Kategori arşivi: Haberler

Risale-i Nurların Tahrif Edildiği iddiası

Risale-i Nur Külliyatı, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri hayattayken yazımı, tashihi ve kitap haline gelmesi tamamlanmış ve bizzat kendisinin onayıyla yayına sunulmuş eserlerdir. Zaman içinde farklı bazı yayınevleri tarafından orijinal nüshalar esas alınıp çoğaltılarak günümüze kadar gelmiş, inşallah istikbalde de Bediüzzaman’ın müjdelediği gelecek nesile bu şekilde ulaştırılacaktır.

Risale-i Nurlarda değişiklik yapıldığı iddiası zaman zaman bazı vesilelerle dile getirilmektedir. Bu iddiaları ilk defa Üstad’ın eski eserlerinde yaptığı bazı tasarruflarla gündeme getirmişlerdi. Üstad Hazretleri hayattayken “Eski Said” diye isimlendirdiği dönemde yazdığı eserlerini, yeniden neşrettiği zaman bu eserlerinde bazı tasarruflarda bulunmuş, zamanın ihtiyacına ve şartlara göre bazı bölümleri eklemiş veya çıkarmıştır. Dolayısıyla eski halleri ile Üstad’ın tasarrufundan sonraki hallerini görüp mukayese eden şahıslar bu konuda şüpheye düşmüşlerdi.

Üstad’ın orjinal el yazması eserlerdeki tasarruflarının, talebeleri tarafından ilgililerin nazarına sunulmasından sonra bu konudaki iddialar da büyük oranda kesildi.1

Bugünlerde Risale-i Nurlar hakkında benzer iddialar yine gündeme getirilmeye çalışılmaktadır. Bu defaki iddialar da ise, Risale-i Nur’da bazı mektupların aynı yayınevinin farklı nüshalarındaki kelime veya cümle farklılıkları veya farklı yayınevlerinin kitapları arasındaki bazı ufak tefek farklılıklar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Risale-i Nurların basımını otuz yılı aşkın bir süredir devam ettiren ve şu an en yaygın okuyucu kitlesi bulunan Risale-i Nur Külliyatını neşreden Envar Neşriyat yayın sorumlularından Ahmet Özertan Bey’e bu farklılıkların nedenini sorduğumuzda aldığımız cevap özetle şöyle:

“Risale-i Nur eserlerinde genel olarak yapılan bütün tasarruflar, bizzat Üstad tarafından yapılmıştır. Risale-i Nur’u basan bütün yayınevleri de Üstad tarafından tashih edilerek çoğaltılan nüshaları esas alarak bu eserleri basmaktadırlar.”

Risale-i Nur Eserlerinin Tashih ve Neşir Aşamaları

Envar Neşriyat yetkilisi Ahmet Özertan Bey’in Risale-i Nurların tashih ve neşir safhaları ile verdiği bilgileri aynen aşağıya alıyoruz:

“Risale-i Nurlar ilk te’lif zamanı olan 1920’lerden, Bediüzzaman Hazretlerinin vefat tarihi olan 1960’a kadarki süre içerisinde, önceleri el yazısıyla binlerce nüsha yazılmış ve böylelikle neşredilmiştir. Bu yazılan nüshaların bir kısmı, Hz. Bediüzzaman tarafından kontrol edilmiş ve “Tashihli Nüsha” ünvanını almıştır. Malûmdur ki; beşeriyet muktezası olarak bu nüshaları yazanlar tarafından bazı harf ve kelimelerde hatalar olmuş, hattâ tevafuklu kelimeler yüzünden bazen satır atlanmıştır. Bediüzzaman Hazretleri bu nüshaları tashih ederken, manaya zarar veren yanlışlıkları düzeltmiş ve gerekli harf, kelime ve cümleleri yerine yazmıştır. Bu şekildeki nüshalar, az önce de bahsettiğimiz gibi, yüzlercedir.

Bu tashihli nüshalarla ilgili birkaç nokta:

Bediüzzaman Hazretlerinin bir nüshada kaydettiği bir not veya kelime, diğer nüshalarda bulunmayabilmektedir. Onun için, şu anda neşredilen külliyatta bulunan bir kelime veya cümle, farklı bir yerdeki tashihli nüshada bulunmayabilir. Fakat bu noktada şu bilinmelidir ki: neşredilen tashihli külliyattaki o ilâve bizzat Hz. Bediüzzaman tarafından yapılmıştır.

Yine tashihli nüshalarda, bunun aksi de mevzubahistir. Meselâ: Bediüzzaman Hazretleri bir nüshada bazı kelime ve cümleleri çıkarmış, iptal etmiştir. Fakat başka nüshalarda o kelime ve cümleler aynen kalmış olabilir.

Tashihli nüshalarda göze çarpan üçüncü bir husus da şudur:

El yazısıyla yazılan nüshalardaki noksanları veya yanlış yazılmış kelimeleri düzeltirken, Bediüzzaman Hazretleri manayı düzeltecek bir kelime veya cümle yazar. Ta ki o kısımdaki mana yanlışlığı düzelsin. Fakat bu yazdığı kelimeler, diğer nüshalardaki (yani noksan veya yanlış yazılmamış diğer nüshalardaki) kelimelerle tıpkı tıpkısına olmayabilir. Çünki Hz. Bediüzzaman, manayı nazar-ı itibara almış ve tashihi ona göre yapmıştır. Onun için elinde herhangi bir tashihli nüsha bulunan bir kimse, neşredilen Külliyatt’aki herhangi bir yer, elindeki nüshaya lafız olarak aynı aynına denk gelmediği zaman, dememeli ki, bu cümle yanlıştır. Çünkü onun elinde bulunan nüshadaki farklılık, hattâ Bediüzzaman Hazretlerinin elyazısıyla yazdığı bir kelime veya cümle de olsa; asıl itibariyle yazıcının yaptığı bir noksanlık veya yanlışlıktan kaynaklanıyordur.

Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur’u te’lif ve neşir faaliyeti ve hizmeti böyle el yazılarıyla devam ederken, 1940’lı senelerde bazı talebeleri teksir makinesi alıp bununla risaleleri çoğaltmak istemişlerdi. Bu haber Bediüzzaman Hazretleri tarafından büyük memnuniyetle karşılanmış ve bu vatan ve millet için çok menfaatli bir hizmet olarak beyan buyurmuşlardı.

«Evvelâ: Hüsrev’le bir ruh iki cesed ve kendisi, bahadır biraderiyle Nur hizmetinde çok ehemmiyetli mevki alan kahraman Rüşdü’nün acib bir el makinesini Nurlar için celbine çalışması, ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriyenin mukaddemesidir. İnşâallah yine Nurlar, Nurcuların lâyık elleriyle kalemleri gibi tab’ ve neşredilecek; yabani ve lâyık olmayanlara muhtaç olmayacak. Fakat herşeyden evvel sıhhatlı ve yanlışsız ve güzel bir tarzda makine ile, mümkün ise evvel eski harfle yazılsa, sonra yeni harfle daha münasibdir. Sizlerin isabetli tedbirinize havale ediyoruz.»2

«Kanaatım geliyor ki; bu sıralarda biz Zülfikar’ı ve Asâ-yı Musa’yı pek çok teksir etmeye mecbur olduğumuz hengâmda ve temiz olmayan matbaacılar dahi çekinmeleri aynı zamanda bu acib makine kolayca elimize verilmesi, o iki mecmuanın makbuliyetine bir işaret-i gaybiye ve inayet-i İlahiyenin bir hârika ikramıdır ve Nurların kerametidir.”

