Kategori arşivi: Yazılar

AÇIK – SAÇIKLIK

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

AÇIK – SAÇIKLIK

Nisa taifesinin şeriata uygun örtünmesi Kur’anda kat’i emirdir. Açık-saçıklık ise haramdır ve ahirzaman fitnesinin temelidir.

1- Evet, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine inen bir şamar hadisesi!..

“Mesmuatıma göre: Merkez ve payitaht-ı hükûmette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!..”  L:196

2- Bacak gibi yerler, mahremlere de gösterilemez:

“İnsan, hemşire misillü mahremlerine karşı fıtraten şehevanî his taşıyamıyor. Çünki mahremlerin1 sîmaları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle; nefsî, şehevanî temayülatı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık-saçık bırakmak, süflî nefislere göre gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünki mahremin sîması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası2 olmadığından, hayvanî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!..3 ”  L:197

3- Açık-saçıklığı müdafaa eden garazkâr ehl-i vukufların garib iddiaları:

“Gençlik Rehberi adlı eserinin müsaderesine ve müellif-i muhtereminin mahkûmiyetine sebeb olmak için diyorlar:

Bediüzzaman tesettür taraftarıdır. Kadınların yarı çıplak, açık dolaşmalarına, İslâmiyet’e karşı muharebede şeytan kumandasına verilen fırkalar olarak tasvir etmekte; kadınların bugünkü içtimaî hayatta açık bacak ve yarım çıplak giyinmelerini günah saymakta,4

Bediüzzaman hâlihazır bu açık, yarım çıplak giyinişleri evlenmelere mani’ olup fuhşa teşvik edici mahiyetinde görmektedir. Ve yine Bediüzzaman’a göre, kadını güzelleştiren şey ve kadının hakikî ve daimî güzelliği içtimaî hayatta yer alan süslenmek, vücudlarını teşhir etmek olmayıp, terbiye-i İslâmiye dairesinde âdâb-ı Kur’aniye zînetidir.”diye yazmışlar.  Em:136

“22/Ocak/1952 muhakeme günü olmak itibariyle, Bediüzzaman Said Nursî, Ispartadan İstanbul’a gelerek mahkemede hazır bulunmuştu. Üstadın talebeleri genç üniversiteliler, mahkeme salonunu doldurmuşlardı. Koridorlarda büyük bir kalabalık göze çarpıyordu. Evvelâ iddianame ve ehl-i vukuf raporu okunmuş, Üstadın isticvabı yapılmıştı. Ehl-i vukuf raporunda: “Müellifin bu eserde din düşüncesini yaymaya çalışdığı; gençlere rehber olacak fikirler serdeylediği, müellifin tesettür tarafdarı olduğu; kadınların yarım çıplak ve açık bacakla dolaşmalarının İslamiyete aykırı ve kadının fıtratına zıt olduğunu beyan ettiği; kadını güzelleştiren şeyin, terbiye-i İslâmiye dairesinde âdâb-ı Kur’aniye zîneti olduğunu söylediği; dinî tedrisat tarafdarı olduğu; binaenaleyh devletin temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak istediği…” uzun uzadıya izah edilmiştir.5 ”  T:647

4- Açık-saçıklığın getirdiği zararlar:

Birden ihtar edilen bir mes’ele-i mühimme

Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor. Evet nasılki tarihlerde, eski zamanlarda “Amazonlar” namında gayet silâhşör kadınlardan mürekkeb bir taife-i askeriye olarak hârika harbler yaptıkları naklediliyor. Aynen öyle de: Bu zamanda zendeka dalaleti, İslâmiyete karşı muharebesinde, nefs-i emmarenin plânıyla, Şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar.6 Nikâh yolunu kapamağa, fuhuşhane yolunu genişlettirmeğe çalışarak; çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar. Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar.7 Birkaç sene namahrem  hevesatına göstermenin tam cezası olarak; o bıçaklı bacaklar Cehennem’in odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada emniyet ve sadakatı kaybettiği için, hilkaten çok istediği ve fıtraten çok muhtaç olduğu münasib kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına bela bulur. Hattâ bu hâlin neticesi olarak o âhirzamanda, bazı yerlerde nikâha rağbetsizlik ve riayetsizlik yüzünden, kırk kadına bir erkek nezaret edecek derecede ehemmiyetsiz, sahibsiz, kıymetsiz bir surete gireceği, hadîsin rivayetinden anlaşılıyor.”  G:24

“Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açık-saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı zehirlemiştir.”  S:410

“Evet ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda sû’-i istimalât ile israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına za’f gelir.

