Muhammed Numan tarafından yazılmış tüm yazılar

Ehl-i Sünnet müslüman ve pürmerak Risale-i Nur Talebesi instagram sayfası: risaleinurdan.vecizeler

Dellâl-ı Kur’an Said’in vekili..

pageMuhterem Üstadıma mâruzatta bulunmak için kalemi elime aldığım zaman, ruhumda büyük bir inkişaf hissediyor ve ihtiyarsızkalemim o andaki muvakkat duygularıma tercüman olduğunu görüyorum. [1]burayı nasıl anlayabiliriz?

Elcevap: Sözler hakkında hüsn-ü şehadetiniz, bana büyük bir teselli verdi. Vazifemin bitmediğine dair bürhanlarınız gayet kuvvetlidirler, lâkin ben gayet kuvvetsizim. Fakat Cenab-ı Hakk’a tevekkül edip, o bürhanlara serfüru’ ediyorum.

Cemaata Sözler’i okumak zamanında, sendeki hissiyat-ı âliye ve fazla inkişaf ve fedakârane hamiyet-i diniye galeyanının sırrı şudur ki:

Velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvetteki makam-ı tebliğin envârı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kur’an Said’in vekili belki manen aynı hükmüne geçtiğin içindir. [2]


Yani bir insan ders okurken veya birisine bir şeyler izah ederken veya tefekkürle okuduğu zaman Dellal-ı Kur’an olan üstadımız Bediüzzamanın ders verme makamına çıkmaktadır. Gelen mana ve ilhamlar ise tamamen bu makamındandır, insanın kendisinden değildir. Bu sebepledir ki ders okuyan kimseler o esnada manalar sanki arı gibi hücum ediyor.


Ders okurken kaydedilse ve dersten bir gün sonra insan o dersi tekrar dinlese o ders esnasında ki ne feyzi ve nede manaları tekrar hisseder.

Ders esnasında bir şahs-ı manevi atmosferinin ve derse iştirak eden ruhaniyetin vücudunun verdiği sirayet ise o derste bulunanlara sirayet eder. Derste insan ders ortasında eline baksın üzerinde bir nuraniyeti alenen görecektir. Rabbim istikametli hizmetler eden tüm kardeşlerimizi muvaffak kılsın ve istifadelerini azim eylesin.

Selam ve Dua ile


[1] Barla Lahikası ( 27 )

[2]Barla Lahikası ( 253 )

www.NurNet.Org

Sarsılmaz bir Müslüman: Bediüzzaman

Zamanlar vardır, karanlık mı karanlık… Sıkıntılı mı sıkıntılı, zor mu zor.

Kâbus gibi çöker ülkelerin üzerine. Karabasan gibi korkutur, boğar insanlığı.

İşte böyle bir zamanda geldi, O sarsılmaz Müslüman.

Böyle bir zamanda dünyaya geldi “Nuriye Ana”nın bir tanesi. Nur tanesi. Üzerine titrediği ciğerparesi. Bedii’si. Bayram yüzlüsü, bahar gözlüsü.

O; bir vazife için gönderildi bu asra.

Cemiyetin bozulmaya yüz tutmuş iç hayatını düzenlemeye geldi. Tarumar edilen manevî varlığını ihyaya yetişti.

Vicdan ve imanın olmazsa olmazlarını terennüm etmeye başladı. Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esaslarını önce bölgesine, sonra tecridler, sürgünler ve hapislerle ülkesinin dört bir yanına… Sonra bütün Dünya’ya nakış nakış işledi.

Dedi ki: “İslâm cemiyetinin ana direği İslâm’dır. İmandır. Kur’ân’dır. Muhammedî terbiye, El Emin ahlâktır.

Sataştılar… Zulümlerin envaı çeşidine maruz bıraktılar… Hak etmediği suçlamalarla tecrid, hapis, sürgün, zehirlenmelerle güya korkutmakla onu dâvâsından vazgeçirmeye çalıştılar.

