sonyildiz1876 tarafından yazılmış tüm yazılar

İslamiyete göre Kıyafet Seçimi ve Giyim Adabı II

İslam kıyafeti, sadece tesettürün sağlanmasıyla gerçekleşmez, başka esaslar da arar. İşte bunlardan biri dikkat çekici olmamaktır. Aksi takdirde, Allah kıyamet günü, kişinin işlediği suça muvafık bir ceza ile cezalandırıp onu zillete atacaktır.

İbnu’l-Esir bunu, “rengi,  herkesin giydiği elbiselerin  rengine muhalefetle dikkatleri kendine çeken elbisedir, sahibi böylece hâsıl ettiği istiğrabla tekebbür eder” diye açıklar.

Dikkat çekmek her zaman renk farklılığı ile olmaz. Giyilen elbisenin şekli, tarzı da dikkatleri kendine çekebilir. Bir başka ifade ile bölgenin umumi ve mutad modasına ters düştüğü için şu veya bu yönüyle garabet arzederek  dikkatleri üzerine çeken her çeşit elbise bu gruba girmeli  ve yasak olmalıdır. Nitekim bu elbise “şeriate ve örfe uymayan kıyafet” diye de tarif edilmiştir.

Hz.İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Kim şöhret elbisesi giyerse Allah ona zillet elbisesi giydirir.”

Bir rivayette de şöyle denmiştir: “…Kıyamet günü Allah ona onun aynısını giydirir, sonra içinde ateşi tutuşturur.” (Ebu Davud, Libas 5)

Kılık kıyafet, kişinin içtimâî statüsünü de tayin eden bir faktördür. İslam dini, herkesin kendine uygun kıyafeti taşımasını esas kabul etmiştir. Erkek kadına, kadın erkeğe kılık kıyafetiyle, konuşma  tarzıyla, hatta ayakkabı giyişinde dahi benzememelidir.

Buna göre kadınların erkek elbisesi giymesi caiz olmadığı gibi, erkeklerin de kadın kıyafetlerini andıran elbiseler giymesi caiz değildir. Yani erkek erkek gibi, kadın da kadın gibi giyinecektir.

Hz.Ebu Hureyre(r.a) anlatıyor: “Resulullah(a.s.v) kadın elbisesini giyen erkeğe ve erkek elbisesini giyen kadına lanet etti.” (Ebu Davud, Libas 31, 4098)

İbnu Ebi Müleyke anlatıyor: Hz.Aişeye(r.a): “Kadın, erkeğe mahsus ayakkabı giyer mi?” diye sorulmuştu: “Resulullah(a.s.v) kadınlardan erkekleşenlere lanet etti!” diye cevap verdi. (Ebu Davud, Libas 31, 4099)

Kıyafetler kibre sevk edici olmamalıdır. Övünmek için, gösteriş için elbise giymek; elbisenin şeklini kibri hatırlatacak şekilde yapmak caiz değildir.

İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v): “Kim elbisesini gururla yerde  sürürse, kıyamet günü Allah ona rahmet nazarıyla bakmaz!” buyurdu. (Tirmizî, Libas 9)

Giyilecek elbise temiz olmalıdır.

Hz.Âişe(r.a) Peygamber Efendimizin(s.a.v) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Yâ Âişe, bu iki elbiseyi yıka. Bilmez misin elbise tesbih eder ve kirlenince tesbihi kesilir.” (Ramûz, c.2/500-4)

Elbise helâl olacaktır. Bu meyanda olarak ipek, erkekler için haram, kadınlar ise helaldir.

Hz.Ali(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) bir miktar ipek alıp sağ avucuna koydu, bir miktar da altın alıp sol eline koydu sonra da: “Şu iki şey ümmetimin erkek kısmına haramdır!” buyurdu. (Ebu Davud, Libas 14)

İbnu Ömer(r.a) anlatıyor:  Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Dünyada ipeği, ahirette nasibi olmayanlar giyer.” (Buhârî, Libas 25)

Dinimiz, vücud hatlarını gösterecek darlık ve incelikte olan  elbiselerin giyilmesini tecviz etmemiştir. Zira elbise örtünmek ve mahrem yerleri namahremlere göstermemek içindir.

Giyilen dar, vücut hatlarını gösteren, şeffaf, göz alıcı ve dikkat çekici elbiseler erkek veya kadını, giyinik oldukları halde çıplak durumuna düşürmektedir.

Tesettür, Allah(c.c) Hazretlerine hayâ edip, terbiyesiyle itaat eden, âhiret saâdetini de sağlayan, kurtuluşa da sevk eden kendisi için gerekli bir görev, her mü’min hanım ve erkeğin ibadetinin sağlam olması için de şart, farz ve İlâhi bir emirdir.

Buna göre, tesettürün dinen makbul olabilmesi için bazı şartları vardır, onlara dikkat etmek gerekir:

-Elbisenin vücudu gösterecek tarzda ince olmaması,

-Nazar-ı dikkati çekecek kadar süslü ve renkli olmaması,

-Vücudun hatlarını gösterecek şekilde dar olmaması gerekir.

Resûlullah(s.a.v); Hanımların en şerlisi, açılıp saçılan ve böbürlenendir. Onlar münafık sıfatı taşımaktadırlar. Onlardan cennete en azı, çok az sayıda gireceklerdir.” buyurmuştur. (Câmiü’s-Sağir, 3/392, 4092)

Hz. Ümmü Seleme’den(r.a):  Bir gece Resûl-i Ekrem(s.a.v) uyandı ve “Sübhanallah, bu gece ne fitneler indi, ne hazineler açıldı! Dünyada nice giyinik hanımlar var ki âhirette çıplaktırlar.” buyurdu. (Tecrid T. 1/95)

Bir defasında Efendimiz(s.a.v) bir sahabisine şöyle buyurmuştu: “Hanımına söyle, elbisesinin altına bir  astar koysun da bedenini vasfetmesin!” (Ebu Davud, Libas 39)

Elbise giyilirken sağdan başlamak ve yeni elbise giyince dua etmek sünnettir.