“Evet bir âdi mektubum için ‘Kim yazmış?’ diye sekiz defa bana resmen sıkıntı ve eziyet verildiği aynı zamanda, sekizyüz sahifeyi binbeşyüz nüshaya ve bir milyon sahifelere çıkaran o makine, elbette gaybdan imdadımıza gelmiş Nurcu ve bin kalemli bir kâtibdir. Onun için bazı sahifeleri sönük çıksa, zarar yoktur. Parlak kısmı, bize şimdilik yeter. İyi okunmayan kısmı ayrı yapılsın; sonra elmas kalemliler, herbiri bir-iki nüshayı ıslah etsin.»3

Teksir makinesinde çoğaltılacak risaleler önce mumlu kağıtlara yazılıp Bediüzzaman Hazretlerine gönderiliyordu. Aynen el yazıları gibi, Hazret-i Üstad onları tashih edip tekrar iade ediyor ve öylece teksir makinesiyle çoğaltılıyordu. Böylece o zamanda teksirle çoğaltılan risaleler de bu “tashihli nüshalar” mesabesinde mevki almışlardır.

1956 senesinden itibaren de Risale-i Nur’un tamamının yeni yazıyla matbaalarda tabedilmesine teşebbüs edilmişti. Bediüzzaman Hazretleri, yeni yazıyla matbaada basılacak risaleye (mecmuaya) mehaz olacak kitabı hazırlıyor ve onu neşredecek talebesine gönderiyordu. Bu mehaz kitap, Hatt-ı Kur’an’la yazılmış ve neşredilecek/neşredilmeyecek yerleri Hz. Bediüzzaman tarafından işaretlenmiş bir kitaptı. Matbaada basılacak risale, ona göre yeni yazıya çevriliyor ve neşrine müsaade edilen kısımları yeni yazıyla neşrediliyordu.

Yeni yazıyla neşir işinde Hz. Bediüzzaman’ın istihdam ettiği nâşir talebeleri ve yine bu hizmette bilfiil çalışan çok kimseler halen hayattadırlar ve keyfiyetin böyle olduğunun canlı şâhitlerdirler.

Tashih ve neşir faaliyeti, Hz. Bediüzzaman’ın sağlığında böyle olmakla beraber; Hazret-i Üstad’ın vefatından sonra da vasiyetnameleri mûcibince nasıl yapılması lâzım geldiği, bu hizmetkâr ve nâşir talebeleri tarafından yakînen bilinmekte ve öylece hareket etmeye gayret gösterilmektedir.”4

Envar Neşriyat yetkililerinin verdikleri bilgiler ışığında; bugün ortaya Risale-i Nurların değiştirildiği doğrultusunda atılacak her iddiayı, biz yine o dönemdeki orijinal nüshalara müracaat ederek cevaplamaktayız.

Envar Neşriyat’ta, Üstad’ın tasarruflarından hariç olarak, bir tasarruf 2005 baskısında yapılmış, ancak bu baskıdaki değişiklik sonraki baskılarda geri alınarak eski haline döndürülmüş, mevcut bütün külliyat nüshaları ile aynı hale getirilmiştir.

Bu değişikliğin yeri Tarihçe-i Hayat’ta sayfa 630’da Eşref Edip Fergan’ın Üstad’la yaptığı röportajın son kısmında geçmektedir. Eski baskılarda “…yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil bin Said feda olsun.” ibaresi, 2005 baskısında “…yirmi beş milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun.” şeklinde değiştirilmiştir.

Bu tasarrufun yapılma nedeni hakkında, Envar Neşriyat yetkililerinden Ahmet Özertan Beyin ifadeleri şöyle:

Eşref Edip Fergan’ın Üstad’la yaptığı bu röportajın orijinal nüshası bulunup oradaki orijinal ifade ile Tarihçe-i Hayat’taki eski ifade değiştirilip baskıya sunulmuştu. Ancak daha sonradan röportajdaki bu ibarenin dışında Tarihçe-i Hayat’taki metinle farklılık arzeden daha başka ibareler de olduğu anlaşılınca, bu tasarrufların Üstad tarafından yapıldığı kanaatine varılarak yapılan değişiklik geri alınmıştır.

Üstad’a ait bir tashih örneği. Altı kırmızı çizgili yerde Üstad anlamı bozmayacak hataları ve anlamı bozacak hataları tek tek ifade edip, anlamı bozanların doğrularının ne olduğunu söyleyip düzeltilmesini istiyor:

“Yalnız onikinci sahifesinin “serveti, kuvveti” yerinde sehven bir lâm ziyade edip “servetli, kuvvetli” yazılmış. O da zararı yok. Ondördüncü sahifenin onbeşinci ve onyedinci satırlarında “muallim” yerinde sehven “müellim” yazılmış. Yirmidördüncü sahifenin yirmisekizinci satırında “yüzer hikmetler” yerinde sehven “güzel hikmetler” yazılmış. Yirmialtıncı sahifenin yirmibeşinci satırında “zeminin yüz bin milyarlar” yerinde sehven “zemin yüzünün milyarlar” yazılmış. Yirmiyedinci sahifenin dokuzuncu satırında yeni hurufla هُوَ‮ ‬الظَّاهِر yazılmış, doğrudur. Üzerine eski hurufla هُوَ‮ ‬الظَّاهِر yerinde هُوَ‮ ‬اْلآخِر yazılmış, sehivdir.” (El yazması bir lahika mektubu, Envar Neşriyat Arşivinden)

Bediüzzaman’ın neşriyatta varis olarak tayin ettiği şahısların5 bu şekilde Risale-i Nur’da tasarruf etme hakları var mıdır?

Üstad Hazretleri, Risaleleri telif döneminde talebelerine gönderdiği bazı mektuplarda yazılan mektubun veya risalenin tasarrufuyla ilgili gibi bazı konularda talebeleri ile “münasip görürseniz …” , “….havale ediyorum”6 ifadeleriyle başlayan veya biten pekçok cümlesinde talebelerine bazı konuları havale etmiştir. Bu verilen yetkilere nisbetle Hulusi Ağabey “Bazan verdiğiniz salâhiyetin manevî kuvvetiyle namınıza olarak bir harfin yerini değiştiriyor veya kaldırabiliyorum.7 şeklinde tasarruf yetkisini ne şekilde kullandığını Üstad’a arzetmiştir. Ancak merhum Hulusi Ağabeyin ifadelerinden de anlaşıldığı üzere; Üstad’ın talebeleri, kendilerine verilen tüm yetkilere rağmen Üstad’ın miras bıraktığı eserleri aynen muhafaza ederek yeni nesillere ulaştırma çabasında olmuşlardır.