Evet bu asırda açık-saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o sû’-i nazardan sû’-i istimalât, umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeğe başlıyor. Herkes cüz’î, küllî o şekvadadır. İşte bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadîs-i şerifin verdiği müdhiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: “Âhirzamanda, hâfızların göğsünden Kur’an nez’ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.” Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur’an’a bu sû’-i nazarla bazılarda sed çekilecek; o hadîsin tevilini gösterecek.” K:133

5- Açık-saçıklara bakmamak:

“Hem kırk sene evvel İstanbul’da Kâğıthane şenliğinin yevm-i mahsusunda, Köprüden tâ Kâğıthane’ye kadar Haliç’in iki tarafında binler açık-saçık Rum ve Ermeni ve İstanbul’lu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum meb’us Molla Seyyid Taha ve meb’us Hacı İlyas ile beraber kayığa bindik, o kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki Molla Taha ve Hacı İlyas beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassud ettiklerini bir saat seyahat sonunda itiraf edip dediler: “Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın.” Dedim: “Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akibeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum.” E:264  

Burada nakledilen çok az parçalardan anlaşılıyor ki, gizli ifsad cereyanı kanunları da yok sayarak tecavüz ve halkı sinsice iğfal etmek istiyor. O halde samimi Nurcuların, bu zamanın sefahet ve bid’alarına karşı müteyakkız olup nefret etmeleri şarttır.

Muhteva:

1- Evet, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine inen bir şamar hadisesi !..

2- Bacak gibi yerler, mahremlere de gösterilemez.

3- Açık-saçıklığı müdafaa eden garazkâr ehl-i vukufların garib iddiaları.

4- Açık-saçıklığın getirdiği zararlar.

5- Açık-saçıklara bakmamak.

(Bakınız: Tesettürde Şer’i Ölçüler Derlemesi)

Selam ve Dua ile …

Rüştü TAFRALI

Kendileri ile evlenmek haram olan yakın akrabaların.

Yani, kardeşliği hatırlatan yüz yapısı gibi nefsi durduran farklılığı.

İşte bu tarz açık-saçıklığın, yani sosyete ve medeniyet denilen yaşayışın, insaniyet hissini tahrib edip meshe sebebiyet vermesi mümkündür.

Acaibdir ki, Allah’ın Kur’anda açıkça haram kıldığı bu açık-saçıklığı güya bilmiyorlarmış gibi aleyhte rapor yazılması, Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’ana bağlılığını isbat ediyor. Ve Bediüzzamana tam itimad etmenin lüzumunu bildiriyor.

Bu rapora göre din ve vicdan hürriyetleri yok sayılıyor.

Yani, nifak cereyanı çılgın bir sefaheti aşılayarak milli ahlakı bozan tecavüz muharebesi açtı…

Yani, imanı yok ediyor. Günahlar imanı nasıl yok eder?

“Günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şübheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”  L:8

“O Hâlık’ı sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.” E:208

ACZ VE FAKR

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

ACZ VE FAKR

Aczin en kısa tarifi şöyle ifade edilebilir: Elem ve acı sebebi olan maddi ve manevi varlıklar ve hadiselerden kendini korumada gücsüz kalmaktır. İnsan herşeyle alaka kurabilme câmiiyetinde yaradıldığından, herşeyden elem ve lezzet alabilme istidadındadır. Fakr ise, en küçük dünyevî bir ihtiyactan, ta ebedî cennet hayatına kadar uzanan ihtiyacları temin etmekte beşerin güçyetmezliğidir. Külliyatta çok tekraren nazara verilen bu acz ve fakr sıfatları, beşer aleminde çekilen ızdırabların iki ana sebebi iken marifetullaha vesile yapılınca saadet ve fazilet sebebi olur.

Evet “Dokuzuncusu: Acz ve za’fın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle kudret-i İlahiye ve gına-yı Rabbaniyenin derecat-ı tecelliyatını anlamaktır. Nasılki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın enva’ı miktarınca, taamın lezzeti ve derecatı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gına-yı İlahiyenin derecatını fehmetmelisin.” S:128

Evet, “Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za’f ve acziyle, fakr u hacatıyla, naks ve kusuru ile, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz za’fında, hadsiz a’dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcib-ül Vücud’a bakar.” S:686

Evet, “İnsan kendi acz-i mutlakıyla, Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecatını; ve aczin dereceleriyle, kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve za’fıyla onun kuvvetini anlamaktır. Ve hakeza.. noksan sıfatlarıyla Hâlıkının evsaf-ı kemaline mikyasvari âyine olmak. Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeğe mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemalât-ı İlahiyeye âyinedarlık eder.1 ” L:354

