Kategori arşivi: Günlük Paylaşımlar

Kendini Kötü mü Hissediyorsun?

insan ile ilgili görsel sonucu

Kendini Kötü mü Hissediyorsun?

 

İnsan on sekiz bin alemin gelip geçtiği ve ziyâret ettiği ve kesiştiği bir kavşak noktası hükmündedir. Bu âlemler ise bir biri ile farklıdır. Bu fark sebebi iledir ki insanın bir ânı bir ânını, bir düşüncesi bir düşüncesini, bir hayâli bir hayâlini.. tutmamaktadır.

 

Bizim alâkadar olduğumuz ve ilgilendiğimiz her şey ise bu alemlerden birisine gitmektedir. Bir nevi biz o şeyle alakadar olarak o şeyi alemimize alıyoruz ve ona muvafık olan otobüs gelene dek durakta beklemeye davet ediyoruz. Yani bir nevi bilet kesip, davetiye gönderiyoruz.

 

Malumdur ki yolcusu olmayan durakta otobüs durmaz. O halde bizlerin hangi otobüse göre yolcu alacağımıza dikkat etmeliyiz. Bitki hücresinde var olan hücre duvarı nasıl seçici geçirgenlik hâsiyetini gösteriyorsa, bizler de şuur duvarı ile seçici geçirgenlik göstermeliyiz. Şâyet şuursuzluk gösterip her gelene “geç!” deyip terminale çevirirsek dimağımızı/kafamızı tarumar olamamak elden gelmez. Bir nevi terminâl gibi olan insan hayatında her hâdise her düşünce her hayâl ve düşünce insanı tesiri altına almaktadır.

 

Her şeyin bir sistemi bir işlevselliği vardır. Yerinde kullanılmazsa hem işlevine göre kullanılmamış hemde yapmak istediğimiz ğayemize ulaşamayız. Mesela diş macunu göze sürülmez, acı biber tatlının içine koyulmaz.

 

O hâlde On Sekiz Bin Âlem kadar trafiği olan bu kesişme noktası ve kavşağı olan insan doğru şeylerle alakadar olmalıdır. Doğru şeyle alakâdar olmak bir şeyi işlevselliğine göre kullanmaktır. Bulaşık makinasında çamaşır, çamaşır makinasında bulaşık yıkanmaz. Yıkamayı denerse hem makine hemde yıkamak istediklerimiz zarar gördüğünü göreceğiz.

 

Şâyet bizler de doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişilerle beraber olmazsak yanlış yaparız. Yer ve zaman doğru ama kişiler yanlış olursa yaptığımız doğru değil yanlış olur. Bir şeyin doğru olabilmesi ise tüm şartların doğru olmasından geçmektedir.

 

Bu şartlar yerine gelmemişse şâyet, kendimizi kötü hissederiz. Kendimizi kötü hissediyorsak doğru şeylerle meşgul olmuyoruz demektir.

 

Bunu neticesinde ise insanda kabz ve bast hâleti insanda tezahür eder. Bu hâletleri bizler alemimize aldığımız şeye göre değişmektedir. Tabir-i aherle her şeyi kendimiz yapıyoruz sonra meyvesinden şikayet ediyoruz. “Emn ü ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf u reca müvâzenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri, celâl ve cemâl tecellisinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatça medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.” [1]

 

     o hâlde bizler “celâl ve cemâl tecellisi” [2] ni kendimiz seçiyoruz. Celâlî isimlerin insanda tecelli etmesi ile insanda daralmalar ve bunalımlar ve bir nevi adem alemlerinin keşif kolları öncü birliklerinin eserleri görünmektedir ki psikolojij bozukluklar bunlardan kaynaklanmaktadır. Kahhar, müntakim, celal.. gibi isimlerin tecelli etmesidir. Yani bu isimlerin müşterileri gelmiş otobüsünü beklemektedir. Bu hâlin meşhur neticesi Agresifliktir.

 

Cemâlî isimlerin tecellisi ile insanda neşe, keyif her şeyden mutluluk duyma gibi hâller insanda görülmektedir. Âdeta eline taş alsa onda bile mutlu olacak neşelenecek bir şey bulabiliyor. Cemil, vedud, şefik.. gibi isimler insanda tecelli etmektedir. Bu hâlin meşhur neticesi relakstır.

 

            “Dimağda meratib var: tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, izan, iltizam, itikad”[3] olmak üzere insan zihninin mertebeleri vardır. Şayet doğru şeylerle meşgul olmuyorsa bu birimleri birbiri ile karıştırır ve bloke olur. işlevselliğini yitirir. işlevini kaybeden birimlerde ise iş yapılamaz hâl’e gelir ve o dimağ/zihin/insan çöker. Elindeki silahını kendisine çevirir.

 

  Hülasa-i Kelam: kendini kötü hissediyorsan, doğru şeylerle meşgul olmuyorsun demektir.

 

Rabbim Doğru Şeylerle Meşgul Olan kimselerden eylesin bizleri inşeallah.