Risale-i Nur Hakkında Bu İddiaları Ortaya Atanların Amacı Nedir?

Yukarıda zikrettiğimiz hususlar ışığında Risale-i Nurlarda kasıtlı olarak tahrifat yapılamayacağı, nüsha farklılıklarının da yine bizzat müellif Bediüzzaman tarafından yapıldığı ispat etmeye çalıştık.

Bazı kimseler, gördükleri bir iki tashihli nüsha ile şu anda yeni yazıyla neşredilen Külliyat arasındaki farklılıkları “Risale-i Nur’da tahrif yapılıyor.” diye efkâr-ı ammeye neşretmekte ve safî zihinleri bulandırmaktadırlar. Buraya kadar zikrettiğimiz hususlar, onların bu meselede ne kadar haksız olduklarını göstermektedir:

Umum Âlem-i İslâm’ın, hattâ bütün beşeriyetin ebedî saadetlerinin anahtarı olan iman ve Kur’an hakikatlarının öğrenilmesine en müessir vesile ve bu zamanın bidat ve dalalet cereyanlarının tahribatlarına karşı en büyük tamirci olan Risale-i Nur hakkında böyle şüphe ve tereddütler vererek onlara itimadı sarsmak ve Bediüzzaman Hazretlerinin hayatından beri bu hizmette istihdam ettiği sâdık nâşirlerini iftiralarla çürütmeye çalışmak; acaba kimlerin emellerine hizmet eder?

Risale-i Nur’un tashih ve neşri konusunda çeşitli sualler, istifhamlar hatıra gelebilir. İyi niyet ve insafla bu konular sorulduğunda, cevaplandırılmaya çalışılmaktadır bundan sonra da çalışılacaktır.

Ayrıca aşağıdaki kaynaklara da bakılabilir:

– Kastamonu Lahikası’nda “… ta ahirzamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri…” ifadesinden “… yani Mehdi ve şakirtleri …” ibaresinin kaldırıldığı iddia edilmektedir. Bu konuda ne dersiniz?

– Kastamonu Lahikası’nda “…faraza hakiki beklenen o zat dahi…” ifadesinden “…ve bir asır sonra gelecek…” ibaresinin kaldırıldığı iddia edilmektedir. Bu konuda ne dersiniz?

Dipnotlar:

1. Üstadın bu tasarrufları ile ilgili kendi eliyle yaptığı düzeltmelerden örnekleri sitemizde “HAZRET-İ ÜSTAD’IN TASHİH VE TASARRUFLARI HAKKINDA” isimli makalede bulabilirsiniz.

2. Envar Neşriyat, Emirdağ Lahikası-I, S:168.
3. Envar Neşriyat, Emirdağ Lahikası-I: S:178.
4. Tırnak içerisindeki ifadeler Envar Neşriyat yetkilisi, Ahmet Özertan beyin ifadeleridir.
5. Bu şahısların kimler olduğu ile ilgili bk. Söz Basım-Yayın, Emirdağ Lahikası-I, 81. Mektup
6. Örnek olarak bakılabilir: Söz Basım-Yayın, Barla Lahikası 272. Mektup, Emirdağ Lahikası 1, 20. 26. 162. Mektuplar, Emirdağ Lahikası-II, 15. Mektup, On Beşinci Şua, Elhüccetü’z Zehra.
7. Söz Basım-Yayın, Barla Lahikası, 63. Mektup.

Kaynak: SorularlaRisale

www.NurNet.org

Nurların tahrif edildiği iddiası şeni bir bühtandır! (1)

.. son zamanlarda Risale-i Nur ve Nurculuğa alâkasını bir su-i niyete bağlamak istemem; bir ikbâl arayışı olduğu vehmi de taşımıyorum. Tamamen dinî bir hamiyetin tezahürü olduğu zan ve temennisindeyim.

Ne var ki, bu kadarcık bir hamiyetin teşvikiyle büyük bir ummanın girdablarına dalmasını, ilim ve mantık zemininde makul bir yere koymanın imkânı yok. Karadeniz mizacının coşkun bir tezahürü olması ihtimali de Külünk’ün hatalarına mazeret teşkil etmez, edemez…

Risâle-i Nur, altı bin sahifelik bir umman, tarihin kaydettiği birçok dâhiyi boğacak girdab ve fırtınaları olan bir ilim ve irfan denizi. Rehbersiz ve pusulasız yol almak ne mümkün! Bugünün nesilleri için ise büsbütün yabancı bir dünya. Ne zeminini teşkil eden ilimlerden haberimiz var, ne de diline âşinayız. Kamal Atatürk’ün harf ve dil inkılâbıyla kapı ve mazgallarını açılmamak üzere kapadığı kadîm irfân hisarımızın bu son ve en parlak külliyatını tahkik ve ihata etmek bir yana, şöyle-böyle anlamaktan bile aciziz. 

Ayıp değil, tahrib edilmiş bir medeniyetin dilini, ilmini ve düşüncesini mektepsiz sökmeye çalışıyoruz.

Külünk’ün bu büyük eser külliyatını yıllarca diz çökmeden, dirsek çürütmeden, uzun geceleri kızarmış uykusuz gözlerle sabaha bağlamadan anlaması da, ihata etmesi de mümkün değil. Risale-i Nur Külliyatı sayfaları karıştırılarak, merak ve tenkid kasdıyla göz gezdirilerek fethedilemez. Mukaddes bir mâbedin rahmanî dünyasına girer gibi huşû ve vecd ile heceleyecek, öğrenmeye, bilmeye talib olacaksınız, hürmette kusur etmeyeceksiniz ki, sonsuz hakikatlerinin büyüleyici dünyasını açsın size.

Kulaktan dolma bilgilerle, medya sayfalarına akseden dedikodularla, siyaset sahnesinin maksadlı tertibleri ile Risale-i Nur ve Nurculuk hakkında konuşamaz, ahkâm kesemezsiniz. Hayır, konuşmasına konuşursunuz da, söylediklerinizin bir değeri de, tesiri de olmaz.

Hele de Risale-i Nurların “tahrif” edildiğini söyleme cür’eti gösterecekseniz, ayaklarınız değil kafanız yere sağlam basacak, her türlü itiraz ve tenkide de hazır olacaksınız…

Şunu tehir etmeden, hiçbir şübhe ve tereddüde yer bırakmadan söylemek isterim ki, Risâle-i Nurların tahrif edildiği iddiası yalanın büyüğüdür; yalan ve iftiranın. Bu habis iddiada bulunanların tamamı aynı mevziin neferleri değil şübhesiz. Metin Bey gibi bu habis yalanı hakikat sanıp dostane yaklaşanlar gibi, bu büyük hizmetin önünü kesmek, insanların artan taleb ve alakalarını durdurmak, kafa karıştırmak için kullananlar da az değil. Ama bu şeni iftiranın asıl menşei Nurlarla ve Üstad’ın yakın talebeleri ile muarazaya giren dâhildeki şerir fırkalardır.