İngiliz oyunbazların geçmişten gelen hınçlarını yağdırdılar üzerine. İşe yaramadı… Onlar yine vazgeçmediler…

Rüşvetler, makamlarla, para ve şöhretle vazgeçireceklerini sandılar. Ama heyhat…! Aldandılar…

“Zamanın Abdülkadir’i ol” onda makes buldu. Zamanın imanlı sesi, sözü oldu.

İknâ ve irşad hizmetinde şefkâti ve merhametiyle gözleri yaşarttı. Kendine zulmedenleri dahi evlâtları hatırına helâl etti.

İmanların tutuşup yandığı bir hengâmda, yangını söndürmeye koştu. Kimi zaman metanetiyle, kimi zaman cesaretiyle, kimi zaman şefkâti, merhametiyle. Kimi zaman akılların almadığı tevazuu, istiğna, fedakârlığıyla.

Zaman zaman gözyaşlarıyla tutuşan imanları söndürmeye koştu. Hüzün bulutları serdi o yangının üzerine.

Ve bazı zamanlar hiddeti, kararlılığı kurşun gibi işledi dar görüşlü, dar düşüncelilere.

İdam sehpalarına gülerek baktı.

Cemiyetin iman selâmeti yolunda vazgeçişleri sadece Dünya mı sanırsınız? Makam, para, ikbâl, şan, şeref mi sanırsınız?

“Evet” diyenlere esefle baktı.

O insanların iman selâmeti için ahiretinden bile vazgeçti.

Gözünde ne Cennet sevdası, ne Cehennem korkusu olmayan bir kahramandı O. Hem öyle bir kahramandı ki, bir Said değil, bin Said olsa da fedaya hazır bir Asr-ı Saadet kahramanıydı.

Yeryüzü Kur’ân’sız kalırsa, cemaatler Kur’ân’dan uzaklaşırsa Cennet bana zindan olur diyen kaç kahraman görebiliriz? Milletinin iman selâmeti için Cehennemin alevleri içinde yanmaya razı kaç Müslüman sayabilirsiniz?

Zamanlar vardır insanların üzerine kâbus gibi çöken. Zamanlar vardır Müslümanların sessiz ve tepkisiz öylece kala kaldığı.

Hücumların dört yandan yapıldığı.

İman ve Kur’ân esaslarına rağmen aykırı yaşanıldığı. İşte öyle zamanların Müslümanıdır Bediüzzaman.

Zor zamanların, karanlık çağların ışığı olan. Risale-i Nur’ları okuyup anlatanların dahi; onu iyice, hakkıyla tanımadığı bir Bediüzzaman’dır, o.

Sanal ortamlarda birbirine galiz ifadelerde bulunanlara, ihlâs ölçülerinin çok dışında davrananlara, uhuvvet anlayışına sırt çevirenlere, talebeyim dediği halde yalan söyleyenlere, emanete hıyanet edenlere, masum ve mazlûmların hakkına girip ağlatanlara, darılacağına emin olduğum, Üstad’ım, Efendim, Bediüzzaman’ımdır, o.

“Beni ağlatmayınız…! Çabuk, kalben tam barışınız…” demesine rağmen vasiyet gibi bu arzusunu hiçe sayanları bilmem talebeliğe kabul eder mi? Bir bir bine kadar birler varken bizi birbirimize bağlayacak, bizi bize yakınlaştıracak sebeplere rağmen, uzaklaşmalara ne diyecek acaba diye sormaktayım kendime.

İman Uhud Dağı gibiyken, çakıl taşlarına itibar eden yaramaz çocuklara dönmenin utancı içindeyim ey Aziz Üstad’ım. Sarsılmaz imanının, kahraman duruşunun takipçisi olamamanın azabı yakıyor, kavuruyor benliğimi.

Utanıyor ve sıkılıyorum. Kardeşlerimin kusurunu kendi kusurlarım gibi göstersem, helâl ettiğin zalimleri helâl ettiğin şefkatinin enginliğine sığınarak bizi de bizi de helâl et desem…

Himmetini istesem, aramızdaki sıddıkların, azizlerin, Nurcuların hatırına bizi talebeliğe kabul buyur desem..

