Kategori arşivi: Haberler

Batı Gözüyle Risâle-i Nur’un Ehemmiyeti

Batı Gözüyle Risâle-i Nur’un Ehemmiyeti

 

Her ne kadar Batı dünyasında yaşayanların maddi ihtiyaçları karşılanmış ve çoğunluk refah içindeyaşıyorsa da, en temel ihtiyaçlar karşılanmamış durumdadır ve hatta daha da müzminleşmiştir.

Kendisinin ve içinde yaşadığı dünyanın manasını anlamak, insanın yaratılışı gereği ve en büyük ihtiyacıdır. İlerlemenin muharrik gücü olan bu ihtiyaç, bilhassa çağımızda kendisini açıkça ortaya çıkarmaktadır. Herhangi bir zamandan ziyade bu çağın insanı her şeyin nedenini, niçinini bilmek ve gayesini öğrenmek istiyor. Gerçektende, kâinatın işleyiş tarzını ortaya çıkarmak için harcadığı gayretler, ilmin her dalında baş döndürücü ilerlemelerle karşılık bulmuştur. Bununla beraber, bu ilerlemelerin cereyan ettiği Batıdaki maddi gelişme, diğer sahalardaki gelişmelerle dengelenebilmiş değildir. Batı insanı her ne kadar maddi kâinatın sırlarını ortaya çıkarmakta muazzam başarılar elde etmiş olsa da, başarısı bunun ötesine geçememiştir. Maddeye daldıkça dalmış, ancak soruların en esaslı ve en mühimlerine tatmin edici cevap bulmakta yetersiz kalmıştır. “Kâinat niçin var? Varlıkların gayesi ne? Hayatın gayesi ne? İnsanın gayesi ne? İnsan nereden geliyor; ölümden sonra nereye gidecek?” şeklindeki sorular hâlâ cevapsızdır. Böylece, her ne kadar Batı dünyasında yaşayanların maddi ihtiyaçları karşılanmış ve çoğunluk refah içinde yaşıyorsa da, en temel ihtiyaçlar karşılanmamış durumdadır ve hatta daha da müzminleşmiştir; çünkü ilim, kâinattaki hayret verici düzeni, birliği ve ahengi her gün daha da açıkça ortaya çıkarmakta ve gayesizlik her geçen gün daha da savunulmaz hale düşmektedir.

Bu temel sorulara tatmin edici cevap bulma hususundaki aczin kaynağı, semavi dinler yerine insan eliyle vücudagelmiş, felsefeden ilham alan Batı medeniyetinin kökünde yatmaktadır. İlim Batıda geliştiği için, dinden ayrı ve farklı görülmüştür. Hatta ilim ve dinin birbiriyle çatıştığı sanılmıştır. Bu yüzden, Batı medeniyeti, günümüze kadar tahrif edilmeden gelen yegâne semavi kitap olan Kur’an’ın karşısında vaziyet alagelmiştir. Bununla birlikte, günümüz Müslümanlarına en ziyade şevk ve cesaret vermesi gereken bir husus vardır ki, o da, ilimdeki gelişmelerin, Kur’an’ın kâinat ve içindekilerle ilgili beyanlarına ters düşmek bir yana dursun, bu beyanları tasdik etmesidir. Yani, Batının kendi malı olarak gördüğü ilim, Kur’an’daki vahiy neticesi olan bilgilerin doğruluğunu tasdik etmekte; Kur’an ise, ilim ile din arasında hiçbir çatışmanın bulunmadığını göstererek, modern insanın sorularına cevap getirmektedir.

Allah’ın insanlığa indirdiği son kitap olan Kur’an, bütün çağlardaki bütün insanlara birden hitap eder. Kur’an, her çağın her seviye ve mertebesindeki insanların her birine ve ihtiyaçlarına, bilhassa ve doğrudan doğruya hitap eder. Daha önce belirtildiği gibi, modern çağın belirgin özelliği, araştırma ruhudur. İnsanı varlıkların hikmet ve gayelerini keşfetmeye sevk eden bu ruh, maddi kâinatın sırlarını gün ışığına çıkarmakta onu, bugün bile inanılmaz görünen bir seviyeye ulaştırmıştır. Her çağda, İslam dinini yenileyerek Kur’an’ın mesajını anlatmak ve Kur’an’ın bilhassa o çağa bakan yönlerini açıklamak üzere, Allah bir müceddid gönderir. Risâle-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursi, bu modern çağda böyle bir yenileyici ve müceddiddir; her şeyden önce varlıkların hikmet ve gayelerine dikkatleri çekmekte, Kur’an’ın çağdaş insana mesajını anlatmakta ve açıklamaktadır.

Risâle-i Nur, Kur’an’ın hakiki bir tefsiridir; iman hakikatleriyle ilgili ayetlere, bilhassa ilim adına yöneltilen hücumlara karşı kaleme alınmış yorumlar getirir. Bunu da, modern insanın, “bilimsel düşünce” ile şekillenmiş anlayışına hitap ederek yapar. Bunun için de, Kur’an’ın irşadını Batı insanına aktarabilecek uygunlukta yegâne eserdir. Çünkü, kâinatı ve içindekileri incelerken bunu öyle bir tarzda yapar ki, bunları tek bir Yaratıcının mahlûkları, Onun varlık ve birlik delilleri olarak görmenin, bütün bu varlıkları açıklayabilecek yegâne mantıklı izah tarzı olduğunu ortaya koyar. Risâle-i Nur açıkça gösterir ki, kâinatın mahiyeti, düzeni, ahengi, birliği ve cüzlerinin birbirine olan bağımlılığı, felsefenin ve materyalizmin ileri sürdüğü çeşitli görüşler için bütün ihtimalleri kapatmaktadır; tabiat ve tesadüf iddiaları bütünüyle akıl ve iman dışıdır. İster tabiat olsun, ister tabiat kanunları ve kuvvetleri olsun, isterse sebepler olsun hiçbir şeyin varlıkların yaratılmasına el karıştıramayacağını ve Allah’a şerik olamayacağını Risâle-i Nur ispat eder. Tabiat kanunları olarak bilinen ve kâinata nizamını veren şeylerin maddi ve harici bir vücutları yoktur; bunlar sadece ilim dairesinde vardırlar; kanundurlar, kuvvet değildirler. Kâinattaki düzen İlahi iradenin neticesi, tabiat kanunları da bu iradenin tecellisidir.

