mubarekkul tarafından yazılmış tüm yazılar

Hakkımızdaki İlahi takdirlere bizim teslimiyetimiz de böyle mi?..

Hayatta sıkıntı ve üzüntü imtihanlarımız eksik olmaz.

Böyle imtihan devrelerimizde teslimiyet ve tevekkülümüz sağlam olmazsa kısa zamanda hayattan usanır, dayanma gücümüzü yitirebiliriz. Bu sebeple irşat eserlerinde dindarların sağlam teslimiyet ve tevekküllerinden örnekler verilir bizlere. Ta ki, bu örneklere bakarak bizler de hakkımızdaki ilahi takdire razı olup benzeri bir teslimiyet ve tevekkülle sabır ve şükürle mukabele edelim maruz kaldığımız sıkıntı ve zorluklara..

İşte bu maksatla verilen bir örnekte deniyor ki, maruz kıldığı musibetlerden dolayı aşırı üzülen adam, bir maneviyat büyüğüne müracaatla der ki:

– Ben uğradığım zorluk ve sıkıntılardan çok üzülüyorum. Bana bir yol gösterebilir misin? Maneviyat büyüğü, önce seni tanıyalım, sonra düşüncelerimizi dile getirelim, sen kimsin der?

-Ben Müslümanlardan bir Müslüman’ım, deyince maneviyat büyüğü:

-Öyle ise der, sen Müslüman kelimesinin ne manaya geldiğini bilmiyorsun. Müslüman, teslim olan demektir. Allah’ın kendisi hakkında takdir buyurduğu varlık ve darlığa, iyilik ve kötülüğe, sıhhat ve hastalıklara sabırla, rıza ile teslim olan!.. Adam:

– Ben de teslim oluyorum işte, der.

– Hayır der, sen teslim olmuyorsun, teslim olsan beğenmediğin olaylardan aşırı derecede rahatsızlık duymaz, arkasında kim bilir ne hikmetler var diyerek teslim olursun Allah’ın sana takdir ettiği imtihanlara, razı olursun sıkıntı ve zorluklara.

Maneviyat büyüğü, teslim olan Hz. Geylani’nin hizmetçisi gibi teslim olur diyerek Geylani’yi ağlatan hizmetçinin teslimiyetini anlatır soru sahibine. Der ki:

Geylani Hazretleri misafirhanesinde hizmet etmek üzere bir hizmetçi tutar. Hizmet yerlerini gezdirip her tarafı gösterdikten sonra sorar:

– Hizmet edeceğin yeri gezdin, imkanlarımızı da görüp bilgi sahibi oldun. Şimdi söyle bakalım hizmet sırasında nerede kalmak istersin? Cevaba bakın.

-Nerede kalmamı istersen orada! Peki, ne yemek istersin? Neyi verirsen onu! Ne giymek istersin? Neyi giydirmek istersen onu!.

Hizmetçinin bu teslimiyeti karşısında Hz. Geylani başlar ağlamaya. Şaşıran hizmetçi üzülerek sorar.

Yanlış bir şey mi söyledim yoksa, niçin ağlıyorsunuz efendim? Cevap verir:

-Niçin olacak oğlum, senin şu teslimiyetin için ağlıyorum, der. Keşke ömrümde bir defa olsun senin bana teslim olduğun gibi ben de Rabb’ime teslim olsaydım da, ‘Sen neyi münasip görüyorsan ona razıyım Ya Rab!’ başka hiçbir şey istemiyorum diyebilseydim. Böyle bir teslimiyet ancak kamil insanlarda olur. Sen kâmil Müslüman teslimiyeti gösterdin bana! Demek ki tam teslimiyet böyle olur?

Bir büyük teslimiyet örneği de şöyle verilmektedir:

Hz. Musa aleyhisselam Tur’a duaya giderken dağda bir adam çıkar önüne.

– Ben der, gece gündüz bu mağarada ibadetle meşgulüm. Rabb’ime sor ki, benim yaptığım ibadetimi kabul ediyor mu?

Musa aleyhisselam duadan sonra adamın sorusunu sorar, dönüşünde ise acı haberi şöyle verir:

– Rabb’imin sana selamı var. Ben o kulumun ibadetlerini kabul etmiyorum, buyurdu, der. Adam düşünmeye başlar. Sonra kendini toparlayarak kalkar mağaraya yönelir. Musa Aleyhisselam ‘Nereye?’ diye sorar. Mağaraya, der. Vakit çok kıymetli boşa geçirmeyeyim, hemen Rabb’ime ibadete başlayayım!

