Etiket arşivi: zübeyir gündüzalp

Eleştiri oklarıyla işlenen cinayetler !..

Eleştirinin maksadı, bir şeyin iyi veya kötü taraflarını, menfi veya müsbet yanlarını bulup meydana çıkarmak, ortada olanla olması gerekeni tesbit ederek doğru ve iyiyi yerleştirmektir.

Fakat bu iyiye ve hakikate ulaşırken değişik yolların ve fikirlerin olabileceğini kabullenmek oldukça önemlidir. Doğrunun ve hakkın sadece bizim bakış, görüş ve anlayışımızın dışında da olabileceği hakikatini kabul ve müsaade etmeliyiz ki; farklı görüşler ve fikirler ortaya çıksın. Farklı düşünen insanlar da bu hoşgörü ortamından cesaret alarak kendi düşünce ve fikirlerini ortaya koyabilsinler. Aksi taktirde kışla toplumu dediğimiz bir yapılanma oluşur. İlmi istibdat yahut ta mahalle baskıları dediğimiz başka fikirlere hayat tanımayan bir anlayış hakim olur.

Karşı düşüncede olanlara da söz söyleme hakkını tanımalıyız. Bu hususta “22. Mektub” ta geçen şu düsturlar oldukça önemlidir:

Birincisi: Sen, Mesleğini ve fikirlerini hak bildiğin vakit, “mesleğim haktır veya daha güzeldir “ demeye hakkın var. Fakat,” yalnız hak, benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur. İnsafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlân (haksızlıkla,boş ve abes olmakla, hak olmamakla) ile mahkum edemez.

İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu demek, doğru değildir. Zirâ, senin gibi niyeti halis olmayan bir adam, nasihati (sözleri) bazan damara (his,inat) dokundurur, (aksülamel) ters tesir yapar.

Üçüncü düstur: Adâvet (düşmanlık) etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine (kalbinden düşmanlık duygusunu söküp atmak) çalış. Hem sana en çok zarar veren nefsani ve boş arzularının ıslahına çalış. O zararlı nefsin hatırı için, müminlere düşmanlık etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kafirler, zındıklar çoktur;onlara adâvet et.

Dördüncü düstur: Kin ve düşmanlık sahibi kişiler, hem nefsine, hem mümin kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder…

Ayrıca 27.Söz’de içtihat bahsinde: “Hak bir olur, muhtelif ahkâmlar hak olabilir mi?” sorusuna Bediüzzaman hazretlerinin verdiği cevap olaylara hangi çerçevede ve nasıl bir bakış ile bakmamız gerektiğini güzel bir misal ile ortaya koymaktadır:

Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre beş hüküm alır, şöyle ki. Birisine, hastalığının mizacına göre, su, ilaçtır; tıbben vaciptir. Diğer birisine göre hastalığı için zehir gibi zararlıdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine , ne zarardır, ne menfaattir, afiyetle içsin; tıbben ona mübahtır. Işte hak burada çoğaldı. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: “Su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.”

Yukarıdaki bakış ve değerlendirmelere bilhassa muhafazakâr kesimin çok ihtiyacı vardır. Toplumun olayları ve hadiseleri daha geniş açıdan görebilmesi ve sağlıklı değerlendirebilmesi için değişik görüşlerin ve fikirlerin rahat bir şekilde ifade edilmesi gerekir. Şayet kişi fikrini hür bir şekilde söyleyemiyorsa, acaba bu farklı bakışımdan dolayı nasıl bir tepki alırım endişesi içinde ise hakikatin önü kesilmiş demektir. Burada kastettiğimiz şeriat ve mezhepler değildir. Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de iman, ahlâk, ibadet, fazilet gibi konuları sabit ve değişmez bir şekilde hükme bağlamıştır. Bunlar evrenseldir, zamanın geçmesiyle veya ülkelere, iklimlere göre hiçbir şekilde değişiklik kabul etmez. Bediüzzaman’ın başka bir yerde ifade ettiği gibi, İslâmiyetin yüzde doksan hükümleri böyledir. Esasen bu husus 27.sözde açık ve net bir şekilde izah edilmiştir. Burada vurgulamaya çalıştığımız şey dinin zaruriyatına girmeyen kısımlarla ilgili söz ve fikir beyanları hakkındadır.