Batı insanı, bir fikri kabul etmek için delil ister. Risâle-i Nur da bütün bu meseleleri delillendirilmiş fikirler halinde sunar; bir görüş ileri sürer, sonra bunu mantıki delillerle ölçer, biçer ve sonunda delile dayanan bir neticeye ulaşır. Bir tevhid delilinden bir kısım olarak aşağıda nakledeceğimiz parça, bunun bir misalidir:

“Eğer bütün eşya birden o Kadir-i Ezeliye ve Alim-i Külli Şeye verilmezse, o vakit sinek gibi en küçükbir şeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden hususi bir mizan ile toplamak lazım gelmekle beraber; o küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler, o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemal-i san’atını bütün dekaikıyla bilmekle olabilir. Çünkü esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyle ise, herhalde, onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak; hangi zihayat olursa olsun, ekser anasır ve envaından numuneler, içinde vardır. Adeta kâinatın bir hülasası, bir çekirdek hükmündedir. Elbette, o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zihayatı bütün ruy-i zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lazım geliyor. Ve madem esbabı tabiiye cahildir, camiddir; bir ilmi yoktur ki bir plan, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre manevi kalıba giren zerratı eritip döksün, ta dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki her şeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz had ve hesaba gelmez eşkâller, miktarlar içinde bir tek şekil ve miktarda, sel gibi akan anasırın zerreleri dağılmayarak, muntazaman, miktarsız, kalıpsız, birbiri üstünde kütle halinde durdurmak ve zihayata muntazam bir vücut vermek, ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor.”(Lem’alar,s. 240)

Bu hakikatleri mantıklı ve muhakemeli görüşlerle ispat ettikten başka, Risâle-i Nur kâinatı ilim gözüyleinceler ve okur. Fizik ilimlerinin bütünü ışığında baktığında, kâinatı tek bir Yaratıcının eseri ve Esma-i Hüsnasınınaynası olarak gösterir. Her bir fennin, kâinatın işleyişinin bir yönünü tasvir ederek Yaratıcısını belliisimleriyle tanıttığını anlatır. Çünkü her bir fennin kaynağı, İlahi isimlerden birisidir; o fennin gelişmesi, oismin tecellilerini anlamak manasına gelir. Böylece, dinle çatışmak bir yana dursun, fenler Allah’ı tanımak içinbirer vesile olur.

Bu açıdan bakıldığı zaman, felsefenin soğuk, karanlık ve manasız dünyası, yerini hikmet ve gaye ile aydınlanmış bir kâinata bırakır. Risâle-i Nur kâinatı bir kitaba benzetir; gökler, yer ve mevsimler bu kitabın sayfaları, gece ve gündüz satırları, yeryüzündeki varlıklar kelimeleri, meyveler harfleri, çekirdekler de noktalarıdır. Bir sayfada birçok kitap, bir kelimede birçok sayfa, bir nokta içinde de bütün kitabın fihristi vardır. Bu geniş, içi çe münasebetler ve birliklerle dolu, kompleks ve mükemmel kitap öylesine yazılmıştır ki, her bir bölümü, hatta her bir harfi ve her bir noktası, onun tek Yaratıcısını bildirir. Bu kitap insana hitap eder; kendisini tanıtmak isteyen Müellifine, insanın bu kitabı ve bölümlerini okuyarak kâinat çapında bir ibadet, muhabbet ve şükürle karşılık vermesi için yazılmıştır. Onun içindir ki, bu kitabın gaye ve faydalarının çoğu insana bakar. İnsan ise, bu kitaptaki nizamı keşfedip varlıkların vazifelerini ve kâinatın işleyişini ilimler vasıtasıyla göstererek kâinat çapındaki bu kulluk vazifesine erişmiş olur.

Bu hakikati daha açmak için, Risâle-i Nur kâinatı bir ağaca benzetir. Unsurlar bu ağacın dalları, bitkiler yaprakları, hayvanlar çiçekleridir. İnsan ise, Allah’ın bütün isimlerine bir ayna olarak yaratılmış çekirdek hükmündeki kalbiyle birlikte, bu ağacın meyvesidir.

Kâinat ağacının meyvesi olarak, insan, şümullü mahiyetiyle, İlahi isimlerin tamamına mazhar olabilecek bir kabiliyettedir. Onun bütün varlıklar üzerindeki üstünlüğü de burada yatar. Bu ağacın ve bu kitabın bölümlerini tanıtan fenler, bu suretle İlahi isimleri tanıtmış olurlar. İnsan da, kabiliyetleri inkişaf ettikçe, bu isimleri üzerinde aksettirir. Böylece, bütün varlıklara mükemmelliklerini veren şümullü ilahi fiilleri onların ardındaki isimleri keşfedip tanıdıkça, insan kâinatın gayesini anlar ve muhabbet ve ibadetine karşılık verir. İşte, bilgi ve terakki yoluyla erişilecek böyle bir ibadetten ibaret olan insanın nihai gayesi de bu suretle anlaşılır. Kâinattaki buyüce gayeleri, maksatları ve hikmet eserlerini bu şekilde açıklayan, ibadet yoluyla erişilecek gerçek terakkiye işaret eden ve kendilerini manasızlıktan ve dalaletin çelişkilerinden kurtaran Risâle-i Nur, Batı dünyasının insanları için hayati ehemmiyeti haiz değil midir?

Allah’ın varlık ve birliği gibi, diğer iman hakikatlerini de, Risâle-i Nur, kâinattaki delillerini göstermek suretiyle ispat eder. Öldükten sonra diriliş, ahiret hayatı, peygamberlik, semavi kitaplar, melekler, kaza ve kader gibi iman rükünlerinde kesin delillere dayanan bir imanı elde etmenin yollarını gösterir. Bütün bunların akıl yoluyla anlaşılıp ispat edilebileceğini ortaya koyar. Risâle-i Nur ve Müellifinin, bu zamanın müceddidi ünvanını kazanmasının bir sebebi de budur. Hıristiyanlığın tahrif edilmesi sebebiyle bu meselelerde akılla barışık bir imandan mahrum kalan ve böyle izahlara karşı susuzluk içinde bulunan Batı insanına Kur’an hakikatlerini aktarmaya Risâle-i Nur’u layık kılan sebep de budur.

İnsanı, ölümden sonraki hayattan ve ebedi saadetten daha çok düşündüren bir mesele yoktur. Risâle-i Nur Kur’an’ın İlhamıyla bu hakikati aklen ispat edecek bir yolu bulduğu için, bir misal olmak üzere, Bediüzzaman’ın bu metodunu bizzat nasıl tarif ettiğini aşağıya alıyoruz. Bu pasajda atıfta bulunulan eser, Haşir Risalesi olan Onuncu Sözdür:

“[Bu eserin büyük kısmını teşkil eden bölümlerden] her bir hakikat, üç şeyi birden ispat ediyor: Hem Vacibü’l-Vücudun vücudunu, hem esma ve sıfatını, sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor. En muannid münkirden, ta en halis bir mü’mine kadar, herkes her Hakikatten hissesini alabilir. Çünkü Hakikatlerde mevcudata, asara nazarı çeviriyor. Der ki: Bunlarda muntazam ef’al var. Muntazam fiil ise failsiz olmaz. Öyleyse bir faili var. İntizam ve mizan ile o fail işgördüğü için, hakim ve adil olmak lazım gelir. Madem hakimdir, abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor, hukukları zayi etmez. Öyle ise bir mecma-ı ekber, bir mahkem-i kübra olacak. İşte, Hakikatler bu tarzda ise girişmişler. Mücmel olduğu için, üç davayı birden ispat ediyorlar.”(Barla Lahikası, s. 161)

