Kategori arşivi: Yazılar

Semada Hayat

Zihni darlaşan, aklı gözüne inen, sıkışmış zihinlerine Kuranın ayetlerinin ifadelerini yerleştirmeyenlere Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ifadelerinden aktarmaya çalıştıklarımızdan bir kaç örnek.

Yeryüzünde yaşayan buraya münasip canlılar varsa gökyüzünde de semaya münasip yaşayanlar vardır elbet. Bunlar farklı şekilde adlandırılsa da melek ve ruh şeklinde isimlendirmek mümkündür.

Çünkü kâinatı had hesaba gelmeyecek şekilde süslendiren, zinetlendiren Allah (cc) bunların görülmesini bilinmesini ve taktir edilmesini ister. Halbuki insanlar ve cinler ancak dünyada ve birazda semada bir kaç şeye nazar edebilir, onları bilebilir. Yaratıcı hikmetsiz bir şey yaratmadığına göre bu kadar büyük galaksileri seyredecek bilecek taktir edecek birilerini de halk etmiştir şüphesiz.

Bazı rivayetlerde bu cisimlerin melaikenin binekleri olduğu söylenir.
Onlar bunlara Allah’ın izni ile binip alemi gezer ve seyrederler. Hadiste de “bir cins ervahın tayyareleridir” buyrulmuştur.
Topraktan sudan nice idrak sahibi yaratıklar halk eden Zat, elbette nur denizinden hatta zulmet denizinden de şuurlu mahluklar yaratmıştır.
Zemin ve gök birbiri ile çok alakalıdır, zemine lazım olan ısı, ışık, yağmur semadan gönderiliyor, hatta vahiy indiren Cebrail (as) da semadan geliyordu. Buradan anlaşıyor ki semadan yer yüzüne, yer yüzünden semaya bir yol var, örnek mi istersin, akıl ve hayal her vakit semaya gider, aynen onun gibi ağırlıklarını bırakan ruh, enbiya evliyalar izni İlahî ile oraya gidebilir.

Semanın sakinleri, memleket geniş fıtratları safi makamları sabit olduğu için münakaşa etmez ne emrolunursa yapar. Zemin, zıtlar yeri olduğu için şerler karışmış, ihtilaf doğmuş, bu durum münakaşaya sebep olmuştur. Bu hal zemin ehlinin terakkiyatına aynı zamanda imtihan olmasına sebeb olmuştur.

Bunun hikmetini Üstad şöyle açıklıyor. İnsan yaratılmışların en sonuncusudur, bir manada kâinatın meyvesidir, ağaç misali ; Kök dal yaprak en nihayet meyve olur, zaten ağacın ekiliş nedeni meyvesidir. İnsanda diğer yaratılmışlara nazaran en küçüğüdür ama manen, sanaten kâinatın kalbi,merkezidir. Zemin ise Allah’ın sanatının sergi yeri bütün esmasının müşahede edildiği yerdir, nebatatın, hayvanatın yaratıldığı aynı zamanda ahiret alemininde küçük bir numunesidir.

Arz küçüklüğü ile beraber semaya karşı gelebilir, çünkü daimi akan çeşme gölden daha büyüktür denilebilir. Cenab-ı Hak küre-i arzı, icadına, hikmetine, kudretine rahmetine, cennetine mezra yapmış. Her sene arzın değiştirdiği gömlekleri göz önüne alsan göreceksin ki arz semadan noksan kalmaz.
Kuranı Kerim de, arzı semaya denk tutuyor.

Ey zayıf, mağrur, serkeş cin ve insan! Yıldızları ayları güneşi emrine itaat ettiren zatın emrini nasıl dinlemez onunla mücadele edersiniz. Onun öyle azametli askerleri var ki dağlar gibi gülleler ile sizi cezalandırabilir, küfranınızla öyle isyan çıkarıyorsunuz ki arz büyüklüğünde yıldızları arzın yüzüne çarpmaya üstüne yağdırmaya muktedir bir zatın memleketinde isyan ediyor, zulm ediyor, emir dinlemiyor, günahlar işliyor, küfre giriyorsunuz. Yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimat eden ve kuran güneşine gözünü yuman efendi, gözünü aç, kafa fenerini bırak gündüz gibi görünen Kuran ayetlerini gör, Allah’a yakışır kul, Resûlüllah’a yakışır ümmet ol,istikametten ayrılma Rızai İlahiye dairesinde kal. Cennet seni bekliyor.

