Kategori arşivi: Yazılar

Destanlaşan Bir Ömür: Bediüzzaman Said Nursi

Bediüzzaman lakabıyla meşhur olan Said Nursi, Bitlis’in Hizan kasabasının Nurs köyünde 1876’da doğdu. Çok dindar bir ailenin olağanüstü kabiliyetlere ve bambaşka bir mizaca sahip evladı olarak dikkati çekti. Dokuz yaşından itibaren din ilimlerini tahsil için mahalli medreselere devam etti. Ancak, bir okuduğunu ikinci defa okumaya ihtiyaç duymayacak kadar kuvvetli hafızası, o zaman medrese talebelerine verilen fitre ve zekat paralarını almayışı, çocuksu münakaşalarda bile yalana, hileye tenezzül etmeyişi ile hocalarının takdirini kazandı. İşte o hocalardan biri olan Seyyid Nur Muhammed, küçük Said’in mensup olduğu aileyi öğrenmek istedi. Nur Muhammed, Said’in babası Sofi Mirza Efendinin akşamüzeri tarladan iki öküz ve ineğin ağızlarında torbalarla bağlı olduğunu hayretler içinde görerek sebebini sordu. Mirza Efendi, lakabı olan “Sofi” kelimesinin de sebebini açıklayan şu cevabı verdi:
“Efendim, tarlamız biraz uzakçadır.
Hayvanların ağızlarını gidip gelirken bağlamaz sam, yol kenarındaki tarlalardan ekin koparıp yiyebilirler. Böylece biz de haram yiyen öküz ile tarlamızı sürmüş ve haramla beslenmiş olacağız.”
Bu cevap üzerine Said’in annesini çağıran Hoca Efendi, ona da Said’i nasıl besleyip büyüttüğünü sordu.
Nuriye Hanım’ın mukabelesi de şöyle oldu:
“Efendim, ben Said’e anne olacağımı hissettiğim günden itibaren abdestsiz gezmemeye gayret ettim. Said dünyaya geldikten sonra da ona abdestsiz süt vermedim.”(Şahiner, 1997:55)
Hoca Efendi, merakını gidermişti. Böyle bir anne babadan böyle bir evladın dünyaya gelmiş olması sürpriz sayılmazdı.
Üç yıl süren medrese tahsili küçük Said’i tatmin etmez. 1885 yılının kışını Nurs’ta ana-babasıyla geçirir. Tahsilden vazgeçmeye karar verdiği günlerde bir rüya görür.
Kıyamet günüdür. Herkes başının çaresine düşmüştür. Bu büyük hengamede Resulullah’ı görüp ondan bir dilekte bulunmak ister. Hz. Peygamber’i ancak Sırat Köprüsünün başında görebileceğini düşünerek oraya gider. Bütün peygamberlerin oradan geçtiğini görerek, hepsinin de ellerine sarılır. Nihayet Resulullah’ın da geldiğini görür ve ellerine kapanarak “her şeyin doğrusunu gösteren bir ilme sahip olmak istediğini” söyler.
Resulullah da ona, “Kimseye sual sormamak şartıyla, sana istediğin Kur’an İlmi verilecektir” buyurur. (Şahiner, 1997:58)
Büyük bir heyecanla uyanan küçük Said, artık müthiş bir ilim aşkıyla dopdoludur. Doğunun o zamanki ilim merkezleri olan medreselerini bir bir gezer. Bir yıllık ders kitaplarını bir ayda bitirerek, Bitlis, Siirt, Tillo, Cizre, Nurşin ve Mardin Medreselerini dolaşır.ancak asıl tahsili o yıllarda Erzurum’a bağlı Bayezit kasabasında yapar. Orada Bayezit Medresesinde Şeyh Mehmed Celalî Efendi’den o zaman okunması adet olan bütün kitapları sırasıyla okuyup bitirir ve icazet alır. Ne var ki o, bu ağır ve ilmi kitapların dipnot ve şerhlerini bırakarak sadece asıl metinlerini okuyup anlamayı tercih eder. Böylece çok uzun yıllar alan medrese tahsilini kısa sürede tamamlamaya muvaffak olmuştur.
Yine o dönemde bilhassa geceleri, Bayezit’te ki Şeyh Ahmed Hani Hazretlerinin türbesine çekilerek mum ışığında ders çalışır ve tefekkür eder. Daha sonra geldiği Tillo’da da bir türbeye kapanarak riyazete girer. Yine o sıralarda büyük bir lügat kitabı olan Kamus-u Okyanus’un büyük bir bölümünü ezberler. (Vakkasoğlu,1987:67)
Van valisi Tahir Paşa’nın konağında yaptığı ilmi çalışmaları kendisi şöyle tarif etmektedir:
“O zaman hafızamda doksan kitap vardı, ezberlemiştim. Her gece üç saat hafızamda okuyarak, üç ayda bir o 90 kitabı devrediyordum. Cenab-ı Hakka şükür benim o mahfuzatım (ezberim), o tekraratım, Kuran’ın hakikatine bana basamak oldular. Sonra ben, Kuran’ın hakikatlerine çıktım, baktım, her bir Ayet-i Kuran kâinatı ihata etmiş gördüm. Artık Kur’an bana kâfi geldi. Başka şeye ihtiyaç kalmadı.” (Canan, 1993:12)