Hz.Abdurrahman İbni Ebû Leyla’nın(r.a) rivayetine göre Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: Sizden biri yeni bir elbise giydiğinde: “Bana vücudumu kendisi ile örtebileceğim ve hayatımda onunla güzelleşeceğim elbise ikram eden Allah’a hamd olsun” desin. (Ramûz, c.1/62-2)

Giyilecek elbisede ifrat ve tefrite dikkat ederek israfa gidilmemelidir.

Hadiste, insan haysiyetine yakışmayacak derecede düşük bir kıyafetin yasaklanması yanında, kişiye kibir telkin edecek çok pahalı bir kıyafet de yasaklanmaktadır. Böylece, “Her işin hayırlısı, vasat olanıdır” hadisi kıyafette de cari olmaktadır.

Çok düşük kıyafet kişiyi ruhen sefilleştirip, insanî itibarını da haleldar edeceği gibi, yüksek bir kıyafet de israfa kaçmaktan öte, ruhta mezmum olan tekebbür  hissini doğurabilecek, normal insanların uzaklaşmasına ve kişinin yalnızlaşmasına sebep olabilecektir.

İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v)  şu iki kıyafeti yasakladı: “Çok yüksek kıyafet,  çok düşük kıyafet.” (Rezin tahriç etmiştir, Kütüb-ü Sitte, 5267)

Resûlullah Efendimiz(sav); giydikleri elbisede herhangi bir renk üzerinde ısrar etmemişlerdir. Öyle ki; beyaz, siyah, sarı, yeşil ve kırmızı renklerden yapılmış elbiseleri çeşitli zamanlarda giymişlerdir.

İklim icabı, beyaz rengi tercih ettikleri gibi Müslümanların da beyaz giymesini tavsiye etmişlerdir. Bunun dışında, renk tercihini zevklere bırakmışlardır. Ancak çok dikkat çekici ve itici renklerin giyilmemesi tavsiye edilmiştir.

İbnu Abbas(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Elbiselerden beyaz olanları giyin. Çünkü onlar en hayırlı giyeceklerinizdir. Ölülerinizi de beyazla kefenleyin.” (Tirmizî, Cenaiz 18; Ebu Davud, Tıbb 14)

Her işte olduğu gibi ayakkabı giyerken de sağdan başlamalı, çıkarırken ise ilk önce sol teki çıkarmalıdır.

Efendimiz(s.a.v) evden çıkarken önce sağ, sonra sol ayakkabısını giyer, “Allahın adıyla çıkıyorum. Allah’a güveniyorum. Günahlardan korunmaya güç yetirmek, ibadet ve tâate kuvvet bulmak ancak Allah’ın yardımıyladır.” anlamında “Bismillah, tevekkeltü alellah, velâ havle velâ kuvvete illâ billâh.” derdi. (Riyâzü’s-sâlihîn, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, V, 354-356)

Hz.Ebu Hureyre(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Biriniz ayakkabı giyince sağdan başlasın, çıkarırken de soldan başlasın; ya ikisini birlikte  giysin, ya ikisini birlikte çıkarsın.” (Müslim, Libas 67)

Hasan Tayfur

İslamiyete göre Kıyafet Seçimi ve Giyim Adabı

Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbiseler indirdik. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar Allah’ın ayetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar. (A’râf Suresi, 26)

Libas, beşer kültürünün temel unsurlarından biridir. Bir kıyafete bürünmek, bir başka açıdan, Rab Teâla’nın Settar ismine mazhar olmak demektir.

Kıyafet insanoğlunun  hayatında ciddi bir yer işgal eder. Bir yönüyle o tekniktir: Sıcak  ve soğuğa karşı korur, avret yerlerimizi örterek mahremiyetimizi sağlar. Bir başka yönüyle kültürel değer taşır, dinî, millî, mahallî, örfî ve ferdî şahsiyetlerimizi temsil eder.

Her dinin, her kavmin, her bölgenin, her örfün ve hatta her ferdin kendini ifade ettiği, başkasından farklı bir kıyafeti vardır. Taşıdığı kıyafetten insanın dini, milliyeti, bölgesi, maddî ve manevî durumları, hatta halet-i ruhiyesi hakkında bilgi edinmek mümkündür. “Pejmürde”, “pasaklı”, “zevk sahibi”, “kibar giyinişli” gibi tabirler hep kıyafetle ilgilidir. Bazan kıyafetin iyi bir tavsiye mektubu olduğu söylenir.

İslam medeniyetinin kurucusu olan Hz.Peygamber(aleyhissalâtu vesselâm), medenî hayatımızdaki ehemmiyetine muvafık şekilde, kıyafet üzerinde çokça durmuştur.

Kadın ve erkeğin kıyafeti, çocukların kıyafeti,  kıyafetlerin boyu, dar ve geniş oluşu, rengi, kumaşların cinsi, temizlik ve kirlilikleri, cuma  ve bayram kıyafetleri, kıyafetin İslamî olan ve olmayanları vs. hep hadislerde mevzubahis edilmiştir. Bu sebeple bütün hadis kitaplarında Kitabu’l-Libas veya Kitabu’z-Zinet adı altında müstakil bölümler yer alır. Kur’an-ı Kerim’de de kıyafet ve libasla ilgili ayetler mevcuttur. (Bakara 187, 233, 259; Nisa, 5; Maide 89, A’raf 26, 27, 32; Hud 5; İbrahim 50; Nahl 5, 14, 81, 112; Kehf 31; Enbiya 80; Hacc 19, 23; Mü’minun 14; Nur 58, 60; Furkan 47; Ahzab 59; Fatır 12, 33; Duhan 53; Nuh 7; Müddessir 4; İnsan 21; Nebe 10)

İslam’ın kıyafetle ilgili olarak vazettiği esasları anlamada sünnette gelen bazı yasakları şöyle özetleyebiliriz:

İslâmî tesettürü sağlamayan giyecekler: “Kısa olanlar ve Vücut hatlarını ortaya vuracak kadar dar olanlar.”