Önce hemen şunu kaydedelim ki, tahrif adına ortaya konanların tamamını doğru ve bozma maksadlı tasarruflar olarak kabul etseniz bile ne Nurların hedef ve maksadına halel verecek çaptadır, ne de Nur Talebelerinin istikametini bozacak vahamette. Zirâ, binde biri teşkil etmeyen bu tahrif (!) noktalarının zayıflığını ademe mahkûm edecek dokuz yüz doksan dokuz kuvvetlinin varlığı yerinde duruyor.

Önce tahrif iddialarını ana hatları ile tasnif edelim:

1–Kürt, Kürdistan ve Kürtlere dair bazı ifadelerin değiştirildiği
2–Hristiyanlık başta olmak üzere muharref semavî dinlerin hoş gösterildiği
3–İngilizlere dönük bazı sert ifadelerin yumuşatıldığı
4–Bazı mektub veya kısımların Latince baskılarında yer almadığı…

Bu iddialara tek tek eğilmeden önce “tahrif” mefhumuna bir nebze vuzuh kazandıralım. Lügatler mefhumu iki kelime ile karşılıyor: Değiştirmek, bozmak… İkisi de tahrif, ikisi de merdud. Ancak aralarında niyetten kaynaklı büyük bir uçurum var. Faraza kısa bir cümle üzerinden meseleye bir nebze aydınlık düşürelim mi?

Cümlenin aslı şöyle olsun:

“Allah dedi ki!” Bu kısa cümleden iki muharref cümle çıkaralım. Birincisi, “Allah buyurdu ki!”; ikincisi ise, “Şeytan dedi ki!” Evet, her iki cümle de muharreftir, yani değiştirilmiştir. Yine de aralarında bir uçurum var. Zirâ muharref birinci cümlede maksad, mânâ ve hakikat sadece daha farklı, belki daha doğru bir kelime ile ifade edilmiş. En azından bir iyi niyetle karşı karşıya olduğumuz bedihidir.

Oysa ikinci cümlede tahrif, değiştirmekle sınırlı kalmamış, bozma kasdına varmıştır. Mânâ, maksad ve hakikat tamamen tersyüz edilmiştir. Hak ve hakikati bozmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu tasarruf kimden ve nereden gelirse gelsin, merdud ve menfurdur.

Gelelim Nurların Tahrif edidiği yalanına. Öncelikle şunu hemen söylemek isterim ki, değil Bediüzzaman gibi eşsiz bir dahi ve âlimin telifatına izni olmaksızın düzeltme kasdı ile bile müdahale etmek, herhangi bir yazarın da eserine müdahale edilemez. Zirâ kitab ve düşünce en kudsî mülkiyetlerdendir, izinsiz tasarruf edilemez.

Komşunuzun duvarında beğenmediğiniz bir taşa müdahale etmemekte gösterdiğiniz hürmetin çok daha fazlasını kitaba göstermeye mecbursunuz. Buna rağmen iyi niyetli müdahale ile bozma kasdı taşıyan müdahaleyi aynı kefede tartmak insaf değildir.

Vâkıa Risale-i Nurlarda bu her iki tahrif de bahis mevzuu değildir. Her geri zekâlı gibi, her hain de yüzlerce el yazması Osmanlıca nüshası imha edilmeden Latin baskılarına müdahalenin akîm bir tasarruftan öteye geçmeyeceğini bilir.

Binaenaleyh tahrifat yapılacaksa, hele de bozma kasdı taşıyan bir tahrifat yapılacaksa hareket noktası önce Osmanlıca nüshaları imha etmek olmalıdır, Latincelerini tırtıklamak değil.

Metin Bey ile birlikte hariçten gazel okuyanların tamamı da idrak etmeliler ki, Risale-i Nurları tahrif etmek ne hain ve münafıkların haddidir, ne de ahmak dostların uzanabileceği bir fiildir.

Üstad hayatta iken baştan sona kendisinin talimat ve emirleri harfiyen yerine getirilerek Külliyatın Latince baskıları tamamlanmıştır. Fasikül fasikül Üstad’ın tashihine mazhar olmuş Latince baskılara “tahrif” gölgesi düşürmeye çalışmanın müstahak ifadesi şeytaniyetdir.

“Üstad Latince bilmiyordu!” yollu eblehçe itirazlar ise iddia sahiblerinin şuursuzluğuna tutulmuş parlak bir aynadır sadece. Zirâ, Üstad’ın bu Latince fasikülleri yakın birkaç hizmetkârı ile birlikte dikkatle tashih ettiği, ilk el birçok kaynağın şehadetiyle sabittir. Bir talebesine bu fasikülleri okuturken kendisi de bazen dinleyerek, çoğu zaman da baskıya esas teşkil eden Osmanlıca aslından takib ederek tekrar tekrar tashih ve kontrol edip, baskıya öyle gönderdiği yazılı kaynakların uhdesindedir. Hüsnü Abi yakın bir şahid olarak hayattadır, kapısı da herkese açıktır, sorulabilir.

Kadran mihrakların ikide bir sahneye buyur ettiği, tedavülden bir türlü çıkmayıp Külünk gibi kendi halinde bir siyasinin beyanat malzemesi olacak kadar da hakikat vehmedilen “tahrif” iddiası şenaatı nereden mi besleniyor?

Hüseyin YILMAZ

E-posta: oncekelam@gmail.com

Yazı serisinin linkleri

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-1/

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-2/

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-3/ ‎

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-4/

Kaynak: RisaleHaber

Tahiri ağabey hakkında

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

TAHİRÎ AĞABEY HAKKINDA

Tahirî Ağabeyle görüşmemizin başlangıcını net bir tazda hatırlayamıyorum. Fakat İstanbul’a geldiğinde Süleymaniye dershanesindeki küçük odamda görüştüğümü, sorduğum bir sual sebebiyle çok net hatırladığım gibi, bu görüşmedeki samimilikten de, önceden görüştüğümüzü tahmin ederim. Her nedense tarihî hadiselerimin tarihlerini net olarak bilemiyorum.

Bu küçük odamda Tahirî Ağabey’den sorduğum mes’eleye gelince: Bunun mahremane bir mesele olduğunu biliyorum fakat sualin ne olduğunu hatırlayamıyorum.

Meselemi, “Üstad’dan duyduğunuz bir şey varmı?” diye sormuştum. Verdiği cevabında: “Biz böyle mes’eleleri bilmeyiz. Ancak Zübeyir Efendi bilir. Büyük zatların bir sır kâtibi olur. Zübeyir de Üstad’ın  sır kâtibi idi. Üstad Hazretleri daha çok onunla hususî sohbet ederdi.” demişti.

