sonyildiz1876 tarafından yazılmış tüm yazılar

Seçimler ve Tercihler “Siyasi Partiler”

“Oy verme mes’elesi” gerçekten de çok ciddi bir sorumluluk ve dini bir vecibedir. Bir vatan ve insaniyet borcu olduğu içindir ki, bu mes’ele hakkında, mutlaka şuurlu bir araştırma yapmak; ciddi bir sorgulama ve muhasebe haleti içine girmek gerekiyor.

Fakat herkeste, kendisinin, en doğru yolda olduğu zannı ve düşüncesinin hâkim olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bu gerçek Kur’an da şöyle vurgulanıyor: “Şüphesiz ki bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkoyarlar, onlar ise kendilerinin hala doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf 37)

İşte bu nedenle, her şuurlu Müslüman gibi, bizim de kendi sahip olduğumuz düşünceye sorgulama yapmadan teslim olmamız, şuursuz bir surette güvenmemiz doğru olmaz. Müslümanlar olarak bizler, her konuda olduğu gibi, bu konuda da kendi duygusal saplantılarımızı ve mahalle baskılarını bir kenara bırakıp, mutlaka Edille-i Şer’iyyeye (Kur’an, Hadis-i Şerif, İcma-ı Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha) bakarak karar vermek ve vicdanımızın sesine kulak vermek zorundayız. 

Dolayısıyla, üzerinde yaşadığımız bu toprakların, bir nevi maddi ve manevi mukadderatının şekillendiği bu siyasi genel veya yerel seçimler de;  kendi şahsi kanaatlerine göre değil; ilmi kıstas ve kriterlere ve asrımızın büyük islam âlimi Bediüzzaman Hazretlerinin çizdiği istikamet şablonuna göre hareket etmekle mükellef ve mecburuz. Aksi halde yanlış yönlendirmelerin vebali çok büyük olacağı aşikârdır.

Zira bazan günümüz siyasi boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur. (Asa-yı Musa 20)

Yapılan bu açıklamalardan sonra, edille-i şer’iyyeye binaen, ülkemizde ki mevcut siyasi parti ve düşünce akımlarını ve bunları temsil eden siyasi partilerin bir analizini nazarı mütalaanıza arz ediyoruz.

·         Yüce dinimizin kesinlikle reddettiği, ırkçılığı savunan düşünce akımları ve bu menfi fikirleri varoluş politikası haline getiren partiler:

İslâmiyet milleti her şeye kâfidir. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir.

Cenab-ı Hak(c.c) Furkan-ı Hâkimin de şöyle buyurmuştur; “Sizleri cemaat cemaat, kabile kabile, ırk ırk, millet millet yarattık ki, birbirinizi tanıyasınız, sosyal ilişkiler kurup aranızda bir tanışma tesis edesiniz. Yoksa birbirinizle kavga edesiniz, çekişesiniz diye sizleri kabilelere ve guruplara ayırmış değiliz.”

Aynı ayetin devamında da: “Allah katında üstünlük, sadece takva iledir.” buyurulmaktadır. (Hucurat 13)

Peygamber Efendimiz de bu mevzuyu açık ve net bir şekilde izah etmiş ve buyurmuşlardır ki; “Irkçılığa çağıran, bizden değildir. Irkçılık için savaşan ve mücadele eden bizden değildir.” (Müslim, İmare 53,57 Hadis No:1850; Ebu Davut, Edep 121)

Bediüzzaman hazretleri de mevzu hakkında Nur risalelerinin bir yerinde ayrıca şu izahatta bulunuyor;

Firenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu firenk illetini aşılamış.

Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pekçok zararları ve tehlikeleriyle beraber, bu zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.

            Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za’fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başa geçerse; ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakikî Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar; hem hakikî Türklerin hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar.

Çünki İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerime: وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَىdır. Yani, birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz.

Hâlbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur.