O günlerde okuduğu bir gazete haberi, onun ruhunda fırtınalar koparır. İngiliz sömürgeler bakanı Gladiston, “Bu Kuran Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalı, Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız. Veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız” demişti.
Bediüzzaman Said Nursi de buna karşı şu sözü vermişti: “Ben de Kuran’ın sönmez ve söndürüle- mez bir manevi güneş olduğunu bütün dünyaya ispat edeceğim.” (Şahiner, 1997:53)
İşte “Bediüzzaman Said Nursi’nin ve yaygın ifadesiyle Nurculuk hadisesinin bütün gayesi bu cihete matuf olmuştur. “ (Şahiner, 1983:112)
Doğunun eğitim problemini çözmek için, fen ve din ilimlerinin beraber okutulacağı bir üniversite açılması gayesiyle, 23 yaşındayken İstanbul’a gider. Projesini bizzat Padişah’a takdim eder.
İkinci Meşrutiyetin ilanında, Selanik Hürriyet Meydanındaki söylediği nutku çok önemlidir. Nutuk isimli kitabında yer alan bu konuşmada, hürriyetin önemini ve geri kalmışlığın sebeplerini anlatır. Tarihe 31 Mart olayı olarak geçen İstanbul’daki ayaklanmada yatıştırıcı rol oynar.
1911 yılında Şam’a gider ve orada meşhur hutbesini okur. Bugün Hutbe-i Şamiye adlı kitabında bulduğumuz o ölmez hakikatleri, imparatorluğun çöküş döneminde büyük bir ümitle haykırır. Herkesin karamsar tablolar çizdiği gelecekten o, “İstikbal yalnız ve yalnız İslamiyetin olacak ve hâkim Hakaik-ı Kur’aniye ve İmaniye olacak” (Nursi, 1991:18) diyerek ileri görüşlülüğü- nü ortaya koyar.
Aynı yıl şark vilayetlerini temsilen sultan Reşad’ın Rumeli seyahatine katılır. Van’da kurmayı düşündüğü üniversite projesini Sultan Reşad ile görüşür. Onun da desteğiyle Van Gölü kıyısında temelini atar.
Vatanın kurtuluşu için vazife üstlenerek Birinci Dünya Savaşında Ruslara karşı gönüllü alay komutanı vasfıyla talebeleriyle birlikte savaşa iştirak etmiştir. Bu savaşta yaralanmış ve Ruslara esir düşmüştür. İki yıllık esaretten sonra İstanbul’a dönmüş ve Enver Paşa tararından madalya ile taltif edilmiştir.
1918 de İslam akademisi olarak kurulan Darü’l Hikmeti’l İslamiyeye üye oalrak alınması, Bediüzzaman’ın ilmi ve dini kariyerini bir kere daha ortaya koymaktadır.
1920’de Bediüzzaman Said Nursi’yi Yeşilay Cemiyeti’nin kurucuları arasında görüyoruz. Aynı yıl İngilizler İstanbul’u işgal edince, o, milli mücadele saflarında yer alacaktır. Ankara’ya davet edilir hatta hoş geldin töreni düzenlenir. Mecliste istediğini bulamaz. Gördüğü dağınıklığı düzelt- mek için on maddelik bir beyanname neşreder. “Şu büyük inkılâbın temel taşları sağlam gerek” diyerek, vermek istediği mesajını şu cümlelerde toplar: “Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şehitlere kumandanlık ettiniz. Bu İslam milletinin cemaatleri namazsız kalsa, hatta fasık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin (dindar) görmek ister” (Nursi, 1992:125)
Ankara’da aradığını bulamaz. Kendisine teklif edilen mebusluk, umumi vaizlik ve diyanet işleri reisliği gibi birçok imkanı reddederek Van’a gider. Şeyh Said isyanını önlemek için çok çalışır.
İsyana katılması için yapılan teklife karşı verdiği bu cevabı ise çok manidardır.
“Türk Milleti asırlardan beri İslamiyet’in bayraktarlığını yapmıştır, çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Kılıç harici düşmanlara karşı çekilir. Dahile kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegane kurtuluş çaremiz, Kur’an ve İman hakikatleriyle tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehaleti izale etmektir. (Şahiner, 1997:238)
