumînin, hâdi-i Ekberin – kim bilir akılların ermediği ne hikmete binaen yazdığı- mevzuu bahis kelimeler misillü lügatleri merak edip öğrenmek şeref-i manevisine yükselsinler.

Hamisen: Arabîleri başında eğer başlıklar Türkçe ise yine aynen Türkçe olarak kalsın,m adem üstadımız o büyük eseri tekrar tekrar okumuş ve mecmua haline getirmiş olduğu sıralarda o başlıkları aynen bırakmış, bizlerde aynen bırakırız.

El Baki Hüvelbaki

Hasta Kardeşiniz
Zübeyir Gündüzalp

www.nurnet.org