Dinî kültüre, sünnete zıd düşen kıyafetler: Yabancı kültürü temsil eden kıyafetler, Şekil veya renk yönleriyle mukabil   cinse ait olan giyecekler, Tekebbür(kibir) verecek kıyafetler, Erkekler için ipekten mamul giyecekler, Mevkiine uygun düşmeyen kıyafetler(belli bir sınıfa ait olan  elbiseyi başkalarının giymesi; zenginin fukaraca giyinmesi gibi), Dikkat çekici elbiseler (hadislerde şöhret elbisesi diye geçer ve şarihlerce “cemiyetin umumi modasına uymadığı için dikkat çeken, çok güzel veya çok çirkin olan” diye açıklanır) ve Pejmürde olan kıyafetler.” (Kütüb-ü Sitte, c.15, Libas Bölümü)

İslâm, belli bir giyimi ve kıyafeti emretmez. Mensuplarını belli bir şeklin içine girmeye zorlamaz. Zira giyim mevsime göre değiştiği gibi, muhite göre de değişebilir.

Giyimde, yaşanan iklimin icabı esastır. Ancak burada İslâm’ın emrettiği bir husus hatırdan çıkarılmamalıdır. Hangi renk, moda ve biçimde giyilirse giyilsin, elbise erkekte ve kadında avret yerini mutlaka örtmeli, bakanları tahrik edecek şekilde dar ve kısa olmamalıdır.

Hz.Peygamber(s.a.v)’in hayatına baktığımızda, giyim konusunda şu üç ölçüyü öne çıkardığı görülür: İsraftan sakınmak; Giyinmeyi, kibir, gurur, azamet ve gösteriş vesilesi yapmamak; İçinde bulunduğu sosyal sınıfın imkân ve şartlarına uygun biçimde giyinmek. (Ali Yardım, Peygamberimizin(s.a.v) Şemaili)

Kıyafetin güzelleşmesi, kişiyi vakar ve ihtişama sevkeder, hafifliği, seviyesizliği ve düşük davranışları terke zorlar.

Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi’ bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu’cize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin ve san’atlarının inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i Arz suretinde halk etmiştir.

İnsanı, bu câmiiyete göre en a’lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükrün bir gereği olarak ta, güzel giyinmelidir. Zira Allah(c.c) verdiği nimetleri kulunun üzerinde görmeyi sever ve ister. (Mektubat, 28.Mektub, 5.Risale, Şükür Risalesi)

Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Güzelce giyinip kuşanasınız. Kılık kıyafetinizi düzeltiniz. Ta ki insanlar arasında siyah üzerindeki beyaz gibi seçkin görünesiniz.”

Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden Hamdi Sağlamer ağabey bir hatırasını şöyle anlatıyor: Bir gün Zübeyir Gündüzalp ağabey, Bekir Berk ‘in yazıhanesine geldi. “Birinizin bana olacak düzgün bir ceketi var mı?” dedi. Birinci abi de “Bende var ağabey” dedi. Ceketini getirince şu açıklamayı yaptı. “Ben karşıdaki berbere tıraş olmaya gidiyorum. Orada pardösümü çıkarıp tıraşa oturmam lazım. Ceketimin arkası yamalı. Berber beni tanımıyor. Ceketime göre tıraş yaparsa, kılık kıyafete hevesli olan gençler tıraşıma bakıp “Bir tıraşı dahi beceremeyen bize ne öğretecek.”der. Bu cihetten hizmetimize zarar gelir.” (Yolumuzu Aydınlatan Işık, Zübeyir Gündüzalp, syf.35)

Hamdi Sağlamer ağabey mevzu ile alakalı başka bir hatırasını ise şöyle anlatıyor: Bir gün Zübeyir ağabeyimizi alışık olmadığımız bir tarzda lacivert elbise, kolalı ve manşetli gömlek, kravatlı ve kaliteli bir gözlükle Beyazıt meydanında grand tuvalet görünce hayret etmiştik. O hayretimi anlamış olacak ki, “Kardeşim, bir beyefendi ile randevum var. Nazarlarını kılık kıyafetimle meşgul etmemek için, onun alışık olduğu kılık kıyafetle gitmeyi uygun buldum. dedi. (Yolumuzu Aydınlatan Işık, Zübeyir Gündüzalp, syf.35)

Herbir nimetin iki veçhi vardır.

     Bir veçhi insana aittir ki, insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebep olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikîyi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür.

İkinci veçhi ise, in’am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in’âmını ifşa, esmâsına şehadet eder.

Binaenaleyh, tevazu, ancak birinci vecihte tevazu olabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi, ikinci vecihle mânevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur.

Tevazu ile tahdis-i nimet, şöylece bir içtimâları var: Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama, başka bir adam “Ne kadar güzel oldun” dediğine karşı, “Güzellik paltonundur” dediği zaman, tevazuyla tahdis-i nimeti cem etmiş olur. (Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale)

Nasılki murassa’ ve müzeyyen bir elbise-i fahireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin.”

Eğer sen tevazukârane desen: Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mâhir san’atkâra karşı hürmetsizlik olur.

Eğer müftehirane desen: Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurane bir fahirdir.

İşte fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir. (Mektubat, 28.Mektub, 7.Risale)

İslamiyet, Sünnetin talimi gereği, herkesi geliriyle mütenasib giyinmeye teşvik etmiş, iyi ve kıymetli şeylerin giyilmesinin günah olmadığını belirtmiş ise de, Allah rızası için mütevazı giyinmenin faziletini de belirtmiştir.

Muaz İbnu Enes(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Kim muktedir olduğu halde tevazu maksadıyla Allah için  kıymetli elbise giymeyi terk ederse, Allah kıyamet günü, onu  mahlûkatın başları üstüne çağırır ve dilediği iman elbisesini giymekte onu muhayyer bırakır.” (Tirmizî, Kıyamet 40)

Dinimiz, her ne kadar mütevazı bir hayat tavsiye ediyorsa da, tevazuda ileri gidip varlık içinde yokluk hayatı yaşamayı hoş görmez.