İman rükünlerini tek tek izah ederken, bunların birbirleriyle münasebet halinde bulunduklarını ve herbirinin aynı zamanda diğerlerine de delil teşkil ettiğini, Bediüzzaman Risâle-i Nur’da göstermiştir. Böylece, etrafımızdaki dünyada cereyan eden hadiseleri ve İlahi fiilleri “okudukça” ve Allah’ın varlığını ve isimlerini tanıyıp onlara dair kesin bir iman elde ettikçe, gözlem, düşünce ve tefekkür yoluyla, öldükten sonra dirilişe ve ahiret hayatına da delile dayanan kesin bir iman elde etmek mümkün olur. Bu nurun ışığında bakıldığında kâinat öyle canlı ve manalı bir hal alır ki! Şimdi, Batı insanına, zaten gözlemek üzere eğitildiği kâinatı tıpkı Kur’an’ın gösterdiği şekilde okuduğu takdirde o kâinatın mana ve hikmetle canlanacağını, mantıklı bir imana vesile olacağını ve bu suretle kendisini yokluk ve ölüm zulümatıyla kararmış bir manasızlıktan kurtaracağını anlatmaktan daha güzel bir şekilde Kur’an’a inanmaya çağırmanın yolu var mıdır? Risâle-i Nur’da baştan sonra Bediüzzaman kâinatın nasıl okunacağını anlatır. Kâinatı, Müellifinden manalı mesajlar taşıyan harfler olarak okumayı öğretir. Okuyucu, bu sürede, etrafındaki dünyadan sürekli olarak dersler çıkarır, sürekli olarak Yaratıcısına dair bilgisini arttırır ve iman esasları hakkındaki imanını ve kesin bilgisini takviye eder.

Haşir ve ahiret konularına devamla, Risâle-i Nur, dünya ve ahiret, görünen ve görünmeyen alemleri bir arada inceleyerek, varlık alemine bir bütünlük içinde, mantıklı ve top yekûn şekilde bir bakış açısı sunar ve insan ile fiillerini bu tablo içine yerleştirir. Bu da Batı insanı için büyük ehemmiyet taşıyan bir noktadır.

Çünkü, kesret alemine, sebeplere ve tabiata bakan materyalist ve tabiatçı felsefenin tesiriyle, Batının bakışı bu dünyaya ve bu dünya hayatına teksif edilmiş ve Batı insanı maddede boğulmuştur. Hatta Hıristiyanlığa ve diğer dinlere yönelenler bile kendilerini bundan kurtaramazlar. Yaratılışı itibarıyla fanilikten elem duyan ve maddenin ötesinde ebediyet arayan insan için ise bu bakış açısının neticeleri pek ıstıraplıdır.

Risâle-i Nur, dünyayı üç yüzlü olarak tasvir eder. Bir yüzü ilahi isimlere bakar; onların nakışlarını aksettiren bir aynadır. Fanilik, ayrılık ve yokluk bu yüzde yer bulamaz; burada sadece yenilenme vardır. İkinci yüz ahirete ve ebediyet alemlerine bakar; onlar için bir tarla ve Cennet için bir fidanlıktır. Bu yüz, ebedi mahsuller ve meyveler yetiştirir, ebediyete hizmet eder ve fani varlıkları ölümsüzleştirir. Bu yüzde de ölüm ve fanilik yoktur,sadece hayatın ve ebediyetin tecellileri vardır. Üçüncü yüze gelince, bu da fani varlıklara, yani, bize bakar. Bu yüz,aşağılık güdülerin peşinde koşanların sevgilisidir; uyanık ve şuurlu olanlar için ise bir ticaret ve imtihanyeridir. Herhangi bir sebeple ilk iki yüzü göremeyenlere dünya, ancak fanilik, ölüm ve ayrılık ifade eden bu ıstıraplıve çirkin yüzünü gösterir.

Dünyanın ilk iki yüzüne, onun Yaratıcısı hesabına bakılır. Bu yüzler, tabiat ve sebeplerin perdesiarkasında veya ötesinde görünür. Üçüncü yüzde fanilik ve ölüm ifade eden devamlı değişiklik ve yenilenmeler,bu defa birçok manidar gayelere hizmet ederler. Bediüzzaman, varlıkların gelip geçişlerini şöyle açıklar:

“Şu mevcudat, irade-i İlahiye ile seyyaledir. Şu kâinat, emr-i Rabbani ile seyyaredir. Şu mahlûkat,izn-i İlahi ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor; alem-i gaybdan gönderiliyor, alem-i şehadette vücud-u zahirigiydiriliyor, sonra alem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbani ile, mütemadiyen istikbalden gelip hale uğrayarakteneffüs eder, maziye dökülür.” (Mektubat, s. 233)

Varlıklar yokluğa gitmez, görünen dünyadan görülmeyen aleme geçerler. Görünmeyen alemde ve Allah’ınilminde onların bir varlığı vardır; İlahi ilim ve iradenin tecellisiyle bu görülen dünyada harici bir varlığa kavuşurlarve burada kaydedildikten sonra İlahi ilim dairesine ve ahiret ve gayb alemlerine geçerler. Varlıkların bu şekilde mütemadiyenakıp gitmeleri ve gelip geçmeleri, baştan aşağı hikmetlerle, faydalarla, gaye ve maksatlarla doludur. Risâle-i Nur,hikmeti her şeyi kuşatan yaratıcının bu dünyayı ilahi isimlerinin sayısız nakışlarını sınırlı bir sahadasergileyecek ve sonsuz manaları ifade eden sonsuz mühürleri bir küçücük sayfaya sığdıracak bir şekilde yaratıldığınıanlatır. Allah bu dünyayı verimli bir tarla şeklinde yaratmış ve onu daima taze mahsul verecek bir şekilde öylesinehazırlamıştır ki, kudretinin sayısız mucizelerini her an eksin ve devşirsin ve sonsuz rahmet hazinelerinden sınırsızhediyeleri orada teşhir etsin. Varlıkların akışıyla, Allah bu küçücük dünyada, ahiretin sınırsız dünyalarınayaraşacak genişlikte mahsuller yetiştirir. Aynı şekilde, sınırsız İlahi kemalini, cemal ve celalinin sınırsıztecellilerini ve rububiyetinin sınırsız azametini sınırlı bir zamanda ve sınırlı bir sahada böylece sergiler.