Bugün toplumda Anayasa, yasalar, hürriyet, cumhuriyet, meşrutiyet, demokrasi, istibdat, tahakküm gibi ifadeler gün geçmiyor ki, konuşulmasın, görsel ve yazılı medyada yer almasın. Yeni bir yapılanmanın, oluşumun içindeyiz. Bilhassa müslüman ve muhafazakar kişiler fikir ve düşüncelerini açık ve net bir şekilde ortaya koymalıdırlar. Sadece ağam bilir, efendim bilir, hocam bilir…gibi peşin ve kolaycı bir tavır sergilemekten ziyade, kişiye çekinmeden, korkmadan yıllarca beslendiği ve diz çöktüğü kaynaktan aldığı fikir ve düşüncesini kendi aynasına göre ortaya koyabilecek ilmi bir serbestiyet zeminini sağlamak kanaatimce bugünkü müslüman kesimin ve kalem erbabının oldukça önemli bir görevi olsa gerektir.

Fakat ne yazık ki, bu asırda bile hala kendi kafalarındaki doğrulara kilitlenmiş, başka düşüncelere kapalı insanlarımızın olması oldukça düşündürücü ve bir o kadar da üzücüdür. Bu hususun eğitim ile alakalı olduğu aşikardır.

Eğitim noktasından baktığımız zaman Müslüman dünyasının en büyük düşmanının cehalet olduğunu görüyoruz

Bugün Müslüman dünyadaki okuma-yazma oranımız % 40‘lar seviyesindedir. Oysaki bu oran Hrıstiyan dünyasında % 90 ve onbeş Hırıstiyan çoğunluğa sahip ülkede ise % 100 dür. Hırıstiyan dünyadaki okur-yazarların % 40’ı üniversite mezunudur ve bu oran Müslüman dünyasında % 2’yi geçmemektedir.

Sonuçta; İstatistiklerde de görüldüğü gibi bilgi üretebilecek kapasiteden mahrumuz. Düşünen, tartışan, bilgi üreten ve bilgi uygulamasını gerçekleştiren insanlarımızın sayısı artmalıdır.

Böyle bilgi fakiri ve cehaletin kolgezdiği ülkelerde “bilgi boşluklarının” oluştuğunu görüyoruz. Toplumda oluşturulan bu bilgi boşlukları bir şekilde, birileri tarafından doldurulmaktadır. Doldurulduğu renge ve kendilerine takılan gözlüğe göre fertler olayları, hadiseleri değerlendirmektedirler.

İşte problem de burada başlamaktadır. Kafalardaki doğruya uymayan bir fikir ve düşünce sahipleri acımasızca eleştirilmekte ve düşmanca saldırıya maruz kalmaktadırlar. Bu kişiler en yakın arkadaşları ve dostları olsa bile.

Halbuki yukarıda işaret ettiğimiz gibi, farklı gözlerle, bakışlarla olayları tahlil etmeye çalışan insanlara saldırmak şöyle dursun; hakikati ortaya çıkarmak için iyi niyetle çabalayan birisi olabilir diye yaklaşmak gerekir. Şayet bu kişi yakinen tanıdığımız birisi ise; karşı eleştirimizi yaparken cümlelerimizi oldukça dikkatli seçmeliyiz. Kırıcı, yıkıcı, öfke ve kin kusan görüntüden uzak olmalıyız. Hele hele sözü kendimize göre lastik gibi çekerek itikadî çerçeveye büründürerek tehlikeli ithamlarla dostlarımızı damgalamamalıyız ki, böyle kelimeler bazen mermiden daha yıkıcı olabilir. Büyük inşikaklara, yaralara yol açar, tedavisini imkansız kılar.

Elbette olumlu manada kendi zaviyemizden eleştirel değerlendirme yapmak bizim hakkımızdır. Ne var ki, onun da bir üslûbu ve uygun bir şekli vardır. Her şeyden önce, tenkit eden kimse insaflı davranmalı, söyleyeceklerini kendi egoları hesabına değil, Hak rızası adına söylemeli ve hayır düşüncesinden başka bir niyeti bulunmamalıdır.