Merhum ve muhterem Tahirî Mutlu Ağabeyle vefatına kadar aynı medresede beraber kaldık. Hayatı daima Nur hizmetinde geçerdi. Risale-i Nur’un tashihi, neşri ve dersi, esas teşkil ediyordu. Fuzulî ve afakî konuşmaları yoktu. Hatta Tahirî Ağabey odasında yemek yerken dahi Risale okutur dinlerdi. Ve böyle yemekte geçecek zamanı dahi ihya ederdi. Gelen ziyaretçilerden bazıları, fazlaca ve maslahatsız oturup zaman işgal ettiklerinde Tahirî Ağabey sıkılırdı. Fakat bunu hissettirmezdi. Ben de bu durumu önlemek için Tahirî ağabey’e: “Sizin hizmetleriniz var, isterseniz odanıza buyurun” diyerek odasına gitmesine yol açardım. Tahirî Ağabey de mütebessimane kalkar, selâm verip odasına giderdi. Çok iktisadlı ve nizamlı bir hayatı vardı.

Hayatları ekseriyetle medrese içinde geçmiştir. Medreseyi ihya etmeyi esas almıştı.

Teheccüd namazını ve evradını bir düstur halinde ifa ettiğine yakından şahidiz. Bir kerre, teheccüd vakti bir hususu sormak için odasına girdim. Minderinde kıbleye doğru oturmuş, elindeki Hizb-ül Hakaik’ı, tarif edemiyeceğim bir hazin ve hafif sesle okuyor, gözlerinden damlalar akıyordu ve simasında bir nuraniyet vardı. Bana baktı, tebessüm etti. Ben, “peki sonra konuşuruz” mânâsında el işâretiyle konuşmayacağımı bildirip, rahatsız etmeden dışarı çıktım. Sonra bana bu zikirlerin mânevî halâvetinden bahsetti.

Tahirî Ağabey bu teheccüdden sonra sabah namazını kıldırır, tesbihattan sonra da sabah dersini başlatırdı. Sıra ile herkes okur ve böylece kuşluk zamanına girilirdi. Tahirî Ağabey biraz daha hizmete devam eder, ekseriya öğleden öncesi, bazanda öğlen sonrası bir miktar uyurdu ki, buna kaylule denir.

Tahirî Ağabey bir ara Nurtaşın’da ve Bayezid’de kaldı ise de, bunun mahiyeti hakkında durmayacağım. Bayezid’den asıl medresesi olan Tevruz dershanesine beni ağlatan gelişinden de bahsetmeyeceğim.

Tahirî ağabey, Nur’un fedakârlarına karşı çok mütevazi idi. Bir defasında Haseki dershanesi devresinde ben abdest alıp odama dogru giderken baktım Tahirî ağabey havluyu iki elinin üzerine alarak, ayakta bana havlu tutuyor. Birden şaşırıverdim. Hz. Üstad’ın vârisi, saff-ı evvel faziletine sahip ve benden 35 yaş büyük olmasına rağmen bu hareketi, bizi eritip yumuşatıyordu.

Şahsî münasebetlerde böylesine tam tevâzu ve tefanî sırrına göre hareketleriyle beraber, hizmet düsturlarına uymayan bazı hallerde, gayret-i diniyesinin neticesi olarak gayetle üzüldüğü ve hatta hiddet ettiği de görülürdü.

Has dairenin hizmet ehlini dünyaya, makama ve geniş dairenin şa’şaalı faaliyetlerine teşvik ettiklerini hiç görmedim.

Risale-i Nur ve Üstad Hazretlerinden aldıkları ders ve terbiye neticesi olarak hizmet hayatları ciddî bir nizam içinde cereyan ederdi. Bugünkü hizmeti sonraya bırakmak gevşekliğini hiç sevmezler, o hizmeti anında ifa ederler ve ettirirlerdi. Bu hususta bir hâtıram:

İkindi namazı ve dersinden sonra Tahirî Ağabey’in isteği üzere bazan beraber oturup hizmet ve Risale-i Nur’a ait bazı mes’eleleri tezekküren sohbet ederdik. Bir kere de lâhika mektublarının mânâ ve ehemmiyetine dair konuştuk. Emirdağ Lahikasının başındaki takdim yazısının 7. parağrafından sonraki parağraflarda da temas edildiği gibi, cemiyette zamanla ortaya çıkan bazı hâdiseler karşısında istikametli hâreketi ta’yin edip neşretmekle Nur cemaatının hizmet birliğini korumak, münâfıkların planlarına karşı gerekli ikazları yapmak ve hizmet-i imaniyenin ve o yoldaki fedakârlığın ve keyfiyet hususiyetlerinin ehemmiyetini beyanla teşvik etmek ve böylece haslar dairesinden Nur cemaatı içinde mânevî disiplin ve istinad noktasını göstermek gibi çok ciddi hikmetleri bulunan lâhikaların neşrinin Risale-i Nur’da bir esas olduğu mânâsında hayli konuştuk. Bunun üzerine Tahirî Ağabey: “Ahî, parası benden, hemen git teksir makinası al” dedi. Ben: “Bu saatte büyük mağazalar kapanır, yarın bakarız” dedim. Ağabey ise: “Hayır şimdi gideceksin” dedi. Ben de hemen harekete geçtim.

Tahirî Ağabey, medrese hayatı beraberliğinde de nizam ve disiplinli idi. Namazlar tam vaktinde ve cemaatle kılınır. Namaza yakın, yani namazı biraz geciktirecek şekilde sofra kurulamaz. Bir hizmet olmadıkça medrese ehli, keyfine göre dışarılarda gezemez. Sabah ve ikindi dersleri, tam bir nizam altında icra edilir, abdest alan ıslak ayaklarla halılara basamazdı. Dersanede gıybet yasağını ilân eden levhası, odasında asılı dururdu. Sabah namazına yakın dershane ehlinin namaza hazır olmalarını nizam altına almıştı. Yemekler muayyen vakitlerde cemaatle yenirdi. Namazlarda sarıkcübbe ve tâdil-i erkân icra olunur, takva ve azimete riayet edilirdi. Cerrahpaşa semtinde iken altımızdaki daireden bir kiracı, bizim dairenin balkon direğine televizyon antenini bağlamıştı. Tahirî Ağabey, ev sahibine şikâyet edip anteni derhal kaldırttı. Bu Ağabey, medresede fuzulî ve mâlâyani sohbetler, lâübaliyâne şakalar ve gülmeleri sevmezdi. Medresede bu nizam ve disiplini, iyi yetişmek için elzem görüyorum.

Bu Ağabeyin en ehemmiyetli mes’elesinin birisi de, Risale-i Nur’da gösterilen prensip ve düsturlara, yani Emirdağ Lâhikası 73’de ifade edildiği gibi “Risale-i Nur’un talimatı dairesinde” hareket etmeye cehd gösterirler, sadakatı esas alırlardı.