Diğer yaratıklar gibi, insanın fiil ve hareketleri de ahiret alemlerine akar. Bediüzzaman, bu muazzamhakikati şöyle açıklamaktadır:

“Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir vesilsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalananmevcudatın iki havuzudur ve lütuf ve kahrın iki tecelligahıdır ki, dest-i Kudret bir hareket-i cedide ile kâinatı çalkaladığıvakit, o iki havuz münasip maddelerle dolacaktır.” (Sözler, s. 490)

Burada Risâle-i Nur ile ilgili bir diğer önemli noktaya geliyoruz ki, o da, Risâle-i Nur’un bu derinmeseleleri herkesin kendi seviyesine göre anlayabileceği bir şekilde izah etmesidir. Risâle-i Nur, mukayese ve temsilyoluyla, uzak ve geniş hakikatleri bir teleskop gibi yaklaştırır. Bütün meseleler uygun karşılaştırmalarla,misaller veya hikâyelerle tasvir edilir; böylelikle eserlerdeki mantık ve muhakeme kolaylıkla takip edilir ve varılanneticeler kolayca kavranır. Risâle-i Nur’un üslûbu yumuşak ve tesirlidir; kusursuz delilleriyle kesin bir şekilde iknaeder. Muhtevası hakikat, Üslûbu hakikidir. İslam dininin böylesine yanlış tanıtıldığı ve yanlış anlaşıldığıBatıya gerçekleri aktarabilmek için bundan daha uygun bir vasıta olamaz. İslam’ı ve Kur’an’ı Risâle-i Nur vasıtasıylatanıyan kimse, her ikisini de mutlaka sevecektir.

Bütün bunlara ilave olarak, Risâle-i Nur din ile felsefeyi, iman ile inançsızlığı, hidayet iledalaleti, çeşitli muhtevalar içinde ve çeşitli seviyelerde karşılaştırır ve her seferinde de gösterir ki, doğrulukve hakikat kadar hakiki menfaat, mutluluk ve terakki de sadece birincisindedir. Felsefe, hangi şekilde olursa olsun, insanınyaratılışında bulunan sorulara cevap veremez ve ona gerçek saadet sunamaz. Çünkü felsefe bakış açısını dünyaile sınırlamış ve maddede boğulmuş, dünyayı ve insanı da manasızlık ve gayesizliğe mahkûm etmiştir.

Bu yüzdendir ki, felsefenin varlık alemini dayandırdığı tabiat ve sebepler gibi mefhumların çelişki ve çürüklüklerini ortayaçıkaran ve varlıkların yaratılışındaki hikmetleri ve yüce gayelere işaret ederek kâinat ve insanın yegâne mantıklıaçıklamasının Tevhidde bulunduğunu gösteren bir eserin, Batı insanı için, hiç şüphesiz hayati ehemmiyeti vardır.Gerçekten de, ilim ilerledikçe ve insanlar Batı felsefesinin çelişkilerini fark ettikçe, ilim ve dini bir araya getirenve Kur’an’ın Tevhide dair mesajını layıkıyla açıklayan Risâle-i Nur’un ehemmiyeti de artacaktır.

 

Kaynak: rne.com.tr

 

www.NurNet.org

Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-7

Âhiret, Cennet, Cehennem ve Esma-yı Hüsna İlişkisi

Cennet, “ fazl-ı Rahmânî ” dir; saadet-i ebediye ise, “ atâ-yı İlâhî ” dir. Kur’an, hem Yunus Suresi 58, hem Fetih suresi 29. âyetlerde cennetin “ mahz-ı fazl ” olduğunu belirtirken Hud suresi 108. âyet ise, cennette ebedî saadet ve saltanatın “ atâ-yı gayr-ı meczûz ” olduğunu bildiriyor. Yani kesintisiz bir atâdır.

Hz. Peygamber (ASM) ise Cevşenü’l-Kebîr 19. Bâbda şöyle der: “ Yâ men lâ yürcâ fadluh * Yâ men lâ yühâfu illa adluh… ”      ( Ey Kendisinden mahz-ı fazlı olan Cennet rica edilen ve ümit edilen * Ey Kendisinin mahz-ı adaleti olan Cehenneminden korkulan Allah! ” Bu bâbda, Cennet, fazl-ı Rahmânî; Cehennem ise adalet-i Sübhaniye olarak gösterilir.

Hz. Risalet (ASM) atâ, cûd ve fazl sıfatlarını tanıtırken Cevşenü’l-Kebîr 8. Bâbda şöyle der: “ Yâ ze’l-menni ve’l-atâ… Yâ ze’l-cûdi ve’n-na’mâ * Yâ ze’l-fadli ve’l-âlâ ” ( Ey minnettârlık hissi uyandıran nimet ve ikramların ve çok özel lütuf olan atânın sahibi… Ey cömertlik ve nimetler sahibi * Ey fazl ve şahane nimet ve ikramlar sahibi ) Yani Allah’ın cömertliği ve Cevvad ismi, sayısız ve hesap edilmez nimetlerde görünür. Allah’ın fazlı ise, nimetler içinde şâhâne özellikte olan ve hususi bir ikram konumunda olanlarla gözükür. Ki Rahmân suresi, bu tarz nimetlerin tekzibini vurguluyor. Allah’ın atâsı ise, kullarda minnettarlık hissi uyandıran, bu açıdan Mennân isminin tecellisiyle beraber kendini gösteren bir lütuftur. Bu manasıyla Cennet, Rahman isminin ebedî bir ikramı, cûd ve fazlı iken; saadet-i ebediye, Hannân ve Mennân isimlerinin ebedî ve sermedî bir ikramı, lütfu ve atâsıdır. Saadeti, saadet yapan, ebediyettir. Bitiş endişesi, ihtimali dahi saadeti bitirir. Bir gün biten ve bitecek bir nimet, ihtimaliyle dahi kişiye hüzün verir. Kur’an Hud suresi 108’de ehl-i saadete diyor ki: “ Ey ehl-i saadet, Cennet sizin için kesintisiz bir atâdır. Hiç bir endişe ve ihtimal aklınıza gelmesin.

  1. Bab’da ricalarla ümit edilen fazl-ı Rahmâniyi, Hz. Risalet 48. Bab’da şöyle açıyor: “ Ya men afvühü fadlun * Ya men azâbuhu adlün ” ( Ey afvı, kullar için fazl-ı Rahmânî olan * Ey azâbı, kulları için adl-i Sübhânî olan Zât! ) Demek Fâdıl ismi, Afüvv burcunda tecelli edecek; kulların Cennete girişi Afüvv isminin cilvesiyle mümkün olacak. Cennete Adl ve Âdil ismi ile girilmez. Adl ve Âdil ismi noktasında, insanların hak ettikleri yer cehennem ve azabdır. Bu, Cevşen’de Hz. Peygamber (ASM) tarafından tekrar tekrar vurgulanır. Demek ebedî birer hakikattir; “ Allah’ın nimetlerini saymakla bitiremezsiniz[1] ayetinin de neticesidir. Çünkü insan saymasından âciz olduğu, çoğunluğundan gâfil olduğu nimetlerin şükrünü de eda edemez. Şükredemediği nimetin de, ebedîsine hak kazanamaz. Bilakis gafletinde olduğun nimetler kadar nankör olur. Bu da, cezayı gerektirir.