İstanbul’dan sonra, civarın birçok nüfuslu şahsiyetleri gibi Bediüzzaman Said Nursi’de haklı gerekçe olmadığı halde sürgüne gönderilir. 1925 yılından itibaren sürgün, hapis, takip ve mecburi ikamet devresi başlar. Bu dayanılmaz baskılar altında olduğu halde Risale-i Nur adındaki Kur’an tefsirini yazar. Bu tefsirin gayesinin ne olduğunu da şöyle ifade etmektedir:
“İman ilminden ibaret olan Risale-i Nur eczaları emniyet ve asayişi temin ve tesis ederler. Evet, güzel seciyelerin ve iyi hasletlerin menşei ve menbaı olan iman, elbette emniyeti bozmaz, temin eder. İmansızlık ki, seciyesizliği ile emniyeti ihlal eder.” (Vakkasoğlu, 1983,97)
Bir asra yakın hayatı, zulüm karşısında eğilmeyen ve iman hizmetinden vazgeçmeyen bir mücadele ile 23 Mart 1960 yılında Urfa’da noktalanır. Ölümüyle özdeşleşen şu vasiyeti, hayat çizgisindeki önemli parıltılardan birisidir:
“Belki hayatta kalmayacağım. Bütün mevcudi- yetim vatan, millet, gençlik ve alem-i İslam ve beşerin ebedi refah ve saadeti uğruna feda olsun. Ölürsem dostlarım intikamımı almasınlar.” (Nursi, 1997:450)
Rahat bırakılmayan ve ısrarla rejime muhalif fikirler yaymak suçuyla mahkemelerde süründürü- len bu zatın kendisini mahkûm etmek isteyenler için beslediği hisleri hayret vericidir:
“Ben cemiyetin iman selameti yolunda dünyamı da feda ettim, ahretimi de. Gözümde ne cennet sevdası var ne de cehennem korkusu; cemiyetin, 25 milyon Türk Cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem; cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül-gülistan olur.”
Bediüzzaman Said Nursi; kendi köşesine çekilmiş mücerred bir fikir ve pasif bir aksiyon adamı değildir. İmanını ve fikirlerini yaşama safhasına aktarabilen; pratik bir hayat adamıdır. Gönüller üzerinde tesis ettiği davasını “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” istinatları ile ebedileştirmiştir. Onun Bediüzzaman oluşunun farkı da budur. O, büyüklüğü şöhrette ve makamda değil; mahviyet ve tevazuda bulmuştur. Bu tevazusu geride bıraktığı maddi eşyalarından da bellidir. Bütün dünya malı; saat, cübbe, sarık ve yirmi liradan ibarettir. (Şahiner, 1997:406)
Bugün hiçbir ilim ve fikir adamının erişemediği bir alakayla takdir uyandıran ve eserleri dünyanın her yerinde artan bir iştiyak ve merakla okunan bu zatın görüşleri; her platformda “kurtuluş reçetesi” olarak kabul görmektedir.
“Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolâstik bataklığı içine saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben bütün müsbet ilimlerle, Asr-ı Hazır (şimdiki asır), fen ve felsefesi ile meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler telif eyledim.” (Nursi, 1992:553)
“Ben imanı kurtarmak ve Kuran’a hizmet için, Mekke’de de olsam buraya gelmem lazımdı.” Diyen Bediüzzaman’ın hayat çizgisini; “Bediüzzaman’ın fihriste-i maksadı ve efkarının programı” adıyla 1909 tarihinde Dini Ceride’de yayınladığı dokuz maddelik maksat ve fikir programını özetleyerek bitirelim: (Canan, 1993:31)
Birinci Madde: İslam Alemini terakkiye sevk edecek uyanışı sağlamak.
İkinci Madde: İslam eğitimini sağlayan üç merkez arasındaki ihtilafı gidermek. Bu üç merkez; mektep, medrese ve tekkedir.
Üçüncü Madde: İlmi çevrelerde, ilmi hürriyeti tesis etmek.
Dördüncü Madde: Medreselerde, ihtisas bölümleri açmak.
Beşinci Madde: Umumi irşad vazifesi gören vaiz ve hatiplerin yetişmesini ele almak.
Altıncı Madde: Osmanlılarda terakki meylini uyandırmak. Geri kalış sebeplerinden olan cehalet, zaruret ve ihtilafı; sanat, marifet ve ittifak ile bertaraf etmek.
Yedinci Madde: Osmanlı Devletinin beylikler dönemine dönüşmemesi için, Müslüman halklar arasında İttihad-ı Muhammedi fikrinin geliştirilme sini temin etmek.
Sekizinci Madde: Hilafet Makamının ıslahı meselesi.
Dokuzuncu Madde: Milli birliği sağlayarak, Kürtlerin ihtilafı sebebiyle zayıf olan kuvve-i cesimelerinden istifade etmek.