Çünki “Bir masumun hakkı, yüz câniye feda edilmez” diye İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mes’ele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir. (Emirdağ Lahikası-2 164)

·         Çoğulculuğun değil, Azınlığın veya güçlünün söz sahibi olduğu; küfür, baskı ve zulme meyilli ve haksızlıklara taraftar ve dinsizliği siyasete alet etmek suretiyle dine karşı politikalar üreten partiler:

Cenab-ı Hak(c.c) şöyle buyuruyor; “Bir de sakın zalimlere meyletmeyin, sempati bile duymayın.” (Hud Suresi, 113)

Yüce Rabbimiz(c.c) zalimleri şöyle hak bir temsil ile tarif ediyor; “Allah’ın mescitlerinde, Allah’ın adının anılmasını engelleyip, oraların ıssız ve harap hale gelmesine çalışanlardan daha Zalim kim olabilir?” (Bakara 114)

Yine başka bir ayette Allah(c.c) şöyle buyurmaktadır: “İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir, onlar orada ebedi kalırlar.” (Bakara 39)

 “وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُâyet-i kerimesi fermanıyla: Zulme değil yalnız âlet olanı ve tarafdar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi, dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.” (Mektubat 362)

Bediüzzaman hazretleri, yaşadığı dönem de kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta, bu tür dine mesafeli ve karşı bir duruş sergileyen partilere karşı tavrını, bir Müslüman olarak şöyle izah etmektedir;

Halk Partisi iktidara gelecek olursa -ki bu asil millet, ihtiyarıyla o partiyi kat’iyyen iktidara getirmeyecek-, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Hâlbuki bir Müslüman kat’iyyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez.

İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum.” (Emirdağ Lahikası-2 206)

Haşiye: “Demokrat parti”, o zaman ki demokratik hak ve özgürlükleri temsil eden partiye verilen isimdi. Dolayısıyla şimdi ki zaman da, mevcut partilerin ismine bakılmaksızın, bu partilerin fiillerine ve eserlerine bakmak gerektir.

·         Dini, siyasete alet eden; İslamiyet’i kendi şahsî menfaatlerine ve hattâ manevî kemalâtlarına ve belalardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına âlet etmeğe çalışan partiler:

İman ve İslamiyet, mâl-i umumîdir. Tüm insanlığın ve Müslümanların malıdır. Her taifede muhtaçları ve sahibleri vardır. Hiçbir parti, islamiyeti kendi tekeline alamayacağından dolayı, tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alını. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.

Bediüzzaman Hazretleri, ön şart olarak halkın yüzde 70’den fazlası hakiki anlamda İslam’ı yaşamadıkça, İslam adına parti kurulmasının ve desteklenmesinin, İslam’a zarar vereceğini, delilleriyle izah ve ispat eder.

İttihad-ı İslâm Partisi, Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemeğe, belki siyaseti dine âlet etmeğe çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeğe mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.” (Emirdağ Lahikası-2 162)

·         Memuriyet ve Emirliği, reislik değil; millete bir hizmetkârlık vesilesi olarak gören;  Demokrat, hürriyet-i vicdana taraftar, Dindar ve dine hürmetkâr Demokrat partiler:

Memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad-ı mutlak keyfî olur.

Bediüzzaman hazretleri; “Dinin îcablarını yerine getireceğiz, din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez” diyen ve mazlum milleti Chp zulmünden kurtarmakla, yıllarca baskı ile zoraki Türkçe olarak okutulan ezanı Arapça aslına döndüren başvekil Adnan Menderesi; İslamiyet’in bir kahramanı olarak görmüş ve vatan, millet, İslâmiyet adına aşikâre demokrat partiye oy vermek suretiyle desteklemiştir.

Hasan Tayfur

Risale-i Nur Talebeleri (Şiir)

Tuttukları yol, Kur’an yoludur
Onların kalpleri iman doludur
Bu zümre milletin hangi koludur?
Onu açıklamak lazım meydana

Başka Cemaatler gibi inabe vermez
Gönüller fetheder, kimseler görmez
Nur talebeleri bitmez tükenmez
Yayılmıştır bunlar cümle cihâna

Bunlar ola has nur talebeleri
İman hakikatı tek gayeleri
Sırf Allah içindir bu hizmetleri
Mutidir cümlesi, hep davalarına

Tarikat, cemiyet, partileri yok
Masonlar gibi de, locaları yok
Hiçbir teşekküle kayıtları yok
Fedadır cümlesi, Kur’an yoluna

Nur talebesi siyasete asla bulaşmaz
Muhalif işlere, hiç biri yapışmaz
Gayrimeşru işlerde, zaten çalışmaz
Mutidir cümlesi hep üstadlarına

Her yer de vardır, Nur talebesi
Gençlik rehberini okur cümlesi
Üniversitenin birçok kimsesi
Malik oldular hep ‘ilm u irfana

Üstadımız kahraman Said Nursi
Ne mutlu ona, bunda ola hissesi
Bunlar susamışlar ab-ı imana.