Ayet-i kerime, dünyadaki nasibin unutulmamasını emreder. (Kasas Suresi 77)

Hadiste de: Allah birinize bir mal verdi mi, onu önce kendine harcasın buyurarak daha açık bir üslupla kişinin kendisi için makul ölçülerle harcaması gereğine dikkat çeker. (Kütüb-ü Sitte, c.15, 5264)

Ebu’l-Ahvas babasından naklen diyor ki: Üzerimde adi bir elbise olduğu halde Resulullahın(a.s.v) yanına gelmiştim. Bana: “Senin malın yok mu?” diye sordu. “Evet var!” cevabıma: “Hangi çeşit maldan?” sorusunu yöneltti. “Her çeşit maldan Allah bana vermiştir; deve, sığır, davar, at, köle, hepsinden var” demem üzerine: Öyleyse Allah Teala hazretleri sana bir mal verdiği vakit Allah’ın verdiği bu nimetin eseri ve fazileti senin üzerinde görülmelidir!  buyurdular. (Nesaî, Zinet 83)

Hasan Tayfur

“Tesettürsüzlük ve Açık Saçıklık” Mes’elesine Bediüzzamanca bir Bakış

Bir ailenin saadet-i hayatiyesi; koca ve karı mâbeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samîmi bir hürmet ve muhabbetle devam eder.

Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü; açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebiye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından dahi iyisini görür.

Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samîmi muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gâyet çirkin ve gâyet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir.

Şöyle ki: İnsan, hemşire misillü mahremlerine karşı fıtraten şehevanî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin sîmaları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle; nefsî, şehevanî temayülatı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gâyet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir.

Çünkü; mahremin sîması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvanî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!.. (Lem’alar, 24.Lem’a, 3.Hikmet)

Ma’lûmdur ki; kesret-i nesil(neslin çoğalması) herkesçe matlubdur. Hiçbir millet ve hükümet yoktur ki, kesret-i tenâsüle tarafdar olmasın. Hatta Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:  “İzdivaç ediniz; çoğalınız. Ben kıyamette, sizin kesretinizle iftihar edeceğim.”

Hâlbuki tesettürün ref’i(açık saçıklık), izdivacı(evliliği) teksir etmeyip, çok azaltıyor. Çünkü; en serseri ve asrî bir genç dahi, refika-i hayatını namuslu ister. Kendi gibi asrî, yâni açık saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhuşa sülûk eder.

Kadın öyle değil, o derece kocasını inhisar altına alamaz. Çünkü; kadının aile hayatında müdürü dâhilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve herşeyine muhafaza me’muru olduğundan en esaslı hasleti sadakâttır, emniyettir. Açık saçıklık ise bu sadakâtı kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir.

Hatta erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakata zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sadakat değil, belki himayet ve merhamet ve hürmettir. Onun için, o erkek inhisar altına alınmaz. Başka kadınları da nikâh edebilir.

Memleketimiz Avrupaya kıyas edilmez. Çünkü orada düello gibi çok şiddetli vâsıtalarla açıksaçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sâhibi birisinin karısına pis nazarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra bakar. Hem memâlik-i bâride(soğuk memleketler) olan Avrupadaki tabiatlar, o memleket gibi bârid ve camiddirler.

Bu Asya, yâni Âlem-i İslâm kıt’ası, ona nisbeten memâlik-i harredir(sıcak memleketler). Ma’lûmdur ki; muhitin, insanın ahlâkı üzerinde te’siri vardır. O bârid memlekette, soğuk insanlarda hevesat-ı hayvâniyeyi tahrik etmek ve iştihayı açmak için açık saçıklık, belki çok sû-i isti’malata ve israfata medâr olmaz.

Fakat serîü’t-teessür ve hassas olan memâlik-i harredeki insanların hevesat-ı nefsaniyesini mütemadiyen tehyic edecek açık saçıklık, elbette çok sû-i isti’malata ve israfata ve neslin zaafiyetine ve sukut-u kuvvete sebebdir. Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtrîye mukabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbûr zanneder. O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arızalar münâsebetiyle kadından tecennüb etmeye mecbûr olduğundan, nefsine mağlub ise fuhşiyata da meyleder.

Şehirliler; köylülere, bedevîlere bakıp tesettürü kaldıramaz. Çünkü köylerde, bedevilerde, derd-i maişet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münâsebetiyle, hem şehirlilere nisbeten nazar-ı dikkati az celbeden ma’sûme işçi ve bir derece kaba kadınların kısmen açık olmaları, hevesât-ı nefsaniyeyi tehyîce medâr olamadığı gibi, serseri ve işsiz adamlar az bulunduğundan, şehirdeki mefâsidin onda biri onlarda bulunmaz. Öyle ise onlara kıyas edilmez. (Lem’alar, 24.Lem’a, 4.Hikmet)

Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisaiye(kadınlar taifesi) ve onların fitnesi olduğu hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor.

Evet nasılki tarihlerde, eski zamanlarda “Amazonlar” namında gayet silâhşör kadınlardan mürekkeb bir tâife-i askeriye olarak hârika harbler yaptıkları naklediliyor.

Aynen öyle de: Bu zamanda zındıka dalaleti, İslâmiyete karşı muharebesinde, nefs-i emmarenin plânıyla, Şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i îmana taarruz edip saldırıyorlar.

Nikâh yolunu kapamağa, fuhuşhane yolunu genişlettirmeğe çalışarak; çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar. Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar.

Birkaç sene namahrem hevesatına göstermenin tam cezası olarak; o bıçaklı bacaklar Cehennem’in odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada emniyet ve sadakatı kaybettiği için, hilkaten çok istediği ve fıtraten çok muhtaç olduğu münasib kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına bela bulur.

Hattâ bu hâlin neticesi olarak o âhirzamanda, bazı yerlerde nikâha rağbetsizlik ve riayetsizlik yüzünden, kırk kadına bir erkek nezaret edecek derecede ehemmiyetsiz, sahibsiz, kıymetsiz bir surete gireceği, hadîsin rivayetinden anlaşılıyor.

Madem hakikat budur.

Ve madem her güzel, güzelliğini sever ve elinden geldiği kadar muhafaza etmek ister ve bozulmasını istemez.

Ve madem güzellik bir nîmettir.

Nimete şükredilse mânen ziyadeleşir.

Şükredilmezse değişir, çirkinleşir.

Elbette aklı varsa, hüsün ve cemalini günahları kazanmak ve kazandırmak ve çirkin ve zehirli yapmak ve o nimeti küfran ile medar-ı azab bir surete çevirmekten bütün kuvvetiyle kaçacak.

