Muhammed Numan tarafından yazılmış tüm yazılar

Ehl-i Sünnet müslüman ve pürmerak Risale-i Nur Talebesi instagram sayfası: risaleinurdan.vecizeler

Şerh ve izah Çalışmaları

Şerh ve izah Çalışmaları

 

Risale-i Nur’un şerh ve izahı ehemmiyetli bir vazife olarak nur talebelerine tevdi edilmiştir. Mürur-u zamanla daireye sadakatle dahil olan yeni nur talebeleri teknolojinin getirdiği sühuletle çok daha kolay bir tarzda nurlara eski nur talebelerinin çektiği sıkıntıları çekmeden onlar kadar belki de onlardan daha fazla Külliyata vâkıf olacakları akıldan uzak bir şey değildir. Telefonlar ve muhtelif nur sitelerinde var olan külliyat metinleri ve ders videoları insanın nurlarla ünsiyet kesbetmesi ve nurlara kalb ve ruhunun ısınıp dostluk oluşturmasına muavenet etmekte, asistan vazifesini görmektedir.

 

Nedendir bilinmez ki ya bir hased yada nura sadakat namına yapılan her şeye muhalefet etmek gibi bir his veya bir damar bazı eşhasta tezahür etmektedir. Hakikaten garip hâldir bu hâl. Çünki  Risale-i Nur bir kenz-i mahfî ve bir sandukça-i cevher ve menba-i envârdır.”[1] Böyle bir kenz-i mahfi olan gizli hazinenin cevherlerinin çıkartılmasına karşı çıkılması ise acınacak bir hâldir.

 

Risale-i Nur Külliyatı “bir kenz-i mahfîyi iddihar ediyor.”[2] Bu iddiharat yani yapılması gerekli olan işi yapanları hased veya bağnazlık damarı ile tenkid edip yaptığı vazifeye sed çekmeye çalışmak ise bir hamakattir. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvv-üd dinden daha muzırsın.” [3] belki ağır olmadı mı dersin ama şuna bakmak lâzım. Yapılan işe ortaya sonradan bir şeyler peydahlamak değildir, var olan bir hazinenin cevherlerinden istifade ederek bir şey yapmaktır. Ortaya bir emek, bir eser, bir sühulet çıkartmaktır. “her şeye zahire göre hükmetmemek gerektir. Muhakkikin şe’ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a’makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, herşeyin menbaını bulmaktır.” [4] muhakkik yani meseleleri delilsiz olarak değil delilleri yanında hazır olmak gerektir. Yoksa çok rüzgara oyuncak olan yaprak gibi savrulur durur insan. Muhakkik olmak bu sebeple ehemmiyetlidir. Yelkenli gemi ile ne tarafa gitmek istersen yelkenini or yöne çevirirsin. Rüzgar o yöne seni götürür. Yoksa kaptan aynı kaptan, rüzgar aynı rüzgar, gemi aynı gemi.. ama senin istikametini belirleyen şey ise yelkenin konumudur.

 

Şerh ve izah meselesine dair: Risale-i Nur size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, meselâ Kur’an kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hâkeza.. mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir.” [5] derken şerh ve izahın usulünü de gene buradan alıyoruz. Aynı meseleyi netice yeren mebhasın cem edilmesidir. Bunun nümunelerini ve böyle olması gerektiğini Zübeyr Gündüzalp ağabeyimizin (r.a.) çalışmaları olup şimdi elimizde okunan Hizmet Rehberi, Mirkat-üs Sünnet, Rahmet ve Şefkat ilaçları.. gibi eserlerden de görmekteyiz. Kendisinden bir şey katmadan orijinal metni alıp bir araya getirmiştir. Gene çok kimsenin elinden bırakmadığı İman ve Küfür Müvazeneleri eseri de Merhum Said Özdemir Ağabeyimizin (r.a.) bir çalışmasıdır ve umumen kabul edilmiştir. Demek ki bu tarz çalışmalara ihtiyaç var. O hakikate muhtaç olan gönüllerde önüne hazır konulmuş bir eser.. yemede yanında yat cinsinden.

 

Risale-i Nur Külliyatını Şerh ve izah çalışması yaparken başka eserler şerh ve izah içerisine giremez hariçten kalem karışamaz. Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor.”[6] Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur.”[7] sırrınca Nur’un izahı ancak yine Risale-i Nur’la yapılır. Risale-i Nur bir eksiklikten dolayı değil tam aksine sahip olduğu zenginlikten dolayı şerh ve izah edilir. Risale-i Nur Külliyatı muhakkik ve müdakkik üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin (r.a.) hakikat denizinde bir kenz-i mahfi olan Kur’an-ı Kerim’den almış olduğu mücevherattır.

 

Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir.[8] hakikati bunu ifade etmektir.  Şerh ve izah, Risale-i Nur’un mizan ve muvazenelerine göre,  Risale-i Nur hakikatlerinin dışarısına çıkmadan yapılır.

 

Nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı hislerle yazılan şeyler şerh ve izah değil, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçiliktir. Şerh ve izahlarda enâniyet-i ilmiye hükmetmemelidir. Şerh ve izah, Risale-i Nur hakikatlerinin ifade ettiği manayı kaybetmeden o mana etrafında ve dairesinde olmalıdır. Bir nevi hakikatın etrafında yapılan kazılar gibidir. Kazılar hakikatin ortaya daha net olarak çıkması içindir. Hakikatlerin manası kaybolduğunda şerh ve izah o noktada bitmiş demektir. Zaten kaybolduğunun alameti ise tesir etmemesindir.

 

Barla Lahikasında ;“Muhterem Üstadım, fakirin bir nokta çok hayretini mucip oluyor. Sizden bir meselenin izahını rica ediyorum. İzah ediyorsunuz. O izahta da, muhtaç izah noktaları bulunuyor. Öyle lâtif ve şümullü cümlelerle cevap veriyorsunuz ki, o cümleleri de anlamak için sual icap ediyor. Bundan şu netice çıkıyor ki, Sözlerinizin her satırı bir kitap teşkil edecek kadar şümullü ve mânidardır. İstenildiği kadar izah olunabilecektir.” diyen Re’fet ağabeyin ifadelerinden de anlaşıldığı üzere Risale-i Nur’un dairesinde,  nurların dışına çıkmadan hakikatler istenildiği kadar izah edilebilir. İzah edilmesini istemek Nurları tahrip veya mesleğe sadakatsizlik değildir. Hakikati fehmedip anlamak için istenir.

 

Şerh ve izah yeni şeyler getirmek değil, bir kenz-i mahfinin reşahatı olan Risale-i Nur’un mana ve kelime hazinesinden istifade etmek demektir. Buna karşı çıkmak ise alışılmışın dışına çıkmaktan korkmaktan başka bir şey değildir. Alıştığı tarzı terketmek korkusu şu darb-ı meseli derhatır ettirir “herkese kendi adeti hoş gelir!” bir nevi bunda enaniyet kokusu da geliyor. Çünkü benim dediğim doğrudur, benim bildiğim gibi olur manaları hafi olarak seziliyor. Şerh ve izah çalışması yapan kardeşlerimi tebrik ederim.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Emirdağ Lahikası-1 ( 97 )

[2] Barla Lahikası ( 178 )

[3] Birinci Makele / Yedinci Mukaddeme – Muhakemat ( 34 )

[4] Birinci Makele / Beşinci Mukaddeme – Muhakemat ( 26 )

[5] Kastamonu Lahikası ( 56 )

[6] Kastamonu Lahikası ( 56 )

[7] Konferans / Sözler ( 772 )

[8] 29.Mektup / Mektubat ( 426 )

Akgündüz, hakkındaki ‘intihal’ iddialarına cevap verdi

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Murat Bardakçı/Emrah Cilasun gibi isimlerin kendisi hakkındaki ‘intihal‘ iddialarına aşağıdaki metni kaleme alarak cevap verdi.