A.Kerim KOÇHAN

Ümitvar Olunuz..!

Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor.

Manevî temelleri sarsılan garb cem’iyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor.

Bu müdhiş sâri illete karşı, İslâm cem’iyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak?

Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi?

Yoksa İslâm cem’iyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı?

Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum.

İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz.

Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaîmi teksif etmiş bulunuyorum.

***

Evet.. Bediüzzaman hazretleri ahirzaman fitnesinin dehşetini, veciz bir ifadeyle özetliyordu.

Nitekim yaşadığımız yeryüzü coğrafyasında, her gün şahitlik ettiğimiz vukua gelen veya gelmeye hazırlanan nice hadisat, bize inkâr edilemeyen şöyle bir hakikatı gören gözlere göstermiştir;

Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına almaktadır..

Bu menfi ve zararlı akımlar bütün mesailerini, Maddî ve manevî şerlerini, insanlığın aklına, kalbine ve ruhuna, siyasî diplomatların medya diliyle sihirbaz misali zehirli üflemekle harcamaktadırlar.

Mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etmekle bin senelik medeniyet terakkiyat ve kazanımlarını, vahşiyane mahvedecek şerlerin vücuda gelmesi için bu vatanda ehemmiyetli sarsıntılar vermek suretiyle ciddi bir hazırlık içinde olduklarını müşahede ediyoruz.

Âdem zamanından beri Vakit vakit tehacümlerine, taarruzlarına maruz kalan mazlum insanlık, bu menhus hainlerin zulmünden ne zaman âzade kalacak.

Zira bu mülhid, hak ve hukuk tanımaz mütecavizler, haddini tecavüz etmeye başladılar.

Artık tecavüzün bu derecesi fazladır.

Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, ilahi nurun bir cilvesi olan imanın, bir sır gibi kalbden kalbe, mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle teselli buluyoruz…

Gecelerimiz çok karardı ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.

Bu itibarla muazzam bir bârika-i hakikatın zuhuru yaklaştığı iman ve itikadı, bizi teselli ediyor.

Ne zaman ki, tahribat ve istibdad haddini aştı, uçurum kendini gösteriyor.

Büyük felâketler, güler yüzlü intibahlar doğurur” derler ki, pek musîb ve isabetli bir söz.

Ne zaman ki Avrupa kâfir zalimleri ve Asya münafıkları, zulmü ve istibdadı artırdı, mazlum milletler maddi ve manevi istiklalini kazanıyor.

Şu asırda dinsizlik ve tahribat fazlalaştı.

İnşâallah mazlum ve masum ehl-i imanın yüzü gülecek.

Parlak bir hakikat güneşi tulû’ edecek.

Büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir.

Meselâ: Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur.

***

Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar.

Allah ise, vaat ettiği üzere -muhakkak- nurunu tamamlamak (tamamen parlatmak) istiyor..

Fakat her şeyin bir bedeli ve karşılığı vardır elbet..

Bunun için de; bütün fenalıkları, günahları, ahlâksızlığı, rezaleti, fesad ve fitneyi imha edecek ilahi nura sarılmakla, sultanlığımız olan kulluğumuzu hatırlamak gerek..

Sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle, bütün efkâr-ı fasideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı uyanık olmak ve uzak durmaya çalışmak gerek..

Hülasa; doğru İslamiyet’i öğrenmekle, İslamiyet’e layık doğruluğu yaşamak adına; İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terketmektir.

Ve bilhâssa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Zira en büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.

***

Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk.

Şimdi ise milletimizin birlik ve beraberliği ve ülkemizdeki demokratik atılımlar ile rahm-ı madere geçtik, neşv ü nema bulacağız.

Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden inşâallah mu’cize-i Peygamberî ile, kalben ve lisanen ve bedenen yapacağımız ibadetler ile bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri kısa zamanda tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine(medenileşmiş ülkeler) ile omuz omuza müsabaka edeceğiz.

Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler.

Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi medeniyet harikalarına bineceğiz, geçeceğiz.

Belki câmi’-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiyenin ve istidad-ı fıtrînin ve feyz-i imanın ve şiddet-i açlığın hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz.

Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır!

***

Son söz:

Manen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm’in mülküdür.

Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.. cefasını değil, safasını çek.

O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir.

Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir.

Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” de, pencerelerden seyret, içlerine girme.

Vesselam

Hasan TAYFUR

Dilenci ve Dilencilik Mesleği

dilencilik.meslegiHayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiy­yesidir. Bu noktada faaliyet, var olma ya da varlığını duyma ve duyurma demektir; bu yönüyle çalışma, doğrudan var olmayla alâkalıdır. Zira faal halde olmak için önce var olmak gerekir. Ma’dumun, yani var olmayanın faaliyetinden bahsetmek mümkün değildir. Ayrıca var olmanın bizatihi kendisi bir faaliyettir, bir aktivite ve oluştur da denebilir. Zira vücutta asla atâlet yoktur. Atalet, vücut içinde yokluk, hayat içinde ölümdür; buna karşılık faaliyet ve çalışma ise asıldır.

Vücutta Atâlet Yok. İşsiz Adam, vücutta Adem Hesabına İşler. En bedbaht sıkıntılı muzdarib, işsiz olan adamdır; zira ki atâlet: Vücud içinde adem, hayat içinde mevttir. Sa’y ise: Vücudun hayatı, hem hayatın yakazasıdır elbet!

Sünnetullah tabir edilen, kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun düsturdandır ki, işsiz, tem­bel, istirahatle yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle, sa’y eden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çeker. Çünkü daima işsizler ömründen şikâyet eder, eğlence ile çabuk geçmesini ister. Sa’y eden ve çalışan ise şâkirdir, hamd eder, ömrünün geçmesini istemez. Hem o sır iledir ki, “Rahat zahmette, zahmet rahattadır.” cümlesi darbımesel olmuştur. (Bediüzzaman)

Peygamberler hem geçimlerini kazanma hem de tebliğ, temsil ve ubudiyet gibi dinî so­rumluluk noktasında daima faaliyet içerisinde bulunmuşlardır. Hattâ geçimlerini temin noktasında, birçok peygamberin belli mesleklerin pîri olacak kadar hayatı kazanmada öncüler oldukları bilinmektedir.

Meselâ Hz.Âdem(a.s) ilk çalışan meslek insanıdır. O, hem çiftçilik hem de dokuma­cılık yapmıştır. Hz.İdris(a.s) terzi ve kalemle ilk yazı yazan, Hz.İsmail(a.s), ilk Arapça yazı yazandı; Hz.Nuh(a.s) ile Hz.Zekeriya(a.s) ise marangozdu.

Ebû Hureyre’nin bildirdiğine göre Resûlüllah(s.a.s), Hz.Davud(a.s)’ın elinin emeğinden başka bir şey yemediğini, Zekeriya (a.s)’ın da marangoz olduğunu haber vermiştir.

Hz.İbrahim (a.s) hububat tohumu satarak geçiniyor, aynı zamanda ziraat ve marangozluk yapıyordu. Hud ve Salih (a.s) ticaretle, Hz.Eyyüp(a.s) çiftçilik, Hz.Davud (a.s) sultan olduğu halde demircilik, Hz.Musa ve Hz.Şuayb (a.s) ise çobanlık yaparak geçinmişlerdi.

Faaliyet, insanların zirveleri olan peygamberlerin belirgin özelliklerinden olunca, onları örnek almak en uygun davranış olacaktır. Nitekim Allah Teâlâ; “İşte, o peygamberler, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yolundan yürü!(En’am Sûresi, 6/90) meâlindeki âyetiyle, inananlara ve onların şahsında tüm insanlığa peygamberin yolundan gitmemizi, onları örnek almamızı emretmiştir.