Kendini bilmez velilerle diz dize oturduğumu varsaysam, onların açık avuçlarına konan aminlere dahil olsam, bakışları kırgın bakarken, dilleri müşfik konuşanların halkasına alınsam, hatalarımızda, kusur ve öfkelerimizde, nefsin ve şeytanın hissesi var, bunun için bizimle çok uğraşıyor, ondandır bu gel-gitlerimiz desem kucaklar mısın?

Sarsılmaz bir Müslüman: Bediüzzaman.

Onu anlamak demek, mesleğimizin esası olan şefkâtle, acziyetimizi, perişaniyetimizi anlayıp Nur’lara sarılmak demekse:

İşte bir fırsat…

İşte bir zaman…

İşte bir belge…fotoğrafı çekilecek olan bir an..

Zaman: Günlerden Pazar.

Yer: Bursa Ulu Camii

Öncelikle Âlemlerin Efendisi Resulü Kibriya Hazreti Muhammed Mustafa’ya (asm), O’nun (asm) âl ve ashabına, ve nihayetinde O’nun (asm) varisi olan Bediüzzaman’a ve gelmiş geçmiş bütün Nur Talebelerinin aziz ruhlarına hediye edilecek olan mevlid-i şerife hissedar olmaya ne dersiniz?

Okunmuş hatm-i şeriflerin, kıraat edilen Yasinlerin hürmetine Ya Rab!.. Niyetlerimizin samimiyeti hürmetine, ihlâs ile yolu bu mevlüde düşenlerin, gelmek isteyip gelemeyen saf yüreklerin, sıddıkların, dostların, hak ve hakkaniyet ile yaşayanların hürmetine Allah’ım!..

Bizi birbirimize sevdir… Bizi Üstadımın istediği Uhuvvet sırrına erdir. Bize ihlâs-ı tamme nasip eyle. Enelerimizi söndür, nefislerimizi sustur, öfkelerimizi dindir. Ahirzaman kahramanı Üstadımız Bediüzzaman’ın nefsiyle, zulümle, ölümle, zindanlarla, sürgünlerle, idam sehpalarıyla, mülhid ve kâfirlerle ettiği mücadelenin örneğini bize de ver… Ver ki, artık öfkelerimizi, kinimizi, düşmanlıklarımızı, mücadele ve  gayretimizi din ve Kur’ân düşmanlarına sarf edelim.

Bizi bize böldürme. Bizi bizle imtihan eyleme. Bizi şeytana güldürme. Bizi sarsılmaz bir iman kahramanı olan Üstad’ımıza ters düşürme.

Bursa Ulu Camii buluşmamız kutlu olsun. Bereketli ve feyizli olsun. Muhabbetli, uhuvvetli olsun. Niyetler halis, duâlar makbul, aminler kabul olsun inşaallah.

Ahirzaman müceddidi, mürşidi, kahramanı Üstad’ımız!

Sana talebe olmanın yeri, zamanı elbette olmaz. Biz bu gün kardeşliğin ve sana talebeliğin bir fotoğrafını çektirmek istiyoruz. Dünya misafirhanesinde Nur sevdalıların buluşma vaktinin bir belgesi olsun istiyoruz, bu Bursa Bediüzzaman mevlidi.

Ve bu mevlidde manevî bir fotoğrafımız olsun istiyoruz. Kocaman bir aile fotoğrafı… Kendinden bîhaberlerin ve kendini bilenlerin fotoğrafı…

Hülya YAKUT

www.NurNet.Org

Dimağın son mertebesi “itikad”

Dimağın son mertebesi “itikad” olarak bilinir. İtikat mertebesinde insan bildiği bir şeyi yapmaya inanır.