Bazı İsim ve Hakikatlerin Aralarındaki Özel İlişkiler

( Hamîd-Mecîd,Veliyy-Halîl, Nur-Hayy, Câil-Fâtır )

Esma-yı Hüsna arasında âlem, boyut, tecelli dairesi farklılıkları vardır. İnsan manevi yolculuğu ve kemale erme seyahatinde farklı âlemlerde farklı isimlerin tecellileriyle karşılaşır. O âlemde o ismiyle Rabbiyle muhatap olur. Miraç yolculuğunda Hz. Peygamber (ASM) farklı sema tabakalarında farklı isimlere mazhar peygamberlerle karşılaştı. O bu yolculuğunda sırası ile, Hz. Âdem, Hz. İsa ve Yahya, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim    ( Aleyhimüsselam ) ile görüştü. Hz. Âdem (AS) gibi Alîm ismine; Hz. Îsa (AS) gibi Kadîr ismine ve Hz. Yahya (AS) gibi Muhyi ismine, Hz. Yûsuf (AS) gibi, Mürîd ismine; Hz. İdris gibi Basîr ismine, Hârun (AS) gibi Semî ismine; Hz. Mûsa ( AS) gibi Mütekellim ismine; Hz. İbrahim (AS) gibi, Hayy ismine; mazhar oldu. Bu manada Hz. Peygamber’i (ASM) hakkıyla anlamak için kişi bu 7 isme mazhar olmalı ki Rahman ismini, Rahmaniyeti ve bütün bu 7 sıfatı şahsında cem’ eden Zât-ı Muhammediyeyi (ASM) anlayabilsin. Miraç bu 7 isim ve sıfatta yapılan bir terakkidir. Sıfat-ı sübutiyeden, sıfat-ı zâtiyeye doğru bir yükselişin ismidir. Bu manada Cevşenü’l-Kebir duası, Hz. Peygamber’in (ASM) Allah’a külli yürüyüşü ve yolculuğunun zenginliğini gösteren bir marifet kitabıdır.

Esma-yı Hüsna’dan Hamîd ve Mecîd, hamd ve mecd hakikatlerine dayanarak bir paket program oluştururlar. Resulullah (ASM) Cevşenü’l-Kebîr 77. Bab’da şöyle bir izah ve şifre verir: “  Yâ men hüve’l-veliyyü’l-hamîd ” ( Ey kulları için Veliyy ve Hamîd olan Zât )… Bu izaha göre Hamîd ismi, Veliyy ismi ile alakalıdır. Şahid olduğum ve Allah’ın kasdını alenen hissettiren bir manzaraya binaen diyebilirim ki Mecîd ismi de, Halîl ismi ile alakadardır. Velâyet, âyetin ifadesi ile, “ nûr ” a erişmektir. Velayet, ruhun, hakikat nurları ile çevrelendiğinin fark edilerek korkulardan kurtulmasıdır. Hıllet ise, ruh goncasının güller gibi açılması ve etrafına rayiha saçacak hale gelmesidir. Velayette, dost dostu kuşatır, bilir, onu anladığını ona gösterir; hıllette ise, dost dostu yaşar, onun gibi bilir, görür aynen onun gibi hisseder ve yaşar. “ Allah, İbrahim’i halîl edindi[2] ayeti hem bu manayı bildirir; hem Hz. İbrahim’in (ASM), Mecîd ismine mazhariyetini haber verir. Hamîd ismi, bilkuvve ruhanileşmek, ruhlaşmak ve çekirdekleşmek; Mecîd ismi ise, ruhu yaşamak, gülleşmek, rayiha saçmaktır.

Ruhânî hayat, hakikatlere dayandığı için, fıtratı ve kalbi de tedavi eder. Bu manada ruhani hayat, sağlıklı bir kalbî hayatı da netice verir ki, buna “ selamet ” denilir. Hz. İbrahim şöyle der: “ Mahşer günü ne oğullar ve ne mal fayda verir. Ancak fayda gören mahşere kalb-i selîm getiren kişidir. ” ( Şuara, 88 )

Resulullah (ASM) Cevşenü’l-Kebîr 77. Bab’da şöyle bir ifade kullanarak farklı bir pencere açar: “ Ya men hüve Kur’anuhu mecîd ” ( Ey Kur’anı Mecîd olan Zât )… Demek ki Kur’an, Mecîd ismine mazhardır. Bu noktadan bakılırsa vahyin “ ilim ”  ve “ hakikat ” cihetinin adı olan “ Furkan ” kısmı, Hamîd ismine; vahyin “ hikmet ”  ve “ hakk ” cihetinin adı olan “ Kur’an ” kısmı, Mecîd ismine mazhardır. O halde Hamîd ismi, sağlıklı bir manevi yapı, gaybî boyut ve iman sağlamasıyla, Alîm ismiyle alakadardır; Mecîd ismi de sağlıklı bir maddi yapı, şehâdet boyutu ve islam sağlamasıyla, Hakîm ismiyle alakalıdır. Bu noktadan, Hamîd ismi, nübüvvet hakikati dairesinde görünür; Mecîd ismi ise, risalet hakikati dairesinde görünür.

Vahy  “ Kur’an-ı Kerîm olarak ”, şehadet âleminin keremine erdirir. Hem “ Kur’an-ı Hakîm ” olarak, şehâdet âleminin sırlarını çözdürür, manasını gördürür. Hem “ Kur’an-ı Mecîd ” olarak, şehâdet âleminin şeref ve izzetine vardırır.

Başka bir açıdan da kâinat kitabı,   “ Kur’an-ı Mecîd ” ve “ Kitâb-ı Mübîn ” dir. Mecîd ismi, Hayy ve Fâtır isimleri dairesinde tecelli eder. Hamîd ismi ise, ruhun kaynağı olan Nur ve Câil isimleri dairesinde… Hayy ve Fâtır isimleri, ilim ve emir sıfatlarının kudret ve irade ile birleşmesiyle, yani ruhun maddeyle birleşmesiyle tecelli eder. Bu noktada Mecîd ismi, kudret sıfatının celalli ve cemalli tecellileriyle kendini gösteren kemâlî bir isimdir. Kudretin bu celalli ve cemalli tecellilerine havl ve kuvvet denilir. Bu manadan dolayı havl ve kuvvetin yalnızca Allah’a ait olduğunu ve böyle bir kudretin yalnız Onda ve Onunla bulunduğunu, hem bu kudret ve iktidarın Onun elinde bir âlet olduğunu bildiren “ La havle ve lâ kuvvete illa billâhi’l-aliyyi’l-azîm ” cümlesine “ Kelime-i Temcîd ” denilir. Bu cümlenin mecd hakikatinin tecellisi olduğunu ifade eder.