Dünya geçimini temin açısından çalışmaya bakıldığında, Allah Resûlü(s.a.s) şöyle bu­yurmuşlardır:

“Bir kimse kendi eliyle çalışıp yediğinden daha hayırlı bir şey yememiştir.”(Buharî, Büyu 15)

“İnsanın kazandıklarının en hayırlısı, çalışıp kazanarak elde ettikleridir.”(İ.Hanbel, 2:354, 357)

“İçinizden kim bana insanlara yük olmayacağına, onlardan bir şey istemeyeceğine dair söz verirse, ben de ona Cennet’te olacağına garanti veririm.”(Tirmizî, Zühd 61)

Bu beyanlarında, insanları çalışmaya ve haklı kazanca teşvik etmiş; Fahr-ı âlem(s.a.s) hangi kazancın en temiz ve en üstün olduğu sorulunca da kişinin bizzat kendi emeğiyle kazandığı işin ve şüpheli olmayan helâl alışverişin en temiz ve en üstün kazanç olduğunu beyan buyurmuştur. (İ. Hanbel, 3:466)

Dilenme‚ dinimizde tasvip edilmeyen çok kötü bir kazanç yoludur. Zarurî hâlin dışında, dilenciliği sırf bir geçim vasıtası haline getirenler büyük bir mes’uliyet altına girmektedir.

Bu çeşit kimselere Peygamberimizin ikazı şöyledir: “Her kim malını çoğaltmak için insanlardan mallarını isterse, o ancak ve ancak ateş parçası ister. Artık bunun ister azını, isterse çoğunu ister.” (Müslim, Zekât 35)

Rasûlüllah Efendimiz(s.a.v): “Kişi ister, ister.. nihayet kıyamet gününe yüzünde bir par­çacık et yokken gelir”,”Ihtiyacı yokken dilenen, ateş topluyor demektir”(El-Hindî, VI/495; Ibn Hacer, Bulug’ul-Meram, (Serhi) N/144) buyururlar.

Kur’ân-ı Kerim; iffetlerinden ötürü ihtiyaçsız sanılan, insanlardan ısrarla istemeyen fukarayı över ve yardım verilecek olanların onlar olduğunu bildirir. (Bakara 2/273)

Kur’ân’da iyiliğe(birre) ulaşma yolları sayılırken, akraba, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlarla beraber dilenenlere de malı gönül hoşnutluğu ile vermekten söz edilir. (Bakara 2/177)

Aynı ayette arkasından zekât da zikredildiğine göre, onlara verilen zekâtın dışında bir verme olacaktır. Ayrıca iki ayette daha takva ehli ve cennet ikramına lâyık insanların özel­likleri sayılırken “onlar ki, mallarında dilencinin ve mahrumun bir hakkı vardır” ifadesi kullanılır. (Zâriyât, 51/19; Me’âric, 70/25)

Demek ki, hakikaten mahrum olana da, mahrum olup olmadığı bilinmeyen dilenciye de vermek gerekir.

Ayrıca Kur’ân’da: “İsteyeni(dilenciyi) de azarlama” diye bir ayet daha vardır. (Duhâ 10)

Rasûlüllah Efendimiz(s.a.v) yaşamı boyunca kendisinden kibarca isteyenlere verdiği gibi, kabaca isteyenleri de boş çevirmemiş ve “bunlar ya çirkin sözlerle benden mal istemek ya da beni cimri göstermek arasında beni muhayyer bıraktılar. Ben cimri değilim” buyurarak onlara da vermiştir. (Müslim, Zekât 127; Davudoğlu V/479)

Efendimizin(s.a.v) sözlerinden anlaşılan da budur:

“Sizden biriniz (kendisinden) dileneni boş çevirmesin ve istediğinde vermemezlik etmesin, hatta kolunda iki altın bilezik görse dahi”(Kurtubî, XX/101),

“Eğer miskin(dilenciler) yalan söylemiyor olsalardı, onları boş çeviren iflah olmazdı.”(El-Hindî, VI/362)

“Dilenciyi az da olsa bir şeyle ya da güzellikle geri çevirin. Çünkü insan ve cin olmayan(melek) size uğrayıp Allah(c.c)’in bahşettiği nimetler konusunda nasıl davrandı­ğınıza bakıyor olabilirler.”(el-Hindî, VI/390)

“Dilenci bir şey istediğinde, o sizden istemesini bitirene kadar sözünü kesmeyin, sonra ona yumuşak bir şekilde karşılık verin. Ona az dahi olsa bir şeyler verin veyahut gönlünü hoşnut kılacak hoş bir söz söyleyin.”