 

     Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] / 2 Kastamonu Lahikası ( 8 )

[3] Sözler ( 706 )

 

 

www.NurNet.Org

Hz. Musa Ve Hz. Hızır Aleyhisselam Hadisesi

Musa Mısır’da kürsüde konuşma yapıyordu. Hak ve hakikatı anlatıyordu, kendisine soruldu ki “Ey Allahın elçisi! Şu anda dünyada sizden daha bilgili kimse var mıdır? Musa:
“Hayır” dedi ama şaşıp kaldı, acaba var mıydı! diye düşünmeye başladı. Yüce Allah: “Var, var” dedi, “Mecme-al Bahreyn” denilen yerde benim bir kulum var o senden daha bilgilidir”
Musa: “Yarab! Emret, göster ona hizmet edeyim, ondan senin hazinen olan bilgi öğreneyim.”
Musa: “Yüzyıllar geçse de burayı arayıp bulacağım” dedi. Arkadaşını yanına aldı ve aramaya başladı.

İlmin doğuda da, batıda da olsa aranmasının gerektiğini anlatılmak istenen mesaj budur.
“İkisi, iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya balıkları unuttular. Balık denize bir delikten girip yolunu tutmuştu.” (Allah’ın mucizesi balık dirilip gitti ve gizlendi.)
“Musa arkadaşına: kuşluk yemeğimizi getir, and olsun ki bu yolculuğumuzdan yorgun ve bitkin düştük.”
“O da: gördün mü, o kayaya sığındığımız vakit doğrusu ben balığı unutmuştum. Onu hatırlamamı bana ancak şeytan unutturdu. Balıkta denizde şaşılacak şekilde yolunu tutup gitmişti” dedi.
Musa ona: “Aradığımız bu ya” dedi ve izleri üzerene gerisin geriye döndüler (Balığın atladığı yere kadar geldiler.)
“Derken orada kullarımızdan seçtiğimiz, tarafımızdan rahmet verdiğimiz, kendisine ledün ilmi’ni öğrettiğimiz, irfanda yüceliğe erişmiş bir kulumuzu (Hızır) buldular.

“Musa, Hızır’a dedi ki: “Sana öğretilen o ledün ilmi neden bana doğruyu, gerçeği, iyiyi öğretmen için sana uyayım mı! beni irşat et, bana o bilgiyi öğret
“O da Musa’ya Sen benimle her halde sabredemezsin” dedi. (Hızır burada kendi ilminin Batıni, Musa’nın ilminin zahiri olduğunu anlatmak istiyor.)

“İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin.”
Musa ona: “İnşallah beni sabırlı bulursun. Hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim” dedi.
“Hızır tavsiye yoluyla “o halde bana uyacaksın, ben sana anlatmadıkça hiçbir şeyden (yani sebebinden) sorma dedik”.

“Bu sözlü antlaşma tamam olur olmaz Hz. Hızır ile Hz. Musa, ikisi birlikte sahile doğru gemiye gittiler, gemiye binince, Hızır gemiyi deldi, su dolmaya başladı, Musa bu durumu görünce, peygamberlik şefkatiyle: “Ya Hızır! İçindekileri boğmak için mi gemiyi deldin doğrusu korkunç bir şey yaptın”

Anlamı: Gemi beden gemisidir. Hakk’a kulluk görevini yerine getirmek için her yerde zalim olan bir nefis var. İşte burada o beden gemisinin içindeki nefisi kırmak lazım.
“Hızır ona: ben sana demedim mi benimle beraber bulunmaya dayanamazsın, dedi.”
Anlamı: Musa’nın ilminin kitaplarda yazılı olan zahiri ilim olduğunu, Hızır’daki ilmin ise Batıni “Ledün İlmi” gizli bilgiler olduğunu belirtmek istiyor.

“Musa Antlaşmamızı ve sana verdiğim sözü unuttum bundan dolayı bana çıkışma ve zorluk çıkarma dedi.”
“(Denizden çıktılar) Karada yürüyerek yollarına devam ettiler, yolda bir çocuğa rastladılar, o kul (Hızır) o çocuğu hemen öldürdü.

Hz. Musa hiddetlendi: “Günahsız bir canı öldürdün, and olsun ki çok kötü bir iş yaptın!”
Yorumu: Nefis çocuk olarak anlatılıyor. Nefsin sıfatları kalbe perde olur, çocuğu öldürmek demek: gazap, şehvet ve kötü sıfatları yok etmektir.

“Hızır, Musa’a hiddetle: “Senin ile benim ilmim arasında bir benzerlik yok, beni bırak, ben demedim mi benimle birlikte olmaya sabredemezsin.”
“Musa ona: (özür dileyerek) “Bundan böyle sana bir şey sorarsam, bana arkadaşlık etme.”