Maalesef, günümüzde eleştiri oklarını atanlar alternatif fikir ve düşüncelerini ortaya koymamaktadırlar. Sadece ve sadece karşısındakini muğalata ve demogoji ile küçük düşürüp kendini haklı ve büyük göstermek yolunu seçmektedirler. Gayesi; hakkın ortaya çıkmasından ziyade kendi fikrinin doğruluğunu ispat etmektir. Bu nedenle bir an bile olsa karşıdakinin elinde de hak olabilir ihtimalini kabul etmez. Egosu ve ön kabulü onu kuşatmıştır adeta. O baştan başa “BEN” kesilmiştir artık ne yapıp edip kendi düşüncesini karşı tarafa kabul ettirmenin mücadelesini vermektedir.

Öyle ki, bu hususta ölesiye gayret sarf ediyor; yer yer kelime ve mantık oyunlarına giriyor; hasımlarını kışkırtma, ilzam etme ve mahcup düşürme gibi yakışıksız şeylere başvuruyor ve hakikate karşı hep kapalı durur.

Bu hususta muhterem ve kahraman Zübeyir Gündüzalp’in nefis terbiyesine yönelik nasihatleri muazzam bir ilaçtır. O şöyle der:

“A benim güzel dostum!.. Çok kere olduğu gibi bugün yine çok tenkidler ettin. Kusurlar, hatalar saydın. Acaba gıyabında tenkidler yaptığın, gıybetini ettiğin Allah’ın kullarının o yaşa kadar olan iyiliklerinden, hayra hizmetlerinden, güzel huylarından, zararsız hallerinden ne kadarını yâdettin, kaç tanesini saydın? Münekkid ve kusur sayıcılardan olma! Korkarım ki, zulümkâr olursun…”

Recai ALBAY

Zübeyir Gündüzalp abinin isteği..

Ertuğrul Arpat Abi ile buluşup kendisinden hatıralarını dinlemek istedik. Kendisi sağolsun bizi kırmadı.

– Hocam öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

– 1946 Zonguldak doğumluyum. Erzurum Fransız Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Marmara Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Öğretim Görevlisi olarak emekli oldum. Halen İstanbul’da yaşıyorum.

 – Risale-i Nurlarla tanışmanızı ve o dönemle ilgili anılarınızı anlatabilir misiniz?

– Risale-i Nurla 1968 senesinde tanıştım. Süleymaniye’deki 46 numaraya sık sık giderdim. Hatta orada merhum Zübeyir Gündüzalp Abi ile bir hatıram olmuştu. Zübeyir Abi üst katta kalırdı. Yine bir gün derse gitmiştim. Kendisi aşağı yanımıza indi ve herkes adını soyadını memleketini hangi okulu kazandığını söyledi. Ben de, “ Ertuğrul Arpat, Zonguldak, Erzurum Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı” dedim. Kendisi tanışma bittikten sonra tekrar yukarıya çıktı.

Bir müddet sonra, Eyüp Ekmekçi adlı bir arkadaş yanıma geldi ve Zübeyir Abi’nin beni çağırdığını söyledi. Neyse, yanına gittim. Küçücük bir odaydı kaldığı yer. Bana Risale-i Nurdan, Üstaddan ve hizmetlerden bahsetti. Sonra, “ Sen bu Fransız Dili bölümünden başka bir bölüm kazanamaz mısın? ” dedi. Ben de,” Efendim ben Fransızca diline aşinayım. O yüzden bu bölümü seçtim” dedim. “ Hııı “ dedi. “ Peki sen Fransızca bir kitap yazamaz mısın? ” deyince ben de, “ Bizim yazdığımız kitapları okutmazlar, bir müfredat proğramı vardır onu okuturlar” dedim. “ O zaman sen de o kitaplardaki İslamiyete ters şeyleri reddet, okutma” dedi. “ Tamam Abi. O kitaplarda geçen dans ve benzeri şeyleri okutmam “ dedim. Zübeyir Abi’nin bu telkinatları bende o kadar tesirli olmuştu ki, bir hafta boyunca rüyamda gördüm kendisini.

 – Bir şahsiyet olarak, Zübeyir Gündüzalp’i nasıl anlatabilirsiniz bize?

– Çok ağırbaşlı, çok ciddi, vakur bir hali vardı. Sert duruşuna rağmen, manevi bir havası olan ve bu havasıyla etrafındakileri tesir altına alan bir şahsiyetti kendisi.