Dilenmek ancak şu dört kişiye caizdir.

1.      Toprağa yapıştıran fakirliğe uğrayana(son derece fakir düşene),

2.      Altından kalkamayacak derecede borç altına girene,

3.      Ara bulmak için kan parası yüklenen kimseye,

4.      Çok acı veren müzmin bir hastalığa kapılan kimse ihtiyacı kadar isteyebilir. (Ebû Dâvud, Zekât: 26)

Hadisten açıkça anlaşılan odur ki, çalışamayacak kadar mağdur, sakat ve özürlü olan kişi, kendisine bakacak bir kimse yoksa, devlet de yardım etmiyorsa, ancak zarurî ihtiya­cını telâfi edebilecek kadar başkalarından isteyebilir, dilenebilir. Borçluluk hali de buna eklenmektedir.

Kişi, yollarda oturup herkese el uzatanlara birşey vermek zorunda değildir. Bizzat kendisinden dilenen olur ve “Allah(c.c) için, Allah(c.c) rızası için” diye dilenirse ona az da olsa mutlaka bir şey vermeli ve öyle diyerek dilenmesinin çok kötü olduğunu ona uygun bir dille anlatmalıdır.

Cami içlerinde dilenenlere ise bir şey vermemesi -Allah’u a’lem- daha uygun olur. Çünkü böylece bir bid’atin önüne geçmiş olur.

İhtiyacı olmadığı halde dilenmeyi bir meslek haline getirdiğini bildiği kişilere de -bizzat kendisinden istemedikçe- vermemesi daha uygundur.

Ama her hâlükârda dilenciyi azarlamamak bir Allah emridir. Dilenciye hem verip, hem de onu inciten bir davranışta bulunmaktansa güzel bir sözle onu savmak da Allah(c.c) emridir. (Bakara 2/263)

Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi gerektiği gibi, Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek te icab eder.

Cenab-ı Hakk(c.c) Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerimde mü’minleri şöyle uyarmaktadır: Şeytan sizi Allah yolunda infak ederken fakir olursunuz diye korkutur ve sadaka verme­menizi emreder.” (Bakara 268)

Efendimiz(s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Sadaka, malı eksiltmez, malı çoğaltır ve bereketlendirir.” (Müslim, Birr 69; Muvatta, Sadaka 12)

Bir kutsi hadiste: “Ey Ademoğlu! İnfak et ki, Ben de sana infak edeyim.” buyrulmak­tadır. (Buhari, Zekat 28; Müslim, Zekat 57)

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed(s.a.v), Hz. Ebu Bekir’in kızı Esma’ya şu tav­siyede bulunmuştur: “Ey Esma! Cimri olma ki, Allah da sana eksik vermesin. Saymadan ver ki, Allah da sana saymadan versin. Kesenin ağzını bağlama ki, Allah da sana nimetini eksik etmesin, kesenin ağzını bağlamasın. İnfak et ki Allah da sana infak etsin.” (Buhari, Zekat 21; Müslim, Zekat 88; Tirmizi, Birr 40)

Hasan Tayfur

Zekât ve Sadaka Mevsimi “Ramazan”

 Fıtır sadakası, vacib hükmünde bir sadaka türüdür.

Bu sadaka, Ramazan ayının sonuna yetişen ve aslî ihtiyaçlarının dışında en az nisap miktarı bir mala mâlik bulunan her hür müslümanın yoksullara vermesi gereken bir sadakadır.

Buna kısaca, “fitre” denir ki, fıtrat sadakası, yani “sevap için verilen yaratılış atıyyesi(hediyesi)” anlamına gelir.

