Kategori arşivi: Yazılar

Kin ve Düşmanlık Azaptır

Kin ve Adâvet Azab-ı Elimdir 

Sadık-ı vaid, Kadir-ı mutlak ve Hakim-ı mutlak olan Allah (cc) Şöyle emreder:

Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir. (Nahl/90)

Mahbub-ı kulup, muallim-i ukul, murebbi-i nüfus ve sultanı ervah, Fahr-i Kainat Hazreti Muhammed (asm) şöyle diyor:

Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir; ona hıyanet etmez, yalan söylemez ve onu sahipsiz bırakmaz Müslüman’ın her şeyi; ırzı, malı, kanı Müslüman’a haramdır. (Buhâri, Müslüm)

 Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Dördüncü vecih, dördüncü düsturu şöyle izah etmektedir:

Dördüncü Düstur: Ehl-i kin ve adâvet, hem nefsine, hem mü’min kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünkü kin ve adâvetle nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azâbı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder.

Kin ve düşmanlık, hem insanın kendisine hem mü’min kardeşine hem Allah’ın rahmetine karşı zulümdür. Çünkü kin ve düşmanlık insanın kendi nefsini acı verici azaplar içerisinde bırakır. Düşmanına giden nimetlerden de rahatsız olduğu gibi o düşmanlığından gelen korku elemini de kendine çektirir. Nefsine zulmeder. Çünkü onun nefsi irade-i cüz’iyesindedir. Onun iradesi nefsinin kötü taleplerini dinleyerek adavete yönlenir. Eğer muhakeme-i akli ile kalbin muhabbetini dinlese vicdanı iyiliğe yönlenir, kardeşlik muhabbet noktasında birliğe döner, gönül itifakiyle her iki tarafta rahat eder.

Eğer adâvet hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.

Düşmanlık çekememezlikten, kıskançlıktan gelse o daha büyük bir azaptır. Çünkü evvela haset edeni ezer. Mahveder, yandırır. Haset edilen hakkında zararı ya azdır veya yoktur. Asıl sıkıntı hasid olanın içinde bulunduğu sıkıntı ve azap onu perişan etmektedir. Ancak haset edilenin ondan ya haberi yoktur. Olsa da o düşünceden gelen geçici bir keder içine girebilir. Bu manada mazlum olduğundan kalbi muzdarip olmaz. Her halükarda masum olduğundan netice onun lehindedir. Zayi olan malı sadaka hükmüne geçer. Sıkıntısı kefaret olur.

Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.

Hasit adam haset ettiği şeylerin akıbetini düşünmelidir. Bilsin ki rakibinin dünyevi güzelliği, kuvveti, makamı ve serveti geçicidir. Faydası az zahmeti ise çoktur. Ahirete bakan nimetlerde ise kıskançlık yapmamak lazımdır. Eğer onlara da haset edilse çok zararlıdır. Ahiret malını dünyada yer veya kast ettiğini riyakâr zanneder, haksızlık eder. Su-i zannıyla haddi aşar zulmeder.

Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

Cenab-ı Hay ve Kayyûm (cc) ona tayin ettiği hayat tarzı, Mazhar olduğu nimetler ve başına gelen akıbetlere nazar edip, musibetlerden memnun, nimetlere karşıda nankörlük ederek, kader ve rahmet-i ilahiye ye darılıyor. Yani kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, yani bu nazarla ve hisle eleştiren başını örse vurur ve kırar. Rahmete itiraz ettiğinden hakkındaki Rahmeti de kaybeder.

“Acaba birgün adâvete değmeyen bir şeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?”

Düşmanlıkların aslında ne kadar basit sebeplerden dolayı olduğu. İnsaf ve vicdana böyle basit ve değersiz meselelerin sığmayacağına işaret edilmektedir.

Hâlbuki mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.

Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek.

Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.

Bir mü’minden gelen bir kötülüğün tamamını ona verip onu mahkûm etmek haksızlıktır. Çünkü her bir hadisede kaderin de onda bir hissesi vardır. Bu nedenle kader ve kaza hissesine mukabil rıza gerekir.

İkincisi o kişinin yaptığından pişmanlık ve neticede yaptığının kusur olduğunu anlasa inşallah ona zarar vermez.

Üçüncüsü kişi nefsinde görmediği veya görmek istemediği bir kusurunu görüp, bir hisse de ona verilirse o mü’min kardeşine beslediği kin ve adaveti, merhamete döner, husumet kalkar.

Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvü cenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur, bir nevi divaneliktir.

İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama, eğer şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hafız-ı Şirazî’yi dinle:

Yani, “Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin.” Çünkü fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.

Yani, kendi hayatına bu kadar zarar verecek düşmanlığa, intikam fikrine yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmiş ise o adavetten gelen sesi dinleme.

Hem demiş:  “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.”

Düşmanlarına karşı barış arayışı ile davranmak. İki dünyanın da esenliğini kazandırır.

Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adâvet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”

Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

Madem iraden elinde değil mizacın müsaade etmiyor vazgeçemiyorsun;

Senin manevi pişmanlığın, gizli tövben, af dilemen hükmünde olan kusurunu bilmen ve o huy ile haksız olduğunu anlaman şerden kurtulmaya vesiledir. Çünkü Risale-i Nur derslerinin bir esası da, iradeyi insaf ile hakkı kabule meyil etmeye davet eder ki, o gaye-i hakikat yerini bulsun, o manevi pişmanlık ve hakikati kabul etmek, haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

Cây-ı dikkat bir hadise:

Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhâlif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm “şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.

Bediüzzaman, tarafgirliğin neticesinde dindar bir ilim sahibinin, siyasi düşüncesine karşı bir Salih âlimi, inkâr derecesinde küçük gördüğünü ve kendisi gibi düşünen bir münafığı da hürmetle övdüğünü, siyaset damarının bu taraftarlık hissiyle yaptığı zulmü gördüm ondan çekindim, ürktüm,” şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” demiş ve hayat-ı siyasiyeden çekilmiştir.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

Dikkat! Yaz mevsimi geliyor..

Bediüzzaman Hazretleri (R.A.) yaz mevsimi ile beraber gelen maddi ve manevi rehavete karşı bizleri uyarmış ve vazifelerde atalet göstermememiz için  vazifemizin ehemmiyetini ihtar eden, gayemize hasr-ı nazar ettiren şu izahları yapmış:

Aziz, sıddık kardeşlerim!

[Bir suale mecburî cevabın tetimmesidir.]

Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve şuhur-u selâsenin çok sevablı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atalet, bir fütur ve tevakkuf başlar.

Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için dünyevî merak-aver mes’elelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyve’nin Dördüncü Mes’elesini çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.

Evet ehl-i dünyanın bütün muazzam mes’eleleri, fâni hayatta zalimane olan düstur-u cidal dairesinde gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle; kader-i İlahî onların o cinayetleri içinde, onlara bir manevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şakirdlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları; fâni hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel celladının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imanın saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î isbat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikatı göstermişiz.

Elhasıl: Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’an ile cidaldeyiz. Onların en büyük mes’elesi -muvakkat olduğu için-, bizim mes’elemizin en küçüğüne -bekaya baktığı için- mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam mes’elelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük mes’elelerini merakla takib ediyoruz. Bu âyet لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani: “Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız.” Düsturun manası: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz, ona şefkat edip acınmaz.” Madem bu âyet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men’ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi’ etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır.

Emirdağ Lahikası-1 ( 43 )

——————————————————————————————————————————————————

Biliniz ki; şu zamanda şu vazife-i imaniye çok mühimdir. Benim gibi, zaîf, fikri çok cihetlerle inkısam etmiş bir bîçareye yükletmemeli, elden geldiği kadar yardım etmeli. Evet, mücmel ve mutlak hakaik; biz, zahirî vesile olup çıkıyor. Tanzim ve tasfiye, tasvir ise; kıymetdar, muktedir ders arkadaşlarıma aittir. Bazan onlara vekaleten tafsilâta, tanzimata girişiyorum, noksan kalıyor.

Bilirsiniz ki; yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder. Ders arkadaşlarımızın çoğu fütura düşüp, ta’til-i eşgale mecbur oluyor. Ciddî hakaik ile tam meşgul olamıyor. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden iki senedir ciddî hakaike nisbeten yemişler, fakiheler nev’inden tevafukat-ı latife ile ezhanımızı taltif etti, zihnimizi neş’elendirdi. Kemal-i merhametinden o tevafukat-ı latife meyveleriyle, ciddî bir hakikat-ı Kur’aniyeye zihnimizi sevketti ve ruhumuza o meyveleri gıda ve kut yaptı. Hurma gibi, hem fakihe, hem kut oldu. Hem hakikat, hem zînet ve meziyet birleşti.