– İbadetlerini Rabb’im kabul etmeyeceğini bildirdi ya! Şöyle cevap verir:

– Ben O’nun işine karışmam. Bana ‘ibadet et’ emri vermiş, ben O’nun emrini yerine getirmeye çalışırım, bilirim ki O asla yanlış yapmaz. Ben O’na teslim olmuşum bir defa. Teslim olan pazarlık yapmaz, O’ndan ne gelirse hikmeti var deyip teslim olur, kabul eder!..

İşte o anda Cebrail Aleyhisselam gelerek der ki:

– Ya Musa! O kula söyle şu andan itibaren geçmiş ve gelecek bütün ibadetleri kabul edilmiştir. Allah kendisine böyle teslim olanı asla mahrum bırakmaz. Bu teslimiyeti ona imtihanı kazandırmıştır!.

Ne dersiniz, bizim teslimiyetimiz de böyle mi? Bir düşünsek mi?

Ahmed Şahin / Zaman

 

Düşüncemizi, toplumu cepheleştirecek sertlikte ifade etmemiz doğru mu?

Bir Emevi yöneticisi ve kumandanı olan Haccac-ı Zalim, 95 tarihinde kendi kurduğu Vasıt şehrinde 53 yaşında ölünce, Haccac’ın Emevi taraftarları mateme bürünmüş, karşıtları ise ölüm gününü bayram ilan etmişlerdi.

Böylece Irak’ta iki cephe oluşmaya başlıyordu, Haccac taraftarları ile Haccac karşıtları. İşte bu sıralarda Haccac taraftarı bir adam, çevresindeki Haccac karşıtlarına duyuracak sesle şöyle diyordu: – Ya Rab, büyük kumandan Haccac Hazretleri’nin şefaatinden beni mahrum eyleme!.

Bunu duyan Haccac karşıtı bir adam da düşüncesini şöyle dile getiriyordu: – Ya Rab, cehennemliği kesin olan zalim Haccac’a taraftar olmaktan beni muhafaza eyle!

Biri, Haccac’ın şefaati istenecek derecede cennetlik olduğunu iddia ediyor, öteki de onun taraftarı olmaktan Allah’a sığınılacak derecede cehennemlik biri olduğunu ileri sürüyordu. Toplumun cepheleşmesini körükleyen bu tür iddialardan rahatsızlık duyan mutedil insanlar da vardı. Onlar bu aşırı iddia sahiplerine ikazlarını şöyle yaptılar: -İkiniz de büyük veli Hasan Basri Hazretleri’nden Haccac’ın durumunu sorun. Bakalım şefaati istenecek derecede cennetlik biri mi diyecek, yoksa taraftarı olmaktan Allah’a sığınılacak derecede cehennemliğin teki mi olduğunu anlatacak öğrenin. Sonra gelin toplum içinde konuşmanızı ona göre ayarlayın.

Bu ikaz üzerine iki zıt iddia sahibi, tartışa tartışa büyük veli Hasan Basri Hazretleri’ne giderek Haccac hakkındaki iddialarını anlattılar. Hasan Basri Hazretleri, tartıştıkları Haccac’ın durumunu bunlara şöyle anlattı: – Haccac ölürken: “Rabb’im, demiş, halk Senin beni affetmeyeceğini zannediyor, ben ise Senin rahmetinin benim zulmümden çok olduğunu biliyor, affedeceğini ümid ediyorum. Bana halkın su-i zannıyla değil de benim hüsnü zannımla muamele eylemeni diliyorum!”

Böyle bir dua ile ölen Haccac’ın imansız gittiğini, cehennemliğin teki olduğunu iddia etmek dinen mümkün değil. Nitekim bunca zulmün, katlin sorumlusu olan Haccac’ın şefaati istenecek cennetliğin biri olduğunu iddia etmek de mümkün olmayacağı gibi!. Bundan sonra şu tembihte bulunur iddia sahiplerine:

– Unutmayın ki siz, tarafını tuttuğunuzu cennetlik, karşıtı olduğunuzu da cehennemlik ilan etme bilgisine de, hakkına da sahip değilsiniz! Düşüncenizi toplumu germeyecek yumuşaklıkta ifade etmeniz gerekir. Yoksa cepheleştirme fitnesini körüklemiş olma vebalinden kurtulamazsınız bu türlü aşırı iddialarınızla!..