“Bilhassa insanın za’fı, fakrı, aczi nisbetinde Cenab-ı Hakk’ın kurbiyeti ve her bir şeyin Cenab-ı Hak’la münasebeti olmakla beraber, o da münasebetdardır. Ve gayr-ı mütenahî acz ve fakrı olan insan, gayr-ı mütenahî kudret ve gına ve azameti olan Cenab-ı Hak’la münasebeti ne kadar latiftir.” Ms:114

“Kur’an-ı Hakîm’in bir ilâcıyla o acz yarası, tevekkül gülüne ve teslim çiçeğine döner. Bütün ağırlıklarımı beni kaldıran tevekkül sefinesine koyup, aczin iz’acatından beni kurtarıyor. Emr-i kün feyekûn’e mâlik olan bir sultan-ı cihana, acz tezkeresiyle istinad eden bir insana, ne gibi birşey ağır olabilir? ” Ni:145

Bütün bu anlatılan acz, fakr gibi sıfatlar, yaradılışın asıl gayesi olan Allah’a intisab, istimdad, tevekkül gibi neticelerin vesileleridir. İnsan bu acz ve fakrın derin hikmetlerini anlayıp hissetmesi derecesinde elemlerden kurtulur. Şöyle ki:

“Bütün hizmet ve himmetini ve şu ömr-ü nazeninini envâr-ı Kur’aniyenin intişarına sarf ve hasretmiştir. İşte bunun için, şimdi çektiği bütün zahmetler rahmet, yaptığı hizmetler hikmet olmuş. Celali yüzünden cemalini de gösterip, âlem, bir gülzar-ı kemal bulmuştur.

“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azab,

Ol azabdan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

Niyazi-i Mısrî gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek, katreyi umman, âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylemiştir.” E:84

“Hayvanatın en âciz ve en zaîfi, yavrulardır. Halbuki rahmetin en şirin ve en güzel cilvesine mazhar, yine onlardır. Bir ağacın başındaki yuvada bir yavrunun aczi; annesini en muti’ bir nefer gibi -rahmetin cilvesi- istihdam ediyor. Etrafı gezer, rızkını getirir. Ne vakit o yavru kanatlarının kuvvetlenmesiyle aczini unutsa, vâlidesi ona “Sen git rızkını ara” der, daha onu dinlemez.

İşte bu sırr-ı rahmet, yavruların hakkında cereyan ettiği gibi, za’f u acz noktasında yavrular hükmüne geçen ihtiyarlar hakkında da câridir.2 ” L:235

 “Ey insan! Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergâhında acz ve za’fını, istimdad lisanıyla; fakr ve hacatını, tazarru’ ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster. Ve حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ de, yüksel.” S:328

İşte bu hakikatın tebliğ ve temsilciliği olan,

Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye ilticaza’fını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinadfakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-yı İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfarnaksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.3 ” S:540

Bu ince hakikatı bizzat yaşayan ve bu asrın nübüvvet varisi olan,

Hz. Üstadın İkinci şahsiyeti: “Ubudiyet vaktinde dergâh-ı İlahiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mana-yı ubudiyetin esası olan: “Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek” noktalarından geliyor ki; o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü sena etse, beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemalim.” M:320

“Şimdi ey nefis! Birkaç Sözde kat’î isbat etmişiz ki; asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, acizden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibariyle sen, onlarla Fâtır-ı Zülcelal’in kemal, cemal, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun.” S:359

Evet, insan acziyetini, beliyelerin istilâsında anlar. Şöyle ki:

“Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zaîf ve zevale maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtane kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedid bir hırs ve tama’ ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemal-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.

İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç; en gafillere ve mütemerridlere, za’fını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zaîf vücudu, ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaa bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise…4 ” M:400

Dokuzuncu Nükte: Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis Rabbisini tanımak istemiyor, firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, za’fını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.

Hadîsin rivayetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?” Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!” Azab vermiş, Cehennem’e atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene vema ente?” Nefis demiş: اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجِزُ Yani: “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim.”” M:404

“İbadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir.” L:10

“Musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalar ile o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyic eder. Mahiyet-i insaniyede münderic olan acz ve za’f ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisan ile değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti verir. Güya insan o ârızalar ile, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur. Sahife-i hayatında veyahut Levh-i Misalî’de mukadderat-ı hayatını yazar, esma-i İlahiyeye bir ilânname yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhaniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını îfa eder.5 ” L:13

(Rus esaretinde) “O karanlıklı uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir me’yusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. O halette iken Kur’an-ı Hakîm’den imdad geldi; dilim  حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedi, kalbim de ağlayarak dedi:

غَرِيبَمْ بِى كَسَمْ ضَعِيفَمْ نَاتُوَانَمْ َاْلاَمَانْ گُويَمْ عَفُوْ جُويَمْ مَدَدْ خَواهَمْ زِدَرْگَاهَتْ اِلهِى

Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim:

Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,

Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost! diye, dostları arıyordu. Her ne ise… O hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlahîde za’f u aczim o kadar büyük bir şefaatçı ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünki birkaç gün sonra, gayet hilaf-ı me’mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla Rusça bilmediğim halde firar ettim. Za’f u aczime binaen gelen inayet-i İlahiye ile hârika bir surette kurtuldum.” L:234

Acz ile Nur Kapısı Açılır

“Hem üstadlarımdan Mevlâna Celaleddin’in nefsine dediği gibi dedim:

گُفْتْ اَلَسْتُ و تُو گُفْتِى بَلَى شُكْرِ بَلَى چِيسْتْ كَشِيدَنْ بَلاَ ٭ اُو

سِرِّ بَلاَ چِيسْتْ كِه يَعْنِى مَنَمْ حَلْقَه زَنِ دَرْگَهِ فَقْر و فَنَا 6

O vakit nefsim dahi: “Evet evet.. acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır.” M:25

İkincisi: Bu Ramazan-ı Şerif’te acz u za’fı ve fakr u ihtiyacı tam hissedip, Cenab-ı Hakk’a iltica etmek, bir surette intibah ve heyecan ve şuur ve şiddet verdi. Ramazan-ı Şerif’te şimdi okuduğum münacatların okunmasına, bu hâdise mühim bir kuvvet oldu. Zâten musibetler, dergâh-ı İlahîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve dua da ve münacat da şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor. Sahabelerdeki ibadetlerinin sırr-ı tefevvuku bu noktadandır. Tesbih ve zikri bütün manasıyla şuurlu bir surette söyledikleridir.” B:284

(Bakınız: Fakr Derlemesi)

 

selam ve dua ile..

Rüştü TAFRALI

 

30. Sözdeki ene bahsi bunun izahıdır.

Bu izahlardan anlaşılıyor ki, yaradılışın en büyük gayesi, Allah’a kalbi bir hissiyatla intisab ve teslimiyetle ona sığınmaktır. Acz ve fakr, kişiyi Allah’a teveccüh ettirir. Bu cihetle, büyük zatlar acz ve fakrı sevmişlerdir.

İşte bu hakikatın müşterek vazifedarları olan nübüvvetin irşadı unutulmamalı ve zaman zaman hatırlamalı.

Yani, insan acziyetini hissetmesi için bazı vesileler gerekiyor. Yoksa gaflet istila eder.

Fikrî, hissî, amelî bütün gafletli ve huzurlu hallerimizin canlı kamera filmleri, ebedi aleme gidiyor. Tecelli-i esma onlarda ebeden devam eder.

Yani: Bezm-i eleste, O (Allah) ben senin Rabbin değil miyim? dedi. Evet Rabbimizsin dedin. Evet demenin (yani Allah’ın terbiyesine girmenin) şükrü nedir? (yani gereği nedir) bilir misin? Bela çekmektir. (yani Rububiyetin terbiyesi bela çekmek iledir) Belanın sırrını bilir misin? Fakr-u fenadergahında (kendini yok görenlerin dairesinde) halkaya katılmaktır. (Yani hayatı ve dünyayı dünya cihetiyle terk edenlerin cemaatına katılmaktır.)

 

www.NurNet.org

ABES

 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

ABES

Eşya ve hadiselerdeki İlahî gayeleri görememek, abesiyet nazarına sebeb olur. Bu nazar, marifetullaha zıddır. Halbuki, kâinat kitabını okuyarak marifetullahı kazanmak Kur’anın mesleğidir. Bu bahis bu cihetle nazara alınmalı.

1- Âlemde abesiyet yoktur:

“Evet şu âlemin mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşahede şuurane, alîmane, hakîmane olduğu halde; hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o mutasarrıf, kendi masnuatı içinde en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılaı bulunmasın.1 Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Alîm, o ferd-i mümtazın harekâtına ve daavâtına (dualarına) ıttılaı bulunduğu halde ona karşı lâkayd kalsın, ehemmiyet vermesin. Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm; onun dualarına lâkayd kalmadığı halde, o duaları kabul etmesin.2 

Evet Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) nuruyla âlemin şekli değişti. Insan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti ve göründü ki: Şu kâinatın mevcudatı; esma-i Ilahiyeyi okutan birer mektubat-ı Samedaniye, birer muvazzaf memur ve bekaya mazhar kıymettar ve manidar birer mevcuddurlar. Eğer o nur olmasa idi, mevcudat fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, manasız, faidesiz, abes, karmakarışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı.3 İşte şu sırdandır ki: İnsanlar Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) duasına âmîn dedikleri gibi, arş ve ferş ve seradan süreyyaya kadar bütün mevcudat onun nuruyla iftihar edip, alâkadarlık gösteriyorlar.” S:71