Barla Lahikası ( 138 )

——————————————————————————————————————————————————

Sâniyen: Muvakkat bir fütur, bir tenbellik sizde ârız olduğunu yazıyorsunuz. Baharda kanın galeyanından gelen ve gecelerin kısalmasındaki uykusuzluğundan neş’et eden ve müstemi’lerin kalbleri işlere teveccüh etmelerinden tevellüd eden rehavet ve füturdan başka, meyanımızdaki münasebet-i ruhiyenin rabıtasıyla, musibetin eseri olarak bendeki sarsıntının size in’ikası ve sirayet etmesi mümkündür.

Merhum Abdurrahman’ın vefatı zamanında bilmediğim halde, o münasebet-i ruhiye cihetiyle fazla bir sarsıntıyı Ramazan-ı Şerifte hissettim. Şimdi anladım ki, şuurî ve ihtiyarî olmayan çok in’ikasat vardır.

Fakat kardeşim, sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin: Biri, kardeşim Hulusi Bey’in vazifesini; biri de, evlâd-ı maneviyem ve biraderzadem ve bir dehâ-i nuranî sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman’ın vazifesi de size ilâve edildi. O benim hakikî bir vârisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telakki ederdi, öyle de sahib oluyordu. Sen de bundan sonra yazı ve sözleri, senin hocanın yazısı diye tutma; kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahib ol. Hakkı Efendi’ye söyle ki, o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.

Barla Lahikası ( 249 )

 

Beyruni: Dünyanın Dönüşünün Kaşifi

Türkistan`ın Hive şehrinde 973 yılında doğan Beyrunî, hayatı boyunca 113`ten fazla eser kaleme almıştır. Geometri ve Trigonometri`de büyük bir varlık göstermiştir. Fakat o, asıl başarısını, astronomi alanında ortaya koymuştur. Yıldızların uzaklığını, yüksekliğini ve açılarını tesbite yarayan usturlab denilen ölçüm âletlerini geliştirmiş; bunun yanısıra yeni yeni âletler yapmıştır.

Beyrunî, kendi yaptığı âletlerle, dünyanın çapını ve ekliptik eğilimini de doğruya çok yakın bir şekilde hesaplamıştır. “Kanunu`l-Mes`udi fi`l-hey`e ve`n-nücum” adlı eseri, dünyada yazılmış ilk astronomi kitaplarından biri sayılabilir.

Beyrunî`nin bilinmesi gereken önemli bir yönü de, Kâinata âit kendinden önceki görüşleri sarsması, dünyanın kendi ekseni etrafında ve güneşin çevresinde döndüğünü, Kopernik ve Galile`den 500 yıl kadar önce, ilmî bir şekilde açıklamasıdır.

Bu konuda, Dr. Sigrid Hunke şöyle demektedir:

Daha 1000 senesinde Beyrunî, Kopernikvâri dönüşü izah etmişti. Batı bunun farkına varmadığı için, bu açıklama, astronomi ilmine âit düşünce sahasında kaldı. Beyrunî`ye göre, gündüz ve gece değişikliğini yapan güneş değildi. Aksine kendi ekseni etrafında dönen, gezegenlerle birlikte güneşin etrafını da dolaşan Dünya idi.

Dünya, gezegenlerle birlikte yer değiştirmekte, güneşin etrafında bir devri tamamlamaktaydı. Kopernik`in eserinin ortaya çıkışından çok önce ortaya atılan bu ateşli iddia, Hristiyan düşüncesine ve İncil`in sözlerine aykırı düştüğünden “Hristiyan Batı”, bu iddiayı kabûl etmedi.

Yüzlerce yıl sonra, ne Kopernik, ne de astronom arkadaşları, Hristiyan dinine aykırı düşen bu iddiayı, karşılaştıkları gizli-açık baskılar bir yana, teleskop olmaksızın mevcut gözlem âletleriyle isbat edebilecek durumda değillerdi. Onun için toplumun tasvibini sağlayıncaya kadar, aradan bir asırdan fazla bir zaman geçmesi gerekmişti.

Oysa Beyrunî`nin olağanüstü açıklaması, o zaman ne kadar az yardımcı araçlara dayandırılmıştı.”

Kopernik Fikrini 30 Yıl Sakladı

Polonya`nın Torun şehrinde 1473`te doğan Kopernik, 18 yaşında Crocovia Üniversitesi`ne girdi. Burada tanıştığı ünlü astronom ve matematikçi Albert Brudzewski`nin te`siriyle astronomiye karşı büyük bir ilgi duymaya başladı. Daha sonra Polonya Üniversitesi`nde hukuk öğrenimi gördü. Tahsilini tamamlayıp memleketine geri döndüğünde, bir köye çekildi. Yakından ilgi duyduğu astronomi ile ilgili çalışmalara girişti.