“Yine yollarına devam ettiler, derken bir kasabadan yiyecek istediler. Onlar bu yabancıları konuk etmediler. Orada yıkılmak üzere olan bir duvarı gördüler. Hızır o duvarı eliyle düzeltti, yepyeni etti. Bu halde Musa’nın garibine gitti. “İsteseydin bu iş için ücret alabilirdin?” (onlar bize bir lokma ekmek vermediler)

“Hızır: İşte bu senin soru sorman ve sitemin, seninle ayrılmamızı gerektiriyor. O sabretmediğin şeyleri sana anlatacağım.”
“(Allah’ın emriyle) yaraladığım gemi, denizde iş yapan birkaç yoksulundu. İleride bu gemiyi gasp eden zalim bir hükümdar olduğundan, gemiyi kusurlu yapmak istedim ki işe yaramaz gözüksün ve gasbetmesin.”

“Çocuğa gelince: onu öldürmemin sebebi, o kötülüklerle yoğrulmuştu. Türlü fenalıklar, azgınlıklar yapacaktı. Ana ve babası mazlumdu. Onları da azgınlığa düşürmesin dedim.”
“Rab’lerin onun yerine, onlara daha temiz ve merhametli, dürüst bir çocuk vermesini diledik.”

“Duvara gelince: bu bina iki yetim çocuğa aitti. Bu binanın altında gümüş ve altın vardı. Ana ve babası iyi insanlardı. O hazineyi Hakk yolu için yığmışlardı. O duvar yıkılsaydı, bu çocuklar aç kalacaklardı. İşte sabredemediğin olayların yorumu budur.”

Sevigili canlar bu olay beni gerçekten çok etkileyen bir hikayedir.
Sizlerinde çok begenicegimizi düşünüyorum.

MESNEVİ’DE Hz. HIZIR. (HZ. MEVLANA)

Hz. Mevlana, El-Kehf suresinin 60 ile82. ayetleri Hz. Musa ile Hz. Hızır arasında geçen kıssayı şöyle te’vil eder.
“İki deniz can ve beden denizleridir. Bu iki denizin kavuştuğu yer insanın varlığıdır. Balık hayattır. Denize atlaması, bedenin hayat bulması, canın bedenle görünmesidir.
İzlerine basıp geri dönmeleri, yaratılışta ki temizliğe, fıtrata dönüştür. Bulduğu kul, yani Hızır, kutsi akıl dır.

Ona Allah  tarafından belletilen bilgi, vasıtasız olarak ilham edilen ilahi bilgidir. Binilen gemi, beden gemisidir. Geminin delinmesi, rıyazatla, ibadetle bedenin ve bedenle alakalı işlerin noksanlaşmasıdır.

Öldürülen çocuk nefistir. Vardıkları köy bedene ait kuvvetlerdir. Hızır’ın düzelttiği duvar, tam inanç duvarıdır ki bu makam da can, “nefs-i Mutmainne” adını alır. Gemi sahibi olanlar, bedende ki hayvani kuvvetler ve zahiri duygulardır.

Sağlam gemileri zapteden padişah “nefs-i emmare” dir.
Öldürülen çocuğun temiz ve mü’min anası, babası can ve bedenin tabiatıdır. Duvarın altında ki define, marifet definesidir. Duvar bedendir. Define sahibi iki yetim, kutsi candan ayrılmış nazari ve ameli ve anlayış kabiliyetidir.”

Yine Mevlana “Sen baştan başa cansın, yahut zamanın Hızır’ı, yahut da Ab-ı Hayat. Onun içinde halktan gizlenmedesin.”der.
Mevlana “Mesnevi”sinde devam eder “Hızır ve İlyas peygamberin hayatta bulunduğu, On ikinci İmam’la buluştuğu, Hz. Peygamberin Hakk’a yürümesinde, gelip Ehlibeyte başsağlığı dilediği, Hz. İmam Ali’nin de Hakka yürümesinde, evinin kapısına gelip ona selam vererek, Ehlibeyet’e taziyede bulunduğu, İlyas’la muayyen zaman da buluştuğu, acz içindekilere yardım ettiği, İmam Hüseyin’in şehadetin de onun, Medine de bir mersiye inşad ettiği, sesinin duyulduğu, imamlarla görüştüğü, Ehlibeyt imamlarından gelen rivayetlerdendir.
Hızır ve İlyas nebi yüzü suyu hürmetine, Yüce Allah bize de imdat eyler.