BEDİÜZZAMAN’IN
EMSALLERİ İÇİNDEKİ YERİ

Onu Bediüzzaman yapan meziyetleri ve “çağımızın en büyük müfessiri ve müceddidi” ünvanıyla dünya çapında bir şöhret kazandıran vasıflarını ve kendisine gösterilen alaka ve teveccühün sebeplerini ana hatlarıyla ele almak lazımdır. Emsalleri arasındaki müstesna yerine kadar iyi ifade edilirse, sunmaya çalıştığımız eğitimde Bediüzzaman modelinin de farkı daha iyi fark edilecektir.
“Klasik manada yıllar sürmesi gereken medrese eğitimini, üç ay gibi kısa bir sürede” tamamlayarak ilimdeki üstünlüğü, devrin meşhur âlimleriyle yaptığı ilmi ve dini münazaralarla ortaya koymuştur. Yaptığı bütün münazaraları kazanmasından dolayı, ulema çevresi kendisine “Bediüzzaman” unvanını vermiştir. Bu münazara- ların en çarpıcı misali 1908 yılında İstanbul’da yaşanmıştır. Mısır el-Ezher Üniversitesi öğretim üyelerinden meşhur ulema Şeyh Bahit Efendi İstanbul’da bulunduğu bir sırada, Bediüzzaman’ı ilmen mağlup edemeyenler bunu Şeyh Bahit’ten istemişlerdir. Bu gaye için iki âlim buluşturulur:
“Osmanlı Devletindeki hürriyete ve Avrupa- daki medeniyete ne diyorsunuz? Bunlar hakkında- ki fikrin nedir?” şeklindeki Şeyh Bahit Efendinin ilk sorusuna Bediüzzaman şöyle cevap verir:
“Osmanlı Devleti Avrupa ile hamiledir. Avrupa gibi bir hükümeti doğuracak. Avrupa da İslamiyet’e hamiledir. O da bir İslam devleti doğuracak.”
Hayretler içinde kalan Şeyh Bahit Efendi de şunu ifade eder:
“Ben de tasdik ediyorum. Ben de aynı kanaatte- yim. Bu gençle münazara edilmez. Ben bununla münazara edip galebe edemem. Fakat bu kadar veciz ve beliğane bir tarzda ifade etmek Bediüzza- man’a hastır.” (Nursi,1990,108)
Bediüzzaman’ın İstanbul’da bulunduğu o yıllarda, Şekerci Hanındaki kaldığı odasının kapısına, “Burada her suale cevap verilir, her müşkül halledilir. Fakat sual sorulmaz” diye astığı yazıyı belki de tarihte ilk defa görülen böylesi bir meydan okuyuşu da zikretmek lazımdır.
Günümüzün değerli müfessirlerinden Hasan Basri Çantay’ın şu tespiti Bediüzzaman’ın misyonunu ortaya koymaktadır.
“bizler Üstadın sayesinde müfessir olduk. Halbuki bizler ne eser yazabiliyorduk ne de anlatabiliyorduk. Üstad Hazretleri Risale-i Nur eserlerini telif etmeye başladı. Türkiye’de okuma çığırını açtı. O hapishanelerde zulme tahammül etti. Fakat onun ihlası, şefkati, merhameti, tevazuu, şecaati her şeye galip geldi.
Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil de onun ilmini ummana benzeterek şöyle der: “Onun ilmine hayranım. Bizim tahsil ettiğimiz ilimle onunki asla mukayese edilmez. Ona, Cenab-ı Hak ilim nasip etmiş, aktıkça kabarıyor.”
Fıkıh alimi Ömer Nasuhi Bilmen, “Onun ilmi vehbidir (Allah vergisidir). Bizimki gibi kesbi (çalışılarak elde edilen) değildir. Eğer bizim kulağımıza fısıldayan olsaydı biz de Risale-i Nur yazardık” (Yeni Asya Gazetesi, 24.6.1988) diyerek Bediüzzaman’ın makamını ifade eder.

Kur’an’ı asrın idrakine uygun ve ikna edici bir üslupla izah ve ispat eden Risale-i Nur Külliyatının müellifi olmak, kendisine erişilmez bir ayrıcalık getirmiştir. Bunun için “İmam-ı Gazali kendi devrinin, Bediüzzaman ise bu zamanın Hüccetü’l İslam’ı denilmiştir. (Akyol, 1992:44) Mısır-Ezher Üniversitesi Profesörü Dr. Abdülvedud Çelebi de bir başka tespit yapar: “İslam tarihinde Müslüman- ların imanını muhafaza eden ve birbirine benzeyen üç hareket vardır. Hindistan’da İmam-ı Rabbani, Cezayir’de İbn-i Badis ve Türkiye’de Bediüzzaman Said Nursi’dir.”
Pakistan’da faaliyet gösteren Cemaat-ı İslam’ın lideri Mevdudi’nin “Hepimiz İslam’a hizmet ediyoruz. Ama Bediüzzaman küfre karşı imanlarımıza bekçilik yapıyor” şeklindeki ifadesi çok anlamlıdır.
“20. yüzyıla damgasını vuran Seyyid Kutup, Muhammed Kutup ve Hasan el-Benna gibi İslam âlimleri bir derece siyasete girdikleri ve tedbirden kusur ettikleri için muvaffakiyetleri sınırlı kalmıştır. Bediüzzaman nefsinden başladığından, dünyayı ihata eden bir ıslah metoduyla çağa damgasını vurmuştur.” Cemaleddin Efgani ve Musa Carullah ile Bediüzzaman’ı kıyaslayan tarihçi Cemal Kutay “Nasıl hayatta kaldığı cidden ibret verici olan Said Nursi, Bediüzzaman oalrak geldi ve Bediüzzaman olarak kaldı” diyerek cihanşümul vasfına dikkat çeker.
Mevlana ile Bediüzzaman’ı karşılaştıran İtalyan Profesör Anna Masalada, “Birisi, bütün insanlığın derdini haykırır, diğeri bütün Müslümanların kardeşliğini haykırır” der. Bediüzzaman’ın bu husustaki görüşü ise “Hz. Mevlana benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur yazardı. Ben de o zamanda gelseydim Mesnevi’yi yazardım” şeklindedir. (Şahiner, 1985:312)
İngiliz asıllı Müslüman bir yazar olan Meryem Cemile’nin, Bediüzzaman’dan, Türkiye’yi İslam’a kazandıran bir âlim” (Mürsel, 1992:9) oalrak bahsettiğini bunun Papalığın yayınladığı istatistikte de teyit edildiğini görmekteyiz. “Avrupa’da on ay içinde Müslüman olan 58 bin kişiden yüzde 38’inin Risale-i nur okuyarak İslam’ı seçtiği de belirtilmektedir.
“Bediüzzaman’ın emsalleri içindeki yerini, günümüzün en değerli âlimlerinden Mehmet Kırkıncı Hocanın notlarıyla kapatalım:
“O zat, İbrahim Ethem Hazretleri gibi sadece müttaki bir abidd ve dünyayı terk etmiş bir zahid değil, aynı zamanda mücahid bir mürşittir. İlim ve irfan bakımından adete bir Gâzali, bir Râzi ve bir Kâzi’dir. Hikmet ve felsefe cihetinde bir Sokrat, bir ibn-i Rüşd ve bir ibn-i Sina’dır. Tebliğ ve ikaz vadisinde ise bir Mevlana’dır.
Tecdid ve mücadelede sanki bir Ahmed-i Faruki’dir. Tabiri caiz ise o, selefteki mürşitlerin ve müceddidlerin hakiki bir varisidir. Evet, bir Arap şiirinde denildiği gibi “Bütün alemi bir şahısta toplamak Cenab-ı Hakk’a zor gelmez.” O zat, dünya sarayının, Anadolu kürsüsünde yüksek bir nutuk okudu.
O nutkun aslı ve kökü ne şarkta ne de garptaydı. Doğrudan doğruya Kuran ve Sünnetten alınmaydı. Bu nutkun yankısı insanlık semasında çınladı. Avrupa, Amerika ve Asya’da sesler getirdi. Nutkun maksadı ise; Allah’ın varlığını ve birliğini insanlara dinlettirmektir.”