Ve o fâni, beş-on senelik cemâli bâkileştirmek için, meşru’ bir tarzda istimal ile, o nimete şükredecek. Yoksa ihtiyarlıkta uzun zaman istiskale maruz kalıp, me’yusane ağlayacak.

Eğer terbiye-i İslâmiye dairesinde, âdâb-ı Kur’aniye zînetiyle o cemâl güzelleştirilse; o fâni hüsün, mânen bâki kalacağı ve Cennet’te hûrilerin cemalinden daha şirin ve daha parlak bir tarzda kendine verileceği hadîste kat’iyetle sabittir.

Eğer o güzelin zerre miktar aklı varsa, bu güzel ve parlak ve ebedî neticeyi elinden kaçırmayacak… (Gençlik Rehberi, Birden İhtar Edilen Bir Mes’ele-i Mühimme)

Said Nursi

Vakıf Ağabeylerle bir Hasbihal

Aziz Sıddık ağabeyler;

Öncelikle siz sevgili ağabeylerimize arz ediyoruz ki, her gün dersini hocasına okuyan bir talebe gibi, Nurdan aldığımız feyizlerimizi, her vakit için sevgili ağabeylerimize arz edelim. Risale-i Nur’un hakikati ve feyzi, beni minnettarane, bir parça Nur hizmetleri —Tasarrufumuz dâhilindeki talebeleri; dava şuuruna sahip, Risale-i nur’u bir hayat tarzı, bir yaşam biçimi olarak benimsemiş birer birey haline NASIL getirebiliriz?–namına konuşturmuş ve benim gibi konuşan çok kalblere hayat verebileceği kanaatine vararak aşağıda yazılı veçhile bazı müşahedelerimi engin hoşgörünüze sığınarak, kaleme almış bulunmaktayım.

Lahika Mektupları ve Ağabeyler

Talebe mezun olduğunda; bu hizmetin yapı taşlarından olan ağabeylerini tanıyacak, en azından bu hizmetin bu güne nasıl geldiğini bilecek, dava şuuruna sahip, şuurlu bir seviyeye getirilmesi… bazı nur dershanelerinde 2-3 yıl kalıp aynı zamanda hizmet geçmişi olan nice talebe var ki; hizmetin yapı taşlarından olan ağabeylerimiz hakkında(nasıl bir dava şuuruna sahip oldukları, nasıl bir hizmet hayatı geçirdikleri vb.) maalesef hiçbir malumat sahibi değil. Gerçek şu ki; Nur hizmetinin bir ayağı imani mevzular iken, diğer ayağı da lahika mektuplarıdır. Talebeye her iki noktada rehberlik etmek gerek…

Evet, Risale-i Nur’un te’lifi, zuhuru ve neşriyle beraber hizmet-i Nuriyenin ve ders-i Kur’âniyenin tâliminde ve ifasında ve meslek-i Nuriyenin taallümünde ve uzun bir zamandaki hizmetin devamında vâki olacak binler ahval ve hücuma mâruz talebelerin cereyanlar karşısında sebat, metanet ve ihlâsla hareketlerinde onlara yol gösterecek, hizmet-i Kur’âniyenin inkişafında suhulete medar olacak ikaz ve ihtarlara elbette ihtiyaç zarurîdir, kat’îdir, bedihîdir.

Hem lâhikaların bir kısmı ihtiyaca binaen yazılmış ve yazdırılmış ihtarlar olması ve aynı ihtiyacın her zaman tekerrürü melhuz bulunduğundan daima müracaat olunacak hikmetleri ve düsturları muhtevîdir. Nitekim yüzer vakıalar, hadiseler ve meselelerde bu ihtiyaç, kendini göstermiştir.

Risale-i Nurların Okunmasındaki Keyfiyet

Talebeleri; Risale-i Nur’un; sadece “okuma saati” içinde okunan, dershanede kalmak için okunması gereken bir kitab olarak görülmesinden kurtarmak gerek. Bu sorun giderilmediği içinde talebe sadece dershanede “okuma saati” içinde Risale okumakta; diğer boş zamanlarında ve yazları; yani dershane haricinde okumamaktadır.

Hâlbuki talebe ömrü boyunca başında bir vakıf olduğu halde risale okuma imkânına sahip olamayacaktır. Dolayısıyla himmetimizi âli tutup, talebeyi; her nerede olursa olsun, hangi şartlar içerisinde bulunursa bulunsun, öyle bir aşılamak gerekir ki- yemek yemeğe, su içmeye ihtiyaç hissettiği gibi- Risale-i nuru okumaya ihtiyacını hissettirmeliyiz. Bunu da ancak keyfiyetli bir Risale okuma şuuru kazandıracak uygulamalarla yapabiliriz.

Örneğin Pilot bölge olarak Dershanemizde 2-3 senedir uyguladığımız; zaman kısıtlaması yapılmayan, herkesin serbest olarak risale okuduğu, vakıf ağabeyin sadece kontrolör vazifesinde bulunduğu; bir “keyfiyet” uygulaması, çok güzel neticeler husule getirmiştir. Bu neticeler; aynelyakin beraber kaldığımız talebeler de; hakkalyakin de kendimizde -yazın cazibedar lehviyatların yoğun olduğu ortamlarda bile risale okuma- suretinde bizzat yaşayarak müşahede ettik.

ADAB-I MUAŞERET Uygulamaları

Risale-i Nur’un bir yaşam tarzı olarak benimsetilemediği için; yeni talebelerin eski talebelerin boyasıyla boyandığını göz önüne alırsak; özellikle eski talebelerde, Adabı Muaşeret kaidelerini kendi şahsi hayatlarında yaşayamadıklarından dolayı ciddi sıkıntılar göze çarpmaktadır. En basitinden örneğin; “tuvalet adabına” ehemmiyeti talebelere kavratılamadığından, yapılan ibadetlerin sıhhati sıkıntıya girebiliyor. Vakıf ağabeylerimiz bu meselenin ciddiyetinin farkında olup, eski talabe ile bizzat himmetini sarfedip ilgilenerek, adabı muaşeret uygulamalarında rehberlik etmeleri gerekiyor.