 Hazırlayan: Abdülkadir Haktanır

Aleyhissalatü Vesselamın Mirac Esnasında Dökülen Şefkat Duyguları

Rahmet sahibi olan Allah, benliğinde duygular taşıyan muhataplardan  Kendisine muhatap olanların içerisinde, kendi benliğinden geçtiği halde, merhamete muhtaç olanlardan geçmeyen, şefkatin gereği olarak, kendi duygularından geçtiği halde ikrama muntazır olan nefisleri çiğnemeyen birini elbette seçecektir. Bu tarife bil içtima ve bil ittifak layık olan Muhammed (s.a.v.)’dir. Çünkü:

Gerek risaletten önce, gerekse risalet döneminde tüm hayatı boyunca bir başka nefsin rağmına hareketi olmamıştır. Enaniyetini kibre vesile kılmamış, Rabbini tanımaya samimi bir merdiven kılmıştır. Hadis külliyatında kayıtlı sözlerinin bir çoğunda kendini gösteren gerek muhataplarına, gerekse Rabbine karşı ciddi yaklaşımları kendi nefsini ve benliğini çok iyi tanıdığının, aklını mustakim bir tarz ile kullandığının sayısız şahitleri varır. Taif’te bin bir hakaretle ayakları kanayıncaya kadar taşlandıktan sonra “bilmiyorlar Rabbim, bilselerdi yapmazlardı” diyerek Allah’a kendisini taşlayanları helak etmemesi için onların adına istiğfarda bulunan birisidir Aleyhissatu vesselam. Taif halkını helak etmekle görevli olarak kendisine gönderilen ve “Beni Rabbin gönderdi Ya Muhammed! Dile, iki dağı birleştirerek Taif halkını helak edeyim!” diyen meleği “Hayır! Onları helak etme! Umulur ki Rabbim onların neslinden kendisine kulluk eden bir ümmet yaratır” diyerek geri çevirmiş, kendisini taşlayanlardan pek ümidi olmadığı halde, taşlayanların neslinden ve Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemiştir. Tüm hataları önceden mağfiret edildiği halde, ibadetten geri kalmamış, ibadetinde o kadar bulunduğu hayat mertebesinden koparak Allah’a yönelmiştir ki, bir defasında eşi Hz. Aişe, Resûlüllah’ın secdesinin uzunluğu yüzünden onun ruhunu teslim ettiğini zannetmiştir.

Resûlü Ekrem, insan kalbindeki aşkın muhabbetin, vicdanındaki aşkın coşkuların, nefsindeki aşkın şefkatin, aklındaki aşkın muhatabiyetin, benliğindeki aşkın zâtî sevdaların tümünü, ihsan halinin halka ve hakka yönelik her iki tarzını varlığında en yüksek derecede buluşturmuştur. Neticede müteâl rahmet sahibi olan Allah, bu alemin hikmetini çözerek arkalarındaki hakikatleri şefkatli bir hal ve korkusuz bir teslimiyetle ilan eden Zat-i Ahmed’i Muhammed a.s.m.; hakikatlerin direkt olarak görülemediği, ancak dolaysı ile hikmetlerin arkasında göründüğü bu ilişkiler aleminden, hakikatlerin perdesiz bizzat müşahede edildiği makamlara, kaynağından seyredildiği Arş-ı Azam’a götürerek, onda bir mutlak yakınlık, bir daimi huzur oluşturmuştur. Ki, en çirkin muamelede, en ümitsiz bir durumda bile Resulüllah (a.s.m)’da bir zillet, bir fütur meydana gelmemiştir ve hikmet dairesinin olayları onu kalıcı bir şekilde etkileyememiştir.

—Simgesel bir anlatım olarak anlaşılmak kaydıyla— Aklî muhatabiyetinin simgesel bir şekli olarak Mescid-i Haram’dan alınan Muhammed (s.a.v.), Mescid-i Aksa’ya kadar seyrettirilmiştir. Sıfat ve şuunat-ı İlâhiyeye dair benliğindeki aşkın mukayeselerin neticesinde içerisine girdiği ihsan halinin bir gereği olarak, semavatta seyr-ü sefer ile Arş-ı Âzam’a kadar götürülmüştür. Sonrasında ise, geride bıraktığı arkadaşlarına dair nefsinde taşıdığı şefkat, Rabbinin sıfatlarına dair dimağında olgunlaşan marifet, benliğinde kendisini ve kainatı aşkın bir rahmet ile yoğurarak yaratan Zât’ın varlığına karşı, kendi varlığını hiçliğe indirmeyen aşkın bir teslimiyet ile Cebrâil (a.s.)’ı geride bırakarak Allah’ın huzuruna girmiştir. Huzurda geçen tarifi zor muhatabiyet, bu muhatabiyet esnasında geçen konuşma, her namazda tekrar ettiğimiz ‘tahiyyat’ta özetlenmiştir: Huzur-u İlâhiye giren Resûlüllah “tüm hayatlanmalar, bereketlenmeler, dualar ve istiğfarlar, tüm güzel kelimeler, hamdü senâlar ancak Allah içindir”[1]diyerek, geldiği alemin Allah’a yönelik tüm tesbihat ve tahmidatını, onların adına Allah’ın huzurunda sözlü olarak beyan etmiş, onlar adına doğrudan Allah’a yöneltmiştir. Onlar adına Allah’ın huzurundaki elçiliğini hakkıyle yerine getirmiştir. Resûlünün bu ifadelerine karşılık Cenab-ı Hak onu “Ey haberci —peygamber—, selam senin üzerine olsun”[2] diyerek karşılamıştır. Cenab-ı Hakkın bu kendisine özel selamı karşısında Resûlüllah kendinden geçmemiş, sarhoş olmamış, tevazu duyguları ile karşılamıştır. Kendisinin çıktığı bu şuhudî makamlara çıkamayan ama çıkma arzusunda olan arkadaşlarının kaygısını farkederek, kendisine özel olarak ona verilen  selamı, “selam bizim üzerimize olsun”[3] diyerek genelleştirmiştir. Sonrasında sözünü, “sana kulluk kaygısı içerisinde olan tüm kullarının üzerine de”[4] hitabıyla, tüm zamanlardaki mü’min insanların üzerine yayarak tamamlamıştır. Bu konuşmaya şahitlik eden Hz. Cebrâil, ortamdaki manen müteâl güzelliği “şahitlik ederim ki ilâh ancak Allah’tır ve Muhammed O’nun resûlüdür” diyerek tekmil etmiştir.