(Kırkıncı, 1998: 15-16)

Bediüzzaman Said Nursi, yalnız Türkiye’nin değil; bütün İslam âleminindir. Onun gayesi Kur’an’ın hakikatlerini insanlığa sunmaktır. Hayatı boyunca birlik ve dirlik için çabalamıştır. Ama o yanlış anlaşılarak çekmediği kalmamıştır. Bugün bütün dünya onun kitaplarının peşindedir. Prof. Dr. Ursula SPULER

Çağın büyük müfessiri Bediüzzaman

(Bediüzzaman Said Nursi, 1876 – 1960 yılları arasında yaşadı. Ülkemizde ve ülkemiz dışında milyonlarca insan Onun Risale-i Nur isimli tefsirinden istifade etti. O, hep “Nurlar Vadisinde” gezdi. Karanlık vadilerde gezenler, yarasanın ışıktan hoşlanmaması misali bu nurdan rahatsızlık duydu. Ama O, aldırmadı. “Elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar” dedi ve yoluna devam etti… Bu araştırmamızda, kendisinin hayatına, fikirlerine ve mücadelesine kuşbakışı bir bakışla bakmaya çalışacak, doğrudan eserlerinden alınan cümlelerle bazı değerlendirmelerde bulunacağız.)

Kur’an Müfessiri

Bediüzzamanın en belirgin vasfı, Kur’an müfessiri olmasıdır. Bu konuda şöyle der:

“Kur’an-ı Hakîm’in dergâhında, bir dilenci hâdim hükmündeyim.”

“Derd benimdir, deva Kur’anındır.”

Yazmış olduğu Risale-i Nur külliyatı, ayetlerin ve hadislerin yorumundan ibarettir. Risaleler müstakil bir dava olmayıp, İslam davasının izah ve isbatından ibarettir.

Çağın Önünde Bir Âlim

Bediüzzaman, çağın gereklerini anlamış ve ona göre hizmetini yapmış bir İslam âlimidir. Bazıları bu zamanın şartlarıyla eski zamanın şartlarını birbirinden ayırt edememişler, adeta zamanımıza gelememişlerdir. O, bu konuda şu veciz ölçüyü ortaya koyar:

“Eski hal muhal…

Ya yeni hal veya izmihlal!”

Yani, zaman değişmiştir. Zamanın çarklarını geriye doğru çeviremeyiz. Ya yeni hale uyum sağlanacak veya durum çok vahim olacaktır.

Eski devirlerde bileği kuvvetli olan galip gelirmiş. Ama artık günümüzde bilim ve fen ön plana çıkmış. Kaliteli aydın bir insan, sıradan binlerce kişiye bedel olabilir. Kim daha ziyade bilim ve fenne dayanırsa, o galip gelir. Yabancılar bununla bize galip geldiler. Artık sadece kalbin cesur olması yetmemektedir.

Geleceğe yatırım

Ahirzaman, manen kış bir mevsimdir. Pek çok âlim bu kışın şiddetinden feryad eder, ama nedense kıştan sonra gelecek bahara bir hazırlık yapmazlar. Bediüzzaman ise şöyle der: “Çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir.”

Hizmet insanı

Bazı âlimler vardır, kendi köşelerinde kalmış, ilmini başkalarıyla pek paylaş(a)mamıştır. Bediüzzaman ise bir “hizmet adamı”dır. O, şöyle der:

“Bir adamın kıy­meti, himmeti nisbetindedir.

Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek ba­şıyla küçük bir millettir.”

