Kategori arşivi: Günlük Paylaşımlar

Cuma Duası – Cumanız Mübarek Olsun

Hz.Ali(RA)’ın Duası:

Allah’ım! Sadece tertemiz bir kalple Allah’ın huzuruna çıkan hariç mal ve evlatların -insana- hiçbir yararı olmadığı günde senden aman diliyorum.

Zalimin -hasretle- ellerini ısıracağı ve “keşke ben Resulullah’a -itaat- yolunu tutsaydım” diyeceği günde senden aman diliyorum. Günahkârların yüzlerinden tanınacağı, saçları ve ayaklarından tutulacağı günde senden aman diliyorum. Babanın oğul yerine ve evladın da baba yerine cezalandırılmayacağı günde senden aman diliyorum.

Ve doğrusu Allah’ın vaadi haktır. Zalimlere mazeretlerinin bir fayda sağlamayacağı, onların Allah’ın rahmetinden uzak ve kötü bir menzilde olacağı günde senden aman diliyorum. Hiç kimsenin kimse üzerinde güç sahibi olamayacağı ve yetkinin yalnız Allah’a has olacağı günde senden aman diliyorum.

İnsanın kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve evlatlarından kaçacağı ve herkesi meşgul edecek bir işle uğraşacağı günde senden aman diliyorum. “Suçlu o günün azabından -kurtulmak için- eşini ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini vermek ister. Hayır -hiçbir zaman bu imkanı bulamayacak-! O -cehennem ateşi-, alevlenen bir ateştir. Deriler kavurur, soyar.” Bu günde senden aman diliyorum.

Mevlam, ey mevlam! Sen mevlasın ben ise bir kulum; kula mevladan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen -varlığımın- sahibisin, ben ise sahip olunan; sahip olunana sahip olandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen azizsin, ben ise zelil; zelile azizsen başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen yaratansın, ben ise yaratılan; yaratılana yaratandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen yücesin, ben ise hakir, hakire yüce olandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen güçlüsün, ben ise zayıf; zayıfa güçlüden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen zenginsin, ben ise yoksul; yoksula zenginden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen bağışta bulunansın, ben ise sail; saile bağıştan bulunandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen dirisin, ben ise ölü; ölüye diriden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen bâkisin, ben ise fâni; faniye bakiden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen ebedisin, ben ise geçici; geçiciye ebediden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen rızıklandıransın, ben ise rızıklanan; rızıklanana rızıklandırandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen cömertsin, ben ise cimri; cimriye cömertten başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen afiyet verensin, ben ise -derde- tutulan, derde tutulana afiyet verenden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen büyüksün, ben ise küçük; küçüğe büyükten başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen hidayet edensin, ben ise sapan; sapana hidayet edenden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen rahmansın, ben ise merhamet edilecek olan; merhamet edilecek olana rahmandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen güç sahibisin, ben ise imtihan edilen; imtihan edilene güç sahibinden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen kılavuzsun, ben ise yolunu şaşırmış; yolunu şaşırmışa kılavuzdan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen bağışlayansın, ben ise günahkâr; günahkâra bağışlayandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen galipsin, ben ise mağlup; mağlubu galipten başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen eğitensin, ben ise eğitilen; eğitilene eğitenden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen yücesin, ben ise alçak ve düşük; düşük birisine yüce olandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Rahmetinin hakkı için bana merhamet eyle.

Bağışının, lütfünün ve fazlının saygınlığı için benden razı ol. Ey bağış, ihsan, fazl ve nimet sahibi! Rahmetinin hakkı için -duamı kabul buyur-, ey merhametlilerin en merhametlisi! Amin.

Nurnet.org

Eşlerimiz Elbisemizdir Aslında…

Eşlerimiz Elbisemizdir Aslında..

 

RABBİMİZ, Kur’ân-ı Kerim’de eşleri “birbirlerinin elbisesi” olarak tarif eder.

 

Bizim fıtratımızı bizden iyi bilen Rabbimizin eşleri “elbiseler” diye tarif etmesi, hiç şüphesiz, sonsuz manalar içeriyor olmalı. “Elbise”nin anlamı ve çağrıştırdıkları üzerinden eşimizi anlamaya çalışabilir miyiz?:

 

Başkalarına elbisenizle görünürsünüz. Elbisenizin temizliği, sağlamlığı, rengi ve şıklığı dışarıya verdiğiniz mesajdır. Elbisenizin güzelliği ile kendinizi önemsediğinizi ve önemli olduğunuzu ifade edersiniz. Kirli, pejmürde, dağınık, sökük, yırtık bir elbise kendinize değer vermediğiniz anlamına gelir. Şu halde, “Elbisemden bana ne?” deme hakkınız yoktur. Kendinizi elbisenizle tanıtırsınız; o kimliğiniz olur, kişiliğinizi ortaya koyar. Elbisenizde olabilecek her türlü kusur, size mal edilir; kişiliğinizden kaybettir.