Abdullah b. Abbas(r.anhümâ)’dan yapılan rivâyete göre Rasûlullah(s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Cenab-ı Hak, oruçluları gereksiz ve çirkin sözlerden arındırmak ve yoksullara yiyecek sağlamak için fitreyi farz kılmıştır. Fitreyi kim bayram namazından önce öderse, bu makbul bir zekât, kim de namazdan sonra öderse, herhangi bir sadaka olur” (Buhârî, Zekât, 70, 71, 77)

 

Zekât, Allah rızası için yapılan yardım nevi’leri veya verilen şey;

Sadaka ise insanın malından sırf Allah rızası için muhtaç olanlara temlik edilmek üzere çıkardığı bir vergi türü anlamında fıkıh terimleridir.

Zekâta, mü’minlerin Allah’ın emirlerine uymadaki sadakat­larini gösterdiği için “sadaka” da denilmiştir. Çoğulu sadakât’tır.

Sadaka kavramında üç temel özelliğin bulunması gerekir: İhtiyaç, mülkiyetin nakli ve temlîkin Allah için olması. (İslam Ansiklopedisi)

 

Farz olan zekâtla, vacib olan fitre miktarları belirli bulunan sadakalardır.

Birincisinde nisab’a mâlik olduktan sonra bir yıl geçmesi, ikincisinde ise, sadece nisaba malik olmak şarttır. Bunların dışında, sıkıntı ve zarûret içinde bulunan müslümana ihtiyacını giderecek öl­çüde yardım etmeyi bildiren bir sadaka daha vardır ki; bunun miktarı, sıkıntıyı giderecek ölçüye göre ortaya çıkar.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Fakat iyi olan, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden, malını sevmesine rağmen hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, dile­nenlere ve köle azadına veren, namaz kılan ve zekât verendir” (el-Bakara, 2/ 177)

Burada Cenab-ı Hak, miktarı belli olan zekâtla birlikte yakınlara, yetim ve düşkünlere yapılacak malî bir yardımdan da söz etmiştir ki; bunun şart ve miktarını sıkıntıda olan yoksulun hali belirler.

 

Sadaka, musibet ve belaları def’ eder.

Hadîs-i Şerifte vârid olmuştur ki: “Ba’zan belâ nazil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.”

Şu Hadîsin sırrı gösteriyor ki: “Mukadderat, ba’zı şerâitle vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki ba’zı şerâitle mu­kayyed bulunduğunu ve o şerâitin vuku bulmamasiyle o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallak gibi Levh-i Ezelî’nin bir nevi defteri hükmünde olan LEVH-İ MAHV, İSBAT’ta mukadder olarak yazılmıştır.” (Lem’alar, 16.Lem’a)

Mevzu ile alakalı Efendimizden(s.a.v) rivayet edilen bazı Hadis-i Şerifler:

“Keder ve gamları sadaka ile önleyiniz. Allah size isabet edecek zorlukları engeller. Düşmanlarınıza karşı size yardım eder. Kötü anlarınızda ayaklarınızı kaydırmaz.” (Deylemi)

“Sadaka, Allah’ın öfkesini söndürür ve kötü ölümü bertaraf eder.” (Tirmizi, Zekat 28)

 

Sadakaları gizli ve aşikâr vermek mümkündür.

Fakat gizlice vermek daha güzel, daha faziletlidir.

İhtiyaç sahiplerine sadaka veya zekat vermek suretiyle bir yardımda bulunulacağı za­man; sağ elinin verdiğini, sol elinin bilemeyeceği kadar gizlice, hiç kimseye sezdirmeden bu vazifeyi gerçekleştirmek, faziletli bir davranıştır.

Kur’an-ı Kerimde yüce Rabbimiz(c.c) şöyle buyurmuştur: “Eğer sadakaları(zekat ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz ne güzel! Fakat gizleyerek fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahların bir kısmına da kefaret olur. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” ( Bakara 2/271)

Ümmü Seleme(r.a) Peygamber Efendimizin(s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Yapılan iyi işler insanı kötülüğe düşmekten korur. Gizlice sadaka vermek Allah’ın gazabını söndürür ve Sıla-i rahim(akrabayı gözetmek) ömrü uzatır. Her iyilik sadakadır. Dünyada iyilik sahipleri âhirette de iyiliğe mazhar olurlar. Dünyada kötülük yapanlar âhirette de kötülükle karşılaşırlar. Cennete ilk girecekler iyilik yapanlardır.”