Ertuğrul Arpat Abi artık nurnet.org sitesinde yayınlanan yurtdışı haberlerin Fransızca çevirilerini yapacak. Dünyada birçok ülkede Fransızca resmi dil. O yüzden yapacağı bu çevirilerin çok faydalı olacağı kanaatindeyiz.

Sahip olduğu Fransız Diline ait bilgi birikimiyle nice hizmetlere vesile olması temennisiyle…

www.NurNet.Org

Eşyasına Bile Vefa Gösteren Adam Bediüzzaman…

Bediüzzaman tahripten hoşlanmayan, tahribi reddeden, tahribe izin vermeyen adamdır. Bütün eserlerinde ve hayatında, hatta günlük yaşamının ayrıntısında tahribe, kırmaya, dökmeye izin vermez. Onun öğretisinde en önemli öğe insandır, insana karşı yapılan tahrip konusunda son derece hassastır. Bir insanın mevcut kötülüğünü değerlendirirken onu bir sefine, bir gemiye benzetir. “Bir gemide dokuz cani, bir masum olsa o gemi hiçbir adalet kanunu ile batırılmaz” der. Aynı şekilde dokuz masum, bir cani de bulunsa yine hiçbir adalet kanunu ile o gemi imha edilmez. Bu ölçü her şey için geçerlidir; gerek insan, gerek devlet, gerek bütün sosyolojik birliktelikler. İnsandan hareketle bütün varlıklar ve farklı nesnelerden oluşan nesneler. Bu ölçüyü günlük hayatına da uygular.

Bir gün Isparta’da talebeleri evinde temizlik yaparken eskimiş, kullanılmış lambaları alt kattan çöplüğe atarlar. O geldiğinde onları yerinde bulamaz ve der ki: “İnsanoğlu ne kadar vefasız, bu kadar zaman bize hizmet etmiş olan eşyaları nasıl çöpe atarsınız!” Onların atıl halleri ile yüreği arasında bir empati kurar. Birlikte olduğu eşyalara dahi aynı vefayı gösterir. Talebesi Zübeyir Gündüzalp’e “Zübeyir, ben ölmeden benim yerime Van’da yaşadığım yerlerde, Horhor’da benim ile alakadar olan eşyaları, ağaçları, nesneleri yine benim yerime benim gözümle son bir defa gör de gel” der. O da hasta olduğu için yine bir başka talebesi Mehmet Kırkıncı’yı gönderir.

İntikamımı almayın Bunlar romantik ve nostaljik ayrıntılar değildir. Böyle düşünen bir adam kendine zulmeden devlete, hem de defalarca zehirleyen bir yönetimin de tahribine izin vermez, “Ben ölürsem benim intikamımı almayın” der. Bitlis’te Ermeni çocuk ve kadınları, ihtiyarları onlara teslim eder. “Çocuğun, ihtiyarın, kadının Ermeni’si Müslüman’ı olmaz” der. Talebeleri içinde çok heyecanlı olan Mehmet Kayalar, zaman zaman kendilerine zulmeden yöneticilere ve insanlara “Üstadım izin ver, artık silaha sarılacağım” der. Bediüzzaman ona “Sus keçeli” diye kızar. Hatta bir gün Kayalar yine böyle bir teklif öne sürünce, yaşlı ve hasta olduğu halde yatağından bir yay gibi fırlar ve ona bir tokat akşeder, kendini kovacağını söyler.

Bir gün sofrada rafadan bir yumurtanın içi boş halindeyken onu bir talebesi kırmaktan zevk alır bir şekilde sıkar ve kırar. Onun o psikolojisini zararlı gören Bediüzzaman “Yok hayır, bir yumurta tahribi ruh haline de izin yok” der. O Müslüman için de buna yakın düşünür. Bir Müslüman’ın imanı Kâbe hürmetindedir, İslamiyet’i de Uhud değerindedir. Müslüman’ın kusurları ise adi küçük taşlardır. Adi küçük taşlar, kusurlar yüzünden Müslüman’ın varlığını, gemisini batırmak insaf değildir. Eğer bir insan adi küçük taşları Kâbe hürmetinde ve Uhud Dağı değerinde iman ve İslamiyet’i olan bir insanı tahrip etmek için o kusurları yayar, o kişinin mana ve madde gemisini batırmak isterse o insan Bediüzzaman’ın yorumuyla öyle bir zalimdir ki onun zalimliğini semavata kadar işitecek şekilde bağırmak gerektir. Hatta ona zulmedenler onu tahrik ederek isyan etmesini sağlamak için akla hayale gelmeyen kötülükler ederler, o ise hiçbir zaman meslek ve meşrebini değiştirmez. Tıpkı Peygamberimiz (a.s.m.) gibi…