Eşiniz de sizin başkalarına göründüğünüz kimliğinizdir. Onu yıpratırsanız, bakımını ihmal ederseniz, perişan hâle getirirseniz, önce kendinize zarar vermiş olursunuz. Kişiliğini kaybeden, özgüvenini yitiren, değer verilmeyen bir eş, sizin kendinizi böyle bir eşle yaşamaya mahkûm ettiğinizin göstergesidir. Bu da sadece eşinizi değil, kendinizi de önemsemediğiniz anlamına gelir.

 

Elbiseniz ayıplarınızı örter. Çıplak gezmek kadar utandırıcı bir şey yoktur herhalde… Şükür ki elbise sizi hem güzelleştirir, hem de bedeninizin saklamanız gereken kısımlarını örter. Bir bakıma sırdaşınızdır elbiseniz; en gizli saklı yerinize dokunur ama başkasına göstermez. İç yüzü çıplaklığınızı görür ama dış yüzünde bunu kimseye belli etmez. Hiç ummadığınız bir zamanda sökülüveren yahut içindekini gösteren bir elbise ayıplarınızı sergiler, sizi mahcup eder.

 

Eşler de birbirlerinin kusurlarını örtmek için vardır. Eşlerin kusur ve ayıpları, hata ve zaafları birbirine açıktır. Eşiniz, sizin hakkınızda başka kimsenin bilmediklerini bilir, sizde başka kimsenin görmediklerini görür. Elbette, bir “elbise” yahut “örtü” olarak, bu ayıpları ayıplamak için değil, örtmek, saklamak, ortadan kaldırmak için yanınızdadır. Eşinizin hata ve kusurlarını küçültüp saklamak yerine, daha da büyütüp ortaya çıkarmaya çalışıyorsanız, siz “elbise” değilsiniz. Bu yüzden eşinizi kimseyle kıyaslamayın; çünkü başkalarını sadece elbiseleri üzerinden görürsünüz; başkalarının elbiselerinin bildiğini bilemezsiniz.

Elbiseye siz değer katarsınız. İçine bir insan girdiğinde değer kazanır elbiseler. Hiçbir elbise paketinde kalsın diye dikilmez. Onu değerli kılan, bir insan bedenine uygun olması, bir insan tarafından giyilebilir olmasıdır. Bir başka deyişle, insan elbiseyi giyindiğinde, elbise de insanı giyinir. İçinde insan olan bir elbise adeta konuşur, işitir, görür, düşünür. Kendisinde kişilik olmayan bir insanı çok güzel bir elbise kişilik sahibi etmez. Elbise üzerinden sarkar, her haliyle o insana fazla geldiğini söyler.

 

Çoğunlukla “iyi” ve “ideal” bir eş ararız. Bu arayış kendimizin bu “iyi” ya da “ideal” eşe, “iyi” ya da “ideal” bir eş olup olamayacağımız detayını gözden kaçırtır. İyi bir elbiseyi giyinince, adam olunmayacağı gibi, iyi bir eş bulununca da, iyi bir evlilik garantisi yoktur. Öncelikle bu “iyi” eşe, “iyi” eş olmanız gerekir. Sonra da iki “iyi” eş olarak “iyi” bir ilişkiyi sürdürmenin ve geliştirmenin yollarını aramanız gerekir. Eşler birbirlerinin elbisesidir; yani birbirlerini giyinirler. Aralarındaki uyum onların ilişkilerinin şıklığı için vazgeçilmezdir. Eşiniz de elbiseniz olduğuna göre, sadece onu giyinmekle değer kazanacağınızı düşünmeyin. Elbiseye sizin de katacağınız bir şeyler vardır. Ona göre yürümesini, ona göre durmasını, ona göre davranmasını bilmeniz gerekir.

Elbise sizi korur. Elbisenin örtme fonksiyonuna ek olarak koruma fonksiyonu da vardır. Elbise soğuktan, aşırı sıcaktan, kir ve tozdan vs. korur. Canınızı ve teninizi tehdit eden şeyler karşısında, elbisenize daha sıkı bürünmeniz gerekir. Aksini yapıp böylesi tehditlerden elbisenizi sorumlu tutmanız haksızlık ve akılsızlık olur.