“Evet her şeyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatının müteaddid neticeleri vardır. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Tâ, abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayat-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır:

Birincisi ve en ulvîsi, Sâni’ine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san’at murassaatını, Şahid-i Ezelî’nin nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyale yaşamak kâfi gelir.4 Belki vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. Işte seri-üz zeval latif masnuat ve vücuda gelmeyen, yani sünbül vermeyen birer hârika-i san’at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi5 bitamamiha verir. Faidesizlik ve abesiyet onlara gelmez.6 Demek her şey hayatıyla, vücuduyla Sâni’inin mu’cizat-ı kudretini ve âsâr-ı san’atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelal’in nazarına arzetmek birinci gayesidir.

İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Yani herşey, Sâni’-i Zülcelal’in birer mektub-u hakaik-nüma, birer kaside-i letafetnüma, birer kelime-i hikmet-eda hükmündedir ki; melaike ve cin ve hayvanın ve insanın enzarına arzeder, mütalaaya davet eder. Demek ona bakan her zîşuura, ibret-nüma bir mütalaagâhtır.7

Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz’î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir sefine-i sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi; sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz’iyesine ait.. doksandokuzu sultana ait olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni’ine ait doksandokuzdur. Işte bu taaddüd-ü gayattandır ki; birbirine zıd ve münafî görünen hikmet ve iktisad, cûd u seha ve bilhassa nihayetsiz seha ile sırr-ı tevfiki şudur ki: Birer gaye nokta-i nazarında cûd u seha hükmeder, ism-i Cevvad tecelli eder. Meyveler, hubublar; o tek gaye nokta-i nazarında bigayr-ı hisabdır. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarında; hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki; beyan ettiğimiz üç kısma tefrik edilir. Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıd gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile seha ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a’dâ gibi sair vazifeler için, bu mevcud ancak kâfi gelir. Kemal-i hikmetle müvazenededir. Işte hükûmetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur denilebilir.” S:75

“Gerek cûdda, gerek rızıkta ifrat derecesinde mebzuliyet vardır. Bu ise, hikmetten uzak, abesiyete yakın görünür. Evet eğer yaratılan şey bir gaye için yaratılıyorsa hakkın var; amma gayeler pek çoktur. Binaenaleyh bir gayeye nazaran abesiyet hissedilse bile, gayelerin mecmuuna nazaran ayn-ı hikmet ve ayn-ı adalettir.8 ” Ms:217

2- Enaniyetin manevi karanlığı abesiyete yol açar:

Evet, “Mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’an eden ve ona göre hareket eden قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا (91:9) beşaretinde dâhil olur. Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dûrbîniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, ene’de bir musaddık görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılab etmez. Vaktaki ene, vazifesini şu suretle îfa etti; vâhid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve farazî mâlikiyetini terkeder. اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ لَهُ الْحُكْمُ و . der. Hakikî ubudiyetini takınır. Makam-ı “ahsen-i takvim”e çıkar.

Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse; o vakit emanete hıyanet eder, وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا  (91:10) altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki; semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar.” S:537

“İşte ene, şu hainane vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.9 ” S:538

3- Abesiyeti izale eden nübüvvet nazarı ise,

“وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ (17:44) sırrıyla: “Herşeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise; Sâniine ait neticeleri, Fâtırına bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin; bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? Felsefenin “Herbir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menafi’ine aittir” diye, koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet manasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i müzahrefe düsturları nerede?10 ” S:542

4- Cenab-ı Hak bir zerreyi de israf etmiyor.

Evet, “Madem Hallak-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlukların enkaz-ı maddiyesini bahar masnuatında istimal ediyor; onların binalarında dercediyor. Elbette يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ  (14:48) sırrıyla, وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ (29:64) şaretiyle şu dünyada camid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ı arziyenin elbette taşı, ağacı, herşeyi zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bazı binalarında derc ve istimali mukteza-yı hikmettir. Çünki harab olmuş dünyanın zerratını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikattan pek muazzam bir “Kanun-u Hikmet”in ucu görünüyor.” S:556

Bu gelen parağrafta, Kur’anın en kâmil imanî anlayış dersi veriliyor. Evet, Kur’an diyor ki:

“Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelal’in memluküsün. Öyle ise sen, kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme; çünki hayatı veren odur, idare eden de odur. Hem dünya sahibsiz değil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvalini düşünüp merak etme; çünki onun sahibi Hakîm’dir, Alîm’dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma. Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat, başı boş değilller; belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm’in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme. Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm’in elindedirler. O Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Rahîm’dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.” S:635