Sakin bir üslupla yapılan bu uyarıyı dinledikten sonra, Haccac’dan şefaat isteyecek derecede cennetlik olduğunu iddia eden taraftar ile, Allah’a sığınılacak derecede cehennemlik biri olduğunu iddia eden aleyhtarı, düşünmeye başlarlar. Taraftarlık öfkesiyle ileri sürdükleri aşırı iddialarının toplumun birliğine zarar vereceğini kabul ederler. ‘Haccac’ın gerçek durumunu Allah bilir, biz taraftarlıkta aşırı gitmişiz.’ diyerek tartışa tartışa gittikleri yoldan bu defa konuşa konuşa döner, tahriksiz, yumuşak konuşma örneği verirler. Hasan Basri Hazretleri de sert iddiadan vazgeçip yumuşak kanaat açıklamaya yönelen iki karşıt insanı takdirle karşılar, ikisine de dua eder.

-Şimdi düşünme sırası bizde. Biz de taraftarı olduklarımızla, karşıtı bulunduklarımız hakkında böyle aşırılıkta ifade ve üslup kullanıyor muyuz? Böyle aşırı iddialarımızla biz de toplumu cepheleştiren tutum ve tavra girmiş oluyoruz muyuz?. Hasan Basri Hazretleri’nin aşırı üslup sahiplerine yaptığı uyarıları bizim için de geçerli mi? Ne demişti büyük veli iki karşıt iddia sahiplerine?

-Siz tarafını tuttuğunuzu cennetlik, karşıtı olduğunuzu da cehennemlik ilan etme bilgisine de, yetkisine de sahip değilsiniz! Toplumu cepheleştirmeyecek yumuşaklıkta ifade edin düşüncelerinizi!..

Doğru mu? Ülkemizde birlik beraberlik için bizim de böyle yumuşak üsluba ihtiyacımız kesin mi? Bir düşünsek mi?

Ahmed Şahin / Zaman

Kimsenin yaptığı yanına kalmaz!..

Yaşadığımız yeni olaylar da gösteriyor ki, Allah’ın adaleti er ya da geç mutlaka tahakkuk eder, kimsenin yaptığı yanına kalmaz!

Öyle ise kimse gücüne, kuvvetine güvenerek zulme kalkışmasın. Unutmasın ki, Allah ‘imhal’ eder, yani mühlet verir, zalimin tövbe etmesini bekler, ama ihmal etmez. Bir de bakarsınız ki, zulüm ve haksızlık yapanlar güçlerini yitirmişler, geçmişte yaptıkları zulümleri yanlarına kalmamış, karşılığını görmeye başlamışlar.

Bu tespitimizi, hatırlayacağınızı sandığım tarihî bir misalle dikkatinize arz edeyim izin verirseniz.

Abbasi halifesi Harun Reşid, sarayının bahçesindeki gül ağacını pek beğenir. Yaprağı, kokusu, görünüşüyle dikkatini çeken gülü özel bakıma alması için bahçıvana emir verir:

– Bahçeye her geldiğimde bu güle bakarak dinleniyorum. Bunu özel korumaya al, bakımına itina göster, yapraklarını dökmesin, mevsim boyu üzerinde hep muhafaza etsin.

Bahçıvan, özel bir itina ile bakmaya başladığı gülün suyunu vaktinde verir, toprağını zamanında çapalar.. derken bir sabah bahçeye gelince bakar ki, gülün dalına konan bir bülbül, ne kadar yaprak varsa hepsini de gagalayarak yere sermiş, tek yaprak bırakmamış gülün başında. Korku ve telaşla koşar halifeye:

– Sultanım der, üzerine titrediğimiz gülün yapraklarını bir bülbül gagalayarak yere dökmüş, tek yaprak bırakmamış gülün başında!..

Hayatı boyunca çok şeyler yaşamış halife, sakin bir sesle cevap verir:

– Üzülme efendi üzülme der, bülbülün yaptığı yanına kalmaz!