Selam Ve Dua lar ile…

Hatice Başkan

Nuryarenleri571.blogcu.com

Cuma Duası – Cumanız Mübarek Olsun

Hz. Mevlana(K.S.)’un Duası:

Yâ Rabbi! Bizim halimize bakarak muamele etme. Kendi ikram ve ihsanına göre bize muamele eyle.

Yâ Rabbi! Kerem ve lütfunla hidayet ettiğin kalbe tekrar delalete, sapıklığa meylettirme. Belaları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir. Ey affı çok olan günahları örten Rabbim, o günahlar dolayısı ile bizden intikam alma, bize azap etme.

Yâ Rabbi! Biz nefis ile şeytana köpek gibi tabi olduksa da sen azap arslanlarını bize saldırtma.

Ey Hayy edebi diri olan Rabbim! Talep ve dua üzerine nasıl olurda kerem etmezsin. Sen kerem sahibisin. Ey mahlukatın, yaratıkların, canlıların ihtiyacını gideren Rabbim sen varken hiçbir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak layık değildir.

Yâ Rabbi! Ruhumda bir ilim katresi var. İlahi onu hevâ rüzgârıyla ten toprağından muhafaza eyle.

Ey ihsanı çok olan Rabbim! Cefa içinde geçip giden ömre merhamet et.

Ey affetmeyi seven Rabbim! Bizi affeyle. İsyan derdimize çare eyle.

Ey yardım isteyenlerin yardımcısı! Bizi hidayete çıkar.

Yâ Rabbi! Dua ve yakarışlarımızda sana layık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatalarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslah et ve duamızı kabul buyur. Çünkü sözlerinhakimi ve sultanı ancak sensin.

Ey Âlemin Yaratıcısı! Kasvetli, kararmış, katılaşmış adeta taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşat, feryadımızı, âh u vâhımızı, hoş eyle ki rahmetini celbetsin, çeksin. Hepimizi köle gibi kullanan bu serkeş nefisten bizi satın al. O nefis bıçağı kemiğe dayandı (zulmü canımıza yetti).

Yâ Rabbi! Sana ne arz edeyim. Çünkü sen gizli ve açık her şeyi bilirsin.

Nurnet.org

Bediüzzaman’ın Tecdit Köprüsünden Yükselen Hakikatler!

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir.” (1)

İşte, Said Nursi Hazretleri de, on dört asırdan beri islâm’ı temsil eden müceddidler silsilesinin asrımızdaki temsilcisidir. Asrımızın meb’usu, tecditlerin mimarı ve müceddid-i ahir-i zaman Bedîüzzamân diyor ki: “hakikat dersimi Gavs-ı Âzam (ks) ve Zeynelâbidin (ra) ve Hasan- Hüseyin (ra) vasıtasıyla “ İmam-i Ali (ra)’den almışım. Onun için, hizmet ettiğim daire onların dairesidir.”(2)

Bu münevver zatların rahle-i tedrisatlarından aldığı hakikat dersi, adeta Nil-ı Mübarek’in Mısır Sahra-i Kebirine verdiği âb-ı hayat gibi; Kur’an’ın bir manevi mucizesi olan Risale-i Nur eserleri de islâm diyarına böylece yayılarak, iman sahasında emsali görülmemiş bir tecdit yapmıştır.

Bedîüzzamân, dünyevi meşgalelerden uzak durmuş; saadet-i ebediyenin esası olan iman dâvâsına bir ömür tüketmiştir. Yüksek ilmi kabiliyetinden dolayı karşısında; hiçbir batıl ideoloji duramamıştır. Sadece içinde bulunduğu coğrafyada değil, tüm insanlık âleminin saadeti için tecdit sahasında bir nadire-ı cihân ve Bediüzzaman olmuştur.

Bediüzzaman, içimizde üç büyük düşman “cehalet, zaruret ve ihtilaf” tespit etmiş; bu düşmanlara karşı “maarif, sanat ve İttifak” silahı önererek, İslâm âlemi Cemahir-i Müteffika-i İslamiyeye dâvet ederek, bu hususta da önemli tecdit yapmıştır.

İlim ve irfan mekânları olan medreselerin yıkıp tahrip edildiği, kültür, ahlak ve hayânın kaldırılmağa çalışıldığı bir zamanda; Âli beytin bir efradı ve Hazreti Ali (ra)’nin manevi bir evlâdı olan Said Nursi hazretleri, millettin iman selameti için cihat sahalarında mücadele etmiş, “Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez mânevi bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve ispat edeceğim. (3), demiş ve ispat etmiştir. İman ve Kur’an sahasında yaptığı tecdit ile geveze akılları hayret ve sükûta mahkûm etmiştir.