5- Cihazat-ı insaniyeyi nefis hesabına kullanmak, abesiyete medar olur:

“İnsanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe’, hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.” M:34

Dinden kopuk anlayış olan felsefenin, yani Kur’anî nokta-i nazarı bilmemenin, çeşitli dalaletlere yol açtığına bu gelen parçada dikkat çekiliyor. Şöyle ki:

“Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin masnuatın gayelerine dair gösterdiği faideler nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalaletine düşer veya Sofestaî olur veya ihtiyar ve ilm-i Sâni’i inkâr eder veya Hâlık’a “mûcib-i bizzât” der.” M:286

6- Bütün kâinat, zîşuurla abesiyetten kurtulur:

“Madem Hakîm-i Mutlak israf etmiyor, abes şeyleri yaratmıyor. Ve madem mahlukatın vücudları, zîşuur içindir ve zîşuurla kemalini bulur ve zîşuurla şenlenir ve zîşuurla abesiyetten kurtulur. Ve madem bilmüşahede o Hakîm-i Mutlak, o Kadîr-i Zülcelal, hava unsurunu, su âlemini, toprak tabakasını hadsiz zîhayatlarla şenlendiriyor. Ve madem hava ve su, hayvanatın cevelanına mani olmadığı gibi; toprak, taş gibi kesif maddeler, elektrik ve röntgen gibi maddelerin seyrine mani olmuyorlar. Elbette o Hakîm-i Zülkemal, o Sâni’-i Bîzeval, Küre-i Arzımızın merkezinden tut, tâ meskenimiz ve merkezimiz olan bu kışr-ı zahirîye kadar birbirine muttasıl yedi küllî tabakayı ve geniş meydanlarını ve âlemlerini ve mağaralarını boş ve hâli bırakmaz. Elbette onları şenlendirmiş.

O âlemlerin şenlenmesine münasib ve muvafık zîşuur mahlukları halkedip orada iskân etmiştir. O zîşuur mahluklar, mademki melaike ecnasından ve ruhanî enva’larından olmak lâzım gelir. Elbette en kesif ve en sert tabaka, onlara nisbeten, balığa nisbeten deniz ve kuşa nisbeten hava gibidir. Hattâ zeminin merkezindeki müdhiş ateş dahi, o zîşuur mahluklara nisbeti, bizlere nisbeten Güneşin harareti gibi olmak iktiza eder. O zîşuur ruhanîler nurdan oldukları için, nâr onlara nur gibi olur.11 ” L:65

Muhteva:

1- Âlemde abesiyet yoktur.

2- Enaniyetin manevi karanlığı abesiyete yol açar.

3- Abesiyeti izale eden nübüvvet nazarı ise,

4- Cenab-ı Hak bir zerreyi de israf etmiyor.

5- Cihazat-ı insaniyeyi nefis hesabına kullanmak, abesiyete medar olur.

6- Bütün kâinat, zîşuurla abesiyetten kurtulur.

(Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Gaye ve Hikmet maddeleri; Hikmet derlemesi )

 

Selam ve dua ile..

Rüştü TAFRALI

 

Yani, Allah, kullarının düşünce, niyet, hissiyat ve hareketlerini eksiksiz olarak görüp bilmesin… Allah’ın kayyum sıfatına sahib olduğu bildiriliyor.

Yani, fıtrî ihtiyacat dualarını görüyor ve veriyor.

Tahkiki imanın varlığı ve derecesi nisbetinde, hikmet nuru veya abesiyet karanlığı bulunacağı anlatılıyor.

Yani, eşya yaradılacaksa, ilm-i ezelisinde vardır ve görüyor. Varlıkta az veya çok kalması farketmez.

İlahî nazarda görünme gayesini.

Şu harika hikmetler, bu son asırda, Risale-i Nur’da ihsan olundu. Kıymetini takdir etmek gerek… “Bu Nurcular, neden çekirdekten, ağaçlardan behsederler diyenler” hata ediyorlar.

Eğer denilse, “Bu ince manaya ekseriyet sahib olamaz, duhan var.” O halde sahib olamadığımızı bilmek lâzım…

Demek istikametli nazar ve anlayış için bu ilimler gerekiyor. Yani, Risale-i Nuru ciddî okumak veya dinlemek lazımdır. Evet Rıza-yı İlahiyi celbeden nazar ve düşünce sahibi olmak basit bir hadise değildir.

 İnsandaki ene dereceli olduğu bedihi olduğundan, enenin bu gafletli haline enenin derecesine göre hissedarlık olur.

10 Asrımızda Avrupa’dan gelip aşılanan ve alışılan menfaat nokta-i nazarına karşı müteyakkız olmak gerekiyor.

11 İşte çok az bir mikdarı okunan “abesiyet” tabirinin, diyanet ve marifetullah cihetindeki ehemmiyeti kısmen anlaşıldı.