Kendisini ona adar ve onun için mücadele etmeye başlar. Hatta bu konuda hayatını feda etmek derecesine gelir. “Öldürseniz bundan vazgeçmem ve geçemem!” der. İşte bu itikad mertebesidir. Bu mertebede iman kemale ermiş ve kişi “İman-ı Kâmil!”makamına çıkmış olur. İtikad mertebesinde insan “hukuk-i diniye ve dünyevîyesi için canını feda eder; meşrû olmayan şeylere karışmaz.”1  Ayrıca “hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinab eder.”2 Böylece “Her hâlde, beşerin bu umumî itikadı, mebadi-i zaruriyeden neş’et eden ve müşahedat-ı vakıadan hâsıl olan ve muhtelif emarelerden tevellüt eden hadsî bir hükmün neticesidir.”3

İtikad mertebesinden salâbet  doğar.4 İtikad, bir şeyi kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmek demektir. Artık bu aşamada fikirler ve düşünceler düşünce ve fikir değil, inanç meselesi haline gelmiştir. Bu inancın da çok mertebe ve makamları vardır. Düşünce fabrikasının mahsul ve ürün verme merhalesi denilebilir. Salâbet-i diniye ve imaniye hiçbir zaman enaniyet ve benlik olamaz. Çünkü “Enâniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder.”5  Salâbet-i diniye ve imaniye, bütün Müslümanlar için şâyân-ı misal olan yüksek bir seciyedir. Bundan dolayıdır ki Müslümanlar salâbet-i imaniyelerinin ve ihlâslarının ayinedarlığını bizzat îfa ederler. Müslümanların maddî ve mânevî terakkileri “dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur.”6

“Evet, İslâmiyetin şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassup değildir.”7 “Dindeki salâbet ise; takva, hakta sebat etme ve ahlâkta metanet göstermektir.”8 Çünkü, her şeyden evvel Müslümandırlar, hem de salâbet-i diniyeyi taassub derecesine îsal eden hakikî Müslümanlar”dır9. “İman, mantıkî tasdikten terekküb eder.”10

Eğer denilse: İman kendi lâzımı ile birlikte mantıkî tasdikten ibaret olduğu halde, yine de onunla mükellef kılınmış. Halbuki mükellef olan şey ise, ihtiyarî bir fiildir. Bununla beraber imandaki lüzum, zarurî; onu tasdik etmek ise infiâlîdir. Yani fiile geçme durumudur?

Cevap: Teklif ise, mukaddematın tertibiyledir. (Yani meselâ evvelen iman, sonra tevhid, sonra teslim vesaire gibi…)11 Bunu teyiden “Demek, iman tevhidi, tevhit teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.”12

Bediüzzaman Hazretleri küfrün mahiyetinde bulunan ilim, yakîn, itikad, tasdik ve iz’an hallerini şöyle izah etmiştir.” Küfür, iki kısımdır. Bir kısmı, bilmediği için inkâr eder. İkincisi, bildiği hâlde inkâr eder. Bu da birkaç şubedir: Birincisi, bilir, lâkin kabul etmez. İkincisi, yakîni var, lâkin itikadı yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lâkin vicdânî iz’anı yoktur.”13 Ayrıca itikad-ı küfriye, iki kısımdır:

Birisi: Hakaik-i İslâmiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve bâtıl bir itikad ve hatâ bir kabuldür ve zâlim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir. O bize karışmaz, biz de ona karışmayız.

İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır: Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız, ispatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir; bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir. İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini ispat etmeye mecburdur.14

Fikir itikad mertebesine ulaşırsa kemalâta ermiş olur ve salâbete kavuşmuştur. Hem de iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî imtisaldir. Mü’mine-i arife olan nefis ise, herşeyi iman ve iz’an ile isbatlı olarak Allah’a verir. Risale-i Nur hakikatleri bu salâbet-i îmâniye mertebesini taşır. Onun için hakikat mesleğine lâyıktır. Risale-i Nur mesleği hakikat mesleği, talebeleri de salâbet-i îmâniyeye kavuşmuş olur. Bu sebepledir ki en tesirli, hatasız, selâmetli yol da bu zamanda Risale-i Nur yoludur.

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, 2013, s. 46.

2- İşârâtü’l-İ’câz, 2013, s. 46.

3- İşârâtü’l-İ’câz, 2013, s. 407.

4- Metanet, dayanma, sağlamlık, mukaddesatı korumak hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi sıfatlarla muttasıf olmak.

5- Mektubat, 2013, s. 739.