Allah’a muhatap olan Muhammed (s.a.v.), özetle “tüm güzellikler senin içindir” sözüyle kainatı ve kendini beklentisizce Allah’a sunmuştur. Allah’ın kendisine yönelik olan selamını beklentisizce Allah’ın kullarının üzerine yaymıştır. Bu hal ihsan halinin iki vechesidir, Rahmetiyle kendi azâmetine, kibriyâsına, kahrına, ulûhiyetine aşkın olan Allah’a, teşekkürün en yüksek boyutu olan ihsan ile kendi varlığını sunan, şefkatiyle geride kalanların kaygısını yüreğinde hissederek, bu kaygıyı söze dökerek Allah’taki o rahmete en yüksek boyuttan muhatap olduğunu, insaniyetinin hakkını her boyutta yerine getirdiğini ispat etmiştir. Bu hale muhatap olan en yüksek bir meleği dahi şehadete getirmiştir. Şefkatinin gereği olarak, Allah’a huzurunda muhatap olmanın verdiği lezzetten dahi feragat ederek, huzurda kalmayı istememiş, derin bir teslimiyet ile, risalet vazifesine devam etmek üzere geriye, arkadaşlarının yanına dönmüştür.

Netice

Allah insanı meleklerden farklı olarak hür ve özgün bir varlık olabilmeleri ve mecburiyet hissetmedikleri halde Varlığındaki, şuunatındaki, sıfatlarındaki, isimlerindeki, fiillerindeki ve icraatlarındaki kemâle ve cemâle muhatap olarak tasdik ve ifade edebilmeleri için yaratmıştır. Özgürlüğün temini için kudretinin ve kahrının doğrudan görülmediği, ancak dikkatlice nazar edildiği takdirde fark edilebileceği perdeli bir diyara geçici olarak indirmiştir. Bu perdeli diyarda perdeleri aralayarak isimlerine muhatap olabilmeleri için aklı, sıfatlarını içsel bir mertebede duyumsayarak şükredebilmeleri için nefsi, kıyaslar yaparak Zât’ına perdesizce muhatap olabilmeleri için benliği, perdeli ve karışık, kaygan bir diyarda fazlaca şaşırmamaları için vicdan ile destekleyerek ihsan etmiştir. Şükür merkezi olarak nefsi, tefekkür merkezi olarak aklı ihsan ettiği gibi, anlamsal yoğunlaşmaların bir tezahürü olan duyguların merkezi olarak ise kalbi hediye etmiştir. Heva ve heves ile dünyanın zahirî yönünün sıkıcı atmosferinden istifade edebilmelerini sağlamıştır.

İnsanı en güzel bir mahiyet ve kıvamlaşma halinde yaratan Zât adına insanın mahiyetine baktığımız zaman ise; ancak, nefsiyle, benliğiyle, aklıyla kalbi kadar barışık olabilen ve kalbinin Allah’tan gayrısına sevdalanması ile, vicdanının Allah’tan fazla acıma duygularına kapılması ile onların da nefis kadar, ene kadar riskli olabileceğini görebilen ve bu risklerden kaçınabilmeyi başarabilen bir insanın rahat ve doyurucu bir nefes alabileceği, aldırabileceği anlaşılmaktadır.

Hazırlayan: Abdülkadir Haktanır

[1] Hanefî kaynaklarında “Ettahiyyatu lillahi ves-salavati vet-tayyibatü lillah” olarak geçen bölümdür.

[2] “Es-selamu aleyke ya eyyuhen-nebiyyü”

[3] “esselamu aleyna”

[4] “ve alâ ibadullahus-salihîn”

Bitarafane Muhakeme Denilen “tarafsızlık” Mümkün Müdür?

Bitarafane muhakeme denilen tarafsızlık mümkün müdür?

“ben ortada duruyorum” veyahut “tarafsız bir bakış açısı ile bakıyorum” gibi söylemlerin gerçekliği ve günlük hayatımızda ki karşılığı nedir acaba?