İnsan, sosyal bir varlıktır. Hay­van gibi bir postla yaşayamadığından, toplum halinde yaşamaya mecburdur. Toplum halinde yaşama­nın da, kolaylıklarıyla beraber, bir takım sorumlulukları vardır. Her insan kendi çapında başkalarını da düşünmekle mükelleftir.

Bediüzzaman, “Âlim olan mazur değil­dir.” der. Kendisi âlim biri olarak şunu söyler:

“İlim itibariyle insanlara bir menfaat dokundurmak için şer’an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim.”

O, hizmet etmeyi doğal bir görev olarak görür. Arı için bal vermek ne kadar doğalsa Bediüzzaman için de Kur’ana hizmet etmek, insanları aydınlatmaya çalışmak o derece doğaldır.

Etrafı aydınlatmak isteyen nice insan yangın çıkarmakla suçlandığı gibi, bazıları da Bediüzzamana nedense ön yargıyla bakmışlardır. O, bunlara şöyle cevap verir:

“Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok.”

“Ben başka maksaddayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış.”

İçimizden Biri

Bir batılı “yolu sormuyorum, arkadaş arıyorum” der. Bediüzzaman da benzeri bir şekilde kendine mürid değil dava arkadaşı arar. O, çevresindekileri her söylediğini düşünmeden onaylayan kimseler olarak değil, araştırmacı muhakkikler olarak yetiştirmek ister. Bu meyanda şöyle der:

“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görü­nür. Yahut bâtılı hak görür.

Evet, kimse demez ‘ayranım ekşidir.’

Fakat siz mihenge vurmadan almayınız.

Zîrâ çok silik söz ticarette geziyor.

Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyo­rum.

Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz.

İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”

Bir kısım toplum önderleri kendilerini adeta kusursuz göstermek için gayret sarfederken, O şöyle der:

“Ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum.”

Ayrıca, kendisini hatasız zannetmenin hatalarına şöyle dikkat çeker:

“Aziz kardeşlerim! Üstadınız lâyuhtî (hatasız) değil. Onu hatasız zannetmek hatadır.”

“Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım!

Benim hatamı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım.

Hattâ başıma vursanız, ‘Allah razı olsun’ diyeceğim.

Hakk’ın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz.”

Karizmatik bir lider

Lider bir insan, beraber yürüdüğü insanları onure etmeyi bilir, bir problem olduğunda en tatlı bir şekilde halleder, hatta gerekirse etrafta suçlu aramak yerine kendini suçlu olarak görür. Bediüzzamanın etrafında bulunan bazı kimseler kendi aralarında bir problem yaşadıklarında O, şu ibretli mektubu gönderir:

“Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözlerle birbirine küsmesinler ve “haysiyetime dokundu” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete fedâ ederim.”

Zühd insanı

Zühd, kalben dünyayı terk etmektir. Bediüzzaman, şayet istese dünyada saltanat sürebileceği halde, sade bir hayatı tercih etmiştir. Hediye kabul etmemesi buna güzel bir örnektir. Aslında hediyeleşmek sünnettir. Ama bazı özel durumlarda hediye almamak daha isabetli olur. Mesela, adaletiyle meşhur Ömer bin Abdülaziz, Emevi hükümdarı olduktan sonra hediye almadı. Kendisine “sünnete muhalif olarak niçin hediye almıyorsun?” diye sorulduğunda şu cevabı verirdi:

“Hz. Peygamber zamanında hediye gerçekten hediye idi. Ama günümüzde rüşvet haline geldi.”

Bediüzzaman hediye almama sebebini şöyle anlatır:

“Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim.

“İstanbul’dan senin için getirdim, beni kırma” dedi. Kabul ettim, fakat iki kat fiatını verdim.

Dedi: “Ne için böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?”

Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatimi terk ediyorum. Çünkü dünyaya tenezzül etmez, tama’ ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise,

sadaka almaya mecbur olmuş,

ehl-i servete tasannua muztar kalmış,

tama’ zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş,

sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş,

âhiret meyvelerini dünyada yemeğe cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.

İşte sana manen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telakki ediyorum. Sen madem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme!

O da bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.”

Şefkat insanı

O, bahar çiçeklerinin solmasından ızdırap duyacak kadar engin bir şefkate sahiptir. İhtiyarlara yönelik yazdığı “İhtiyarlar Risalesinde” geçen şu ifadelerinde, bu engin şefkatin yansımalarını açıkça görmekteyiz:

“Sizin en ihtiyarınız her ne kadar zahiren benden yaşlı ise de, manen ben onlardan daha ziyade ihtiyarlığımı tahmin ediyorum. Çünki fıtratımda rikkat-ı cinsiye ile acımak hissi ziyade bulunduğundan, kendi elemimden başka binler kardeşlerimin elemlerini de o şefkat sırrıyla çektiğimden, yüzler sene yaşamış gibi ihtiyarım.

Ve siz ne kadar firak (ayrılık) belasını çekmiş iseniz, benim kadar o belaya maruz kalmamışsınız.

Çünkü oğlum yoktur ki yalnız oğlumu düşüneyim. Bendeki fıtrî olan bu ziyade acımaklık ve şefkat, binler Müslüman evlâdlarının, hattâ masum hayvanların teellümlerine karşı dahi bir rikkat, bir elem, o sırr-ı şefkat ile hissediyordum.