Nur dershanelerinden Ayrılmalar

Dershaneye yeni Gelen Her Talebenin Muhakkak zamanla budanacak tarafları olur. Çok dehşetli bir ortam ve zamanda yaşıyoruz. Günün büyük bir kısmını dershanede geçirdiğimiz için, talebenin dışardan aldığı yara-bere’leri bazen göremeyebiliyoruz. Dolayısıyla Talebenin dışardan aldığı yaraları zamanında tedavi edemediğimiz içinde; talebe dershaneden çıkma sürecine gidebiliyor.

Her talebenin onu hizmete kazandıracak bir yanı vardır. Bu noktayı ferasetimizle keşfedip, muhatabımızı bu noktadan kullanıp; talebenin yönünü Risale-i Nur’u okumaya sevk edebilir.

İnsan yüz kapılı bir saraya benzer. 99’u kapalı olsa muhakkak bir tanesi açıktır. O kapıdan girip talebeyi içten fethedebiliriz.

Bir talebe dershaneden çıktığında hemen ardından niye dershaneden çıktığı konusunda nice yorum yapar (sigara içiyordu, sinemaya gidiyordu, top oynuyordu, internete takılıyordu, v.b.) ve ardından dosyasını kapatırız.

Ama şu noktayı hep göz ardı ederiz: şeytan bir talebeyi dershaneden çıkartmak için türlü desiseler, oyunlar, tuzaklar kurarken; “Acaba ben o talebenin dershaneden çıkmaması için ne tür faaliyetlerde bulundum, O talebenin gönlünü kazanmak için ne yaptım?” gibi soruları nefsimize sormak bazen aklımıza gelmiyor.

Bir talebeyi hizmete bağlayan, öncelikle o dairenin vakfı ve diğer talebelerle arasında kurduğu “gönül bağı” na bağlıdır. Bu bağ kuvvetlendikçe talebe önce gemileri yakıp dershanede kalmaya karar veriyor; ardından da risaleyle baş başa kaldığında; zaten asıl terbiyeyi risale yapar; artık onu hizmetten koparacak diğer sebeplerde bertaraf oluyor.

Hali hazır imam hatiplerimizin uyguladığı “haset etme, kin gösterme, …” yani şunu yapma, bunu yapma gibi emir ifadelerinin çoklukla medreselerimizde kullanıldığı vakidir.

Hâlbuki üstadımızın bu yaraya merhem olarak gördüğü şu cümleleri kendimize düstur edinmek gerek…

“İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, Hased etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.” Yani, “Fıtratını değiştir” gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar.

Eğer deseler ki, “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz”; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.”

Yani; başlarda dediğimiz gibi her talebenin muhakkak onu içerden fethedecek bir tarafı vardır. İşte bu noktada devreye girip talebeyi; dershane içinde uygun görülmeyen hallerden kurtarabilecek şekilde dershane içinde öyle bir ortam oluşturulmalı ki, talebeye dışarı çıkıp o kötü alışkanlıklarını unutturabilsin.

Dershanemizi, monoton bir hayatın yaşandığı, standart bir hayat şeklinin sürdüğü (1 saatlik okuma programı, cemaatle Risale okuma, 3 öğün yemek; geri kalan zamanlarda ders çalışma) bir ev değil; keyfiyetli bir yaşam tarzının hüküm sürdüğü, değişik faaliyetlerin yaşandığı keyfiyetli bir hale getirebilir. Zira helal dairesi geniştir. Keyfe kafidir. Harama girmeye lüzum yoktur.

Yani, biraz daha açarsak; talebeye fıtratına muvafık bir vazife daire içinde verilirse; bu talebeyi hem dershane içinde tutacak, hem de hizmette terakki etmesini sağlayacaktır…

 

Talebeyle İstişare

Şu anda yenidünya düzeninde hemen hemen her alanda öğreten merkezli değil, öğrenen merkezli bir eğitim modeli uygulanmaktadır. Yani vakıf merkezli bir dershane sistemi değil; talebenin merkezde olduğu bir medrese sistemine ihtiyaç vardır.

Bir dershanede işi yapan her zaman için eski talebedir. Vakıf Hizmetin vitrindeki görüntüsüdür. Hal böyle iken medreselerde vakıfların benmerkezcilikten kaçıp talebeyi de yönetimin birer ferdi olarak görmesi gerekir.

Talebelerin fikirlerine her zaman için değer veren bir vakıf; Allah’ın izni ile istişare olduğu için hiçbir kaybı yoktur. “Ben her şeyi biliyorum”, “Talebenin bana vereceği bir şey yok” gibi talebeyi güdülecek koyun gören bir düşünce için iki taraflı bir kayıp ve manevi sorumluluk vardır.

“Talebesiyle devamlı meşveret eden bir vakıf; iki taraflı bir kazanca sebep olur.”

 

Sözde değil, Özde Kalbi Tesanüd

Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle siz kıymettar ağabeylerimizle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette taksimü’l-mesâi kaidesiyle iştirak etmişiz.

Tesanüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.

Ancak ağabeyler arasındaki tesanüdün sağlanmasına engel olan şu ki; her bir ferdin fıtraten farklı bir meşrepte olması… Bu noktada üstadımız gene imdadımıza yetişiyor ve mükemmel bir düsturu hayat sunuyor… Dolayısıyla bu hizmete gönül vermiş bütün ağabeylerimizi ferasetimizle nasıl bir meşrep üzere bulunduklarını keşfedip, beşeriyet cihetiyle zayıf noktalarını dikkate alıp, sözde değil özde, kalbi bir iletişim kurabiliriz.

Nazarımızı; Aramızdaki, fıtrattan kaynaklanan meşrebi ayrılıklara değil de, hizmet ortak paydasına çevirmeliyiz.

Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, kudsi hizmetimizdeki Dava kardeşine karşı haksız olarak, sözde olmasa dahi kalbi olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder.

Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir.

Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir.

Öyleyse, bu hizmette olan bir kardeşine hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatâdır.

Üstadımıza kulak verelim;

“Rica ederim, üçünüzün hakkında birbirinden ziyade gücenmeye ehemmiyet verdiğimden gücenmeyiniz.
Çünkü, Hüsrev’le Feyzi’de benim gibi insanlardan tevahhuş ve sıkılmak var. Hem birbirine bir derece meşrepçe ayrıdırlar.