Keza, “dinsiz bir dünyada hayır yoktur” (4) diyerek, dünyada imansız bir huzur olamayacağına dikkat çekmiş, bu tecdit rolü ile insanlık âlemine taze bir kan olmuştur.

Bediüzzaman, bir asır önce Şarkî Anadolu ile Garbî Anadolu arasında manevi kardeşlik köprüsü inşa etmiş, bir ayağı Van/ Erek dağı, diğer ayağı Isparta/ Barla, Çam dağı! Bu manevi köprünün çatısı altında, ayni Allah’a, ayni Kitaba, ayni kıbleye ve ayni peygambere inanmış nesl-i atinin ecdatları olan Türklere, Kürtlere, Araplara ve diğer unsurlara hamiyet elini uzatmış, muhabbet, uhuvvet, ittifak ve ittihat dersi vererek, kardeşlikte tecdit muallimi olmuştur.

İşte Bediüzzamanın, kardeşlik ve samimiyetini tey’it eden önemli bir hadise! “Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim.

Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.”

Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türk’e tercih ediyorum.”

Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur. (5), bu halkın arasında sevgi ve muhabbet köprüsü kurmuş, “ Türkler, aklımız, Kürtler de onların kuvveti” diyerek bu iki halkı hamiyet, sadakat, muhabbet ve birleşmeye davet etmiştir. İşte bugünkü çözüm projesinin reçetesi, bu olsa gerek.

“Camiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darü’l-fünûn, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Ta ki, İslâm kavimlerini, meselâ; Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müspet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile ‘İnneme’l-mü’minûne iğvetün’ (Ancak bütün Mü’minler kardeştirler) Kur’ân’ın bir kanun-i esasisinin tam inkişafına mazhar olsun.” (6), diyerek, bu meâlde medrese, mektep ve tekke mensuplarının arasındaki fikir ve meşrep farklılıkların kalkacağını tespit etmiş, kardeşlik sahasında önemli bir tecdit yapmıştır.

Sosyal ve içtima hayatın devâmı için, Ermenilerin kaymakam ve vali olmasını uygun gören Bediüzzaman,“Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir; hükümet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis olamaz. Fakat hizmetkâr olur” (7), memurlar kanunun gücüne dayanarak vatandaşlara tahakküm değil; hizmetkâr olarak çalışmalarını ön gören Bediüzzaman, bu sahada da önemli bir tecdit yapmıştır.

İstanbul’da, hamalların arasına girip meşrutiyetin önemine değinmiş. Divân-i harb-i örfîde ölüm sehpasında idamla yargılanmasına rağmen, ölüm cellatlarına önem vermeden; bir aslan gibi haykırarak savunmasını yapmış, mahkeme heyetinin beraat kararına teşekkür etmeden, dışarıda onu bekleyen büyük bir toplulukla “zalimler için yaşasın cehennem” demiştir. Meşrutiyet ve hürriyet sahasında da tecdit yapmıştır.

“Milletin selameti için canım cehennemde olsa; gönlüm gül gülistan olur” demiş. İşte, Hazreti Ebubekir-i Sıddık’tan muhabbet ve sadakat dersini alan Bediüzzaman, bu sahada da emsali görülmemiş bir tecdit yapmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri, hayatında rastladığı bütün engellere ve zulümlere rağmen, davasında muvaffak olmasının sırrı bu olsa gerek: Ne söylemiş ise önce onu hayatında tatbik etmiş, daha sonra da başkasına da kolaylıkla kabul ettirmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri, islâm’ı temsil eden müceddidler silsilesinin asrımızdaki temsilcisidir. Kaynağı Kur’an ve sünnette dayanır. İman ve Kur’an’a hizmet etmek yoluyla tecdit yaptığı gibi; sosyal ve içtimai sahada da birçok tecditler yapmıştır. Onun tecdit köprüsünden yükselen tüm hakikatler günümüzde de bir bir müşahede edilerek, asrın Bediüzzamanı olmuştur. “Ümit var olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” (8), müjdesini vermiştir.

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

17.05.2015

Dipnotlar:

1-Ebu Davud, Melahim,

2-Emirdağ Lâhikası,

3-Şahiner, Necmeddin, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s. 73

4-Bkz, Nursi, Said, Hutbe-i Şamiye, 83

5-Tarihçe-i hayat

6-Emirdağ Lahikası

7-Münazarat

8-Münazarat,

Hangi adam var ki, bütün ahvâli şeriata mutâbık olsun?