Başka bir hadislerinde Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Başka bir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde, Allah Teala yedi insanı Arşın gölgesinde barındıracaktır. Bunlardan biri de, sağ elinin verdiğini, sol elinin bilmeyeceği kadar sadakayı gizli veren kimsedir.” (Buhari, Ezan 36, Zekat 16; Müslim, Zekat 91)

Sadakanın en kıymetli, en iyi, en temiz ve en sevilen maldan verilmesi çok faziletli olmakla birlikte, bir mü’minin tasaddukunu sevdiği mal cinsinden yapması, Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmaya sebep olur.

Kur’ân-ı Kerim’de Al-i İmran suresinde mealen; “Siz sevdiğiniz mallardan infâk etme­dikçe iyilik ve taate nail olamazsınız” buyurulur. (Âl-i İmrân, 192)

Bu âyet inince Ebû Talha(r.a), Rasûlüllah(s.a.s)’e gelerek şöyle dedi: “Benim en çok sevdiğim malım Beyrahâ adındaki bahçemdir. Bu malım Allah için sadakadır. Onun Allah nezdinde sevabını ve âhiret azığı olmasını dilerim. Ey Allah’ın elçisi; onu istediğin yere sarfet!” Bunun üzerine Hz. Peygamber(s.a.v), bu kararının çok kârlı bir yatırım olduğunu belirttikten sonra, bahçesini hısımlarına(akrabalarına) vakfetmesini bildirdi. (Müslim, Zekât 42, 43)

Bazı ibadet ve taatların, ölen bir kimse adına yapılması mümkün ve caizdir.

Bunların sevabı ölüye ulaşır. Bu meyanda, meyyit nâmına verilen sadakalar başta gelir.

Ancak ölen kimse namına zekât, adak, hac gibi mali yönü olan ibadetleri ifa etmek mümkün ise de; namaz, oruç gibi ibadetleri onun namına ifa yeterli değildir. Bunların bizzat hayatta iken ifası gerekir. Çünkü bu ibadetler ferdi, beden ve ruh bakımından olgunlaştırır, olumlu etkileri bizzat bunları yapanların kendilerinde görülür. Başkalarının bunları yapma­sıyla asıl yükümlü üzerindeki fayda sağlanmış olmaz.

Hz. Enes (r.a) Rasûlullaha(s.a.s); “Biz ölülerimize dua ediyor, onlar adına sadaka veriyor ve haccediyoruz. Acaba bunların sevabı onlara ulaşıyor mu?” diye sormuş, Allah elçisi(s.a.v) şöyle cevap vermiştir: “Şüphesiz, onlara ulaşır ve onlar sizden birinizin hediyeye sevindiği gibi ona sevinirler.” (Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, V 366)

 

Çeşitli ameller arasında fazilet bakımından farklar bulunduğu gibi, ihtiyaç sahiplerine yapılan yardım ve tasadduklarda da bir sıra gözetilmiş; öncelikli tasadduk alanları belirlenmiştir.

Gerçekten kişinin çok yakınında, belki aile fertleri arasında büyük sıkıntı içinde olanlar varken, uzakta olanlara yardım etmeye kalkışması maslahata uygun düşmez. Bu yüzden yardım ve infaka en yakınından başlamak prensibi getirilmiştir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bir kimsenin sarfedeceği en faziletli dinar, kendi aile fertlerine infak ettiği dinarla, Allah yolunda hayvanına ve yine Allah yolunda cihad edecek olan arkadaşlarına harcadığı dinardır.” (Müslim, Zekât, 38; Tirmizi, Birr, 42)

Yine Rasûlüllah(s.a.s) “Allah yolunda harcanan, bir köle azadı için sarfedilen, bir yoksula verilen veya ailenin geçimi için yapılan harcamaları zikrettikten sonra, bunların sevap bakımından en üstününün aile fertlerine yapılan harcamanın olduğunu belirtmiştir.” (Müslim, Zekât, 39)

Bu hadislerde zikredilen aile fertlerinden maksat; bir kimsenin nafakası kendisine ait olan çocukları, eşi, annesi, babası ve hizmetçisidir.