İNTİHAL İDDİALARI, YERLİ VE YABANCI AKGÜNDÜZ MUHALİFLERİ TARAFINDAN SERVİS EDİLİYOR

Algemeen Dagblad’a göre benim PKK tabirimi “Genç Kürtler” olarak yorumladığı iddia edilen ve daima PKK’nın elemanlarına Hollanda’da destek veren Türkolog Prof. Dr. Zürchker, Ermeni Soykırımına inandığını inkâr etmeyen ve maalesef aynı ismi taşıdığımız Amsterdam Üniversitesi öğretim görevlisi Dr. Ahmet Akgündüz ve nihayet Türkiye’den destek aldıkları Marksist ve PKK’nın yayın organlarında yazarlık yapan bir tezvîrâtçı, yıllardır sürdürdükleri Prof. Akgündüz’ü yıpratma ve IUR’yi hırpalama projelerine, bu sefer şahsımla alakalı intihal iddialarını arka planda yürüterek ve yanlarına PKK’lılar ile Hollanda’lı bazı gazetecileri alarak devam ediyorlar. Bunun Volskrant gibi, İslam ve Türk düşmanlığını adet haline getiren bir Hollanda Gazetesinde yayınlanması ise manidardır.

Önce dayandıkları olayları görelim:

1991: Bilindiği gibi, Vakıf Müessesesi adlı Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlan eserimiz hakkında hakaret-âmiz bir tanıtım yazısını, Tarih ve Toplum Dergisinde Hasan Yüksel isimli bir şahıs yayınladı. Buna cevap verdik ve cevabımız da neşredildi.

Murat Bardakçı, hemen bu iddiaları, Hürriyet Gazetesindeki sayfalarına taşıdı. Cevap göndermemize rağmen neşretmedi.

Ali Birinci denen ve gazetelerde Türk Tarih Kurumundan milyonlar çaldığı iddialarını okuduğumuz adam, aynı iddiaları bazı dergilerde tekrarladı.

25 September 2006’da, sözde Ermeni soykırımı iddialarının savunucusu Amsterdam Üniversitesi öğretim görevlisi olan ve 1997 yılında gönderdiği bir e-mail ile benden nefret ettiğini söyleyen bir adamın bütün Hollanda’daki akademisyenlere gönderdiği e-maildir. Şu anda elimizdedir.

Bu yerli ve yabancı sözde ilim adamlarının bana olan hücumlarının iki sebebi var.

BİRİNCİSİ: VAKIF MÜESSESESİ

Ancak kitap neşredildikten sonra bize ulaşanlar arasında iki önemli tenkit yer almaktadır:

Birinci Tenkit: Bir Dergide ve bundan iktibasla günlük bir Gazete’de eserimizle ilgili bir tenkit yayınlandı. Kitabiyat bölümünde neşredilen ve maalesef muğalatalarla dolu olan bu görünürde ciddi, ancak vakıf hukuku ve ilmî ölçüler açısından indî tenkide cevap vermenin zaruretini bir araştırmacı olarak hissettim ve iddiaları cevaplandırmak üzere cevâbî yazı hazırladım. Hedefimiz ilme hizmet ve rızây-ı ilâhî olması hasebiyle, sadece vakıf hukuku açısından yapılan fâhiş hatalara değindim ve gerisini araştırmacıların ve vakıf hukuku uzmanlarının takdirlerine havale eyledim. Cevâbî yazıyı buraya aynen iktibas etmek yerine, bazı hakikatleri aktarmak istiyorum.

1) İlim, karşılıklı tenkid ve tartışmalarla gelişir. Ancak bu tenkit ve tartışmaların, ön yargısız ve meseleyi bilen ehil insanlar tarafından yapılması icap etmektedir.

2) Biraz önce de hatırlattığımız gibi,“Vakıf Müessesesi” adlı eserimizin en önemli özelliği, sadece eski fıkıh kitaplarında anlatılan vakıfla ilgili şer‘i hükümlerin aktarılması değil, aynı zamanda Osmanlı tatbikatını da aksettirmesidir. Sayın Tenkitçi, sadece nazarî açıdan değil, Osmanlı tatbikatı açısından da kitabı incelemekten mahrum kalmıştır veya öyle göstererek maalesef muğalata yolunu tercih etmiştir. Tenkid yazısını okuyanlar, kitabımızın, sadece El-Kübeysî’nin kitabının bir özeti olduğu iddiasıyla karşılaşırlar. Halbuki kitabımızın, vakıf hukukunun icâreteyn, gayr-ı sahih vakıflar, gedik hakkı ve benzeri istisnalarını konu edinen kısımları; nakit para mevzuunu inceleyen kısımları; vakıf çeşitleri ile ilgili sayfaları; vakıf görevleri ve vakıf teşkilatıyla alakalı bölümleri ve benzeri birçok mevzular, bırakınız El-Kübeysî’nin eseri, İslâm Hukuku kaynaklarında da bir iki cümle ile geçiştirilen konulardır. Yani eserimizin hemen hemen yarısı, tamamen Osmanlı Hukukunda ve tatbikatındaki hususi meselelere ayrılmıştır ve geriye kalan kısmın %30’unda da Osmanlı uygulaması özel başlıklar altında incelenmeye çalışılmıştır. Daha önce yapılan çalışmalardan istifade etmeyi, eskiyi aynen iktibas şeklinde değerlendirmek yapılacak ilmî çalışmalarda, daha öncekileriden hiç istifade etmemek demektir.

3) Sayın tenkitçinin, eserimizin tamamını da okumadığı kanaatindeyiz. Zira “Metod ve Kaynaklarkısmında, İslâm Hukuku ile alakalı mu‘âsır eserler arasında, El-Kübeysî’nin iki ciltlik kıymetli eserinin temel kaynaklarımız arasında olduğunu belirttiğimiz gibi, paragrafın son cümlesinde de aynen şunu ifade etmişiz: “İslâm Hukukunda mezheplere ait görüşlerin derlenmesi ve değerlendirilmesi konusunda, mu‘âsır İslâm hukukçularının yazdıkları eserlerden yararlanılmıştır”. Elbetteki bu yararlanılan eserler arasında, iki ciltlik El-Kübeysî’nin eseri de olacaktır ve olmaması, bizim ilmi anlayışımıza göre büyük bir eksikliktir. Bu istifadeye, elbetteki bazı konuların tasnif ve sistematiği de dahildir. Değerli İslâm Hukukçusu Hayreddin KARAMAN’ın“Mukayeseli İslâm Hukuku” adlı eserinin III. cildinde Devletler Özel Hukuku bölümünde Abdülkerim Zeydan’ın konuyla ilgili eserinden yararlanması; İzmirli İsmail HAKKI’nın İlm-i Hilaf adlı eserinde yine konuyla ilgili eserlerin tasnifini aynen taklit etmesi, eksiklik değil, büyük bir ilmi bir meziyettir. Zira inkâr söz konusu değildir. Sadece El-Kübeysî’nin eserinden değil, vakıfla ilgili Osmanlı Hukukçularının temel kitaplarından da, hemen hemen her sayfada yararlanmaya gayret ettik. Sonuç bölümünde bunu özellikle tekrar ettik:“Daha önce yapılmış olan çalışmaları tamamlamaya çalıştık. Bütün ayrıntılarıyla işlenmiş olsa bile, yeni nesil tarafından anlaşılamıyan eski eser ve belgelere defnedilmiş bulunan vakıf hükümlerini anlaşılır hale getirmeye çalıştık. Uzun ve düzensiz olan vakıf hukuku mevzuatı ve doktrinini bir araya getirmeye ve düzenlemeye çalıştık”. Yani İslâm Hukukundaki mezheplerin görüşlerinin tedvîni yapılırken, El-Kübeysî’nin iki ciltlik dev eserinden yararlanıldığı gibi, aynı mevzuları benzeri bir sistematikle inceleyen Ebu Zehra’nın eserinden ve özellikle Zekiyyüddin Şa’ban ve Ahmed El-Gandur’un kıymetli eserlerinden de yararlanılmıştır. Mezheplerin görüşleri hülâsa edilirken yapılan iş şudur: Evvela bu konuda yazılmış mu‘âsır eserlerin muhtevâsından yararlanmak, imkân varsa bunların ulaştığı veya ulaşamadığı kaynakları bizzat görmek; bu da mümkün değilse mu‘âsır eserler kaynak alınarak ve onlara atıf yapılarak onların kaynaklarına da işaret eylemek.