Bu manada kudret sıfatının en geniş tecellisi olan ve kudret ile yaratma sisteminin sembolü olan “ Arş ” ın bu aynalığı için Resulullah (ASM) Cevşenü’l-Kebîr 77. Bab’da “ Yâ ze’l-arşi’l-mecîd ” ( Ey mecîd olan Arş’ın sahibi Zât ) der. Bu noktada Arş hakikati, Fâtır ismi ve risalet hakikati arasında ciddi bir bağ vardır ki Kur’an şöyle der: “ Onların resulleri dediler ki: ‘ Göklerin ve yerin Fâtırı hakkında şekk olabilir mi? ’ ”[3]

Namazda okunan Salli-Barik duaları, Hamîd ve Mecîd isimleri ile biter. Bu dualar, ümmete iman hizmeti yapacak üstadlar ve hocaları; hem İslam hizmeti yapacak pirler ve mürşidleri yaratması için Allah’a yalvarmaktır.[4] Üstadlar, vâris-i nübüvvet olarak, iman hizmeti yapıp Hamîd ismine; mürşidler ise, vâris-i risalet olarak, İslam hizmeti yapıp Mecîd ismine mazhar olurlar. Ehl-i Beyt’in bu mazhariyetini bildiren Hud Suresi 73. âyet der ki: “ Melekler İbrahim’e dediler ki: ‘ Allah’ın çocuk vermesi emrine mi şaşırıyorsunuz? Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerindedir, ey Ehl-i Beyt… Hakikaten O, Hamîd ve Mecîd’dir. ” Bu açılardan bakıldığında mecd, ehl-i hakta olabilecek bir hususiyettir; hamd ise, ehl-i hakikatte olur.

Bir insan, hakikate erse ve bekayı kazansa, hal dili Yâ Hamîd der; aynı kişi hakka erişse ve ebediyete ulaşsa, hal dili Yâ Mecîd der. Bu seviye, şahsî kemalattır. Aynı kişi ilim ve ihlas ile, diğer insanların hakikate ve bekaya ermeleri için çalışsa “ Hâmid ismi ” ne mazhar oluyor; hem aynı kişi hikmet ve uhuvvet ile, müminlerin hakka ve ebediyete ulaşmaları için çabalasa “ Mâcid ismi ” ne mir’at oluyor.

[1] Nahl suresi, 18.

[2] Nisa suresi, 125.

[3] İbrahim suresi, 10

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 6. Şua, 2. Sual, 1. Cihet.

Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-6

İlâhî Hürriyet ve Esma-yı Hüsna

Hz. Peygamber Cevşen’de bir bölümü Allah’ın en baş sıfatı olan iradeye, bu iradenin kökü olan, Onun Zâtının taayyünü manasında olan ve hiçbir kayıd altına girmeyen “ meşiet ” sıfatına ayırır. Bu sıfatın kâinatın her karesinde tecellisini gösterir. Tâ ki, doğru bir Ulûhiyet marifeti ve telakkisi hasıl olsun. Cevşen’deki 82. Bab meşiet hakikatine tahsis edilmiştir. Orada şöyle der: “ Yâ men yahluku men yeşâu * Yâ men yef’alu men yeşâu * Yâ men yehdî men yeşâu * Yâ men yudıllu men yeşâu… ” ( Ey dilediğini maddi vücuda getiren ve yaratan * Ey dilediği şeyi yapabilen ve yapan * Ey dilediğine hidayet veren ve bahşeden * Ey dilediğini hakikat yolundan saptıran ve dalalete atan… )

Kur’an Hud Suresi 105-108. âyetlerde meşietin mutlaklığını vurgular. “ Allah dilerse, ehl-i cenneti cennetten çıkartabilir. Ehl-i cehennemi de cehennemden çıkartabilir. Hiçbir şey ve hiçbir irade Onu sınırlayamaz ” der. Meşietin, kayıtsızlığını vurgular. Fakat “ Cennet, ehl-i cennet için kesintisiz bir nimettir ” diyerek, böyle bir dilemede bulunmayacağını bildirir. Buna mukabil Cehennem noktasında “ Dilerse, ehl-i cehennemi cehennemden çıkartabilir. Allah, dilediğini yapar ” diyerek, Cehennem’den çıkış mümkündür müjdesini de veriyor. Cennetten çıkabilme ihtimalini ve endişesini ise kapatıyor. Tâ ki cennette, saadet olabilsin. Bir gün biten bir cennet, insanı mes’ud ve mesrur değil, mahzun eder. Zâten Hud suresi, “ saadet ehli ” nden bahsederken “ Cennet’ten çıkışın olmayacağını ” söylüyor. Bu çok mühim bir nükte!

Tefekkür Usulü ve Esma-yı Hüsna

Cevşen, âfâkî tefekkürün usulünü öğretip âfâkta kudret-i İlahiyeyi temaşa etmek gerektiğini vurguluyor. Bunu 2 temel babda işliyor: 42. Bab ve 56. Bab…

  1. Bâb mâziden bu mevcud hale kadarki süreci ve mevcud halde kudret eserlerini okumayı öğretiyor. Mesela şöyle diyor:       “ Yâ men hüve fi’s-semâi azametuh * Yâ men hüve fi’l-ardi âyâtuh * Yâ men hüve fî külli şey’in delâiluh * Yâ men hüve fi’l-bihâri acâibuh * Yâ men yebdeu’l-halka sümme yuîduh * Yâ men hüve fi’l-cibâli hazâinuh… Yâ men yuarrifu’l-halâika kudreteh ” ( Ey semâda azamet-i kudreti görünen * Ey arzda kudretinin âyet ve mu’cizeleri bulunan * Ey her şeyde kudretinin ve Kendisinin delilleri olan * Ey denizler içinde acâib, çok güzel ve beğenilen yaratıkları olan * Ey her şeyi belli bir model ve kalıpla yaratmaya başlayan ve sonra o kalıba göre onu tekrarlayan ve devam ettiren * Ey dağların içinde hazineleri bulunan… Ey yarattıklarına kudretini tanıtan )
  2. Bab ise bu kudretin farklı fiillerde farklı surette görünüşünden hareketle mevcud hali okumadan tâ kabir-mahşer-hesap-mizan-cennet ve cehenneme kadar ebedî süreçteki kudret tecellilerini gösteriyor. Bu babda şöyle der: “ Yâ men hüve fi’l-berri ve’l-bahri sebîluh * Yâ men hüve fi’l-âfâki âyâtuh * Yâ men hüve fi’l-âyâti burhânuh * Yâ men hüve fi’l-memâti kudretuh * Yâ men hüve fi’l-kubûri izzetuh * Yâ men hüve fi’l-kıyâmeti milketuh * Yâ men hüve fi’l-hisâbi heybetuh * Yâ men hüve fi’l-mîzâni kadâuh * Yâ men hüve fi’l-cenneti rahmetuh * Yâ men hüve fi’n-nâri azâbuh ” ( Ey arzın kara ve denizden oluşan kısımlarında Kendisine giden birer yol olan * Ey arz ve semâdan müteşekkil âfâkta âyet ve mucizeleri bulunan * Ey âyet ve mucizeleri içinde kudretini ve varlığı gösteren burhanlar olan * Ey ölümlerde fânilerin aczi içinde doğrudan kudreti, tesir ediciliği ve her şeyi teslim alıcılığı gözüken * Ey kabirlerde ve berzah âleminde bütün benlik sahiplerinin alçalmasında izzeti gözüken * Ey kıyâmette bütün benlikleri kelepçelemesinde melikiyeti gözüken * Ey mahşerdeki hesapta herkesin boyun bükmesinde heybeti gözüken * Ey mizanda iradesinin tecellisi ve kazâsı gözüken * Ey cennette rahmeti gözüken * Ey cehennem ve ateşte azâbı gözüken )