Çetin KILIÇ
Kaynak RNK

Duaların geri çevrilmediği gece: Leyle-i Regaib

Kusurlarımıza rağmen, Cenab-ı Hak, kullarını Cehennem azabıyla cezalandırmak yerine, affetmek ve Cennetiyle müjdelemek istiyor. Bunun için de, çeşitli fırsatlar yaratıyor, insanları tövbe etmeye teşvik ediyor.

İşte o fırsatları bize müjde veren Peygamber Efendimiz (asm) “Şu beş gecede yapılan duâlar geri çevrilmez. Regaip Gecesi, Şaban’ın 15. gecesi, Cuma geceleri, Ramazan Bayramı gecesi ve Kurban bayramı gecesi.”1 buyurmuş….( İbn-i Asâkir)

“üç aylar” olarak bilinen Şuhur-u Selâsede ve bu aylar içine yerleştirdiği mübarek gecelerde sevapları on binlere ve otuz binlere çıkartıyor. Ve bir Kadir Gecesi’ni bihakkın ifa edenlere, seksen üç senelik ibadetle geçen bir ömür kazandırıyor.

Rahmet sağanağı, üç ayların ilki olan Recep Ay’ı ile başlar, Şaban Ay’ı ile artarak devam eder, Ramazan Ay’ı ile zirveye çıkar.

Recep ayının ilk Cuma gecesi, Leyle-i Regaib Gecesi’dir. Duâların red olunmadığı müstesna gecedir.

Leyle-i Regaib, Cenab-ı Hakk’ın mü’minleri kendine daha yakın etmek, duâları kabul ederek, tövbe edenleri affetmek için bir fırsat olarak verdiği mübarek bir gecedir.

Bu ay’a, Recebü’l esab denmiştir. Yâni, sevapların bol olduğu ay demektir. Regaip gecesi ise, bu rahmet sağanağının coştuğu bir gecedir.

Recep ayının ilk Cuma gecesine Regaib diyenler, meleklerdir. Recep ayının ilk gecesi olunca, hem Cuma gecesi hem de Leyle-i Regaib üst üste gelen iki büyük kıymet ve fazilet bu geceye ayrı bir manevî değer katmaktadır. Allah bu gecede mü’minlere bol ihsan ve ikramlarda bulunur.

Allah Kur’ân’ı Kerim’de mealen şöyle buyuruyor: “Arş’ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunan melekler Rablerini hamd ederek tespih ederler, O’na inanırlar ve inananlar için bağışlanma dilerler:

“Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O hâlde tövbe eden ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları Cehennem azabından koru.” (Mü’min suresi, 7)                                                                                                                                     

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri şuhur-u selâsenizi ve Leyle-i Regaibinizi tebrik ediyor:

“Aziz ve sıddık kardeşlerim ve fedakâr ve sadık arkadaşlarım! 

Evvelâ: Sizin, bu mübarek şuhur-u selâse ve içindeki kıymettar leyâli-i mübarekeleri tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak, her bir geceyi sizin hakkınızda birer leyle-i Regaib ve leyle-i Kadir kıymetinde size sevap versin. Âmin.” (Kastamonu Lahikası .s.105..204)

Hülâsa: Regaib, rağbet edilen, değer verilen, arzulanan, talep edilen demektir. İnsan bu geceye rağbet ederek, sevabını da Allah’tan talep ederek geceyi zikir ve ibadetle geçirirse, vaad edilen sevaba nail olur.  Regaib Gecesi’ne rağbet edip ihya edene, Allah da kıymet verir, mağfiret eder. İnşaallah…

Bu geceyi elimizden geldiğince ibadetle, namaz kılarak, varsa kaza namazlarımızdan bir miktar kılarak, Kur’ân okuyarak, Risale-i Nur okuyarak, Cevşen, Tahmidiye gibi kuvvetli duâ metinlerini okuyarak geçirmek, geceden payımıza düşen rahmeti, feyzi ve bereketi inşallah arttıracaktır.