Ve Sabri ise, akraba ve tarz-ı maişet cihetinde hayat-ı içtimaiye ile bir kaç vecihte alâkadar ve ihtiyata mecburdur.

İşte üçünüz bu ihtilâf-ı meslek ve meşrep haysiyetiyle o dağdağalı koğuşta ve sıkıntılı kalabalık içinde herhalde tam tahammül ve sabredemediğinizden ben telâş edip vesvese ediyorum. Çünkü, pek az bir muhalefet bu sırada pek zararı var.”

 

Su-i Zan Hastalığı

Risale-i Nur şakirtlerinin tesanüdlerine zarar vermek için birbirinin hakkında su-i zan verdiriyorlar, tâ birbirini itham etsin. Belki “Filân talebe bize casusluk ediyor der, tâ bir inşikak düşsün. Dikkat ediniz, gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız. Fenalığa karşı iyilikle mukabele ediniz. Fakat çok ihtiyat ediniz, sır vermeyiniz. Zaten sırrımız yok; fakat vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse, bir talebe onlara hafiyelik ediyor, ıslahına çalışınız, perdeyi yırtmayınız.

Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz birşey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.

Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilâfı çıkarma

Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır.

Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden Ahsen.

İnsan hatâdan hâli olamaz; fakat tevbe kapısı açıktır.

Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: “Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risale-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazifemizdir” deyip nefsinizi susturunuz.

Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir.

Beğendiğin şeyde ifrat etme.

Bir derdin dermanı başka derde dert olur. Panzehiri zehir olur.

Derman hadden geçerse dert getirir, öldürür.

 

Elhasıl:

Evet, sevgili ağabeyler.

Biz Allah’tan, Kur’ân’dan, Habib-i Zîşandan ve Risale-i Nur’dan ve Kur’ân dellâlı siz sevgili ağabeylerimizden ebediyen razıyız.

Ve intisabımızdan hiçbir cihetle pişmanlığımız yok.

Hem kalbimizde zerre kadar kötülük etmek için niyet yok.

Biz ancak Allah’ı ve rızasını istiyoruz.

Gün geçtikçe, rızası içinde Cenâb-ı Hakka vuslat iştiyaklarını kalbimizde teksif ediyoruz.

Bilâ istisna bize fenalık edenleri Cenâb-ı Hakka terk etmekle affetmek ve bilakis bize zulmeden o zâlimler de dahil olduğu halde herkese iyilik etmek, Risale-i Nur talebelerinin kalblerine yerleşen bir şiar-ı İslâm olduğunu, biz istemeyerek ilân eden Hazret-i Allah’a hadsiz hudutsuz şükürler ediyoruz.

Cenâb-ı Hak, zayıf ve tahammülsüz omuzlarına pek azametli bâr-ı sakîl tahmil edilen siz sevgili ağabeylerimizden ebediyen razı olsun ve yüklerinizi tahfif etmekle yüzlerinizi ebede kadar güldürsün. Âmin.

Vesselam

Hasan TAYFUR

www.NurNet.org

Sadaka ve Zekat Kimlere Verilebilir ?

“Keder ve gamları sadaka ile önleyiniz. Allah size isabet edecek zorlukları engeller. Düşmanlarınıza karşı size yardım eder. Kötü anlarınızda ayaklarınızı kaydırmaz.” Hz.Peygamber(s.a.v)

Zekât, Allah rızası için yapılan yardım nevi’leri veya verilen şey; Sadaka ise insanın malından sırf Allah rızası için muhtaç olanlara temlik edilmek üzere çıkardığı bir vergi türü anlamında fıkıh terimleridir.

Zekâta, mü’minlerin Allah’ın emirlerine uymadaki sadakatlarini gösterdiği için “sadaka” da denilmiştir. Çoğulu sadakât’tır.

Sadaka kavramında üç temel özelliğin bulunması gerekir: İhtiyaç, mülkiyetin nakli ve temlîkin Allah için olması.

Sadaka, yükümlünün durumuna göre farz, vacib veya nâfile hükmünde olur.

Sadakanın farz olan kısmı zekâttan ibaret olup; tarım ürünlerinin zekâtı olan öşrü; hayvanların, ticaret mallarının, altın, gümüş ve diğer nakit paraların zekâtı ile define ve madenlerin zekâtını kapsamına alır.

Cenab-ı Hak Furkan-ı Hâkim de şöyle buyuruyor:

  • “Namazı kılın, zekâtı verin.” (el-Bakara, 2/43);
  • “Mü’minlerin mallarından zekât al ki, onları temizleyip mallarını çoğaltasın” (Tevbe, 9/103);
  • “Hasat günü ürünün hakkını ödeyin” (el-En’âm, 6/141)

Hz. Peygamber’in çeşitli hadislerinde farz olan zekât emredilmiştir: “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur. Bunlardan birisi de zekât vermektir” (Buhârî, İmân, 1, 2; Tefsîru Süre, 2/30; Müslim, İmân, 19-22; Tirmizi, İmân, 3; Nesâî, İmân,13)

İhsanlar zekât nâmına olmazsa, üç zararı var. Ba’zan da fâidesiz gider. Çünkü Allah nâmına vermediğin için, ma’nen minnet ediyorsun; biçâre fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbûl olan duâsından mahrum kalıyorsun.

Hem hakîkaten Cenâb-ı Hakk’ın malını ibâdına vermek için bir tevziat me’muru olduğun halde, kendini sâhib-i mal zannedip bir küfrân-ı ni’met ediyorsun.

Eğer zekât nâmına versen, Cenâb-ı Hak nâmına verdiğin için bir sevab kazanıyorsun, bir şükrân-ı ni’met gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeğe mecbûr olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duâsı senin hakkında makbul olur.

Evet zekât kadar, belki daha ziyâde nâfile ve ihsan, yâhut sâir sûretlerde verip riyâ ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekât nâmına o iyilikleri yapıp, hem farzı edâ etmek, hem sevabı, hem ihlası, hem makbul bir duâyı kazanmak nerede? (Mektubat, 22.Mektub)

Namaz dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek, birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlâhî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.

Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır:

1. Sadakayı vermekte israf olmaması.

2. Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması. Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. “Size rızık olandan veriniz” demektir.