Şunu da önemle ifade edelim ki, mu‘âsır fakihlerin kaynakları tetkik edilirken, onların maalesef göremediği, Osmanlı Hukukçularının çalışmaları da satır satır takip edilmiştir. Mesela tenkitçinin El-Kübeysî’yi taklid ettiğimizi iddia ettiği her konuda, Ömer Hilmi’nin Ahkâm’ül-Evkaf’ı, Ali Haydar’ın Tertîb’üs-Sunûf’u, Kadri Paşa’nın Kanun’ül-Adl’i, Ebül-Ula Mardin’in Ahkâm-ı Evkaf’ı ve benzeri Osmanlı fakihlerinin eserleri esas alınmıştır. Hatta tercüme dediği şer‘î ıstılâhların izahında bu hukukçuların ifadeleri kullanılmaya ihtimam gösterilmiştir. Muasır eserlerden yararlanma. Elbetteki hem muhtevâ ve hem de sistematik ve kaynaklar açısından olabilecektir.

Özellikle ilk kısımda her ilgili yerde anı kitabı referans olarak vermişiz:

Örnek dipnotlar:

[1]     San’âni, 3/82-83, El-Kübeysî , I/95-96; Mardin, AE, 10; Şevkâni, 6/24 vd., Ayrıca bkz: I. Bölüm, 2, E, D; bu kesin yorum karşısında şüpheli bir tutum için bkz: Hâtemi, Türk Hukukunda…,31vd.,37vd.

[1]     Buhari, Muhammed b. İsmail (v. 256/869), Sahihul-Buhari, Kahire, 1313, c. 4, sh. 15, “Eşlerimin nafakası ve masraflarından sonra geriye kalan sadaka (vakıf) olsun”; Beyhaki, 6/ 160, El-Hassaf, 1-4; Elmalı, İA, 143, El-Kübeysî , I/96-98.

İKİNCİSİ BEDİÜZZAMAN KÜLLİYÂTI

6 Cildi bulan Bediüzzaman Said Nursi kitabımızın iki temel kaynağından birinin Abdülkadir Badıllı’ya aitMufassal Tarihçe-i Hayat (3 Cilt) olduğu, kendisinin bana digitalini vererek vakit kaybetmeden istifade etmemi sağaldığı; bizim de bazan onun kitabı özetleyerek; bazan atıf verip nakilde bulunarak ve bazan da ortak kaynaklara sahip olduğumuzdan doğrudan yararlanarak istifade ettiğimiz bir vakıadır. Kaldı ki, eseri görmüş, okumuş ve Önsöz yazmıştır. Şimdi bizi teyid bazı kısımları alalım:

1. Abdülkadir Ağabey’in de imza attığı Önsöz’den bir parça:

“Bu sebeple arşiv uzmanlığı, İslamî ilimlere olan vukufu ve Risâle-i Nura çocukluğundan beri âşinâ olduğu herkesçe malum olan Prof. Dr. Ahmed Akgündüz kardeşimiz, daha evvel Üstadımız ile alakalı erişilemeyen vesikalara ulaşmış; bu ciltte görüleceği üzere, Üstadımızın seyyid ve şerif olduğuna dair belgeler; Üstadımızın aldığı iki icâzetnâme ve ezberlediği 90 kitabın listesi; İngiliz Müstemlekât Nâzırına verdiği cevap; Medreset’üz-Zehrâ’nın kuruluş belgeleri; İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti ve benzeri kısmen de olsa mübhem kalan meselelerle alakalı binlerce belgeyi elde etmiştir. Bunu takdir eden Abdülkadir Badıllı kardeşimizin de elindeki bütün kaynakları, kendisine teslim etmesiyle, elindeki belge sayısının 50.000’i geçtiğini kendisinden öğreniyoruz. Bedîüzzaman’ın bütün dünyada akademik konferans, panel ve sempozyumlara konu edildiği bir zamanda, böylesine arşiv belgelerine ve orijinal kaynaklara dayanarak yapılan çalışma, inşaallah Üstadımızın biraz önce naklettiğimiz ifadelerinden anlaşılan  “kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet makul olmakla beraber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır” hakikatına masadak olacağını rahmet-i ilahiyeden ümit ediyoruz. Bu muhteşem eser, Üstad’ın hayatı ve şahsiyeti ile alakalı yapılan yerli ve yabancı çalışmalara ve araştırmalara kaynaklık edecektir.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz kardeşimize merhum Mustafa Sungur Ağabeyin cemaatin huzurunda ve şifâhî olarak yaptığı teşvik ve tasvibi, biz de bu takriz ile yazılı olarak yapmayı vazife addediyoruz. Kendisine hayırlı ömür niyaz ederek geriye kalan ciltleri de tamamlamasını Yüce Allah’dan niyaz eyliyoruz.

İstanbul – 30 Haziran 2013

Hüsnü Bayram                                                               Abdullah Yeğin

Salih Özcan                                                                     Ahmed Aytimur

Said Özdemir                                                                  Abdülkadir Badıllı”

(Akgündüz, Bediüzzaman Said Nursi, c. I, sh. 5-7)

2. Abdülkadir Badıllı ağabeyin kıymetli eseri Mufassal Tarihçe-i Hayatı okuduktan sonra, kendisini ziyarete karar verdim. 2010 yılının Haziran ayında ziyaretine gittiğimde ona şunları söyleme cesâreti buldum ve kitabımın önsözüne de aldım ve kendisi de okudu:

“Ağabey! Bedîüzzaman gibi maneviyat reislerinin hayatlarını kaleme almak sadece akademik kariyer ve bilgi sahibi olmak işi değildir; belki bir istihdâm-ı ilâhî meselesidir. Ben Bedîüzzaman’ın hayatında yazılanBüyük Tarihçe-i Hayat dışında bu mevzuda iki şahsiyetin istihdam edildiğine inanıyorum.

Birincisi, Necmeddin Şahiner ağabey’dir. Zira hem Bilinmeyen Taraflarıyla Bedîüzzaman Sa’îd-i Nursî adlı eseri ve hem de asıl temel kaynak teşkil eden 6 ciltlik Son Şahitler ve Aydınlar Konuşuyor kitapları, ancak ve ancak Allah’ın lütfuyla telif edilebilinecek eserlerdir. 100 yılı geri getirmedikçe kimse benzerlerini telif edemez. Bedîüzzaman’ın ayak bastığı her yeri ve konuştuğu her şahsiyeti adım adım ve şahıs şahıs dolaşarak bu eserleri meydana getirmiştir. Bütün Nur Cemâ’ati ona medyûn-u şükrandır.

İkincisi, Abdülkadir Badıllı Ağabey’dir. Hem üç büyük ciltten oluşan Mufassal Tarihçe-i Hayat, hem Risâle-i Nur’un Kudsî Kaynakları muhalled eserler olup ancak ve ancak istihdâm-ı ilahî ile vücuda getirilebilinecek eserlerdir. Bu çalışmayı kaleme alabilmek için, 60 sene Bedîüzzaman ile alakalı yaşanmış olayları ve hâtıraları, belge ve bilgileri toplamak ve takip etmek gerekmektedir. Ayrıca Risâle-i Nur Müellifinin eski ve yeni bütün eser ve lahikalarına hem sahip olmak ve hem de tam vâkıf olmak icabetmektedir. Bu şeref sadece Abdülkadir Badıllı ağabeye nasip olmuştur.