Böylece Resulullah (ASM) Kudretin ezelî ve ebedî tecellilerini okutturuyor ve diyor ki: “ Yer ve gökleri böyle âyetleriyle doldurmuş ve her şeyi kudretinin bir mucizesi kılarak sana hizmetkâr kılmış O Zât-ı Mutlak’ı, bu akılla tanımazsan ve şu kalple sevmezsen elbetteki Cehennemi hak edersin… Ya bu mevcud hali ve içindeki azamet-heybet-izzeti reddet veyahut madem edemiyorsun senin kemalini isteyen ve her şeyi sana boyun eğdiren bu kudrete teslim ol, itaat et! Bu mevcud hal, öncesi ve sonrası o kudretin ezelî ve ebedî oluşunu sana bildirir. Ölüme kadar ki istikbalin ve içindeki kudretin tecellisi; hem geçmiş ecdadının ölümüne rağmen kudretin tecellideki devamı ve asırlardır istimrarı; kudret-i İlâhiyenin kabir ve kıyamet şeklinde de varlığına, devamına ve farklı tecelliler sergilemesine delildir, alamettir, işarettir.

Bu şekilde Hz. Peygamber (ASM) bütün zamanın, kudretin tecellisi ve faaliyetinden ibâret olduğunu bildiriyor. Hem farklı fiillerde bu kudretin farklı yüzünü gösteriyor. Böylece Tevhid şemsiyesi altında âfâkî tefekkürden Âhirete imana geçiyor. Bu geçişte, kâinattaki azamet-i kudrete rağmen şu küçücük insana kâinatın hizmetkâr olmasındaki dehşet verici sırrı kullanıyor. “ Eğer, Âhiret yoksa, neden bu zavallı ve küçücük insana bu hizmetkârlık yapılsın ve koca kâinata boyun eğdirilsin? Yatırımın ve hizmetin büyüklüğü, çıkacak neticenin ve meyvenin büyüklüğünü gösteriyor. Madem kâinatın bu itaati ve hizmeti insanın kabul ve reddiyle değişmiyor; madem kâinat ile insanı böyle göbeğinden birbirine bağlayan muazzam bir kudret var. Elbette o kudret, ikinci hayatı yapacaktır. İkinci hayatın varlığının en büyük delili bu birinci hayatın inşası ve içindeki bu azametli teshir ve istihdamdadır. Katrilyonlarca yıldızdan müteşekkil bir âlem, küçücük bir insana neden boyun eğsin?! Eğer Âhiret gibi nâmütenâhi ve ebedî bir hayat yoksa bu dehşet verici boyun eğdirmeyi kim yapıyor? Niye yapıyor? Elbetteki, Âhiret vardır. Delili de, bu teshir-i kâinat ve istihdam-ı küll-ü eşyadır. İstihdam ve teshir, azametli olduğu için hesapta heybet-i İlâhîye gözükecek. Âmennâ ve saddaknâ!

Tarihçi yazar Yavuz Bahadıroğlu vefat etti

İnna lillahi ve inna ileyhi raciun: Yavuz Bahadıroğlu mahlasıyla bilinen tarihçi ve yazar Niyazi Birinci vefat etti.

Yazarın vefat haberini oğlu Mücahit Birinci sosyal medya hesabından duyurdu.

Birinci, ”Yolumu aydınlatan, mücadelesi ile bana ilham veren, bir neslin doğru yetişmesine vesile olan babamız Niyazi Birinci (Yavuz Bahadıroğlu), Allah’ın rahmetine yürüdü. Rahman ve Rahim olan Allah, ona şefkati ile muamele etsin. Başımız sağolsun” dedi.

Paylaşımın ardından Birinci’nin dostları ve sevenleri, sosyal medya hesaplarından üzüntülerini dile getirdi. Birinci, bir süredir hastanede tedavi görüyordu. 

YAVUZ BAHADIROĞLU KİMDİR?

Yavuz Bahadıroğlu, 1945 senesinde Rize’de dünyaya geldi.

Gazeteciliğe 1971 senesinde İstanbul’da başladı.

Yeni Asya-Yeni Nesil gazetesinde muhabirlik, araştırma-inceleme, röportaj ve fıkra yazarlığı yaptı.

Ayrıca gazete, dergi ve şirket yöneticiliği de yapan Bahadıroğlu, gazetecilik yaparken çocuklara yönelik eserler üretti. Yüzlerce çocuk romanı, hikaye yayınladı.

Asıl çıkışını ilk romanı “Sunguroğlu” ile yaptı. Ardından “Buhara Yanıyor” romanı, ülkenin en çok satan romanlarından oldu.

Genelde Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli dönemlerini ele alan otuzu aşkın romanı vardır.

Yurt içinde ve yurt dışında çeşitli konularda binlerce konferans verdi ve çeşitli kurum ve kuruluşlardan ödüller aldı.

İki kitabı Kültür Bakanlığı tarafından yayımlandı.

Yavuz Bahadıroğlu son olarak Yeni Akit Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapmıştı.

Evli ve üç çocuk babasıydı.

Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-5

Vahdet-i Zât ve Kesret-i Esma Sırları

Bir zâtın, zâtı bir ve tek olsa da ünvanları, isimleri çok olabilir. Dünya milletlerinde tarih boyunca görünen şirklerin ana kaynağı bu meseledir. Allah’ın isimlerini kendisinden kopuk, bir birinden kopuk ve ayrı algılamalarıdır. Yunanlılar aşk ve sevgi tanrıçası, Afrodit; hikmet ve bilgi tanrısı, Hermes; güzellik tanrıçası, Venüs v.s. isimlerle Allah’ın Vedud-Hakîm-Cemil isimlerini, aşk-hikmet-cemal sıfatlarını Onun zatından ayrı, birbirlerinden kopuk olarak düşünmüş ve görüp şirke düşmüşler. Cevşenü’l-Kebir ile Hz. Peygamber (ASM) bu konuda tespit yapıyor: “ Zât, bir ve tektir. Fakat çeşitli bağlantı ve yönler itibariyle 1001 ismi-ünvanı-sıfatı vardır. ” Örnek: Padişah misali… Padişah 1 tanedir. Fakat mülkiye denilen idarecilikte onun adı “ Sultan ”; hukuk ve adalet işlerinde ismi, “ Hâkim-i Âdil ”; askeriyede   “ Kumandan-ı A’zam ”; ilim sınıfı ile irtibatında “ Halife… ” Padişahın isim ve sıfatlarının çokluğu zâtı itibariyle bir ve tek olmasına halel vermiyor. Bilakis onun zatının ihtişamını ve büyüklüğünü gösteriyor. Çünkü Padişahı tanımak isteyen kişi, isimler ve ünvanların, sıfatların ve şuunatın kaynağı olarak padişahın mükemmel zâtını bulacak ve görecektir.