Gözlemevi olarak kullandığı bir kaleye, bazı astronomi âletleri yerleştirerek çeşitli gözlemlere başladı. Bu çalışmalar neticesinde, o günkü Batı`nın astronomi anlayışını kökünden sarsacak meşhur eserini kaleme aldı. “Gökkürelerin Dönüşü” adlı bu eserinde Kopernik, dünyanın kendi etrafında ve güneşin çevresinde döndüğünü ve bu dönüşü bir yılda tamamladığını söylüyordu. Dünya gibi diğer gezegenlerin de güneş etrafında döndüğünü iddia ediyordu. Ne yazık ki Kopernik, bu konudaki ilmî açıklamalarını serbestçe neşredemedi. Eserini kendi el yazısı ile yazıp, güvendiği bir bilgin arkadaşına gönderdi. Israrlara rağmen, göreceği tepkilerden çekinerek, bu kanaatini 30 yıl gizlemek zorunda kaldı.

Nihayet bir gün yakın bir arkadaşı, onu eserini neşir konusunda ikna etti. Yine de Kopernik, kiliseden ve çağının sözde aydınlarından öylesine korkuyordu ki, yazdığı önsözde: “Bu kitabı dilerseniz okuyun, ama içindeki görüş ve iddiaları ciddîye almayın.” cümlesine yer veriyordu.

Eserin ilk baskısı eline geçtiğinde, Kopernik son anlarını yaşıyordu. Gerçekten de 3-5 suskun ilim adamının dışında, Kopernik`in bu iddialarını ciddiye alan pek çıkmadı.

Dünya Dönüyor Dediği İçin Engizisyona Çıkan İtalyan Bilgin: Galile

Galile, 1564 yılında, İtalya`nın Piza şehrinde doğdu. 1581`de girdiği Piza Üniversitesi`nden 1589`da mezun oldu. Burada yardımcı profesör olarak göreve başladı.

Galile, Kopernik`in fikirlerini öğrenmişti. Ona hayrandı. Fakat kilise, onu “sapık fikirli” olarak ilân ettiğinden, açıktan sahip çıkamıyordu.

Galile çalışmalarını ilerletip kuvvetli deliller bulunca, kanaatlerini açıkça söylemeye başladı. “Kâinatın merkezinin dünya değil güneş olduğunu, gezegenlerin ve dünyamızın güneş etrafında döndüğünü” ileri sürüyordu. Bu iddialara, kilisenin yanısıra, devrin bilgin ve aydınları da karşı çıktılar. Kiliseye göre Galile, İncil`e karşı geliyordu. İncil`deki bir sözün yorumundan, onlar kâinatın merkezinin dünya olduğu sonucunu çıkarıyorlardı. Galile, İncil`in sözünün doğru, fakat yorumunun yanlış olduğunu söyleyerek karşılık veriyordu.

Nihayet, kendisi Roma`ya çağrıldı ve orada Engizisyon Mahkemesi tarafından ortaya attığı görüşlerle dine karşı çıkmak suçundan yargılandı. 22 Haziran 1633 günü, Engizisyon Mahkemesi şu karara varmıştı: “Galile kiliseye karşı işlediği suçları ve küfürleri samimiyetle, temiz bir kalb ve inançla geri almazsa, mahkeme tarafından ömür boyu hapse mahkûm edilecektir.”

Yaşlı ilim adamı, kilise hey’eti önünde diz çöktü, titrek bir sesle kilisece küfür sayılan iddialarını bir daha kimseye öğretmiyeceğine ve bunlardan nefret ettiğine dair yemin etti. Kendisine uzatılan ve üzerinde işlediği bütün günahlar teker teker yazılı olan kâğıdı titreyen elleriyle imzaladı. Mahkeme salonundan çıkarken, kendi kendine şu sözleri mırıldandığı duyuldu: “Ben ne dersem diyeyim, dünya yine de dönüyor.”

Mahkeme, Galile`yi her ne kadar serbest bırakmışsa da, 8 Ocak 1642`de ölünceye kadar, onu gözaltında tutmaya devam etmiştir.