Ancak bu çalışmalar muhteşem olmakla birlikte, hem akademik bir üslupla kaleme alınmak ihtiyacı olduğunu ve konularla alakalı elimizde çok ciddi yeni arşiv belgelerinin bulunduğunu ağabey’e aktardım. Özellikle de Medreset’üz-Zehrâ ile alakalı bazı belgeleri gösterdim. Büyük bir takdirle karşılayan Abdülkadir Badıllı ağabey;

“Ahmed Kardeşim! Ben Üstâdın kemâl-i adâletinin ve hakkaniyetinin bütün dünyaya bahsettiğin şekilde gösterileceğine ve bunun da ancak sizin gibi akademik bir şahsiyetin kalemiyle olacağına inanıyorum. Elimdeki bütün belge ve kaynaklar size açıktır. Ben de bu büyük projede her türlü hizmete hazırım.”

dedi ve bizi tebrik ederek, biraz önce Şu’âlar’dan aktardığımız paragrafı bize okudu. İşte bu projenin kısa hikâyesi budur. Bunun üzerine yardımcım ve değerli kardeşim Ahmed İlker Kuzlu ile 5 gün geceli gündüzlü üç scanner ile çalışarak kitap ve belgelerin tamamının renkli PDF’ni aldık ve işe başladık.

3.Abdülkadir Badıllı Ağabey’in Bedîüzzaman Sa’îd-i Nursî; Mufassal Tarihçe-i Hayatı adlı Eseri

2500 sayfayı bulan ve Envar Neşriyât tarafından birkaç baskısı yapılan bu dev eser, Bedîüzzaman’ın hayatı ile alakalı bir ansiklopedidir. Bizim Bediüzzaman Said Nursi adlı ve altı cilt olan eserimiz 8000 küsur sayfayı bulmuştur. Farklı arşivlerden toplanan 53.000 belge değerlendirilmiştir.

Abdülkadir Badıllı Ağabey’in eserlerinden nasıl istifade ettim. Altı ciltte 1601 yerde atıf yaptım.

A) Eğer Badıllı Ağabey, birinci derecede kaynaklardan kitabına alıntılar almışsa, istisnaî durumlar dışında, ikinci derecede kaynak sayılan Badıllı Ağabey’in eserleri yerine, elbetteki birinci derecede kaynak kabul edilen eserlere atıf yaptım. Mesela I. Cilt, sh. 207-210 arası bazı bilgiler, Badıllı’nın kitaplarından değil, onun da kaynağı olan Yeğen Abdurrahman’ın eserlerinden ve hem de hatalar düzeltilerek alınmıştır.

B) Eğer, bir değerlendirme yahut bilgi sadece Badıllı Ağabey’in kitaplarında ise, mutlaka atıf verilmiştir. I. Cilt, sh. 300, 332, 373 giibi.

C) Eğer bir meselede Badıllı Ağabey, son sözü söylemişse, bize de özetleyerek ve bazan da aynen onun izahlarını almak düşmüştür. Mutlaka bu nokta izah edilmiştir. I. Cilt, sh. 984 vd.

Bu konuda Abdülkadir Badıllı’nın kaleme aldığı eser ve makaleler, başkalarının kalem oynatmasına ihtiyaç bırakmamıştır. Bilindiği gibi, Bedîüzzaman’ın daha ziyade Münâzarât, Dîvân-ı Harb-i Örfî ve Nutuk isimli eserleri tahrif iddialarına konu edildiğinden ve bu mezkûr eserlerin tamamı, 1918 yılına kadar neşredilen eserler arasında yer aldığından, konuya Badıllı’nın kitaplarından ve makalelerinden özetleyerek bu cilde alacağız. En büyük delil olarak da, adı geçen eserlerin tamamını, Bedîüzzaman’ın tashihleriyle birlikte, bu cildin sonunda orijinal haliyle neşredeceğiz.” (I. Cilt, sh. 984 vd.)

D) Eğer, Bediüzzaman’ın hayatına ait bilgiler, bütün kaynaklarda ve en önemlisi de Büyük Tarihçe-i Hayat’ta varsa ve herkesçe biliniyorsa, bazan kaynak dahi verilmemiştir.

Anlaşıldığı kadarıyla, Badıllı’nın eserleriyle alakalı iddiaları, tamamen yanlış ve kasıtlı yorumlarıyla dolu “Yeni Paradigmanın Eşiğinde Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği (Yabancı Arşiv Belgeleriyle)” kitabı kaleme alan Emrah Cilasun’dur. Bu zatı, eserimizi yeniden okumaya ve Osmanlıca biliyorsa birinci derecede kaynakları incelemeye davet ediyorum.

Acı tarafı, bu insanın Bediüzzaman’ın Maksist bir perspektifden değerlendirdim demesi ve şu sözleridir:

“Raymond Kevorkian’ın Kudüs’teki Ermeni Patrikliği’nin arşivinde bulduğu bir belgede Bitlis bölgesinde yaşanan katliama ve faillerine ilişkin, “Esasen Ermeni ve Kürt nüfusunun hakim olduğu Bitlis bölgesindeki katliamda yerel liderlerin ve aşiret reislerinin doğrudan bir rolü oldu” diyerek listede Said’in (Said Nursi) ismini de gösteriyor.”

Bu arada Müfid Yüksel; ilgili kitabın “tezvirât dolu”, “ilmilikten ve akademik formattan tümü ile uzak ve ısmarlama” olduğunu; yazarın “belgeleri kullanma yöntemini bile” bilmediğini, yazarın Nursî hakkındaki iddialarının “sağlıklı temeli”nin bulunmadığını ve bu çalışmanın “PKK’lılar tarafından” desteklendiğini twitter hesabından ifade etmişti.( http://www.yeniakit.com.tr/haber/cilasunun-belgeleri-said-nursiyi-dogruluyor-81475.html)

ÜÇÜNCÜSÜ: HAKAN ERDEM DENEN TARİHLENG’İN İDDİALARI

Bilindiği gibi, bu zatın iddialarını cevaplandırmak üzere “Tarihlenklere Cevaplar” adlı eseri telif eyledim ve bu tarihçi bozmasının iddialarını cevapladım. Bunun Osmanlı’da Harem adlı eserimiz ile alakalı iftiralarına cevap için, adı geçen kitabımızı inceleyebilirsiniz.

(Akgündüz, Tarihlenklere Cevaplar, OSAV, 2009, İstanbul, sh. 46 vd.)

www.NurNet.Org

Kendini Kötü mü Hissediyorsun?

Kendini Kötü mü Hissediyorsun?

 

İnsan on sekiz bin alemin gelip geçtiği ve ziyâret ettiği ve kesiştiği bir kavşak noktası hükmündedir. Bu âlemler ise bir biri ile farklıdır. Bu fark sebebi iledir ki insanın bir ânı bir ânını, bir düşüncesi bir düşüncesini, bir hayâli bir hayâlini.. tutmamaktadır.

 

Bizim alâkadar olduğumuz ve ilgilendiğimiz her şey ise bu alemlerden birisine gitmektedir. Bir nevi biz o şeyle alakadar olarak o şeyi alemimize alıyoruz ve ona muvafık olan otobüs gelene dek durakta beklemeye davet ediyoruz. Yani bir nevi bilet kesip, davetiye gönderiyoruz.