 

www.NurNet.org

Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar

Said Nursî Hazretleri ortaya ben Bediüzzaman’ım diye çıkmamıştır, medreselerdeki olağan üstü başarısından dolayı o zamanın uleması ve alimleri tarafından bu isim kendisine verilmiştir. Normal şartlarda öğrenilmesi yıllar sürecek bir dersi çok kısa bir sürede öğrenmesi, bir kitabı çok kısa bir sürede ezberlemesi o zamanın alimlerinin dikkatini çekmiştir.

Şimdiki mantıkla düşünelim dört yıllık bir üniversiteyi bir yılda bitiren biri dünyada nasıl ses getirir, Said Nursî’de okuduğu medreselerde böyle başarılı bir talebe olduğu için defalarca imtihan edildikten sonra sıra dışı biri olduğu, çok nadir görülen üst düzey biri olduğu, fevkalade olduğu, üstün vasıflara sahip olduğu gözlenmiş ve o zamanın otoriteleri hocalar, şeyhler, üstadlar tarafından kendisine “Bediüzzaman” ismi verilmiştir.

Bir kaç örnek verecek olursak ; Ezberindeki doksan cilt kitabı iki ayda her gece iki saat tekrar ettiğini söyler, yine kamusun büyük bir bölümünü ezberlediği biliniyor, bu günkü tabirle fotoğraf hafızasına sahip olduğu malum. Bütün bunları 13-14 yaşında yapmış olması harikulade biri olduğunu gösterir.

Tahir paşanın konağına gelip onun kütüphanesindeki kitapları ezberlemiş, oradan İstanbul’a gelip şekerci hanın kapısına “her soruya cevap verilir soru sorulmaz” diye yazı yazmış, oranın uleması tarafından da imtihan edilmiş.

Ali Himmet Berki kitabında şöyle diyor, evde oturdum en derin kitaplardan sorular hazırladım Said Nursî’nin yanına gittim, sorduğum sorulara sanki dün akşam benim okuduğum kitaplar gözünün önünde imiş onları okuyor gibi cevap verdi diyor.

“Bediü” günümüz Arapçasında sık kullanılan bu günkü mana ile orijinal demek yani benzeri yok demektir. İmam Gazali öyledir, İmam Hanefi öyledir, Mimar Sinan öyledir bu şahsiyetlerin eşi benzeri yoktur, Said Nursî’de bunlardan biridir.

Risale-i Nurlar altmışa yakın dile çevrilmiştir, Dünya Risale-i Nur okuyor.
Gelelim Risale-i Nurların diline. Maalesef bazı çevrelerin eleştirdiğine şahit oluyoruz, oysa Bediüzzaman’ ın yazı dili üslubu çok orijinaldir.
“Bir şeyden herşeyi her şeyden bir şeyi yaratmak her şeyin yaratıcısına mahsustur”. Altı bin sayfa kitabın içinden sadece bir cümle, Arap yada Osmanlı edebiyatına hâkim birinin bu cümleye hayran kalmaması mümkün değildir, nice alim zatların bu eserleri gözlerinden yaşlar akarak okuduklarına şahit olunmuştur. Merak edenlerin günde yüz sayfa okuyup öğrenmeye çalıştığını gördük, tanımak isteyen, merak eden, ark niyetli olmayan, eleştirmeden önce kitabı okur.

Anlamak, doğruyu görmek, öğrenmek isteyenin izleyeceği yol budur.
Bizim ülkemizde bir refleks var, hangi ilim hangi alimden bahsetsen, konuşsan sorun olmaz hatta gayri müslim birinin fikirlerinden bahsetsen şiadan, mutezileden konuşsan yine sorun yok, kabul bile görürsün entelektüel kabul edilirsin.

Bunu söylerken İslâma mesafeli kesimi kast etmiyorum, İslam camiasında, Bediüzzaman dediğimizde Said Nursî dediğimizde Risale-i Nur dediğimizde siz başka bir yere konuluyorsunuz, objektiflik tarafsızlık bitiyor. Said Nursî bir oryantalist olsaydı onun kitapları didik didik incelenirdi. Bu gün bir çok kimse ve akademisyen şaşı bakıyor, hatta görmek istemiyor. Yüz yıllık bir dava hala yeterince anlaşılamadı.

Son otuz beş yıldır Risale-i Nurlar Arap dünyasında çok yaygındır, bazı Arap alimleri Bediüzzaman’a ferit makamı vermişlerdir. Bunlardan biri Muhammed Ramazan el Buti’dir bu zat dünyanın en önde gelen İslam alimi idi. Muhammed Umara bunlardan biridir Said Nursî hakkında yazıları vardır. Hiç bir alim Bediüzzaman hakkında olumsuz bir şey söylememiştir.