Hususî bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim; belki bu memleket ile ve belki âlem-i İslâmın kıt’asıyla hanem gibi, hamiyet-i İslâmiye noktasında alâkadarım. Ve o iki büyük hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum!”

Bir aile reisinin kendi ev ve evladıyla alakadar olması gibi, Bediüzzaman bütün vatan evladını kendi çocukları ve tüm İslam Dünyasını kendi evi olarak kabul etmiştir.

1952 de Eşref Edib’in kendisiyle yaptığı bir röportajda ifade ettiği şu cümleler O’nun iç dünyasını tahlilde bize mühim ipuçları sunar:

“Bana ıztırap veren, yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir… Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!

Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.

Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!

Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum.”

Dâhili ve Harici Cihad Farkı

Bazıları “cihad” denildiğinde “savaş” anlasalar da, cihad savaş demek değildir. Cihad kelimesi, cehdetmek, gayret göstermek anlamındadır. Çevremize baktığımızda, büyük bir faaliyet ve hareketlilik gözümüze çarpar. Kavram olarak cihad, bu faaliyet ve hareketliliğin Allah yolunda yönlendirilmiş şeklidir.

Bediüzzaman ülke dâhilinde yapılacak cihad ile, dış düşmanlara karşı yapılacak cihadı çok net ifadelerle birbirinden ayırır. Sözgelimi, dıştan bir ülke saldırdığında silahla karşılık verilir ve savaşılır. Ama ülke dâhilinde yapılacak olan cihad, manevi bir mücadeledir.

Kendisinin ifadesiyle:

“Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

…Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir… Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir… Vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

…Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır.

…Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz.”

Müsbet Hareket:

Ülke dâhilinde yapılacak cihadda en mühim bir esas müsbet hareket etmektir. Bediüzzamanın ifadesiyle:

“Aziz kardeşlerim,

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir.”

“Din dahilde menfi bir tarzda istimal edilmez.” (Yani din ülke içinde menfi olaylara alet edilemez.)

Yapılması gereken,

· insanları dine meylettirmek

· onları teşvik etmek

· dinî görevlerini hatırlatmaktır.

Yoksa “dinsizsiniz!” dese onları tecavüze sevkeder.

Din aslında hiçbir zümrenin tekelinde değildir. Herkesin hak dinden istifade etmek, hem hakkı, hem görevidir.

Müsbet hareket, “kahrolsun karanlık!” demek yerine bir mum yakmayı öğretir. Batıl ilahlara sövmek yerine Allah’ın adını anmayı ders verir.

Müsbet hareket, yıkmayı değil yapmayı, tahribi değil tamiri esas alır.

Müsbet hareket, başkalarının kusur ve noksanlarını ortaya koymak yerine, İslamın güzelliğini ilan etmeyi öğretir.

Müsbet hareket, mutedil hareketi netice verir, insanı taşkınlık ve şaşkınlıktan kurtarır, fevrî davranışlara sed çeker.

Müsbet hareket, görünüşte pasif, ama gerçekte en etkili bir metottur. Meşhur örnek ile anlatmak gerekirse, rüzgar ve güneş yolda giden bir adamın sırtındaki paltoyu çıkartmak için bahse girmişler. Önce rüzgar denemiş, gittikçe sür’atini artırarak adamın paltosunu çıkarmaya çalışmış. O şiddetini artırdıkça adam paltosuna daha şiddetle sarılmış. Ardından güneş devreye girmiş, hararetini azıcık artırması adamın paltoyu çıkarmasına yetmiş.

İşte müsbet hareket, temsildeki güneşin hareketine benzer. İlk bakışta ortalıkta bir şey yok gibidir. Ama sonuca baktığımızda muhteşem bir sonuç bizi beklemektedir.

Cahilliğe-Fakirliğe-Ayrılığa Karşı Cihad:

20. yüzyılın başlarında, Bediüzzaman ülke dâhilinde yapılacak cihadla ilgili olarak şu hedefi gösterir:

“Bizim düşmanımız, ‘cehalet, zaruret, ihtilaftır.’

Bu üç düşmana karşı ‘san’at, marifet, ittifak’ silahıyla cihad edeceğiz.”

Aradan geçen bir asırlık zaman biriminde bu üç düşmanla yapılan cihad henüz kazanılmış değildir. Cahillik, ekonomik geri kalmışlık ve Müslümanlar arasında ayrılık hâlâ devam etmektedir.

Yaşadığımız çağa “bilgi ve teknoloji çağı” adı verilmektedir. İlk emri “oku!” olan bir dinin mensupları bu meselede çağa ayak uydurmada zorlanmamaları gerekir.

Öte yandan, ekonomik alanda nice gayr-ı Müslim ülke Müslümanlardan daha ileri vaziyettedir. Böyle bir durum ise, İslamın evrensel intişarına ciddi bir engeldir.

Ayrıca, aynı dine mensup olan, aynı gaye için çalışan, aynı değerleri paylaşan Müslümanların adeta “ittifak etmeme hususunda ittifak etmeleri” acı bir gerçektir.