 

Malumdur ki yolcusu olmayan durakta otobüs durmaz. O halde bizlerin hangi otobüse göre yolcu alacağımıza dikkat etmeliyiz. Bitki hücresinde var olan hücre duvarı nasıl seçici geçirgenlik hâsiyetini gösteriyorsa, bizler de şuur duvarı ile seçici geçirgenlik göstermeliyiz. Şâyet şuursuzluk gösterip her gelene “geç!” deyip terminale çevirirsek dimağımızı/kafamızı tarumar olamamak elden gelmez. Bir nevi terminâl gibi olan insan hayatında her hâdise her düşünce her hayâl ve düşünce insanı tesiri altına almaktadır.

 

Her şeyin bir sistemi bir işlevselliği vardır. Yerinde kullanılmazsa hem işlevine göre kullanılmamış hemde yapmak istediğimiz ğayemize ulaşamayız. Mesela diş macunu göze sürülmez, acı biber tatlının içine koyulmaz.

 

O hâlde On Sekiz Bin Âlem kadar trafiği olan bu kesişme noktası ve kavşağı olan insan doğru şeylerle alakadar olmalıdır. Doğru şeyle alakâdar olmak bir şeyi işlevselliğine göre kullanmaktır. Bulaşık makinasında çamaşır, çamaşır makinasında bulaşık yıkanmaz. Yıkamayı denerse hem makine hemde yıkamak istediklerimiz zarar gördüğünü göreceğiz.

 

Şâyet bizler de doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişilerle beraber olmazsak yanlış yaparız. Yer ve zaman doğru ama kişiler yanlış olursa yaptığımız doğru değil yanlış olur. Bir şeyin doğru olabilmesi ise tüm şartların doğru olmasından geçmektedir.

 

Bu şartlar yerine gelmemişse şâyet, kendimizi kötü hissederiz. Kendimizi kötü hissediyorsak doğru şeylerle meşgul olmuyoruz demektir.

 

Bunu neticesinde ise insanda kabz ve bast hâleti insanda tezahür eder. Bu hâletleri bizler alemimize aldığımız şeye göre değişmektedir. Tabir-i aherle her şeyi kendimiz yapıyoruz sonra meyvesinden şikayet ediyoruz. “Emn ü ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf u reca müvâzenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri, celâl ve cemâl tecellisinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatça medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.” [1]

 

     o hâlde bizler “celâl ve cemâl tecellisi” [2] ni kendimiz seçiyoruz. Celâlî isimlerin insanda tecelli etmesi ile insanda daralmalar ve bunalımlar ve bir nevi adem alemlerinin keşif kolları öncü birliklerinin eserleri görünmektedir ki psikolojij bozukluklar bunlardan kaynaklanmaktadır. Kahhar, müntakim, celal.. gibi isimlerin tecelli etmesidir. Yani bu isimlerin müşterileri gelmiş otobüsünü beklemektedir. Bu hâlin meşhur neticesi Agresifliktir.

 

Cemâlî isimlerin tecellisi ile insanda neşe, keyif her şeyden mutluluk duyma gibi hâller insanda görülmektedir. Âdeta eline taş alsa onda bile mutlu olacak neşelenecek bir şey bulabiliyor. Cemil, vedud, şefik.. gibi isimler insanda tecelli etmektedir. Bu hâlin meşhur neticesi relakstır.

 

            “Dimağda meratib var: tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, izan, iltizam, itikad”[3] olmak üzere insan zihninin mertebeleri vardır. Şayet doğru şeylerle meşgul olmuyorsa bu birimleri birbiri ile karıştırır ve bloke olur. işlevselliğini yitirir. işlevini kaybeden birimlerde ise iş yapılamaz hâl’e gelir ve o dimağ/zihin/insan çöker. Elindeki silahını kendisine çevirir.

 

  Hülasa-i Kelam: kendini kötü hissediyorsan, doğru şeylerle meşgul olmuyorsun demektir.

 

Rabbim Doğru Şeylerle Meşgul Olan kimselerden eylesin bizleri inşeallah.

 

     Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] / 2 Kastamonu Lahikası ( 8 )

[3] Sözler ( 706 )

 

 

www.NurNet.Org

Mevlid Kandiliniz Mübarek Olsun.. [Said özdemir Ağabeyden]

AZİZ, SIDDIK KARDEŞLERİM !


Evvelâ: Mevlid-i Şerifinizi ruh u canımızla tebrik ediyoruz ve muvaffakıyetinizi ve Nurların fevkalâde tesirli intişarlarını sizlere müjde ediyoruz ve Nurcuları tebrik ediyoruz. (Emirdağ lahikası)

PEYGAMBERİMİZ’İN (ASM) VELÂDETİ HENGAMINDA VUKUA GELEN BÂZI HARİKA HADİSELER.

Birincisi: Veladet-i Nebevî gecesinde hem annesi, hem annesinin yanında bulunan Osman İbn-il Âs’ın annesi, hem Abdurrahman İbn-i Avf’ın annesinin gördükleri azîm bir nurdur ki; üçü de demişler: “Veladeti ânında biz öyle bir nur gördük ki; o nur, maşrık ve mağribi bize aydınlattırdı.”

İkincisi: O gece Kâ’be’deki sanemlerin çoğu başı aşağı düşmüş.

Üçüncüsü: Meşhur Kisra’nın eyvanı (yani saray-ı meşhuresi) o gece sallanıp inşikak etmesi ve ondört şerefesinin düşmesidir.

Dördüncüsü: Sava’nın takdis edilen küçük denizinin o gecede yere batması ve İstahr-Âbad’da bin senedir daima iş’al edilen, yanan ve sönmeyen, Mecusilerin mabud ittihaz ettikleri ateşin, veladet gecesinde sönmesi. İşte şu üç-dört hâdise işarettir ki: O yeni dünyaya gelen zât; ateşperestliği kaldıracak, Fars saltanatının sarayını parçalayacak, izn-i İlahî ile olmayan şeylerin takdisini men’edecektir.

Beşincisi: Çendan veladet gecesinde değil, fakat veladete pek yakın olduğu cihetle, o hâdiseler de irhasat-ı Ahmediyedir ki (A.S.M.), Sure-i اَلَمْ تَرَ كَيْفَ de nass-ı kat’î ile beyan edilen “Vak’a-i Fil”dir ki; Kâ’be’yi tahrib etmek için, Ebrehe namında Habeş Meliki gelip, Fil-i Mahmudî namında cesîm bir fili öne sürüp gelmiş. Mekke’ye yakın olduğu vakit fil yürümemiş. Çare bulamamış, dönmüşler. Ebabil kuşları onları mağlub etmiş ve perişan etmiş, kaçmışlar. Bu kıssa-i acibe, tarih kitablarında tafsilen meşhurdur. İşte şu hâdise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın delail-i nübüvvetindendir. Çünki veladete pek yakın bir zamanda, kıblesi ve mevlidi ve sevgili vatanı olan Kâ’be-i Mükerreme, gaybî ve hârika bir surette Ebrehe’nin tahribinden kurtulmuştur.

Altıncısı: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm küçüklüğünde Halîme-i Sa’diye’nin yanında iken, Halîme ve Halîme’nin zevcinin şehadetleriyle; güneşten rahatsız olmamak için, çok defa üstünde bir bulut parçasının ona gölge ettiğini görmüşler ve halka söylemişler ve o vakıa sıhhatle şöhret bulmuş.
Hem Şam tarafına oniki yaşında iken gittiği vakit, Buheyra-yı Rahib’in şehadetiyle, bir parça bulut, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın başına gölge ettiğini görmüş ve göstermiş.
Hem yine bi’setten evvel Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bir defa Hatice-i Küb-ra’nın Meysere ismindeki hizmetkârıyla ticaretten geldiği zaman, Hatice-i Kübra, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın başında iki meleğin bulut tarzında gölge ettiklerini görmüş. Kendi hizmetkârı olan Meysere’ye demiş. Meysere dahi Hatice-i Kübra’ya demiş: “Bütün seferimizde ben öyle görüyordum.”