Bugün hayatımızın her anında önümüze çıkan iki yoldan birini tercih etme mecburiyeti bulunan insanoğlunun, elbette bu “tarafsızlık” meselesini gerçekler ışığında en çıplak haliyle sorgulamaya; dünden daha çok ihtiyaç hâsıl olmuştur.

Kendimizi ciddi bir muhasebeye çekelim ki, hangi tarafta durduğumuzun bir anlamı olsun..

Zira böylece zarar veya menfaat, sevab veya günah, iyi veya kötü gibi ortası mümkün olmayan zıtların, kâinatın her tarafını kuşattığı bir dünyada; bir tarafa dâhil olmak ile tarafsız olmak gibi düşüncelerin gerçek anlamını bulmasının zamanı geldi de geçti..

 

İşte biz de başlıyoruz..

Bediüzzaman hazretleri, hususan yaşadığımız bu asra bakan şeytanın bu dehşetli desisesini gündemimize getirip ifşa etmek suretiyle, bu müthiş desiseye karşı uyanık olmaya davet ediyor.

 

Bîtarafane muhakeme içinde şeytanın müdhiş bir desisesini kat’î bir surette reddeden bir vakıada; Bediüzzaman hazretleri kendi ifadesiyle, Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid câmi-i şerifinde hâfızları dinlediği esnada birden şahsını görmediği, fakat manevî âlemde sesini işitmek suretiyle şeytan ile yaptığı bir münazarayı; Risale-i Nur’un Sözler kitabında Onbeşinci Söz’ün zeylinde gayet beliğane mukni bir izahta bulunuyor. Arzu eden oraya müracaat edebilir.

 

“Bîtarafane muhakeme” yani “tarafsızlık”; iki taraf ortasında bir vaziyettir.

Hâlbuki şeytan ve şeytanın insanlar içindeki şakirdlerinin dedikleri bîtarafane muhakeme ise; taraf-ı muhalifi iltizamdır.

Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir.

Zira tarafsız bir nazar ile meselelere bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafane muhakeme değildir. Belki, bâtıla tarafgirliktir.

Çünkü; ortada durup güya tarafsızlık ilkesiyle hareket etmekle; maalesef haklı tarafa destek olmadığı için, haksız tarafın güç kazanmasına dolaylı olarak sebep oluyor..

Terazinin iki kefesi gibi..

Bir tarafında hayırlar, iyilikler, menfaatler; diğer tarafında da şerler, kötülükler ve zararlar olduğunu hayal edersek..

Görülecek ki ortada durmakla; sözgelimi iyilikler tarafını yalnız bırakmak suretiyle, kötülükler tarafına dolaylı olarak destek olduğumuz anlamı çıkacaktır.

 

Her bir zamanın bir hükmü vardır.

Ahirzaman, bazı ihtiyarlanmış örf ve adetlerin ölümüne ve iptal edilmesine hükmediyor.

Bu zamanda “tarafsızlık” diye bir davanın hükmü kalmamıştır.

Mazarratlarının menfaatlarına olan tereccuhu(menfaatlerin zararlara tercihi), böylesi bir düşüncenin i’damına fetva veriyor.

Bundan dolayıdır ki; Asr-ı hazırın hususiyeti ve ehemmiyetine binaen, bitarafane muhakemeye cevaz vermemekle birlikte, ikab-ı ilahi ve manevi mes’uliyeti icab ettirmiştir.

Yani “tarafsız kalalım veya olalım” gibi bir sözü, zaman nesh etmekle hükmünü iptal etmiştir.

 

Delil mi istersin..

İşte bak.. Küfür ile iman ortası yoktur.

Bu memlekette İslâmiyet’e karşı komünistlik mücadelesinin ortası olamaz.

Sağ ve sol, ortası üç meslek îcab ettirir.

Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var.

Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet(Hristiyanlık) diyebilirler.

 

Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyet’ten başka bir din, bir mezheb olamaz.

Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir.

Çünki hakikî bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasranî olamıyor.

Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.

 

Sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak.

Öyle ise yol ikidir, üç değildir.

Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.

Evet, her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değil.

Bazan zarar verse sükût etmek..

Yoksa yalana hiç fetva yok.

 

Hem Mesela; İman ve İslamiyetin ortası yoktur.

Yani tabiri diğerle iman ve İslamiyeti birbirinden ayrı tevehhüm edip, birini tutup diğerini bırakanlara; dolayısıyla iman ve İslamiyet arasında orta bir yol bulmak çabasında olanlara deriz ki; Cennet ve cehennemin arasında orta bir yol yoktur.

Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil.

Cennet adam istediği gibi, cehennem dahi adam ister.

 

En zor şartlarda bile, İslamiyet “ehven-üş şerre taraf” olmayı bize tavsiye ve emir vermiştir.

Yani kötünün iyisine taraf olunuz ki, en kötünün şerrinden emin olasınız.