6- Lem’alar, 2013, s. 305.

7- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 294.

8- Eski Said Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye).

9- Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), 2013, s. 109.

10- Talikat’tan.

11- Talikat’tan.

12- Sözler, 2013, s. 501.

13- İşârâtü’l-İ’câz, 2013, s. 112.

14- Şuâlar, 2013, s. 175-176.

Abdülbakî ÇİMİÇ

www.NurNet.Org

Müslüman kadının şahsiyeti ve evi içerisindeki itibar savaşı

Müslüman kadının şahsiyeti ve evi içerisindeki itibar savaşı

Bir toplumun bugünü ve yarınından haber veren en önemli unsurlardan birisi de o toplumdaki kadınların durumudur.

Kadının hayatın içindeki konumu, hayat algısı, kendine bakış açısı, hayatı niçin ve neye göre yaşadığı, aile ve toplumdaki konumu, aslında, o toplumun genel karakterinin bir yansıması olacaktır. Çünkü nesiller kadının ellerinde şekillenmektedir. Dolayısıyla düzelmenin de bozulmanın da başladığı bir noktadır.

Evet, kadın hassas ve nazik bir fıtratta yaratılmıştır. Bu yüzden hem kendi kendisine verdiği kıymet ve ehemmiyet, hem toplumun verdiği kıymet erkeklerden farklı olacak ve olmalıdır. Zira nazik ve seriü’t-teessürdür. Bu yüzden bozulmaya daha müsaittir. Fakat, şu da bir gerçektir ki, bir toplumda kadınlar sürekli konuşuluyor ise ve bu sebeple toplumun bozulmasından bahsediliyorsa, bu her iki cinsin bozulması ile ortaya çıkan bir neticedir.

Herkes kızının, eşinin, annesinin şahsiyetli bir kimliğe sahip olmasını ister. Hele bu erkeklerin kız çocukları, kendi annesi, kız kardeşi ise bu istek çok normal ve olması gereken bir durumdur. Fakat iş eşine geldiğinde, bu ibre biraz değişmekte beklentilerin ayarı bozulmaktadır. Hangi erkeğe sorsanız eşinin şahsiyetli olmasını ister, fakat şahsiyet oluşturmasına imkân tanımaz hatta kişiliğini zedeler. Bunu yaparken de geleneklerin bir neticesi olarak, annesi tarafından veya annesinin ev içerisindeki konumundan beslenerek ve rol model kabul ettiği babasından etkilenerek, eşinden beklentilerinin ayarını oluşur.

Meselâ erkekler, evleneceği eş adayında şu özellikleri arar: Sözümden çıkmayacak, izinsiz hiçbir şey yapmayacak, çok şey istemeyecek, ana ve babama saygılı olacak, fakat ben onun ana ve babasına saygılı ve hürmetkâr olmak zorunda olmayacağım, ben kafama buyruk hareket edeceğim vs… Şimdi sormak gerekir; tahakkümvari, karşılıklı fedakârlığa ve anlayışa dayanmayan bu istekleri hangi şahsiyetli kadın kabul eder. Kabul etmesi demek, kişiliğini kaybetmesi kendine olan özsaygısını yitirmesi demektir ki; işte asıl bozulma burasıdır. Zira kendisine saygısını yitiren bir kadın, bütün bozulmalara açık ve köleleşmeye müsait bir kadındır. Kişiliğini kaybetmiş bir kadın, ayrıca sağlam kişilikli çocuklar yetiştiremeyecek kadar aciz bir kadındır. Çünkü böyle bir kadının evi içerisinde tek derdi vardır, o da itibar savaşı vermektir.

Evet, hem sorgusuz sualsiz her şeye boyun eğmek ve hem şahsiyetli olmak bu ikisi birbirine zıt kavramlardır. Her insanın kişiliği, eğer bir binaya benzetirsek, ayakta kalmasını sağlayan ve onu hayata bağlayan ana temeller ve kolonlar gibidir. Bu temel ve kolonlar babası veya eşi tarafından kırılırsa; orada bırakın şahsiyetli insan olmasını, insan bile kalmaz.