Yedincisi: Nakl-i sahih ile sabittir ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bi’setten evvel bir ağacın altında oturdu; o yer kuru idi, birden yeşillendi. Ağacın dalları, onun başı üzerine eğilip kıvrılarak gölge yapmıştır.

Sekizincisi: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ufak iken, Ebu Talib’in evinde kalıyordu. Ebu Talib, çoluk ve çocuğu ile onunla beraber yerlerse, karınları doyardı. Ne vakit o zât yemekte bulunmazsa, tok olmuyorlardı. Şu hâdise hem meşhurdur, hem kat’îdir.
Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın küçüklüğünde ona bakan ve hizmet eden Ümm-ü Eymen demiş: “Hiçbir vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm açlık ve susuz-luktan şikayet etmedi, ne küçüklüğünde ve ne de büyüklüğünde.”

Dokuzuncusu: Murdiası olan Halîme-i Sa’diye’nin malında ve keçilerinin sütünde, kabîlesinin hilafına olarak çok bereketi ve ziyade olmasıdır. Bu vakıa hem meşhurdur, hem kat’îdir.
Hem sinek onu taciz etmezdi, onun cesed-i mübarekine ve libasına konmazdı. Nasılki evlâdından olan Seyyid Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) dahi, ceddinden o hali irsiyet almıştı; sinek ona da konmazdı.

Onuncusu: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dünyaya geldikten sonra, bahusus veladet gecesinde, yıldızların düşmesinin çoğalmasıdır ki; şu hâdise Onbeşinci Söz’de kat’-iyyen bürhanlarıyla isbat ettiğimiz üzere; şu yıldızların sukutu, şeyatîn ve cinlerin gaybî haberlerden kesilmesine alâmet ve işarettir. İşte madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Ves-selâm vahiy ile dünyaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlar ile karışık, kâhinlerin ve gaibden haber verenlerin ve cinlerin ihbaratına sed çekmek lâzımdır ki, vahye bir şübhe îras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet bi’setten evvel kâhinlik çoktu. Kur’an nâzil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler imana geldiler. Çünki daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar. Demek Kur’an hâtime çekmişti. İşte eski zaman kâhinleri gibi, şimdi de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa’da ispirtizmacıların içlerinde baş göstermiş. Her ne ise… (Mektubat)

PEYGAMBERİMİZİN BEŞERİN FEVKİNDEKİ HARİKULADE KEMALATI
Reşhalar

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

TENBİH

Hâlık-ı Âlem’i bize tarif ve ilân eden deliller ve bürhanlar, lâyüadd ve lâyuhsadır. O delillerin en büyükleri üçtür:

Birincisi: Bazı âyetlerini gördüğün, işittiğin şu “kitab-ı kebir-i kâinat”tır.

İkincisi: Bu kitabın âyet-ül kübrası ve divan-ı nübüvvetin hâtemi ve künuz-u mahfiyenin miftahı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.

Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin tefsiri ve mahlukata karşı Allah’ın hücceti olan Kur’an’dır.
Şimdi, birkaç reşha zımnında ikinci bürhanı tariften sonra sözlerini dinleyeceğiz.

Arkadaş! Hâlıkımızı tarif eden, pek büyük bir şahsiyet-i maneviyeye mâlik, bürhan-ı nâtık dediğimiz “Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kimdir?” diye yapılan suale cevaben deriz ki:
Hazret-i Muhammed (A.S.M.) öyle bir zâttır ki; azamet-i maneviyesinden dolayı sath-ı arz, o zâtın Mescid-i Aksa’sıdır. Mekke-i Mükerreme onun mihrabı, Medine-i Münevvere onun minber-i fazl-ı kemalidir. Cemaat-ı mü’minîne en son ve en âlî imam ve nev’-i beşerin hatib-i şehîridir; saadet düsturlarını beyan ediyor. Ve bütün enbiyanın reisidir; onları tezkiye ve tasdik ediyor. Çünki dini bütün dinlerin esasatına câmi’dir. Ve bütün evliyanın başıdır. Şems-i risaletiyle onları terbiye ve tenvir ediyor.

O zât (A.S.M.) öyle bir kutub ve nokta-i merkeziyedir ki, onun halka-i zikrinde bulunan bütün enbiya u ahyar, ebrar u sadıkîn onun kelimesine müttefik ve kelâm-ı nutkuyla nâtıktırlar. Ve öyle bir şecere-i nuraniyedir ki, damar ve kökleri, enbiyanın esasat-ı semaviyesidir. Dal ve budakları, evliyanın maarif-i ilhamiyesidir.
Bu itibarla, herhangi bir davayı iddia etmiş ise, bütün enbiya mu’cizelerine istinaden ve bütün evliya kerametlerine müsteniden ona şehadet etmişlerdir. Evet bütün davalarının tasdiklerini iş’ar eden, bütün kâmillerin hâtem ve mühürleri vardır. Ezcümle:

O zâtın (A.S.M.) davalarından biri “Tevhid”dir. Bu davayı tasrih ve ifade eden لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ kelime-i mübarekesidir. O zâtın halka-i din ve zikrine giren bütün geçmiş ve gelecek insanlar o kelime-i mukaddeseyi rükn-ü iman ve vird-i zeban etmişlerdir. Demek, o davanın hak ve hakikat olduğuna kanaat ve itminan ve iz’anları hasıl olmuş ki, zaman ve mekâna şamil bir tarzda, o kelime-i mübareke, meşrebleri, meslekleri, an’aneleri mütehalif, mütebayin insanların ağızlarında Mevlevîler gibi semavî deveran ve cevelan ediyor.

Binaenaleyh gayr-ı mütenahî şahidlerin tasdikiyle hak ve hakkaniyeti tahakkuk eden bir davaya, hiç bir vehmin haddi değildir ki, ona dest-i itirazı uzatabilsin! (mesnevi-i Nuriye)

Şu kâinatın Hâlıkı, her nev’de bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi’ halkedip, o nev’in medar-ı fahri ve kemali yapar. Elbette esmasındaki ism-i a’zam tecellisiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halkedecek. Esmasında bir ism-i a’zam olduğu gibi, masnuatında da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteşir kemalâtı o ferdde cem’edip, kendine medar-ı nazar edecek. O ferd her halde zîhayattan olacaktır. Çünki enva’-ı kâinatın en mükemmeli zîhayattır. Ve her halde zîhayat içinde o ferd, zîşuurdan olacaktır. Çünki zîhayatın enva’ı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve her halde o ferd-i ferîd, insandan olacaktır. Çünki zîşuur içinde hadsiz terakkiyata müstaid, insandır. Ve insanlar içinde her halde o ferd Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olacaktır. Çünki zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiç bir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira o zât Küre-i Arz’ın yarısını ve nev’-i beşerin beşten birisini, saltanat-ı maneviyesi altına alarak, bin üçyüz elli sene kemal-i haşmetle saltanat-ı maneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemale, bütün enva’-ı hakaikte bir “Üstad-ı Küll” hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahib olmuş. Bidayet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebanı olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı göstermiş bir zât, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur. عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَلصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ اَنْوَاعِ الْكَائِنَاتِ وَ مَوْجُودَاتِهَا
İşte böyle bir zâtın mevlid ve mi’racını dinlemek, yani terakkiyatının mebde’ ve müntehasını işitmek, yani tarihçe-i hayat-ı maneviyesini bilmek, o zâtı kendine reis ve seyyid ve imam ve şefi’ telakki eden mü’minlere; ne kadar zevkli, fahrli, nurlu, neş’eli, hayırlı bir müsamere-i ulviye-i diniye olduğunu anla… (mektubat)

On Dokuzuncu Söz

 

Risalet-i Ahmediye’ye Dairdir

 

وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى ❊ وَ لكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ (ع.ص.م

 

Evet şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyedir.