Tahirî Ağabeyin takvaazimet ve ahkâm-ı Kur’aniyeye ve Risale-i Nur ve Üstad’a olan teslimiyetindeki hassasiyeti ileri derecede idi. Zübeyir Ağabey ise, bu sıfatlara sahib olmakla beraber, daha çok nifak cereyanına karşı tayakkuzu ve müdebbirliği ve bu cihetteki hassasiyeti ve Hz. Üstad’dan aldığı anlaşılan feraseti çok üstün derecede idi.

Rüştü Tafralı

BARLAI LEVELEK – BARLA LAHİKASI – MACARCA

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDAN – BARLAI LEVELEK – BARLA LAHİKASI – MACARCA

CİLT      : VİNLEKS
EBAT    : ÇANTA BOY (14 x 20 cm)
KAĞIT  : ŞAMUA

BASKI  : TEK RENK

SAYFA  : 448 SAYFA

www.NurNet.org

 

Kitap Temin etmek için tıklayınız

 

Sözler Yayınevi Hakkında

Sözler Yayınevi 1975 yılında kurulmuştur. Yayınevimiz Bediüzzaman Said Nursi Hz.’nin telif etmiş oladuğu Risale-i Nur külliyatının Türkçe ve 55 Dünya dilindeki tercümelerinin basım ve dağıtımını yapmaktadır.

Yayınevimiz 900’ün üzerindeki ürün çeşitliliği ve yabancı dil çeviri eserlerinin 135 ülkede bulunması noktasında basın yayın sektöründe alanında öncü yayınevidir.

Yayınevimiz İstanbul Başakşehirdeki merkezimiz, Cağaloğlu ve Üsküdar’daki şubelerimiz ve Mısır Kahiredeki yayınevimiz ile yurt içi ve yurtdışındaki Risale-i Nur kitap ihtiyacını karşılamaktadır.

Yayınevimiz heryıl yurtiçinde 20’nin üzerinde Yurtdışında yine 30’a yakın ulusal ve uluslar arası kitap fuarlarında Risale-i Nurlar’ı okurları ile buluşturmaktadır.

Yayınevi Adreslerimiz:
Merkez: Süleyman Demirel bulvarı Aykosan sanayi sitesi 4’lü A blok k:3 no:244 ikitelli Başakşehir/ İstanbul
Tel: +90212 671 2547 +90541 207 1124
Şube: Hobyar Mah. Ankara Cad. Fahrettin Kerim Gökay İşhanı No:11/10 Cağaloğlu Fatih/ İstanbul
Tel: +90212 527 1010 +90541 207 1121
Şube2: VALİDE-İ ATİK MAH. NUHKUYUSU CAD. NO:79A/1 (BP KARŞISI) ZEYNEPKAMİL / ÜSKÜDAR / İSTANBUL
Tel: +90216 334 6000

İlahiyat Câmiasında Neler Oluyor?-6 ( Prof. Dr. Mustafa Öztürk’e Cevap )

Mustafa Hocamız, “ Allah aşkına ya, ipek elbise giy bir de altın bilezik tak sonra dışarı çık bakalım, sana ne diyecekler? ‘’Gay’’ derler ” diyerek Cennette insanlara ipek elbise giydirilmesini ve altın bilezik takılmasını eleştiriyor.

Hocamız hakikati araştıran birisi ve hakkı bulunca teslim olan bir fıtratta olduğundan Kur’anın Cennet hayatı hakkındaki hakikat tasvirlerine dair anlayamayıp itiraz ettiği yerleri izah etmek, konu topluma da yayıldığı için, Ehl-i Sünnet açısından bir zaruret haline geldi.

Kur’anın tamamına konu okuması şeklinden bakıldığında cennet bileziklerinin sadece altından değil, gümüşten de olduğu görünüyor. Fâtır suresi, 33. Âyet “ altın bilezik ” derken, İnsan suresi ise 19-22. Âyetlerde ise “ gümüş bilezik ” diyor. İnsan suresi Ulûhiyet hakikatinin kulu ve askeri makamında, rıza-yı İlâhî için yaşamış ve onu elde etmiş, sevdiği şeyleri Allah rızası için infak etmiş “ Ebrâr ” kulların bulunduğu Naîm Cennetini tasvir ediyor. Fâtır suresi ise, Rahmâniyetin kulu ve askeri makamında, Rahman’ın sevgisini kazanmak için yaşamış ve elde etmiş, Onun sevgisini kaybetmekten korkan takvalı, hayırlarda ileri gitmiş “ Ahyâr ” kulların bulunduğu Adn Cenneti’ni tasvir ediyor.

Altın gümüşten üstün olduğu gibi, Adn Cenneti de Naîm Cennet’inden üstündür. Bu açıdan en zahir manasıyla âyet Cennet ehlinin arasında bir hiyerarşi, kalite ve ulviyet farkı olduğunu bildiriyor. Bu manada Cennet’in lüks ve şatafatını bildirme sadedinde “ Altın bilezik ve yeşil ipek elbise ” giyilmesi eleştiri konusu olamaz. Şu an kullandığımız kravat ve gömlek gibi birçok kıyafette ipek kullanılması, onu kullanan kişiyi karaktersiz yapamaz. Karakteri belirleyici unsur, ahlaktır; hilkat ve onun süsü olan elbise değil… Bilakis fıtrata uygun, en kaliteli ve rahatlık verici elbise ipekten olduğu için Kur’an her iki Cennet tasvirinde de ipek kıyafeti ortak tutuyor. Tâ ki, Cennet’in kalitesini, konforunu ve cismen rahatlık verici olduğunu bildirmek için… Hz. Peygamber (ASM), cilt hastalığı yaşayan Aşere-i Mübeşşere’den Abdurrahman bin Avf ile Zübeyr bin. Avvam’a ( R. Anhuma) ipek gömlek ve kıyafet konusunda izin vermiştir.[1] Bu durum da göster ki, ipek elbise cilt için şifa ve huzur vesilesidir. Bu izahımız, işin zahir ve suret yönü itibariyledir. Ki bu yönüyle dahi itiraza mahal olmadığı görünüyor.