İşte, bu üç düşmana karşı verilecek mücadele, Müslümanları canlandıracak, evrensel barışa muazzam bir katkıda bulunacaktır.

Sivil itaatsizlik:

Bediüzzaman 1926-1950 yılları arasında sürgün hayatı yaşadı, bu arada üç defa hapsedildi. Vefat ettiği yıl olan 1960’a kadar da gözetlemeler devam etti. Fakat O, hiçbir zaman devlete isyan eden biri olmadı ve talebelerini de öyle hareketlerden alıkoydu.

Şüphesiz O’nun bu tarz tavrı, o dönemlerde yapılan bir takım yanlışları kabul etmek anlamına gelmiyordu. Kendisinin mahkemede kullandığı şu ifadelerinde bu noktayı açıkça görebiliriz:

“Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır.

Ehl-i hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz.”

Bediüzzamanın savunduğu bu ince noktalar, artık günümüzde evrensel hukuk çerçevesinde gittikçe yükselen kıymetler halini almaktadır. Din ve vicdan hürriyeti, fikir hürriyeti gibi değerler dünyanın her tarafında genel kabul görmeğe başlamıştır.

Bediüzzaman yanlış uygulamalara “fikren ve kalben taraftar olmadıklarını” açıkça beyan etmekten çekinmez. Fakat bu yanlış uygulamalardan hareketle isyan cihetine de gitmez. Böyle bir hareketin çok acı sonuçlar doğurabileceğini nazara verir. İdarede olanlara şöyle seslenir:

“Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil. Çünkü idarenizi, âsâyişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde “kalp de bizi sevsin” demeye?”

Bediüzzamanın nazara verdiği “bir şeyi reddetmek başkadır ve onun ile amel etmemek bütün bütün başkadır” manası günümüz dünyasında geniş revaç bulmaktadır. Özellikle sivil toplum kuruluşları mevcut hükümetlerin yanlışları olduğunda harekete geçip bu yanlışların önünü almaya çalışmaktadırlar. Bu bir isyan değildir, ama aynen kabul de değildir. Hata hata olarak görülmekte, bünyede zarar vermeksizin tedavisi cihetine gidilmektedir.

Asayiş muhafızı:

Bediüzzaman asayişi “her türlü dünyevi saadetin esası” olarak görür. “Yüz ruhum olsa asayişe feda ediyorum” der.

Talebelerini de asayişin manevi muhafızları olarak yetiştirir. Uhuvvet Risalesinde verdiği şu örnek konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır:

“Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.”

Terör eylemlerinde ise böyle bir ince ölçü, böylesine insaflı bir yaklaşım asla söz konusu değildir. Terörün hâkim olduğu toplumlar mayınlı arazi gibi güvenden uzak olur. Her an bir bomba patlayabilir, her an serseri bir kurşun hedefe veya bir masuma isabet edebilir.

Bir Müslüman, eğer dini gerçek şekliyle biliyorsa asla terörist olamaz. Ancak “dinde hassas, aklî muhakemede noksan” bazıları hemen her toplumda görüldüğü gibi, İslam toplumlarında da bulunabilir. Böylelerinin yanlışlarıyla İslamı ve Müslümanları karalamaya çalışmak akla- mantığa ve insafa sığan bir tavır olamaz.

Siyasetüstü Bir Kur’an Hizmeti:

Siyaset, yönetime talip olmaktır. Şüphesiz bazıları siyaseti esas alıp hizmet etmeye çalışabilirler ve hizmet de edebilirler. Bediüzzaman ise siyasetüstü bir hizmet metoduyla insanlara faydalı olmaya çalışır.

Bediüzzaman “Kur’ân ve iman hizmetinin kendisini siyasetten men ettiğini söyler ve bunu şöyle açıklar:

“Hakaik-i imaniye ve Kur’âniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyasetle âlûde olsaydım, elimdeki o elmaslar, kandırılabilen avam tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir siyaset propagandası değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde, ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.”

İşte böyle ciddi sebeplerden dolayı siyasetin içine girmeden vatan evladına faydalı olmaya çalışan Bediüzzaman, siyasilere de zaman zaman mektuplar göndererek Kur’an- iman hesabına tavsiyelerde bulunur.

Bu siyasetüstü metodun sonucu olarak, çeşitli partilere mensup kimseler günümüzde de O’nun eserlerinden istifade etmektedirler.

Medenilere Galebe:

14 asırlık İslam tarihine baktığımızda gayr-ı Müslimlerle yapılan pek çok kanlı savaşlar görürüz. Günümüzde dıştan bir saldırı olduğunda “sıcak savaş” bir hak, hatta bir görev olmakla beraber, Bediüzzaman normal şartlar altında barış ve diyaloğa taraftardır. Bunu şöyle ifade eder:

“Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir.

Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur.”

İslamın güzelliğini fiilen göstermek onu en güzel bir şekilde temsil ve tebliğ etmek anlamına gelir. Bu layıkıyla yapıldığında dünyanın her tarafından nice insanlar gruplar halinde İslama koşacaklardır.

Kendisinin şu cümleleriyle konuyu noktalayalım:

“Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim;

sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz…

Şimdi ekilen tohumlar, zemininizde çiçek açacak­tır.”

Prof. Dr. Şadi Eren