“Ondört Reşehat”ı tazammun eden Ondördüncü Lem’anın
BİRİNCİ REŞHASI: Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var. Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini onüç lem’a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten işittik. Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Birisi de Kur’an-ı Azîmüşşan’dır. Şimdi şu ikinci bürhan-ı nâtıkî olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanımalıyız, dinlemeliyiz.
Evet, o bürhanın şahs-ı manevîsine bak: Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber… O bürhan-ı bahir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri… Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; herbir davasını, mu’cizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira o, لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ der, dava eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icma’ ile manen “Sadakte ve bil-hakkı natakte” derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsız imzalarla teyid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın.

İKİNCİ REŞHA: O nurani bürhan-ı tevhid, nasılki iki cenahın icma’ ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve İncil gibi Kütüb-ü Semaviyenin (Haşiye) yüzler işaratı ve irhasatın binler rumuzatı ve hâtiflerin meşhur beşaratı ve kâhinlerin mütevatir şehadatı ve şakk-ı Kamer gibi binler mu’cizatının delalatı ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemaldeki ahlâk-ı hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yı galiyesini ve kemal-i emniyetini ve kuvvet-i imanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvası, fevkalâde ubudiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti; davasında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi aşikâre gösteriyor.

ÜÇÜNCÜ REŞHA: Eğer istersen gel Asr-ı Saadet’e, Ceziret-ül Arab’a gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyaret ederiz. İşte bak: Hüsn-ü sîret ve cemal-i suret ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki; elinde mu’ciznüma bir kitab, lisanında hakaik-aşina bir hitab, bütün benî-Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-ı âlem olan muamma-i acibanesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlakını fetih ve keşfederek, bütün mevcudattan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkil ve müdhiş sual-i azîm olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, makbul cevab verir.

DÖRDÜNCÜ REŞHA: Bak! Öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki: Eğer onun o nurani daire-i hakikat-ı irşadından hariç bir surette kâinata baksan; elbette kâinatın şeklini bir matemhane-i umumî hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebi, belki düşman ve camidatı dehşetli cenazeler ve bütün zevil-hayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün. Şimdi bak: Onun neşrettiği nur ile o matemhane-i umumî, şevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkılab etti. O ecnebi, düşman mevcudat, birer dost ve kardeş şekline girdi. O camidat-ı meyyite-i samite; birer munis memur, birer müsahhar hizmetkâr vaziyetini aldı ve o ağlayıcı ve şekva edici kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir suretine girdi.

BEŞİNCİ REŞHA: Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülat, tegayyürat manasızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer mektubat-ı Rabbaniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer meraya-yı esma-i İlahiye ve âlem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedaniye mertebesine çıktılar. Hem insanı bütün hayvanatın madûnuna düşüren hadsiz za’f u aczi, fakr u ihtiyacatı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı, o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlukat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akıl ile niyaz ile nazenin bir sultan ve fizar ile nazdar bir halife-i zemin olur. Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet elbette böyle bedî’ bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.

gul7-300x300ALTINCI REŞHA: İşte o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihayenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı rububiyetin mehasininin dellâlı, seyircisi ve künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı, göstericisi olduğundan; böyle baksan -yani ubudiyeti cihetiyle- onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurani bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan, -yani risaleti cihetiyle- bir bürhan-ı Hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün. İşte bak nasıl berk-i hâtıf gibi onun nuru, şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı can etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki; böyle bir zâtın bütün davalarının esası olan “Lâ ilahe illallah”ı, bütün meratibiyle beraber kabul etmesin?

YEDİNCİ REŞHA: İşte bak: Şu cezire-i vasiada vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inadçı muhtelif akvamı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyanelerini def’aten kal’ u ref’ ederek bütün ahlâk-ı hasene ile techiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak! Değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu.

SEKİZİNCİ REŞHA: Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir. Halbuki bak bu zât, büyük ve çok âdetleri; hem inadçı, mutaassıb büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’edip yerlerine öyle secaya-yı âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz’ ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok hârika icraatı yapıyor. İşte şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziret-ül Arab’ı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler. Yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?

DOKUZUNCU REŞHA: Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir mes’elede, münazaralı bir davada hicabsız, pervasız; küçük, fakat hacaletâver bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telaş göstermeden söyleyemez. Şimdi bak bu zâta; pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük mes’elelerde, pek büyük davada, pek büyük bir serbestiyetle, bilâ-perva, bilâ-tereddüd, bilâ-hicab, telaşsız, samimî bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedid, ulvî bir surette söylediği sözlerinde hiç hilaf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ! اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnidir. Hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki, hakikat görünsün aldatsın?

ONUNCU REŞHA: İşte bak: Ne kadar merak-âver, ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakaikı gösterir ve mesaili isbat eder.
Bilirsin ki: En ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hattâ eğer sana denilse: “Yarı ömrünü, yarı malını versen; Kamer’den ve Müşteri’den biri gelir, Kamer’de ve Müşteri’de ne var ne yok, ahvalini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek.” Merakın varsa vereceksin. Halbuki şu zât, öyle bir Sultan’ın ahbarını söylüyor ki: Memleketinde Kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında döner. O Arz olan o pervane ise, bir lâmba etrafında pervaz eder. Ve o Güneş olan lâmba ise, o Sultan’ın binler menzillerinden bir misafirhanesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır. Hem öyle acaib bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkılabdan haber veriyor ki: Binler Küre-i Arz bomba olsa patlasalar, o kadar acib olmaz. Bak! Onun lisanında اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ❊ اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ ❊ اَلْقَارِعَةُ gibi sureleri işit… Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki: Şu dünyevî istikbal, ona nisbeten bir katre serab hükmündedir. Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki; bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zâilin, bir şems-i sermede nisbeti gibidir.

ONBİRİNCİ REŞHA: Böyle acib ve muamma-âlûd şu kâinatın perde-i zahiriyesi altında elbette ve elbette böyle acaib bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu’ciznüma bir zât lâzımdır. Hem bu zâtın gidişatından görünüyor ki; o görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor. Hem bizi nimetleriyle perverde eden şu Semavat ve Arzın İlahı bizden ne istiyor, marziyatı nedir, pek sağlam olarak bize ders veriyor. Hem bunlar gibi daha pekçok merak-âver, lüzumlu hakaikı ders veren bu zâta karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken; ekser insanlara ne olmuş ki sağır olup, kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki; bu hakkı görmüyorlar, bu hakikatı işitmiyorlar, anlamıyorlar?

ONİKİNCİ REŞHA: İşte şu zât, şu mevcudat Hâlıkının vahdaniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğu gibi; haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı katı’ı, bir delil-i satı’ıdır. Belki nasılki o zât; hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Öyle de; duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır. Haşir mes’elesinde geçen şu sırrı, makam münasebetiyle tekrar ederiz:
İşte bak: O zât öyle bir salât-ı kübrada dua ediyor ki: Güya şu cezire, belki Arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Bak, hem öyle bir cemaat-ı uzmada niyaz ediyor ki: Güya benî-Âdemin zaman-ı Âdem’den asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî kâmil insanlar, ona ittiba ile iktida edip duasına âmîn diyorlar. Hem bak, öyle bir hacet-i âmme için dua ediyor ki: Değil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat, niyazına “Evet yâ Rabbena ver, biz dahi istiyoruz” deyip iştirak ediyorlar.

Hem öyle fakirane, öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukârane niyaz ediyor ki; bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.
Bak! Hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için dua ediyor ki: İnsanı ve âlemi, belki bütün mahlukatı esfel-i safilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan a’lâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekaya, ulvî vazifeye çıkarıyor.