Rahat bir nefes alan bahçıvan, işine döner. Bir gün bakar ki, bir yılan, yaprakları gagalayarak yere seren bülbülü yakalayıp ağzına almış, yutmak üzere otların arasında kayıp gidiyor. Heyecanla yine halifeye gelir:

– Sultanım der, gülün yapraklarını gagalayarak yere düşüren bülbülü bir yılan yakalamış, otların arasında yutmaya çalışırken gördüm. Sultan yine telaşsız:

– Merak etme efendi der, yılanın yaptığı da yanına kalmaz.

Bahçıvan yine işine döner. Bir ara bahçede çalışırken otların arasında yılanı görür. Hemen elindeki küreğiyle darbe üstüne darbe indirerek yılanı orada öldürür. Sevinçle geldiği halifeye de durumu anlatır:

– Sultanım der, bülbülü yutan yılanı ben de bahçede otlar arasında yakalayıp küreğimle öldürdüm.

Harun Reşid, yine sakin cevap verir:

– Bekle efendi bekle der, senin yaptığın da yanına kalmaz!..

Nitekim çok geçmez, bahçıvan da hatalar yapar. Yakalayıp halifenin huzuruna çıkararak cezalandırılmasını isterler. Halife emrini verir:

– Atın bu zalim adamı zindana!

Yaka paça zindana doğru götürülürken geriye dönen bahçıvan şunları söyler:

– Sultanım der, bülbülün yaptığı yanına kalmaz dediniz, onu yılan yuttu. Yılanın yaptığı yanına kalmaz, dediniz, onu da ben öldürdüm. Şimdi benim yaptığım da yanıma kalmıyor, beni de sen zindana attırıyorsun. Herkesin yaptığı yanına kalmıyor da senin yaptığın mı yanına kalacak? Demek sana da bir yapan çıkacak. Öyle ise gel sen bana yapma ki bir başkası da sana yapmasın! Ben yaptığımdan tövbe ediyorum çünkü…

Bu değerlendirmeyi başını sallayarak dinleyen Harun Reşid, ‘Doğru söyledin bahçıvan.’ diyerek emrini verir:

– Bırakın bahçıvanı, çiçekleri sulamaya devam etsin. Derler ki:

– Bahçıvanın yaptığı yanına kalır.

– Hayır, hayır der, kimsenin yaptığı yanına kalmaz. Daha ağır şekliyle ahirette ödemeye tehir edilir. Ama gafil insanlar bunun farkına varamaz da, yaptığı yanına kaldı sanırlar…

– Ne dersiniz, yaşananlar da bunu mu gösteriyor? Kimsenin yaptığı yanına kalmıyor da, keşke yapmasaydık mı diyorlar? Ama bu son pişmanlığın faydası yoktur ki! Şimdi ayeti okuyarak düşünme zamanı.

– “Fa’tebiru ya ülil ebsar!” İbret alın ey basiret sahipleri! Şimdi basiretle bakma zamanı…

Ahmed Şahin / Zaman

Sıkıntılarımıza, dağ başındaki bu çoban kadar sabrediyor muyuz?

Soru sahibi kardeşimiz diyor ki:

Bazen sıkıntı ve musibetlere maruz kalıyor, birtakım rahatsızlıklarla karşılaşıyoruz. Böyle üzüntülü devrelerde sabretmemiz gerekirken, duygularımızı kontrol edemiyor, halimizden şikâyet eder hale de gelebiliyoruz. Yaşlı ninemiz de, ‘Allah razı olmaz halinden şikâyet edenlerden’ diye bizi ikaz ediyor, isterseniz gazetedeki hocanızdan sorun diye de adres gösteriyor. Gerçekten de Rabb’imiz razı olmaz mı maruz kaldığı musibetlerden şikâyet edenlerden? Bu konuda vereceğiniz bilgilerle bizi aydınlatabilir misiniz?

Nasıl bir duygu ve düşünce içinde olmalıyız sıkıntı ve zorluklar karşısında?

***

Konuya maneviyat büyüklerimizin bakışıyla baktığımızda tereddüt etmeden diyebiliriz ki:

– Hayatta eksik olmayan üzüntülü ve sıkıntılı devrelerde duygu ve düşüncelerimizi kontrol etmeli, Rabb’imizin hakkımızdaki takdirlerine gönülden razı olmalı, itiraz ve isyan duygularına benzeyen şikâyetlere asla yönelmemeliyiz. Çünkü biz, Rabb’imizin hakkımızdaki takdirlerine ne kadar razı olursak Rabb’imiz de bizden o kadar razı olmaktadır. Öyle ise Rabb’imizin razı olacağı sabır ve şükür duyguları içinde karşılamalıyız maruz kaldığımız sıkıntı ve musibetleri.