Burada sözlerimin yanlış anlaşılmasını istemem.  Zira kadın elbette eşinin sözünü dinleyecek, itaat edecek, sadâkat en önemli hasleti olacak, saygı ve hürmette kusur etmeyecek. Şu nokta unutulmaması gereken bir noktadır ki,  şahsiyeti oturmuş bir kadın bunları zaten yapacaktır. Burada erkeğe düşen eğer bir kadın, evi içerisinde,  kişiliğini korumaya dönük itibar savaşı veriyorsa, tahakkümle yapmaya çalıştığı bu beklentilerini sorgulaması gerekiyor. Hakkını arayan kadını susturmak yerine, aynı hak dâvâsını annesi, kız kardeşi veya kendi kız çocuğu yaparsa nasıl karşılıyorsa, eşinin bu şahsiyet sınırlarını korumaya dönük mücadelesini de öyle karşılamalıdır.

Aksi halde kadının kişiliğini tahrip etmekle onu fıtratından uzaklaştırıp, Bediüzzaman’ın dediği gibi riyakârane bazı davranışların ve yanlışların içine itecektir. “Biçare mübarek taife-i nisâiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak için, başka bir tarzda, zaafiyetten ve aczden gelen başka bir nevide riyâkârlığa giriyorlar.” (Lem’alar, s. 202)

İlginç bir nokta da şudur ki, toplumda erkek tarafından ezilmekten şikâyetçi olan birçok kadın, bir yandan oğullarını bir başka kadını ezecek şekilde yetiştirirken kızlarını da bu ezilmişliği kabul edecek şekilde yetiştirmektedir.

Hasılı; eşinin şahsiyetini tahrip eden bir erkek de kişiliksizdir. Zira kişiliği oturmuş bir erkek yasakçı olamaz, sadece haramları yasaklar. Bu da zaten Yaratıcının vermiş olduğu bir sorumluluktur.

Evet, Müslüman kadın hem çelik ve polat gibi sarsılmaz bir şahsiyete sahip olacak, hem de bir çiçek nezaketinde naif, zarif ve nazik olacaktır.

Kadının hak arayışı, ancak meşrû dairede kalmak ve fıtrî halini bozmamakla mümkündür. Şu da unutulmamalıdır ki; meşrû dairede kalıp kocasından şikâyetçi olan kadını, Cenâb-ı Hak Rahim ismiyle işitmektedir. Mücadele Sûresi’nde bu mesele ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

Durum böyle olunca kadının gerek evi içerisindeki hak arayışı için bir nevi riyakârlığa ve yanlışlara girmesi, gerekse toplum nezdinde hak arayışı için “erkekle eşitlik” iddiasıyla yola çıkması bir sapmayı netice verecektir. Bunun bedelini de kadın feci bir şekilde ödeyecek ve ödemektedir.

Son söz olarak şunu söylemek gerekir ki; toplumda kadının şahsiyeti nerelerde ise erkeğin şahsiyeti de oralardadır.

Yasemin YAŞAR

www.NurNet.Org

“Dindar flört” (2)

“Dindar flört” (2)

Sağlam esaslar ve temeller üzerine kurulmuş evlilikler, maddî ve manevî mutlulukları getirmekle beraber, faziletli fertler yetiştirmenin ve hatta milletçe var olmanın da temelini oluşturur.

Evlilik meşrû bir birlikteliktir. İşte bu meşrû birlikteliğin temeli de meşrû başlamalı ve sonrası da meşrû bir biçimde devam etmelidir. Temelleri bozuk bir bina nasıl yıkılmaya mahkûm ise haram temeller üzerine bina edilecek evliliklerinde problemsiz olması mümkün değildir.

Mesele ile alâkalı olarak özellikle dindar gençler ve ailelerin durumla ilgili oldukça ciddî kafa karışıklıklarının olduğu bir gerçektir.  Modern hayat, evlilik öncesi birbirlerini tanımak için flörtü meşrû ve hatta lüzumlu görmektedir. Fakat bu modern dayatmanın bütün gençler açısından psikolojik ve sosyal sıkıntıları olduğu gibi özellikle de dindar gençlik için çok daha büyük maddî ve manevî sıkıntıları getirmektedir. Zira dinimizde böyle bir sürece izin verilmez ve haramdır.