Efendimiz (a.s.m.) Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’ye girdiğinde kendisine ve arkadaşlarına yıllardan beri zulmeden insanların yanına gelir. Öldürülmeyi yüzlerce defa hak eden eylemler yapmışlardır. O Nebiler Nebisi, şefkat ve merhamet hülasası, ashabından bazı heyecanlı kişilerin “öldürelim” telkinleri yanında bile onları diyetlerini vermek, veremeyeceklerin ise on kişiye okuma-yazma öğretmesi ile kendilerini serbest bırakacağını söyler. Bediüzzaman hiçbir zaman isyan ve karşı koymak gibi bir eylem yapmadığı gibi, böyle bir şeye kalkışanı da engellemiştir. Şark’ta isyan eden aşiretleri engellemiş, 31 Mart’ta isyan eden askerleri durdurmuş, devletin yanlış uygulamaları ile sürgüne giderken, kendisini sürgüne götürenleri tahrip etmek isteyen bağlılarını durdurmuştur.

Bediüzzaman kendisine zulmedenlere sadece “ehl-i dünya” der, hatta onların kaderin sırlarına hizmet ettiklerini söyler. Kendini idam ile yargılayan savcının çocuğuru görünce ona beddua etmez. Velhasıl Bediüzzaman hayatı boyunca, mazlumluk anlarında, elinde fırsat olduğu halde hiçbir zaman tahribe yer vermez, tahrip etmez, tahribe izin vermez.

Bediüzzaman’ın son dersinden…

Aziz kardeşlerim, Bizim vazifemiz müspet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahî’ye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müspet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. Mesela, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî’de idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müspet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlahiye’ye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselam gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım. Evet, mesela seksen bir hatasını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umuminin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. “Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz” (İsra Suresi, 15) düsturu ile ki “Bir cani yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz.” İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr ayetin düsturuyla vazifemiz, dâhildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslam’da asayişi ihlâl edici dâhilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihat farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlahiye’ye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakk’a aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.” Ben de Celaleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir” deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’an’dan ders almışım. Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müspet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihat başka, dâhildeki cihat başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müspet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark pek azimdir.

Prof. Dr. Himmet Uç / Moral Dünyası Dergisi

İrlanda’dan Gelen Çağrı !

Fedâkâr ve Dîn-i Mübîn-i İslam’ ın derdiyle cefâkâr ağabeyler ve kardeşlerimiz,

Maddiyyunluk taununun müminleri dahi derinden etkilediği, sefahet ve günahların yaygınlaşarak akılları iptal edip kalpleri çürüttüğü helaket ve felaket asrında “önce kendi imanımızı, sonra başkalarının imanını kurtarmak” için itfaiye memurları olarak ellerimizde su tulumbalarıyla yanıp kavrulanların imdadına yetişmemiz gerektiğinin farkındayız..

Hz. Üstad Bediüzzaman’ın ibadet esnasında diz üstü oturmaktan yara olmuş ayaklarına merhem süren talebesi Molla Resul’ e dediği gibi deriz ki: Ömür sermayesi azdır, lüzumlu işler çoktur.. Nasıl rahat oturalım !..

Zübeyir Gündüzalp Ağabey’in de ihtarıyla sarsılırız ve  “bir genç dinsiz olmuş” haberi karşısında kalbimiz parça parça olur .. Kur’ an’ ın ve Risale-i Nur’ un ulaştığı insanlar için seviniriz, şevkimiz artar. Fakat Allah ve Resul’ünü (aleyhissalatü vesselam) henüz duymamış insanlar için üzülürüz ve yanarız.. Ah nasıl yapsak da onlara da Nur’ u tanıtsak!..