Cenab-ı Hak, bu fırsatları en güzel şekilde değerlendirip, mübarek üç ayları ve içindeki bereketli geceleri ihya edip sevabına nail olan kullarından eylesin.. Amin…

10.01.2024

Rüstem Garzanlı

Diyarbakır, “Şeyh Said Bulvarı”

Şeyh Said ile alakalı zaman zaman gündem tazeleniyor. Son günlerde Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi tarafından bir bulvara “Şeyh Said Bulvarı” ismi verilmesi kamuoyunda tartışma konusu olmuştu. Şeyh Said, Nakşibendi şeyhi, âlim, müderris, kurtuluş savaşına destek vermiş, bölgenin saygın bir kanaat önderiydi.

1917 yılında Mustafa Kemal Diyarbakır’a gelmiş, şimdi Atatürk Köşkü ismi ile bilinen binada ikamet etmiş, Cuma günleri Diyarbakır Ulucamii’ne gelir, dinî ağırlıklı konuşma yapar, yörenin Kürt aşiret reisleriyle, şeyhlerle görüşüyordu. Şeyh Said ile görüşmelerinde “kendisine yetki verilirse Türk ve Kürtlerin birlikteliğiyle yeni bir devletin filizlenmesiyle, bölge insanı için hayırlı hizmetler yapmaya hazır olduğunu ve bu hareketin başına geçmek istediğini” söyler.

Şeyh Said, “Anadolu coğrafyasının tamamı da Hilafet ile Osmanlıya bağlıdır. Hilafet makamı ilga olursa her millet kendi yoluna gider. Hilafetle İslâm ittifakını mutlaka sağlamamız lazım. ”Aksi halde” der, “Hilafet kalkarsa Kürtlerin Türklerle bağı kesilir, ümmet anarşiye duçar olur. Kürtler, Türklerden koparılmayı kabul etmez.” Şeyh Said, konuşmanın devamında “Hilafeti muhafaza ederek düşmanlarımızın esareti altına girmemenin ve birlik ve beraberliğimizi muhafaza etmenin şart olduğunu” söyler. Bunun üzerine aralarında hararetli tartışma çıkar, Mustafa Kemal oradan ayrılır.1,

Şeyh Said, 1924 Anayasasına, Halifeliğin kaldırılmasına ve laik düzene karşı çıkmış bölgenin aşiret reislerinden, Said Nursî hazretlerinden de harekete iştirak etme talebinde bulunmuş.

Bediüzzaman, şöyle cevap vermiş : ”Türk milleti asırlardan beri islâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç, harici düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’ân ve iman hakikatiyle milleti tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır. Birkaç cani yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef olabilir.”2,

Şeyh Said, silahlı mücadele yerindeki, eylem planından vazgeçerek Ankara’ya bir heyetle gitmeye karar verir. Kaderin cilvesi 13 Şubat 1925’te Dicle’nin Amini köyüne bir grup asker gelir, aramakta olan iki kişinin bulunduğunu onların kendilerine teslim edilmesini isterler. Şeyh Said, kargaşa çıkmaması için cemaat dağıldıktan sonra teslim edebileceğini söyler, askerler kabul etmezler. Köylülerin itirazı üzerine çıkan arbede, Ankara’nın da beklediği plan olmuştu ki, “İşte, Şeyh Said hareketi başlattı, ihanet var, Kürdistan kuruluyor,” bu provokasyon üzerine 13 Şubat 1925’te Şeyh Said’in rızası dışında hareket başlamış oldu.3,

Hülasa: Hareket veya isyan tabir edilen hadise Lice nahiyesinde başlamış, kısmen bölgeye de yayılmıştı. Şeyh Said 15 Nisan 1925’te Muş- Varto arasında Abdurrahman Paşa köprüsünde teslim alındı, Diyarbakır’da kurulan İstiklal Mahkemesinde yargılanan Şeyh Said ve arkadaşları 29 Haziran 1925’te 47 kişi idam edildi.

Dün “hain” deyip asılanların “caddelere, havalimanlara, mâ’bedlere, üniversitelere” isimleri verilip “kahraman” olarak yâd edilirken, neden Diyarbakır Büyük Şehir Belediye encümeni tarafından Şeyh Said isminin bir bulvara verilmesi tartışma konusu oluyor? Artık geçmiş hadiselere takılmayıp, toplumsal barış için gelecek için adım atılmalıdır. Vesselâm

Rüstem Garzanlı

04.01.2024

Kaynak:

1- Şeyh Said’in torunu Abdüllilah Fırat’ın Şeyh Said Efendi kitabından alınmış.