Hakikat boyutuyla konuyu ele alırsak, madem Âhiret hayatı hiç görülmemiş ve bilinmedik bir dünya ve hayattır. Ölümsüzlüğü, yaşlılığın olmaması, yorgunluk ve hastalık bulunmaması gibi sayısız ayırıcı özelliğiyle dünyadan bambaşka bir yerdir. İçinde bulunanların güzellik, kemal ve özellikleri ile de bu dünyadan kıyas kabul etmez derecede yüksektir. Hem madem Âhirete tahkîkan iman edilmesi dinin en büyük bir temelidir. Madem din, kendisini Allah’ın varlığı ve birliği ile Âhirete iman hakikatleri üzerine kuruyor. O halde din, Âhiret ve hayatını dünyadakilere anlatmak ve bildirmek zorundadır. Madem bildirecektir, fakat bildireceği şeyler dünyada emsali olmayan şeylerdir. O halde bu emsali olmayan şeyleri temsil, mecaz, teşbih ve saire yollarla ifade etmeye mecburdur. Bu manada Kur’anın Cennet’e ait ifadeleri hakkında farklı görüşler olsa da Hz. Peygamber’in (ASM) duasını alan ve sahabeler arasında Kur’anın tercümanı sayılan Abdullah ibn-i Abbas, “Muhkem âyetler, nâsih, helâl, haram, hudud, ferâiz ve iman edilip amel edilen hususlardır. Müteşâbih âyetler ise, mensuh, mukaddem, muahhar, emsal, yeminler, iman edilip, amel edilmeyen    hususlardır[2] hükmünü vermiştir. Yani “ Muhkem olmayan bütün âyetler müteşabihtir. ” İbn-i Abbas (R.Anhuma), Hz. Ali’nin (KV); Hz. Ali ise, bizzat Hz. Peygamber’in (ASM) talebesidir. Yani bu söz bizzat Hz. Peygamber’in (ASM) sözüdür, diye alınabilir. Çünkü Peygamber olmayan birisi, âhiret hakkındaki âyetler hakkında bu kadar kesin konuşamaz. Bu noktadan bakılınca, Âhiret âyetleri hakkında içlerindeki katmerli teşbihler göz önüne alınmadan tefsir yapılamaz ve Kur’anın kasdettiği mana anlaşılamaz, rahatlıkla diyebiliriz.

Müteşâbih âyetleri ele almada rehberimiz yine Hz. Peygamber’dir (ASM). Âhiret âlemleri berzah âlemi, rüya âlemi ve misal âlemi gibi bir yaratma sistematiğine sahiptir. Kanunları bir birine benziyor. Bu âlem ile, bağını kuramadan da anlaşılamazlar. Hemen herkesin temasta olduğu rüya âlemi ve misal âlemi bu manada dünya insanlarının Âhirete açılan ve orayı tanıtan penceresidir. Rüyaların dili, mantığı ve öğrettiği sistematik anlaşılırsa, Âhiret âyetleri de anlaşılabilir. Bu açıdan Hz. Peygamber (ASM) rüyalar konusuna çok önem vermiş; her gün sahabelerine rüya gören olup olmadığını sormuştur. Görülen her türlü rüyayı dinlemiş; sâdık olanları genelde kendisi te’vil etmiş; bazen de Hz. Ebu Bekir (RA) gibi bu konuda ehil kişilere te’vil ettirmiş; rüya sâdık değilse, bunu belirtmiştir. Eğer kimse rüya görmemişse kendi gördüğü rüya varsa bunu haber verip te’vilini yapmıştır. Bu şekilde sahabelerde Âhiret âyetlerinin te’vili ve anlaşılabilmesine bir zemin hazırlamıştır. Kur’andaki gıybetin mahiyetini tasvir eden âyet, gıybetin rüya ve âhiret âlemindeki yansıyan ve kaydedilen suretini[3] bildirmekte; bize âhirette karşılaşacağımız manzarayı ders vermektedir.

Hz. Peygamber (ASM) rüyaların nasıl anlaşılması gerektiğine dair kuralları şöyle ifade eder: ” Rüyada gördüğünüz şeylerin isimlerini, o rüyayı yormada esas alın. Keza gördüklerinizin künyelerini veya kinaye mânalarını da dikkate alın. [4]

Bu konuyu Onun tabir ettiği şu rüyadaki tatbikatında görebiliriz: “ Ben bu gece, rü’yamda, kendimi Ukbe İbnu Râfi’in evinde imişim gördüm. Orada bana İbnu Tâb denen cinsten taze hurma getirildi.

Ben bu rüyayı şöyle te’vil ettim: ” Yükselme ( rif’at ) dünyada bizimdir, Âhirette ( ukbâ ) de hayırlı âkıbet bizimdir, dinimiz de tayyib ( hoş ) olmuştur.

Hz. Peygamber (ASM) buradaki Râfi ismini, yükselen ve yükselici manasıyla ele alarak, “ Yükselme dünyada bizimdir. Biz yükselişin çocuğuyuz ve yükseliş evindeyiz ” diye te’vil ediyor. Ukbe ismini ise, sonra gelen ve peşinden takip eden manasıyla ele alarak “ Âhirette de hayırlı âkıbet bizimdir ” diye te’vil ediyor. Ki Kur’anda Âhiretin ve Âhiretten sayılan berzah ve mahşerin de bir adı “ ukbâ ” dır. İbnu Tâb cinsten taze hurma, kısmını ise “ İslam dini, hakikat denilen hurma ağacının Asr-ı Saadet’te insanlığa verdiği taze ve hoş meyvedir ” diye te’vil ediyor. Meyve vermesi ile kemale erdiğini, meyvesinin ise olgunlaşmaya başlayan hoş ve tatlı bir kıvamda olduğunu ifade ediyor.

Söz konusu âyetlere bu hakikat penceresinden bakarsak altın bilezik ve ipek elbise konusunu şöyle alabiliriz: İpek kelimesinin Arapçası, “ harîr ” dir. Bu kelime, hürriyet ile aynı köktendir. Burada Mutaffifin suresi 36. Âyet bize anahtar oluyor. Âyet: “ Hel süvvibe’l-küffârü mâ kânu yef’alûn ” ( Kâfirler, yaptıkları yanlış fiilleri giymiyorlar mı? ) Yani insan, yaptığı fiilleri birer elbise gibi giyecek… Eğer fiili haramsa, ateşten bir gömlek veya katrandan bir elbise olarak onu giyecek… Haram fiiller konusunda takvası ise, onun ipek elbisesi olacak. Yani nefsaniyet prangası ve enâniyet bukağısından hürriyetinin alameti manasında harîr’den olacak. Ki Kur’anda Cennet bu manada takvalı kişilere vaad edilmiştir. Hocamızın itirazcı olduğu Fâtır suresinde bahsedilen Adn Cennet’ine ise, özel takvalı kişiler girecekler.

Evet rızık, cismi ve hayatı beslemek içindir. Elbise ise, aslî manada hayatı korumak ve tâlî manada hayatı güzelleştirmek içindir. Bu açıdan maneviyatı koruma muamelesi olan takva hakkında Kur’an “ ve libasü’t-takva ” der.[5] O halde, kişinin takvalı bin bir çeşit ameli Cennette onun için ipek ve saire elbise olur. Kişi de nefsaniyet ve enâniyetten tamamen kurtulduğunu harîr ( ipek ) giyerek gösterir. Bu manada ipek, insanın iç dünyasındaki nefsâniyet-şahsiyyet-enâniyet[6] zulümatından nura çıkışının; dış dünyada bulunan madde-tabiat-tesadüf karanlıklarından tevhid nuruna yükselişinin alameti ve sembolüdür. Takva, insanın ebediyet ve hürriyet elbisesi olduğu gibi, sâlih ameller de onun ebedî rızık ve içecekleridir. Sâlih amellerden de insana çeşit çeşit rızıklar hazırlanır. Şükründen, üzümler; marifetinden, erikler, imanından ekmekler v.s. yiyecekler hazırlandığı gibi ilminden, sütler; zikrinden, ballar; aşkından şaraplar yaratılır.[7]