Mesela, bir tarafın parmak kestiği, diğer tarafın kol kestiği bir ortam veyahut zamanda; elbette parmak kesene taraf olmak; akıl ve mantık icabıdır.

Hiçbir zaman ve zeminde, kesinlikle ortada durmaya İslamiyet cevaz vermemiştir.

Demek taraf-ı hak ve hakikattır bizim tarafımız, dolayısıyla tarafı ilahidir.

 

“Her iki tarafta haksız” veyahut “iki tarafta haklı” gibi safsatalarla kendimizi ve de bu milleti kandırmaya gerek yok..

Her hadisenin mutlak “bir iyi” ve “bir kötü” olmak üzere iki tarafı vardır..

Eğer ki taraflar fiilleriyle birbirine çok benziyorsa, o vakit delil ve akibete bakmak gerekir.

Evet, birbirine benzeyen iki ağacın arasında hüküm vermek için, meyvelerine bakmak yeterlidir.

 

Bir meselenin mutlak iki tarafı olur.

Ve bu iki tarafında sevabı ve günahı olacaktır.

Büsbütün günahsız bir taraf mümkün değildir.

Bir tarafı tamamen günahsız görenlere, biz anarşist diyoruz.

İki tarafında günahıyla, sevabıyla meydanda olduğu bir durumda; hüküm Adalet-i İlahiye noktasında olmalıdır.

Yani bir teraziye her iki tarafın ayrı ayrı, günah ve sevabını teraziye koyup tartacak; neticede hangi tarafın sevabları günahlarına velev zerre dahi olsa ağır basarsa, işte o taraf bizim tarafımızdır.

 

Bir taraf düşünün ki; sözde kendisini bu milletin tek temsilcisi gösterip, diğer taraftan bu millete en ufak bir menfaati olmamış; dahası yaptıkları kirli siyaset ve yalan propagandalarla bu perişan ve cahil millete hep canı pahasına zarardan başka hiçbir katkıları olmamış zalim, bedbaht tahribatçı bir grup..

Diğer tarafta ise, yaptıkları sessiz sedasız devrimlerle mukaddesat başta olmak üzere maddi-manevi alanlardaki sayısız hizmetleri ve yüzyıllardır gasb edilerek görmezden gelinen bir milletin insani en temel hak ve hürriyetleri noktasında yaptıkları çetin mücadelelerle elde ettikleri kazanımları bu milletin ayağına götüren mazlumların koruyucusu, bahtiyar tamirci bir grup..

 

Şimdi manzaranın hiç olmadığı kadar net olduğu bir dönemde; bu tarafların mahiyetlerinin anlaşılması ile eserleriyle en şeffaf bir surette meydan da durdukları halde; hala tarafsızlıktan dem vuranlar veyahut bahtiyar gruba destek olmamakla bedbaht gruba iltihak edenlerin aklına şaşarım..

Acaba ne zamana kadar; hangi mazeret veyahut bahanenin arkasına saklanmakla, deve kuşu misali gündüzü kendinize gece yapmaya devam edeceksiniz..

Beşyüz senedir yattığınız yeter..

Kur’anın sabahında uyanınız..

Artık zarar ve menfaatinizi; dost ve düşmanınızı tanıma vakti daha gelmedi mi?.  

 

İslamiyet’te, görünene bakarak hüküm ve karar verilir.

Bir tarafta tahribatlarıyla memleketi yıkıp yakarak, hak-hukuk tanımayıp fitne ve bozgunculuk yapan zalim bir topluluk;

diğer tarafta asayişi te’min etmeye çalışmakla tamircilik yapan ve mazlumların maddi-manevi hukukunu bu çapulculardan muhafaza etmeye çalışan bir yapı..

Şimdi böyle bir ortamda hala tarafını netleştirmeyen, hangi safta duracağını bilmeyen veyahut “tarafsız bir gözle bakarak, iki tarafa da acıyoruz” gibi safsata ve yalanlarla propaganda yapanlara bir çift sözümüz var..

Yıllardır canıyla, malıyla bedel ödeyen bu Millet; uyandı ve uyanıyor.

Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler.

Daha artık yalan ve propagandalarınızla bu kahraman milleti kandıramazsınız..

 

Hak ve Batılın ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz.

En büyük hidayet, gözlerdeki perdenin kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görmektir.

Bir tarafta hiç bir şeyden haberi olmayan yabani ahmaklar; diğer tarafta aldatıcı zekâlarıyla; hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösteren nefis ve şeytanın yol arkadaşları..

En doğrusu ise şudur ki; hakkı hak bilir tabi olup taraftar olur; bâtılı bâtıl bilerek uzak durur.

Demek hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez.

Zira hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir.

Demek artık dünyevi hayatımızın, hiçbir hadise ve meselesin de “Bîtarafane muhakeme et, öyle bak..!” diyemezsiniz ve diyemezdiniz ve diyemeyeceksiniz.