2- Şeyh Said esir alındığında üzerinde mektup bulunmuş. D.bakır istiklal mah, Şeyh Said’in dosyasında mevcuttur. Abdulkadır Badıllı, Mehmet Kayalar’dan nakletmiştir.

3— Dicle’ye bağlı Amini nahiye müdürünün oğlu merhum Hacı Niyazi’den nakledilmiş.

Bazen Zaaf Zalim olur

Bediüzzaman hazretleri insandaki ümitsizlik ve kötü düşünce kalbin zaafından geldiğini Risale-i Nur eserinde şöyle buyurmuş: “Yeis ile suizandan, zaaf-ı kalb neşet eder. Öyle adam görüyor; zâlimin darbeleri, bir mazlûmu dövüyor, elim darbe iniyor. O mazlumun âlâmı, tabiî aksediyor, o zaifin kalbine, teellümat veriyor. Teellümat incitir, za’fı tahammül etmez. Ondan kurtulmak ister, rahat-ı kalbi için, mazlumun istihkakı, darbe arzu ediyor. Hem bahane buluyor, belki der müstahaktır. Madem o sefil, güneş ona vermiyor, neden gölge ediyor. Mânen zâlim oluyor, zulme yardım ediyor.”(1)

İktidar ve kuvveti olmayan zayıf bir adam, zalimin zulmü altında ezilen birisini görür. Bu ezilmeden dolayı zalim adama karşı kalben rahatsız olur. Fakat zalim adama da gücü yetmediği için kalbini rahatlatmak için zulme uğrayan o mazluma “Demek bu adam zulmedilmeyi hak etmiş ki, o zalim ona zulmediyor.” Diye mazlumu tenkit eder.  Oysa mazlumu tenkit değil; ona yardım ellini uzatman lâzım, ey adam!

Bediüzzaman hazretleri ifade ettiği “Madem o sefil, güneş ona vermiyor, neden gölge ediyor.” “var bir kabahati” diyen adamın sözüne karşı manidar bir cümledir.

İşin hakikatine bakılırsa zayıf adamın kullandığı “var bir kabahati” bu cümleden aldığı manevî zarardan haberi olmadan hem zalim duruma düşüyor, hem de zulme yardım ediyor. Keza, “Bir kaplan parçalıyor, bir biçare adamı, zaafından kaçamıyor. Felaketin sebebi, canavarda vahşettir. Biçarenin zaafıysa, ona bir bahanedir. Vahşet cinayetiyle, zaifi mahkûm ediyor.”(2)

Demek ki, mazlumun zulme uğrama sebebi, mazlum değildir. Zalimin cibilliyetinden ve ruhunda yeşeren zakkumun dışa attığı müzahrefatıdır. Yani, zulmün nedeni zalimin vahşetidir. Mazlumun zafiyeti ise zalimlere bir bahanedir.

Hülâsa-ı kelâm, bugün zalim İsrail’in, mazlum Filistin halkına yaptığı zulme karşılık vermeyen veya veremeyen Müslümanların bir kısmı kalplerini rahatlamak için “Demek, Filistin halkı bu zulmü hak ediyor ki; zalim İsrail onlara zulüm ediyor.” diye o zalim İsrail’in zulmüne bilmeden ortak olur. Bundandır, “bazen zaaf zâlim olur.” denilmiş.

Peygamber Efendimiz, (asm) Hadis-i Şerifiyle konuyu bağlamak istiyorum: “Kim bir kötülük görse onu eliyle düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbi ile o kötülüğe tavır koysun. Bu da imanın asgarî gereğidir.” 3, Vessellâm…..

21.12.2023

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar: 1- Asar-ı Bediyye, Lemeat. 2- age. 3- Müslîm, îmân, 78

Şükran Hanımın İlk Namazı

Şükran hanım onbeş yaşında yaşı büyültülerek bir devlet dairesine memur olmuştu. Babası yeni vefat etmiş kendinden büyüt dört ablası birde küçük erkek kardeşi vardı. Ablaları evlenip gitmişti, kardeşi ve annesi ile küçük bir kasabada yaşıyordu. Evin geçim kaynağı babadan kalan emekli maaşı ve kendi aldığı maaştı. Babasının hastalığı sürecinde eşe dosta oldukça borçlanmışlardı, öde öde bir türlü bitmiyordu borçlar, işte o zaman tanıştı borçla.