Bak! Hem öyle yüksek bir fizar-ı istimdadkârane ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile istiyor, yalvarıyor ki: Güya bütün mevcudata ve semavata ve arşa işittirip, vecde getirip duasına “Âmîn Allahümme âmîn” dedirtiyor. Bak! Hem öyle Semi’, Kerim bir Kadîr’den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm’den hacetini istiyor ki: Bilmüşahede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hacetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünki istediğini, -velev lisan-ı hal ile olsun- verir. Ve öyle bir suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ki, şübhe bırakmaz bu terbiye ve tedbir öyle bir Semi’ ve Basîr ve öyle bir Kerim ve Rahîm’e hastır.

ONÜÇÜNCÜ REŞHA: Acaba bütün efazıl-ı beni-Âdemi arkasına alıp, Arz üstünde durup, Arş-ı A’zama müteveccihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev’-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-i kâinat ne istiyor? Bak dinle: Saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, lika istiyor, Cennet istiyor.

Hem meraya-yı mevcudatta ahkâmını ve cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. Hattâ eğer rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi hesabsız o matlubun esbab-ı mûcibesi olmasa idi; şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennet’in binasına sebebiyet verecekti.

Evet nasılki onun risaleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi. Öyle de, onun ubudiyeti dahi öteki dârın açılmasına sebebdir. Acaba ehl-i akıl ve tahkika لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ dediren şu meşhud intizam-ı faik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at ve misilsiz cemal-i rububiyet; hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki: En cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfa etsin…

En ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ!. Yüzbin defa hâşâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.

Yahu ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa yüz sene şu zamanda, şu cezirede kalsak, yine o zâtın garaib-i icraatını ve acaib-i vezaifini, yüzden birisine tamamen ihata edip temaşasında doyamayız.
Şimdi gel! Üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak nasıl her asır, o Şems-i Hidayet’ten aldıkları feyz ile çiçek açmışlar! Ebu Hanife, Şafiî, Bayezid-i Bistamî, Şah-ı Geylanî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor. Meşhudatımızın tafsilâtını başka vakte ta’lik edip, o mu’ciznüma ve hidayet-eda’ya bir kısım kat’î mu’cizatına işaret eden bir salavat getirmeliyiz:

عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ ❊ عَلَى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرَيةُ وَ اْلاِنْجِيلُ وَ الزَّبُورُ ❊ وَ بَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَ هَوَاتِفُ الْجِنِّ وَ اَوْلِيَاءُ اْلاِنْسِ وَ كَوَاهِنُ الْبَشَرِ ❊ وَ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ ❊ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ ❊ عَلَى مَنْ جَائَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ وَ نَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَائِهِ الْمَطَرُ وَ اَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ وَ شَبَعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِأتٌ مِنَ الْبَشَرِ وَ نَبَعَ الْمَاءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ وَ اَنْطَقَ اللّهُ لَهُ الضَّبَّ وَ الظَّبْىَ وَ الْجِذْعَ وَ الذِّرَاعَ وَ الْجَمَلَ وَ الْجَبَلَ وَ الْحَجَرَ وَ الْمَدَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَ مَازَاغَ الْبَصَرُ ❊ سَيِّدِنَا وَ شَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاءِ عِنْدَ قِرَائَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلَى آخِرِ الزَّمَانِ وَ اغْفِرْلَنَا وَ ارْحَمْنَا يَا اِلهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا آمِينَ

 

Bediüzzaman Talebesi

M. SAİD ÖZDEMİR

www.NurNet.Org

Cemaat mensubiyetinin faydaları

Günlük hayatımızda, hepimiz aile, arkadaş, komşu gibi küçük gruplar içinde yer alırız zaten.

Diğer taraftan, dernek, şirket, cemaat, ekol, tarikat gibi çeşitli gruplara mensup olabiliriz. Kişiler mensup oldukları grup, cemaatin değer yargılarını benimser ve ona göre hareket ederler.

Aslında bir grup/cemaatte yer almamız, sosyal varlık olmamızın bir sonucudur.

Çünkü, kişiliğimizi başkalarına göre geliştirir, davranışlarımızı onlara göre ayarlarız.

  • Rûhî ve sosyal vasıflarımızı geliştiririz.
  • Ortak değerleri oluşturur ve tekâmül ettiririz.
  • Var olan düşünce ve davranışlar, cemaat/grup içinde pekiştirir, arttırırız.
  • Yeni tutum ve davranışlar kazanırız.
  • Cemaatin değerleri ve davranışları istikametinde yeni faaliyetler sergileriz.
  • Hepimiz hayatın dağdağalarından bunalırız. Nefes almak, dinlenmek, teselli bulmak, mânevî gücümüzü takviye etmek, hemcinslerimizle kaynaşmak isteriz. Cemaate girerek teselli buluruz. 1
  • Asrımızın yakıcı hastalıklarından olan “yalnızlık” bizi vahşete, sıkıntıya, strese sokar. Sosyal hayata aktif olarak katılarak yalnızlığımızı gideririz.
  • Merak duyduğumuz işleri ve hobilerimizi cemaat içinde gerçekleştirme imkânı buluruz.
  • Kimlik bunalımlarını grupla özdeşleşerek atlatırız.
  • İstidat (potansiyel halindeki yeteneklerimizi) ve kabiliyetlerimizi geliştirerek maddî veya kültürel üretimde bulunarak rahatlarız.
  • Hareket ve heyecan üzere yaratıldığımızdan faaliyetten lezzet alırız.
  • Aciz ve zayıf varlıklar olduğumuzdan, dayanışma, yardımlaşmaya muhtaç ve mecburuz.
  • Cemaatin bireylerinden ve şahs-ı mânevîden enerji, elektrik, feyiz alırız. (Cemaatle namazda safları sık ve omuz omuza gelmememizin istenmesinin sırlarından birisi bu olsa gerek.)
  • Grup/cemaatten enerji ve güç kazanırız. Meselâ, velilik, rûhî bir olgunluk; duyu, duygu enerjisini kontrol edebilme mahâretidir. Evliyalığın kerameti (olağanüstü, harika hâli, gücü) olduğu gibi, hâlis niyetin de dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Özellikle, Allah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi (hepsinin oluşturduğu kişilik, güç, kuvvet) bir olgun bir veli hükmüne geçebilir, yardımlara mazhar olur. 2

Bediüzzaman, grup/ekip/cemaat/ birlik halinde çalışmanın harika sonuçlarına meşhur bir örnek veriyor: San’atkârlar, san’atlarının sonucunu ziyadeleştirmek için, san’atta ortaklık cihetinde mühim bir servet elde ediyorlar. Hattâ dikiş iğneleri yapan on adam, ayrı ayrı yapmaya çalışmışlar. O ferdî/bireysel çalışmanın, her günde yalnız üç iğne, o ferdî san’atın meyvesi olmuş. Sonra, ortak çalışma prensibiyle on adam birleşmişler. Biri demir getirip, biri ocak yandırıp, biri delik açar, biri ocağa sokar, biri ucunu sivriltir, ve hâkezâ… Herbirisi iğne yapmak san’atında yalnız cüz’î bir işle meşgul olup (bir dalda uzmanlaşıp), meşgul olduğu hizmet basit olduğundan vakit kaybolmayıp, o hizmette meleke (maharet/uzmanlık) kazanarak, gayet sür’atle işini görmüş. Sonra, o çalışmalarını birleştirme ve taksim-i a’mâl (iş bölümü) düsturuyla olan san’atın meyvesini taksim etmişler. Herbirisine bir günde üç iğneye bedel üç yüz iğne düştüğünü görmüşler. Bu hadise, san’atkârlar arasında, onları teşrik-i mesâiye (işbirliğine) sevk etmek için dillerinde destan olmuştur.3 Bu kanun; mânevî, kültürel işler için de geçerlidir.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 429.
2- Barla Lâhikası, s. 15.
3- Lem’alar, s. 169.

Ali FERŞADOĞLU

www.NurNet.com