 

Malum yaşamakta olduğumuz elim hadiselere binaen; ortada durmak suretiyle sağını solundan fark edemeyen nadanlara ve henüz mevcut taraflar arasında “hak-batıl” “yapan-bozan” “menfaat-zarar” ayrımını yapamamış ahmaklara son olarak diyoruz ki; doktora gidip gözünüzü tamir ettiriniz..

Ve illaki su testisi, su yolunda kırılır..

Uğruna, mukaddesatınız dahil olmak üzere neyiniz varsa feda ettiğiniz bu yol, çıkmaz sokaktır..

Beyhude yoruldunuz ve emekleriniz heba oldu..

Netice de müstehak olduğunuz feci akıbet –dünyada hüsran, ahirette azab- sizi bekliyor..

Gelen neslin kapısında durmayın, ey iki ayaklı yaşayan ölüler..!

İstikbal yalnız ve yalnız İslam’ın olacaktır..

48

Cuma Duası(Cumanız mübarek olsun)

Risale-i Nur Külliyatından istihracen dualar:

*** Öyle bir Allah’a hamd, medih ve senâlar ederiz ki, şu âlem-i kebir Onun icadıdır. Ve insan denilen şu küçük âlem de Onun ibdâıdır. Biri inşâsı, diğeri binâsıdır. Biri san’atı, diğeri sıbgasıdır. Biri nakşı, diğeri ziynetidir. Biri rahmeti, diğeri nimetidir. Biri kudreti, diğeri hikmetidir. Biri azameti, diğeri rububiyetidir. Biri mahlûku, diğeri masnûudur. Biri mülkü, diğeri memlûküdür. Biri mescidi, diğeri abdidir. Evet, bütün bu şeyler, eczasıyla beraber Allah’ın mülkü ve malı olduğu, i’câzvâri sikke ve mühürleriyle sâbittir.

Ey arz ve semânın Kayyûmu olan Allah’ım! Seni ve Senin bütün masnuatını ve mahlûkatını şahit tutarak ilân ederiz ki, Sen, kendisinden başka hiçbir hak mâbud bulunmayan Allah’sın. Sen birsin, şerikin yoktur. Günahlarımızın affı için Sana dönüyor ve istiğfar ediyoruz. Âlemlere rahmet olarak gönderdiğin Muhammed’in, Senin kulun ve resulün olduğuna da şehadet ediyoruz. Allah’ım, onun hürmetine nasıl münasip ve Senin rahmetine nasıl lâyıksa, ona ve bütün âl ve ashabına öylece salât ve selâm et. Mesnevî-i Nuriye – ZEYLÜ’L-HUBÂB

*Evet, Allah’a abd ve hizmetkâr olana herşey hizmetkâr olur. Bu da, herşey Allah’ın mülk ve malı olduğunu iman ve iz’an ile olur.

*Ey Erhamü’r-Râhimîn olan Allah’ım! Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine rahmet et ve onların kalblerini iman ve Kur’ân nuruyla nurlandır. Kur’ân’ın burhanlarını izhar et ve İslâm dinini yücelt. Âmin.

*Din-i İslâm ve kemâl-i iman için Allah’a hamd olsun. Daire-i İslâmın merkezi ve envâr-ı imanın menbaı olan Muhammed ile onun bütün âl ve ashabına, gece gündüz, ay ve güneş devam ettikçe salât ve selâm olsun.

***Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim! Benim sû-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalâlet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacâletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede, göre göre, gayet sür’atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbap ve akran ve akaribim gibi, kabir kapısına yanaşıyorum.

O kabir, bu dâr-i fâniden firâk-ı ebedî ile ebedü’l-âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır. Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, kat’î bir yakîn ile anladım ki, hâliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede, içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmâreyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar, çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.

Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim!2 [Her gelecek şey yakındır.” İbn-i Mâce, Mukaddime:7] sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki, yakın bir zamanda, ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kàliyle bağırarak derim: “El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!”

İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nidâ ediyorum: “El-aman, el-aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!”

İşte, kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, Senden başka melce ve mence yok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşî şeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip diyorum:

“El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir! İlâhî, Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten li’l-Âlemîn olan  Habibin, Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekvâ ediyorum.

“Ey Hâlık-ı Kerîmim ve ey Rabb-i Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelîl, hem müsi’, hem müsin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle müptelâ olmu,Sana tazarru ve niyaz eder. Eğer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o Senin şânındır. Çünkü Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak mâbud yoktur ki ona iltica edilsin.”……….. Senden başka ilâh yoktur. Sen birsin. Senin hiçbir şerikin yoktur. Dünyada son, âhirette ve kabirde ilk söz: Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur; yine şehadet ederim ki Muhammed (s.a.v.) Allah’ın Resulüdür

***Hadiste vardır ki: “İnsanlar helâk oldu-âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu-ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu-ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” Yâ Rabbî! Doğru niyetiyle yanlış yaptığımız işlerimizi doğruya çevir. Umudumuzu kesme. Bizi de hakiki ihlaslılar sınıfına ilhak eyle. Amin.