Gazali Hazretleri’nin İhya’sında verdiği şu misal, bu konuda bizi düşündürmelidir:

Rivayete göre Hz. Musa aleyhisselam Tur’daki münacatında; “Rabb’im Sen kullarından ne zaman razı olursun?” diye sormuş. Rabb’imiz de şöyle cevap vermiş:

– Kullarım benden ne zaman razı olurlarsa, ben de onlardan o zaman razı olurum!.

Demek ki Rabb’imizin takdir buyurduğu sıkıntı ve zorlukları sabır ve şükür duyguları içinde rıza ile karşılamalı, asla şikâyetçi duruma girmemeliyiz. Çünkü hayatta eksik olmayan sıkıntı ve musibetler, bizim kulluk imtihanımızdır. İmtihanı kazanmak ise sabırla, şükürle, rıza ile mümkün olur. Şikâyetle, itirazla değil.

Bu sebeple Hz. Ömer Efendimiz der ki:

– İster bollukta olsun isterse darlıkta Rabb’imin hakkımdaki tüm takdirlerine gönülden razı olurum. Bolluk verince memnun olup darlık verince şikâyete yönelmek gibi bir yanlıştan da yine Rabb’imin korumasına sığınırım.

İslam büyüklerinden Fudayl bin İyad da sabır ve rıza konusunu şöyle anlatır:

– Kul, Allah’ın verdiği nimetlerden nasıl razı oluyorsa, takdir ettiği musibetlerden de öyle razı olmalı, şikâyete yönelmemelidir ki, hayat boyu eksik olmayan sıkıntılara karşı sabır imtihanını kazanmış olsun.

Sıkıntılara sabır ve rıza konusunda en ibretli misali Gazali Hazretleri, dağdaki çoban örneğiyle vermektedir bizlere. Rivayete göre gece-gündüz ibadetle meşgul olan büyüklerden bir zata, gece rüyasında cennetteki komşusu gösterilir. Bakar ki dağda koyunlarını otlatan bir çoban cennetteki komşusu. Merak edip gündüz çobanı görmeye gider. Cennette kendisine komşu yapan amelini öğrenmek ister. Ancak çobanda farklı bir hal göremez de sorar:

– Üç gündür incelediğim halde sende farklı bir özellik göremedim. Acaba bilmediğim gizli bir halin mi var, der? Çoban şöyle cevap verir:

– Benim farklı bir amelim yoktur. Ancak şöyle küçük bir halim var diyerek sıkıntı ve zorluklara karşı gösterdiği sabır ve tahammül tavrını anlatır:

– Ben der, bolluk verdiğinde Rabb’imden nasıl razı olursam, darlık verdiğinde de öyle razı olurum. Hatta hastalık verse sıhhat istemem, fakirlik verse zenginlik talep etmem. Neyi layık görüyorsa onu ben de uygun bulur gönülden razı olurum, asla şikâyete yönelmem!.

Misafir zat dudaklarını ısırarak bağırır:

– Sen buna küçük amel mi diyorsun? der. Buna Rabb’imizden gelen “kazaya rıza hali” derler. Böyle kazaya rıza duygusuna sahip olan insanlardan Rabb’imiz o kadar razı olur ki, onu cennetine layık kul olarak kabul eder. Şimdi anladım Rabb’im dağ başındaki bir çobanı neden cennetliklere komşu olmaya layık gördüğünü!. Yani ‘kazaya rıza’ halini!.

– Ne dersiniz, bu örnekler bizlere bir şeyler söylemiş oluyor mu? Biz de dağ başındaki bu çoban kadar sabır ve rıza duygusuna sahip miyiz, bir düşünsek mi?

Ahmed Şahin / Zaman

Nükte ve fıkralarla tebessüm ve tefekküre ne dersiniz?

Halife Harun Reşid, Bağdat kırlarında çevresiyle birlikte geziye çıktığı sırada ağaç altında uyuyan bir adamı görür ve yanındakilere; “Şu adamı uyandırın, otların arasından çıkan bir yılan onu sokup öldürebilir.” der.