3. Minnetle in’âmın bozulmaması(minnet etmemek). Yâni “Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur.” Yâni “Mal benimdir, benim namımla vermelisiniz.”

4. Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi, Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek.

5. Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi. Sadaka nasıl mal ile olur. İlim ile dâhi olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor.

6. Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette(günahlar ve haram eğlenceler) değil, hâcât-ı zaruriyesinde sarf etmesi lâzımdır. Öyle adama veresin ki, nafakasına(ailevi, zaruri ihtiyaçlarına) sarf etsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbûl olmaz. (İşaret-ül İ’caz, s.24)

Fıtır sadakası, vacib hükmünde bir sadaka türüdür.

Bu, Ramazan ayının sonuna yetişen ve aslî ihtiyaçlarının dışında en az nisap miktarı bir mala mâlik bulunan her hür müslümanın yoksullara vermesi gereken bir sadakadır. Buna kısaca, “fitre” denir ki, fıtrat sadakası, yani sevap için verilen yaratılış atıyyesi(hediyesi) anlamına gelir.

Abdullah b. Abbas(r.anhümâ)’dan yapılan rivâyete göre Rasûlullah(s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Cenab-ı Hak, oruçluları gereksiz ve çirkin sözlerden arındırmak ve yoksullara yiyecek sağlamak için fitreyi farz kılmıştır. Fitreyi kim bayram namazından önce öderse, bu makbul bir zekât, kim de namazdan sonra öderse, herhangi bir sadaka olur” (Buhârî, Zekât, 70, 71, 77; Müslim, Zekât, 12, 13, 16; Ebu Dâvud, Zekât, 18, 20; Nesâi, Zekat, 31, 33)

Sadaka verilecek fakirler arasında bir tercih söz konusu olursa; bu durumda öncelikle Takvası en üstün olan fakire bu sadakayı vermek gerekir.

Sadakayı verirken, tasadduk ettiği sadaka ile ihtiyaç sahibinin ibadet için güçlenmesini niyet etmek gibi güzel düşüncelerle vermek gerekir.

Sadaka verdiği zaman kişi bunu kendisi için bir ganimet bilip, Allaha hamd etmelidir.

Bir hadislerinde Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Müslüman, güvenilir, kendisine emredileni tam ve eksiksiz gönül huzuru ile yerine getiren, kendisine emredilen kimseye ödenmek is­tenileni ödeyen haznedar, sadaka veren iki kişiden biridir.” (Müttefekul Aleyh Hadisler, Hüner Yayınları: 205)

Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi, Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek. 

Cenab-ı Hakk(c.c) Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerimde mü’minleri şöyle uyarmaktadır: “Şeytan sizi Allah yolunda infak ederken fakir olursunuz diye korkutur ve sadaka vermemenizi emreder.” (Bakara 268)

Efendimiz(s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: Sadaka, malı eksiltmez, malı çoğaltır ve bereketlendirir.” (Müslim, Birr 69; Muvatta, Sadaka 12)

Bir kudsi hadiste: “Ey Ademoğlu! İnfak et ki, Ben de sana  infak edeyim.” buyrulmaktadır. (Buhari, Zekat 28; Müslim, Zekat 57)

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed(s.a.v), Hz. Ebu Bekir’in kızı Esma’ya şu tavsiyede bulunmuştur: “Ey Esma! Cimri olma ki, Allah da sana eksik vermesin. Saymadan ver ki, Allah da sana saymadan versin. Kesenin ağzını bağlama ki, Allah da sana nimetini eksik etmesin, kesenin ağzını bağlamasın. İnfak et ki Allah da sana infak etsin.” (Buhari, Zekat 21; Müslim, Zekat 88; Tirmizi, Birr 40)

Çeşitli ameller arasında fazilet bakımından farklar bulunduğu gibi, ihtiyaç sahiplerine yapılan yardım ve tasadduklarda da bir sıra gözetilmiş; öncelikli tasadduk alanları belirlenmiştir.

Gerçekten kişinin çok yakınında, belki aile fertleri arasında büyük sıkıntı içinde olanlar varken, uzakta olanlara yardım etmeye kalkışması maslahata uygun düşmez. Bu yüzden yardım ve infaka en yakınından başlamak prensibi getirilmiştir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bir kimsenin sarfedeceği en faziletli dinar, kendi aile fertlerine infak ettiği dinarla, Allah yolunda hayvanına ve yine Allah yolunda cihad edecek olan arkadaşlarına harcadığı dinardır.” (Müslim, Zekât, 38; Tirmizi, Birr, 42; İbn Mace, Cihâd, 4; Ahmed b. Hanbel, V, 279, 284).

Yine Rasûlüllah(s.a.s) “Allah yolunda harcanan, bir köle azadı için sarfedilen, bir yoksula verilen veya ailenin geçimi için yapılan harcamaları zikrettikten sonra, bunların sevap bakımından en üstününün aile fertlerine yapılan harcamanın olduğunu belirtmiştir.” (Müslim, Zekât, 39)

Bu hadislerde zikredilen aile fertlerinden maksat; bir kimsenin nafakası kendisine ait olan çocukları, eşi, annesi, babası ve hizmetçisidir.

Sadakanın en kıymetli, en iyi, en temiz ve en sevilen maldan verilmesi çok faziletli olmakla birlikte, bir mü’minin tasaddukunu sevdiği mal cinsinden yapması, Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmaya sebep olur.

Kur’ân-ı Kerim’de Al-i İmran suresinde mealen; “Siz sevdiğiniz mallardan infâk etmedikçe iyilik ve taate nail olamazsınız” buyurulur. (Âl-i İmrân, 192)

Bu âyet inince Ebû Talha(r.a), Rasûlüllah(s.a.s)’e gelerek şöyle dedi: “Benim en çok sevdiğim malım Beyrahâ adındaki bahçemdir. Bu malım Allah için sadakadır. Onun Allah nezdinde sevabını ve âhiret azığı olmasını dilerim. Ey Allah’ın elçisi; onu istediğin yere sarfet!” Bunun üzerine Hz. Peygamber(s.a.v), bu kararının çok kârlı bir yatırım olduğunu belirttikten sonra, bahçesini hısımlarına(akrabalarına) vakfetmesini bildirdi. (Müslim, Zekât 42, 43)