İsimler, Zâta ait bir hakikati ve zâtî cepheyi gösterse ve ifade etse de tam manasıyla Zât-ı Akdes’i ifade edemezler. Özellikle celal ve cemal ayrımı taşıyan isimler. Mesela Zât, ihya fiiliyle hayat verir, diriltir; fakat Zât-ı Akdes’in imate fiiliyle öldürüşü, Mühlik ismiyle helak edişi var. Bu noktada kemalî isim ve sıfatlar Onu anlatmada biraz daha ileri bir boyut ifade ederler. Kudret sıfatı ve Kadîr ismi gibi… Fakat kudret sıfatı ilim, basar ( görme ) ve sem’ ( işitme ) gibi sıfatlardan mahiyet ve özellik olarak ayrı olduğu için Zât’ı tanıtma ve bildirmede kemal bir sıfat olsa da yetersiz kalmaktadır. Bu açıdan İslam kelam âlimleri kudret, ilim, irade gibi sıfatları Zât-ı Akdes’in ne aynı ne gayrı diye ifade ederler. Yani Onu tam ifade edemediği için aynı değildir; Onsuz olamadığı ve Onun bir sıfatı olduğu için gayrı da değildir, derler. Bu noktada zâtî ve selbî sıfatlar olan vücud, kıdem, beka, vahdaniyet, kıyam binefsihi Zâtı tam ifade ettikleri ve anlattıkları için “ Onun aynıdır ” diye tasnif ederler.

Hz. Peygamber (ASM) her ne kadar bütün isimler zâtî olmasa da hepsinin temelinde Zât’a dayandığını, Ondan feyiz, nur ve kuvvet aldığını Cevşenü’l-Kebir’de işler. Bu şekilde her isimden Zât-ı Akdes’e giden bir yol açar. Bu yönü 2 babda görüyoruz: 31. Bab ve 73. Bab…

Cevşen, İlâhî sıfat, isim ve fiilin zâtiliğini öğretecek şekilde bâb tasnif eder. Bu zâtiyet vasfı, en derin bir sır olduğu ve misli olmadığı için, kâinatta ve kullardaki sıfatların izâfîliğini ve cüz’îliğini nazara sunup Allah’ın sıfatları ve fiilleri böyle değildir, der. Bunu yapmaya mecburdur. Çünkü zâtiyet gerçek manasıyla sadece ve sadece Allah’a mahsustur. Kullardaki zâtiyet, izâfîdir. Yukarıdaki bölümlerde görüldüğü gibi, kul hem fâil hem mef’ûl iken Allah, sadece ve sadece Fâil’dir. Fiili Külli ve Kendisi Fail-i Mutlak olan tek bir zât var. Misli yok ki, başkası Ona misal olsun. Bu noktada 31. Bâb ve 73. Bâb, bu zâtiyet sırrını açıyorlar. Âfâki meşreb birisi için 31. Bâb “ izzet, latîfiyet, rakîbiyet, kaimiyet, hayat, melikiyet, beka, âlimiyet, samediyet ve kuvvet ” sıfatlarıyla zâtiyet dersi verilirken; enfüsî meşreb birisi için 73. Bab “ ehadiyet, ferdiyet, samediyet, vitriyet, rububiyet, ğınâ, sultâniyet, melikiyet, mevcûdiyet ” şeklinde zâtiyet daha derinden ders veriliyor.

İsimlerin İç İçe Tecellisi, Ehadiyet Goncası-Ferdiyet Gülü

Hakiki manada Zâtî isimlerden ve tecellisi de zâtî tecelli olan Ehadiyet, hilkatin zaruri bir gereği olarak her nesnede, fakat canlılar dünyasında ve her bir canlıda bilfiil olarak kendini gösterir. Bu ciheti Hz. Peygamber (ASM) keşfettiği için Cevşen’de 3 bâbda bu meseleyi işler: 35. Bab, 11. Bab ve 65. Bab… İlk bab insanlar arası bağları inşa eden Ahde Vefa meselesinde; ikinci ve üçüncü bablar ise Kişisel Ömür’de…

Cevşen’deki bu bölümlerde bir faaliyet veya varlık için gerekli diğer fiiller, isimler ve sıfatlar zikrediliyor. Tâ ki bir fiil, diğer fiillerle örülmüş bir gonca gibidir bilinsin diye. Bu bakış aynı zamanda Ehadiyet dersidir de… Çünkü Ehadiyet tecellisi, bütün fiil ve sıfatları da içinde barındırır. Cevşen’in 35. Bâbı böyle bir derstir. Şöyle der: “ Yâ men hüve fî ahdihî vefiyy * Yâ men hüve fî vefâihî kaviyy * Yâ men hüve fî kuvvetihî aliyy * Yâ men hüve fî uluvvihî karîb… ” ( Ey ahdinde, vefalı olan * Ey vefâsı içinde kuvvetli olan * Ey kuvveti içinde yücelik taşıyan, ulvî olan * Ey ulviyet ve yüceliği içinde yakın olan… ) Bu şekilde 35. Bâb 10 hakikati bir tek  “ ahde vefâ ” nın içinde okutur ve hakikatler arasındaki telâzumu ders verir. Bu 35. Bâb şu 11 hakikati iç içe sunar: “ Taahhüd, vefâ, kuvvet, ulviyet, kurbiyet, latîfiyet, şeref, izzet, azamet, mecd ve hamd.

Cevşen’deki diğer bölümde Hz. Peygamber (ASM) kendi geçmişini ve hayatını okur. Bu enfüsî okumayla, Ehadiyet-i İlahiyenin tecellisini kendi dünyasında katmer katmer keşf eder. 11 ve 65. Bâblar bu şekildedir.

  1. Bab’da der ki: “ Yâ men halakanî ve sevvânî * Yâ men rezakanî ve rabbânî * Yâ men et’amenî ve sekanî * Yâ men karrabenî ve ednânî * Yâ men asamenî ve kefânî … ” ( Ey benim cismimi yaratan ve güzelce düzenleyen * Ey beni rızıkla yaşatan, terbiye edip büyüten * Ey beni yedirip içiren ve güzelce yaşatan * Ey beni Kendisine yakınlaştıran ve Kendisi de bana yakınlığını hissettiren * Ey beni koruyan ve bana kâfi gelen… )
  2. Bâb ise, Ehadiyetteki teselliyi ve Allah’ın kuluna kifâyetini ders veriyor: “ Yâ ıddetî ınde şiddetî * Yâ recâî ınde musîbetî * Yâ mûnisî inde vahşetî * Yâ sâhibî ınde ğurbetî * Yâ veliyyî ınde ni’metî… ” ( Ey şiddet ve zorluk anında hazırlığım * Ey musibet zamanında ümidim * Ey yalnızlık zamanımda sıcacık gönüldaşım * Ey gariplik ve gurbet anımda sâhibim ve * Ey nimetler içinde dostum… )