İ’lâ-yı Kelimetullah davasında adım atmakta da cesur davranırız, çünkü esbabı halk edecek Müsebbibül Esbab dan başkası değildir. O sonsuz kudret sahibi bize Yardımcıdır ve bizi tutup kaldıracaktır …

Bu mektuba vesile olan hamiyetli kardeşimiz İrlanda Dublin ‘den sesleniyor ve diyor ki:

“Arzu eden ağabeyler buralara teşrif etseler, hizmeti başlatsalar, Risale-i Nur’ a ayna ve hakikatı arayan gönüllerin nefes alacağı adres olsalar, inançsızlıktan perişan olmuş ruhlara ve kalplere ab-ı hayat takdim etseler; kısacası İrlanda’yı da Nurlandırsalar…. “

Bu samimane çağrının yankı ve tesir bulmasını Cenab-ı Erhamürrahimin’ den niyaz ederiz. Âmin.

İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda malları ve canlarıyla cihat edenler, Allah katında derecesi en büyük olanlardır. İşte onlardır kurtuluşa erenler. (Tevbe 9/20)

Kim, Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde yerleşecek çok yer ve bolluk bulur. Kim, evinden Allah’a ve Rasülüne muhacir olarak çıkarsa, sonra da ölüm kendisine erişirse, muhakkak onun sevabı Allah’a düşer. Allah, bağışlayıcı ve esirgeyicidir. (Nisa 100)

NurNet.Org

Not: Çok şükür bu çağrıya cevap geldi. İrlanda’ya dershanemiz açıldı. Rabbim rızasına uygun hayırlı hizmetlere vesile etsin inşallah. http://www.nurnet.org/irlandadan-gelen-cagriya-cevap/

Bu Tabut

Bu Tabut (Zübeyir Gündüzalp)

Bu Tabut: Hissiyatı ruh kuvvetine çıkmış bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: Fenafillâh makamına çıkan ve sünnet-i seniyyenin en ince teferruatına müraat eden bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: Sıddıkıyet mertebesinin şahikasına çıkan bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: Adaleti, asaleti, salâhati şahsında cem eden bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: Kur’an-ı Hakîmden tereşşuh eden hakikatleri, katre katre massedip dem ve damarlarına yerleþtiren bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: Azamî ihlâs, azamî sadakat, azamî iktisat, azamî takva düsturlarına müraat edip huzur-u İlâhîye mazhar olan bir kahramanın tabutudur.

Bu Tabut: Kur’an düsturlarına azamî ittiba edip, şûra âyet-i kerimesinin ulviyetini, kudsiyetini anlatıp lisan-ı kal ve hâliyle yaşayan bir mücahidin tabutudur.

Bu Tabut: Şecaati, celâdeti, cesareti, feragati şahsında yaşayan bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: Tesis-i İslâmiyette peder valide, evlâd ü iyal, mal mülk gibi fâni âlemin mânilerini aşan Ashab-ı Kiramın ahfadının tabutudur.

Bu Tabut: Risale-i Nur’la nurlanıp bir güneş gibi parlayan bir fedaînin tabutudur.

Bu Tabut: Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin hayatın da yaşamış olduğu düsturlara, metotlara, gayelere uymak için bütün zerrat-ı vücuduyla çalışan, bu uğurda bütün mânileri bertaraf eden ve arzularını kuvveden fiile çıkaran bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: Risale-i Nur esaretine düşen bir esir, esaret zincirinden kurtulmak istemeyen bir esirdir.” diyen bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: “Her yediğim lokma haram olsun, fakat hizmete çalıştığım an müstesna.” gibi ifadelerle hissiyat-ı insaniyeyi uyandırıp hizmete sevk eden bir Kur’an hizmetkârının tabutudur.

Bu Tabut:Seyyidü’l-kavmi hadimühum.” hadisinin manasını yayıp yaşatan bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut:Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” âyet-i kerimesinin meal-i âlisine ittiba eden bir şehit tabutudur.

Bu Tabut: Kalemle tavsif edilemeyen bir tabuttur.

Bu Tabut: Ashab-ı Suffa mesleğini Üstadından aldığı dersle yirminci asırda hayatıyla ve mematıyla yaşayan bir iman abidesinin tabutudur.

Bu Tabut: Sultan Fatih’ten kalkarak, Mihmandar-ı Nebevî Eba Eyyûbe’l-Ensarî’nin sinesine giden bir hakikat mücahidinin tabutudur.

( Kamil Yürür 13 Nisan 1971 İttihad Gazetesi) / Van Asya Nur