Sual: Bazı adam, “Şeriata muhâliftir” diyor?

Cevap: Ruh-u meşrutiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilcâ-i zarûretle teferruat olabilir, muvakkaten muhâlif düşsün.

Hem de, her ne hâl ki, meşrutiyet zamanında vücuda gelir! Meşrutiyetten neş’et etmesi lâzım gelmez.

Hem de, hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvâfık olsun; hangi adam var ki, bütün ahvâli şeriata mutâbık olsun?

Öyle ise şahs-ı mânevî olan hükûmet dahi mâsum olamaz; ancak Eflâtûn-i İlâhînin medîne-i fâzıla-i hayaliyesinde mâsum olabilir. Lâkin, meşrutiyet ile sû-i istimâlâtın ekser yolları münsed olur; istibdatta ise açıktır.

Sual: İtiraz ettiğin şeye nasıl cevap veriyorsun?

Cevap: Ben libâsa ilişiyordum. Hükûmet iyi bir adamdır. Pislerin libâsını giymişti. Biz o libâsı yırtmak ve yıkamak istiyorduk, olamadı. Zamana bıraktık; ta yavaş yavaş yırtılsın. Evet, namazı kılıyordu, kıbleyi tanımıyordu; sonra tanıdı veya tanıyacaktır.

Ehvenüşşerreyn, bir adalet-i izâfiyedir. Fakat kemâl-i telehhüf ile bağırıyorum ki, şiddete inkılâp eden fikr-i intikâmın tedâhülü ve heyecânâtı intâc eden tecrübesizlik, üzerimize emri şiddetlendirdi, pahalaştırdı. Muvakkaten, bir nevî karanlık çöktü. Emin olunuz ki, çekilecektir.

Sual: Neden makine-i ahvâl güzelce işlemiyor?

Cevap: Zira tecrübe, hamiyet, nûr-u kalb ve nûr-u fikri cem’ edenler, vezâife kifayet etmezler. Bazı ehl-i gayret ve hamiyette de meyl-i tahrip meleke olmuş; tâmire pek alışık değildir. Bazı ehl-i tecrübe ve tâmir ise, eskisine bir derece meyil ile, istidatları pek müsâit değildir. Demek, bize bir nesl-i cedîd lâzımdır.

Bunu da cidden söylüyorum: Eğer, meşveret şeriattan bir parmak müfârakat ederse, eski hâl yüz arşın ayrılmıştır.

Sual: Neden?

Cevap: Bir ince teli, rüzgâr her tarafa çevirebilir. Fakat içtimâ ve ittihat ile hâsıl olan hablü’l-metin ve urvetü’l-vüskâ değme şeylerle tezelzül etmez. İcmâ-ı ümmet, şeriatta bir delil-i yakînîdir. Rey-i cumhur, şeriatta bir esastır. Meyelân-ı âmme şeriatta mûteber ve muhteremdir.

İşte, bakınız: Eski padişahların iradesini, Ermeni rüzgârı veya ecnebî havası veya vehmin vesvesesi esmekle çevirebilirdi. O da, sükûta rüşvet-i mâneviye olarak, birçok ahkâm-ı şeriatı feda ediyordu. Şimdi kapı açıldı; fakat, tamamı ileride. Üç yüz ârâ-i mütekâbile ve efkâr-ı mütehâlife hak ve maslahattan başka birşey ile musâlâha etmez veya sükût etmezler. Hak ve maslahat ise, şeriatta esastır. Fakat 1 اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kâide-i şer’iyesince bâzan haram bildiğimiz şey, ilcâ-i zarûretle vâcip olur.

Taaffün etmiş parmak kesilir; ta el kesilmesin. Selâmet-i millet, cevher-i hayata tevakkuf etse, vermekten tevakkuf edilmez; nasıl ki, edilmedi. Dünyada en acîb, en garibi, rûhunu iftiharla selâmet-i millete fedâ edenlerden, bâzan garazında menfaat-i cüz’iye-i gurûriyesinde buhl eder, vermiyor.

Demek, şeriatı isteyenler iki kısımdır: Biri, muvâzene ile zarûreti nazara alarak, müdakkikâne meşrutiyeti şeriata tatbik etmek istiyor. Diğeri de, muvâzenesiz, zâhirperestâne, çıkılmaz bir yola sapıyor.

1 : Zarûretler haramları mübah kılar.

 

Bediüzzaman Said Nursi
(Asar-ı Bediyye| Münâzarat – 314)

www.NurNet.Org