Hemen uyandırılan adam bakar ki karşısında Harun Reşid var. “Sultanım neden uyandırdınız beni der, rüyamda padişah olarak seçilmiştim, tahtımda oturmuş çevreme ne güzel emirler veriyor, hizmetçileri çevremde koşturuyordum.” diye söylenir.

Harun Reşid gülerek cevap verir: “Efendi der, uykudaki padişahlıktan ne olur ki, işte böyle gözlerini açınca padişahlık falan kalmaz, yok olup gider!” Adam şöyle cevap verir: “Sultanım der, benim padişahlığım gözümü açınca yok olup gitti, seninki de gözünü kapayınca yok olup gidecek, aramızda büyük bir fark mı var sanki?” Bu cevap karşısında düşünmeye başlayan Halife: “Efendi der, aslında uykuda olan sen değil benmişim, ben seni yılandan kurtarmak için uyandırmıştım, sen de beni saltanat gafletinden kurtarmak için uyarmış oldun.” Bundan sonra sıkça tekrar ettiği söz hep aynı olur. “Ey Harun, gözünü kapayınca yok olacak saltanatına sakın güvenme!”

Benzeri bir göz açıp yumma saltanat tarifi de Hazret-i Mevlânâ’dan gelir. Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad Hz. Mevlânâ’ya, “Sultanlığımı sana devretmeye hazırım şayet kabul buyursan.” deyince Hz. Mevlânâ şöyle cevap verir:

“Biz sizin kısa süren sultanlığınıza talip değiliz. Çünkü sizin sultanlığınız gözünüzü kapayınca biter, bizim sultanlığımız ise gözümüzü kapayınca başlar. Biz göz kapayınca bitene değil başlayan sultanlığa talibiz!”

Somuncu Baba’yı üzen fazla dünyalık!

Bursa’nın maneviyat büyüğü Somuncu Baba, tarlası olup da tohumu olmayan yoksul talebesine bir çuval buğday vererek; “Tarlanın yarısını kendin için, yarısını da benim için ek.” der. Talebe bu yardıma sevinerek tarlanın yarısını kendi adına yarısını da hocası adına eker. Ekinlerin yetiştiği mevsimde, hocasıyla birlikte tarlaya gelirler. Talebeye ait kısımdaki ekinler gayet iyi ve gür yetişmiş, hocasınınki ise zayıf ve cılız kalmış. Somuncu Baba, iyi yetişen mahsulün kimin olduğunu sorar. Talebe de utancından “Sizin efendim.” der. Buna üzülen Somuncu Baba söylenir:

-“Biz ahiretimizin mamur olması için dua ediyorduk, demek ahiretimiz yerine dünyamız mamur olmaya başlamış, ücretimizi dünyada alıyor, ahiretimize bir şey bırakmıyor muyuz yoksa.” diye üzüntüsünü açıklayınca talebesi gerçeği anlatmak zorunda kalır:

“Efendim der, aslında iyi olan taraf bana aittir, zayıf olan da size aittir. Utancımdan dolayı iyi olanın size ait olduğunu söyledim.”

Somuncu Baba’nın yüzünde tatlı bir tebessüm dolaşır:

“Şimdi oldu evlat.” der, “Ekinin gür tarafının bana ait olduğunu duyunca, ‘Dünyada alacağınızı aldınız ahirette isteyecek bir şeyiniz kalmadı.’ denecek olan servet sahiplerinden mi oluyorum yoksa diye endişe ettim!.”

Geylani Hazretleri: “Büyüklerin üzerine sinek konmazmış, sizin üzerinize de sinek konduğunu hiç görmedik.” diyenlere şöyle cevap verir: “Bana sinek neden konsun ki, üzerimde ne dünyanın pekmezi var, ne de ahiretin balı?”

Rahmetli Şeyh Hacı Muzaffer Ozak, muhataba göre nükteli söz söylemesini bilen biriydi. Dükkânına giren laubali bir adam; “Selamünaleyküm babalık.” der . O da: ” Aleyküm selam kuru kalabalık!” diye karşılık verir.

Şam’ın büyük velilerinden Bilal bin Saad’a, gerçek dostun tarifini sorarlar. Gerçek dostu şöyle tarif eder: “Her görüştüğünüzde avucunuzun ortasına bir altın koyan gerçek dost değildir. Asıl, her görüştüğünüzde dindarlığınızı bir kat daha kuvvetlendirendir gerçek dost!.”

Ahmed Şahin / Zaman