Fas’lı Profesör Cafer Subhani Paris’te Sorbonne üniversitesinde doktora yapıyorken ön bilgisiz, ön yargısız Sözleri okuyor ardından tüm kitapları okuyor ve o gerçekten bu zamanın bediü dir diyor.

İslam tarihinde kitap yazan alim çok, fakat iki şeyi yanyana yapan sadece Bediüzzaman’dır. On dört cilt kitap yazmış ve bütün dünya bu kitapları okuyor, aynı zamanda bütün dünyada nur hareketi diye bir cemaat oluşturmuştur, bunun ikisini bir arada yapan sadece Bediüzzaman olmuştur.

Muhammed Novara, Said Nursî bu çağda siyaset ilminin müceddidir diyor. Said Nursî in siyaset görüşü Türkiye İslamcıları tarafından anlaşılmamıştır.

Kuzey Irak’lı İslam alimi Abidin Reşit, bazı Türkler beni uzun yıllar Said Nursî’den uzak tuttular ama sonra oturdum Türkçe, Kürtçe ve Arapçasından okudum mekanlarını gezdim ve hakkında üç kitap yazdım, diyor.

Colin Turner Müslüman oluyor ama Lailahe İllâllah’ın manasını soruyorlar bilemiyor, öğrenmek istiyor Risale-i Nurları gösteriyorlar, daha sonra 876 sayfa “Kuranı Said Nursî ile okumak” adlı kitabı yazıyor.

Sudan’da Risale-i Nur araştırma merkezi var. Arap alemi tarafından yazılmış yüzlerce Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında kitaplar var. El Ezher Üniversitesi üç kez “İmam Said Nursî’nin İslam Dünyasına Etkisi” diye sempozyum yapmıştır. Bunun gibi Arap dünyasında kırk’ tan fazla sempozyum düzenlenmiştir.

Rabbim bizleri İhlas ve sıdk içinde imana hizmet edenlerden eylesin. Âmîn.

Çetin KILIÇ
Kaynak : Sadık Tanrıkulu

Hüsn-ü zan ile Sû-i zan

Hüsn-ü zan kelime anlamı iyi fikirde bulunup, iyi olacağını düşünmek; Sû-i zan ise kötü fikirde bulunup, kötü düşünmektir. İkisinde de kesin hüküm yok, tahmine dayalıdır.

Cenab-ı Allah, iman eden kullarını şu ayetiyle zandan sakınmayı emretmiş: “Ey iman edenler. Zandan çok sakının. Çünkü zannın bazısı ağır günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın…” (1)

Bu ayetle üç kötü alışkanlık menedilmiş, bunlardan tahmine dayalı hüküm verme “zan”, insanların gizliliklerini araştırmak “tecessüs” ve insanları arkalarından çekiştirmek “gıybet’tir.”

Efendimizin (asm): “Zanna kapılmaktan sakınınız, zan en fazla asılsız olabilen haber ve bilgi türüdür. Kulak kabartmayınız, gizlilikleri araştırmayınız, başkalarını kıskanmayınız, öfkenize kapılmayınız, birbirinize sırtınızı dönmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeşler olunuz” (2)

Sosyal ve içtimai hayatımıza serlevha olan bu hadis-i Şerif ile önemli uyarıda bulunmuş.

Ne yazık ki, insanı su-i zanna sevk eden en önemli sebep, gene kendi mizacı veya cibilliyetinde kökleşen zan ile herkesin sözlerini şüphe ile karşılar ve olmayan asılsız bir hakikati, hakikat telakkî edip, sahnesinde hileli rol oynar.

Bediüzzaman hazretleri: “Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin…” der. Devamında “…Sû-i zan ise, maddi ve manevî içtimaiyatı zedeler” demiştir.

Özetlemek gerekirse, sû-i zann insan hukukuna tecavüz ve günaha girmeye sebep olan fikirler ve tasavvurlar arasında münasebet kuran, vesvese ve evhamdan ibarettir; hüsn-ü zan ise Efendimizin, (asm) güzel ahlâkındandır. Nefis ve şeytan bu güzel hasletin düşmanıdırlar. Öyle ise biz de nefsimizi hüsn-ü zanna yönlendirmeye ve onu sû-i zandan menetmeğe bütün gücümüzle çalışmalıyız….

12.01.2024

Rüstem Garzanlı
Dipnotlar:
1-Hücurât suresi, Âyet, 12, /2-Müslîm “Bir”, 28, /3- Mesnevi-i Nuriye ( Katre, Hâtime) s.66