350 Yıl Sonra Gelen Beraat

Galile hakkında verilen mahkûmiyet kararı, yıllar boyu Vatikan ve ilim dünyası arasındaki ilişkilerin gergin kalmasına sebeb olmuştur. Nihayet Papa II. Jean Paul 1979`da Papalık Bilimler Akademisi`nin önünde yaptığı bir konuşma ile, bilim ile inançlar arasında herhangi bir ayrılık olmadığını ifade etmiştir. Beraberliğin bir nişanesi olarak da, Galile`ye itibarının iade edileceğini söylemiştir.

Papa II. Jean Paul, 1980`de çeşitli ilim adamları, din bilginleri ve tarihçilerden oluşan bir komisyonu, Galile dâvasını yeniden incelemek üzere görevlendirmiştir.

Bu komisyon, neticede, kilisenin Galile`yi mahkûm etmekle büyük hata işlediğini kabûl etmiştir. Böylece Galile, 350 yıl önce tahkir edilerek mahkûm edildiği kilise tarafından beraat ettirilerek aklanmış, itibarı geri verilmiştir.

Ahmed Şahin / Zafer Dergisi

www.zaferbilimarastirma.com

Bir Bediüzzaman Üniversitesi: Medresetüzzehra (Şiir)

BEDİÜZZAMAN VE MEDRESETÜZZEHRA

Şam’dan ayrıldıktan sonra İstanbul’a gidiyor
Medresetüzzehra için Sultan’la görüşüyor

Konuyu Sultan Reşat’a detaylıca anlatır
Şarka gerekliliğini Paşaya hatırlatır

Üsküp’te bir okul için ödenek ayrılmıştı
Hazırlıkları yapılmış temeli atılmıştı

Ancak Balkan Savaşları aniden başlıyordu
O okulun yapılması iptal ediliyordu

Bu nedenle Sultan Reşat teklifi kabul eder
İptal olan ödeneği buraya tahsis eder

Böylece Medresetüzzehra Van’da kurulacaktı
Türkçe Arapça ve Kürtçe orda okunacaktı

Paşa’nın ilgisi için O’na teşekkür eder
Bin dokuz yüz on ikide doğruca Van’a gider

Temeli atılıyordu bin dokuz yüz on üçte
Van Gölü kenarındaki o güzel Artemit’te

Van Valisi Tahir Paşa temelini atıyor
Birçok üst düzey görevli törene katılıyor

Ancak bu defa da yine bir aksilik çıkmıştı
Birinci Dünya Savaşı birden patlak vermişti

Savaşın başlamasıyla Üstad cepheye gider
Medrese ile ilgili projeler de biter

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Mark Twain’in Cinliği (Neşeli Öyküler)

MARK TWAIN’in canı o gün çok sıkılmıştı. Devlet dairelerinden birinde yüksek kademeli bir mevkide görev yapan bir yakın arkadaşı, başkanın değişmesi sonucu, siyasî görüşleri farklı olduğu için görevinden alınmak üzereydi.

Mark Twain o akşam oturup Başkan’ın kızına şu mektubu yazdı: “Sayın bayan! Ben devlet büyüklerinden bir istekte bulunmayı asla istemem. Fakat sadece siyasî görüşü farklı olduğu için, tanıdığım en iyi memurlardan biri olan arkadaşımı yerinden atmakla haksızlık edileceğine dair sizi uyarmak amacıyla bu samimi mektubu yazmakta bir mahzur görmüyorum.”

Ünlü yazar, daha sonra arkadaşının parlak geçmişini anlattı ve mektubunu şöyle bitirdi: “Ben Başkan’a bir mesaj gönderemem, fakat siz kendisiyle görüştüğünüz ilk fırsatta arkadaşımdan bahseder ve iyi çalışan memurlarına böyle hareket eden bir hükümet hakkında neler düşündüğümü anlatırsanız memnun olurum.

Birkaç hafta sonra Mark Twain, ABD Başkanından, kendi el yazısıyla şöyle bir mektup aldı: “Kızım, mektubunuzun alındığını size bildirmemi rica eder ve Başkan’a mektubu okutma cesaretinde bulunduğunu bildirir. Başkan da verdiği bilgi için Bay Mark Twain’e teşekkür eder ve arkadaşınızın görevinden alınmayacağını bilmenizi ister.

Cevabı neden kızının değil de, bizzat Başkan’ın yazdığını merak ediyorsanız, söyleyelim. Kızı o sıralarda bir yaşını daha yeni doldurmuştu da ondan…

Neşeli Öyküler – Zafer Dergisi