Altın ve gümüş ise, rüya ve sembol ilminde Allah’a yakınlığın 2 çeşidine işaret eder: Kurbiyet ve Akrebiyet…[8] Kurbiyet, fikir ve zikir ile Allah’a yakınlık kazanmaya çalışan, Hakikati arayan ve bu sayede Allah’a bir derece yakınlık elde eden kulların elde ettiği yakınlıktır. Buna “ kurb-u kalb ” de denilir. Ehl-i tasavvufun tespit ettiği üzere, zikirle Allah’a yaklaşmak “ velâyet-i suğra ”; fikirle Allah’a yaklaşmak “ velâyet-i vusta ” dır. Burada elde edilen gümüş bilezik ve manevi meslek ise, marifetullah ve muhabbetullahtır. Akrebiyet ise, Allah’ın huzurunda acz ve hiçliğini hissetme, Onun dergâhında bir ümmî olarak aklının ve kalbinin çaresizliğini yaşamakla hakikate ruhunda ayna olmaya erişen, iç dünyasındaki 3 karanlıktan nura çıkanların elde ettiği yakınlıktır. Buna “ kurb-u ruh ” da denilir. Ki bu yakınlık, “ Allah’ın kuluna her an var olan yakınlığının keşfedilmesi ve anlaşılmasına ” dayanır. “ And olsun ki insanı Biz halk ettik. Ona nefsinin verdiği vesveseleri biliriz. Biz insana şah damarında daha yakınız ” ( Kaf suresi, 16 ) âyeti ile “ Ölüm ânındaki kişiye Biz sizden daha yakınız ( ve nahnu akrabu ileyhi minküm ) fakat siz göremezsiniz ” ( Vakıa suresi, 85 ) âyeti bu yakınlığı ders verir. Burada elde edilen altın bilezik ve manevi meslek ve meşreb ise, Allah’a karşı haşyet ( edep ve korku dolu bir ruh hali ), huşu, ilim ve şevktir.

Altın ve gümüşün sembolizminin diğer bir yönü ise, iletkenlik noktasında en ileri metaller olmalarıdır. Altın hem az bulunması hem en iyi iletken olması noktasından en kıymetli metaldir. Bu âyetteki teşbih yönü, iletkenliktir. Altın ve gümüş, elektrik ve ısıyı ilettikleri gibi, Allah’ın veli ve ihlaslı âlim kulları da elde ettikleri velayet mertebeleri ile, diğer insanlara karşı kalp aynalarında yansıyan Samediyet cilvesi içinde Allah’ın marifet nurunu ve muhabbet hararetini; ruh aynalarında yansıyan Ehadiyet cilvesi içinde Allah’ın ilim nurunu ve şevk ateşini diğer insanların akıl-kalp-ruhlarına iletmeleridir. Bu sayede Allah’a ayna olarak tevhidi yaşamaları, sözleri-halleri ve hayatları ile Allah’a diğer insanları yönlendirmeleri ve Onu sevdirmeleridir. Yani ihlaslı bir Rabbânî olmalarıdır.

Evet Allah, insanı kendine ayna olsun; kendi üzerinde görünen İlahî güzellikleri tevhid şuuru ile Ondan bilsin, teslim şuuru ile de Ona ait olduğunu dış dünyaya ilan etsin diye yaratmıştır. Bu açıdan insanın yaratılış sırrı olan “ halifelik ” tam manasıyla Allah’a aynalıktan ibarettir. Aksi takdirde Kendisine ortak koşuyorlar diye nice kavimleri helak eden, dünyayı onlara Cehennem’e çeviren Kahhar-ı Zü’l-Celal’in meleklerden Hz. Âdem’e (AS) secde etmesini istemesinde sonsuz bir çelişki olurdu.

Bu hakikatli yönlerden bakıldığında Cennet’e girip altın ve gümüş bilezik takarak ipek elbiseler giyerek yürümek:

  • nefsâniyet-şahsiyyet-enâniyet gibi enfüsî, madde-tabiat-tesadüf gibi âfâkî “ âlem-i halk ”ın zulümat zindanlarından kendi özündeki kalb, ruh ve sır gibi “ âlem-i emir ” donanımlarını kurtararak hakiki tevhid, hakiki teslimiyet ve hakiki tevekküle eren…
  • Allah’ın velayeti altına girip kendisine bakıldığında Allah’ı hatıra getiren şeffaf bir ayna seviyesine erişen…
  • Allah’tan başkasına karşı bir minnet-i kalbiye ve zillet-i ruhiye hissetmeyen hakiki hürriyet sahibi “ guy ” (adam)[9] olanların işidir. Nefsâniyetin dibine yuvarlanmış “ gay ” lerin değil… İsterse Mustafa hocamız giymesin…

[1] Buhârî, Cihâd, 91; Libâs, 29.

[2] es-Suyüti, a.g.e, 2,3; Abduilah b.Mahmud en-Nesefı, Tefsiru’n-Nesefi, Beyrut,146; ez-Zerkani, a.g.e, 2, 276.

[3] Hucurât suresi, 12.

[4] Kütüb-ü Sitte. Râvi Hz. Enes (RA).

[5] A’raf suresi, 26.

[6] Kur’anın geliş gayesi, “ İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp Allah’ın velayeti altına sokmaktır. ” ( Bakara suresi, 257; İbrahim suresi, 1 ) Âyetteki zulümât lafzı, “ en az 3 karanlık tabakası ” demektir. Nefsâniyetin derdi, madde ve menfaattir. Şahsiyetin derdi, meziyetleriyle toplumda imtiyaz kazanmaktır. Enâniyetin derdi ise, faziletleriyle diğer insanlardan üstün olmaktır. Bu 3 karanlık tabakasını aşabilenler, Kuddus ismini ve kudsiyet hakikatini; Ferd ismini ve ferdiyet nurunu; Hüve ismini ve hüviyet sırrını idrak edebilir; bu sayede enfüsî tevhid hakikatini bilir-hisseder-yaşayabilirler. Aksi takdirde, kendilerinde boğulup kalırlar. Firavun, Nemrud ve Şeddad gibi…

[7] Bu meseleye dair Zâriyat suresindeki Cehennem ehli için denilen “ Zûku fitnetekum ” ( Fitnenizi tadın ) âyeti delildir. Fâsid bir amel olan fitne, Cehennem zakkumu olur; onlara yedirilir. Mefhum-u muhalifiyle de sâlih ameller, Cennet’in rızıklarının kendisinde büyüdüğü ağaçlar olur.

[8] Rüya ve âhiret ilmine vâkıf Bediüzzaman Said Nursi, gümüş ve altın ile, kurbiyet-akrebiyet ilişkisini aynen bu şekilde ele alıp işlemiştir. Bakınız, Lem’alar, 4. Lem’a, 4. Nükte.

[9] Kudûs-u Selam olan Allahu Teala Tevbe suresi 108. âyette böyle kalb taharetiyle maneviyatını cilalayanları “ ricâl ”  ( adamlar ) diye isimlendirir.