Öğretmen Fehmi beyle hayatı kesişen Şükran hanımın iki oğlu oldu, iyi birer tahsil yapan oğullarını okutmak hiçte kolay olmamıştı.
Bir evimiz olsun deyip eşinin babasına ait arsaya bir kat ta onlar çıkmıştı. Dişinden tırnağından artırdıkları ile yaptıkları evi arsa sahibi baba sahiplenmek isteyince çok zorlu bir hak arama süreci geçirdiler. Nihayetinde hak ettiklerine kavuşmuşlardı ama bütün o tatlı hayallerde bitmişti.

Her ay sonu yapılan hesaplarda ev ekonomisi her seferinde açık veriyordu. Oysa Fehmi bey öğretmen olmasına rağmen hafta sonları ek iş yapıyor ama yine ay sonu hesapları açık vermeye devam ediyordu.

Büyük oğlunun düğünü bitmiş, misafirler gitmiş, Şükran hanım eşini arabada bekliyordu ama Fehmi bey bir türlü gelmiyordu, arabadan inip tekrar düğün salonuna dönünce eşini fotoğrafçı ile tartışırken buldu, Fotoğrafçı elinde bir çok fotoğraf kaldığını bunları alması gerektiğini söylüyordu, Fehmi bey de, alayım kardeşimde cebimde son kalan para bu, ne yapayım şimdi, dese de fotoğrafçı diretmeye devam ediyordu, Şükran hanım eşinin cebindeki son parayı alıp fotoğrafçıya vererek, al kardeşim bunu fotoğraflarda sana kalsın, deyip Fehmi beyi arabaya bindirmişti.

Arabada hiç konuşmadılar, eve geldiklerinde oldukça geç olmuştu.
Şükran hanım ve Fehmi bey, oğlunu evlendirmiş çok mutlu olmaları gerekirken yakasını hiç bırakmayan borçlar onları yine mutsuz etmeyi başarmıştı, sabah ekmek almaya bile para yoktu.

Karma karışık duygularla boğulan Şükran hanım, Fehmi beye

-Biz bu hayatta hiç mutlu olamayacağız galiba bu hayat beni gerçekten çok yordu, gel birer kutu hap içelim bu hayattan gidelim, dedi. Fehmi bey

– Bu bir çözüm değil, diyerek karşı çıktı ama Şükran hanım kafaya koymuştu, babasının ölümüyle başlayan çekilmez hayatına son verecekti.
Duşunu aldı, ilaç kutusuna yöneldi, gözüne “yasin” kitabı takıldı, kitabı aldı Türkçesinden biraz okudu, o an iki rekat namaz kılıp ilaçları öyle içmeyi düşündü, aynı rafta bulunan namaz kitabından namazı nasıl kılması gerektiğini öğrenmeye çalıştı, öğrendiği kadarıyla namaza durdu, Allah’a yönelmiş, bildiği duaları okuyordu, ama çok başka şeyler oluyordu, öyle hafiflemişti ki, duygularına, kalbine hıçkırıklarına hiç söz geçiremiyordu. Aklı, düşünceleri çok farklı bir yere gitti, böyle bir iç huzuru ömründe ilk kez tadıyordu.

İnsan cesedi ; havaya, suya, gıdaya muhtaç olduğu gibi, insan ruhu da namaza ne kadar muhtaçmış meğer.
Aman Allah’ım! Bu nasıl bir şeydi? Hiç bitmesin istedi bu namazı.

Rüku secde, evet; Allah’ı, onu yoktan Yaradın’ı iliklerine kadar hissediyordu. Beden yerde, secdede ama hayır, o bulutların üzerinde idi, hafif hafif ama çok tatlı esen rüzgar, mis gibi kokular, tarif edilmez çok ama çok güzel duygular. Namazın ne kadar sürdüğünü hiç bilmiyor iki rekat namaz belki saatlerce sürmüştü.

Bu dünya darül hizmettir; ücret almak yeri değildir. Ameli sâlihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirette verilecek olsa da bu dünyada da göstermiş, tattırmıştı numunesini.

Selam verdiğimde iki elini açarak “Allah’ım ne olursun, hiç bitmesin bu güzellikler” diye yalvarıyordu yaşlı gözlerle.
Allah kabul etti dualarını.
Elhamdülillah.

Çetin KILIÇ