Bu yüzden flört yerine dinimizin öngördüğü ve geleneklerin şekillendirdiği helâl usûl çerçevesinde flört değil de nişanlılık dönemi ve birbirlerini tanımalarına imkân verecek meşrû daire ve ölçülerle hareket etmek doğru olacaktır.

Evliliğe adım için en doğru metot Peygamber Efendimizin de (asm) uyguladığı ve yıllardır bizim kültürümüzde de uygulanan eş, dost ve akrabaların devreye girdiği adaylarında birbirini görüp rıza göstermesi şeklinde olan evlilikler en sağlıklı olanıdır.

Zaten dinde de evlenecek adayların birbirlerini görmesi tavsiye edilir. Buradaki ölçü meşrû daire içinde yalnız kalmadan ailelerin gözetiminde ve rızası doğrultusunda olacaktır. İki üç defayı aşmayacak bu görüşme zaten bir fikir verecektir. Bundan sonraki süreçte ise olumlu kararın ardından vakit geçirmeden flörte dönüşmeden ciddî adımların atılmasıdır.

Evlilik öncesi nişanlılık veya sözlülük durumu her iki tarafın birbirlerini tanıma sürecinin ailelerin de devrede olduğu bir çerçevede olması şarttır. Yani ferdi olarak birbirlerini tanıma ailelerin de birbirilerini tanıma faaliyetlerinin içerisinde gerçekleşmesi sağlıklı olacaktır. Bunun dışında olan birbirlerini tanıma süreci flörte veya gayr-i ciddî yollara kapı açacağından dikkat lâzımdır.

Nişanlılık dönemi meşrû bir dönem iken bu dönemin de flörte dönüşmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekir. Çünkü nişanlı olmak kız ve erkek arasındaki ve diğer aile fertleri arasındaki mahremiyeti kaldırmaz. Hâlâ yabancıdırlar. Bu yüzden nişanlılık meşrûiyeti içerisinde yalnız kalmak ve mahremiyeti kaldıracak beraber bulunmaklar, hem şahsî hem toplumsal pek çok yaralanmaları doğuracaktır.

Nişanlılık döneminde birbirleriyle daha rahat konuşsun, tanışsın, gezsin tozsun diye din kılıfında meşrûiyet kılığında flört anlamına gelen dinî nikâh meselesi de toplumsal bir yaradır. Yani helâl, ama flört. Yan yana gelmeyecek kadar birbirinden uzak iki kavram, güya meşrûlaştırılmış olmaktadır. Bu geri dönülmez hataların kapısını aralamak anlamındadır. Nikâhın düğünle yani resmî nikâhla beraber olması özellikle bu konuda daha çok mağduriyet yaşayan genç kızların korunmasına dönük bir sigorta hükmündedir.

Asır öyle bir tahribat yapmış ki bugün maalesef dindar ebeveynler dahi çocuklarının flörtüne, birbirlerini tanıma kılıfında müsaade etmekte ve hoş karşılamaktadır. Evet flörtün dinî açıdan sakıncasından başka psikolojik ve sosyal açıdan da pek çok zararları olduğu, bugün görünen bir vakıadır. Flört yaparak evlenen kişilerin çoğu yapılan araştırmalara göre kısa bir zaman sonra boşanmaktadır.  Boşanmasa bile mutluluğu yakalayamamaktadır.

Çünkü haram üzerine bina edilen hiçbir şey huzur vermeyecektir. Şunu da belirtmek gerekir ki evlilik öncesi oluşan bu tür duygusal yıpranmalar yarın evlilik gerçekleşse bile bu duygusal yıpranmanın cezasını mutsuzluk ve psikolojik sıkıntı olarak çekecektir. Yavaş yavaş sadâkati, güveni sevgi ve saygıyı bitirecek belki de yanlış adımların atılmasına bile sebep olacaktır.

Yasemin YAŞAR

www.NurNet.Org