Kategori arşivi: Yazılar

İhlas Prensiplerinden Bazıları

Risale-i Nur kimseyi yalvarmaz sözü ise: Evet o yalvarmaz amma, Nur talebesi teşhisıni koyup kazanma ümidi olan kimseyi çeşitli yollarla ve metodlarla iknâ etmeye çalışır ve yalvarır, neticeyi yine Allaha bırakır.

Üstad Lem’alar kitabının bir haşiyesinde  bir hikaye ile buna bir açıklama getiriyor şöyle ki: Büzürg Mihr’den sormuşlar neden Umera bilmediklerini öğrenmek için ulemanın kapısına gitmiyorlar?   Ulema Ümeranın kapısına gidip bilmedikleri mes’eleleri onlara öğretiyorlar? Cevaben demiş ki: Ümera ilmin kıymetini bilmiyorlar ki gidip sorsunlar.

Bundan biz şu dersi alıyoruz: Tabii zeki ve ümit verici kimseler varken, kafası çalışmaz ve günahlarıyla kalbini karartan ve duygularını dumura uğratanlarla uğraşmayız. Dikkat edin onlarla uğraşmayacağız demiyorum, ötekiler varken bunlarla uğraşmayacağız ve uğraşırken yani reçeteleri yazarken dikkatli olup, ata et ite ot atma hamakatına düşmeyeceğiz.

Fakat Hiç unutmayacağız ki çevremizdekiler Nurların kıymetini bilmediklerinden derslere gelmiyorlarsa, bizde mi onların yanlarına gitmeyelim, her şeyi nazara alarak bize İman hakikatlerini anlatmak için yanımıza gelenler olmasa idi, yani onları Allah bize göndermese idi düşünün bu gün biz ne halde kalmış olurduk. Nur talebesi Doktor gibi olacak. Nasıl ki Doktor hastayı tedavi etmek için, çekinmeden hastanın nahoş kokulu yaralarına ve iltihaplarına kadar eğilir tedavi etmeye uğraşıp netice almağa çalışır. Aynen bunun gibi, Nur talebesi de muhatabının kûsuruna bakmadan, Aman kardeşime bir şeyler vereyim de , belki kendisinin ebedi azaptan kurtulmasına sebep olabilirim düşüncesi ile hiç çekinmeden vazifeyi yapmaya çalışmaya gayret edeceğiz.

Bu hususta İhlas Risalesinde bize çok güzel örnek ibareleri var; “Tariki hakta gidenlere  refakatla iftihar etmek suretiyle vazife yapmak ve imamlık şerefini onlara bırakmak ve hak yolunda gidenlerin kim olursa olsun kendimizden daha iyi olduğunun ihtimali ile enaniyetten vazgeçip ihlası kazanmak” prensibi bize çok mühim ders veriyor. Yine “Ey ehli hak! Ey hakperest ehli şeriat ve ehli hakikat ve ehli tarikat , bu müthiş marazi ihtilafa karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek yekdiğerinizin ayıbına karşı birbirinizin kusurunu görmemek için gözünüzü yumunuz.” Evet başkasını iyi kendimizi kusurlu görmeye bizim prensibimiz olacak. Her hangi dini mes’eleleri arkadaşımızla tartışırken bile, hakperestlik ve insaf düsturu olan İnşâallah arkadaşım haklı çıkar temennisinde bulunacağız. Çünkü arkadaşın haklı çıkarsa sen iki şey kar ediyorsun:

1- Bilmediğin bir şeyi öğrenmiş oluyorsun.

2- Kibirden kurtulmuş oluyorsun.Mademki biz fazilet furuşluk yapıp gıpta damarını tahrikten yasaklanmişiz. Hatta “en latif ve güzel bir hakikati imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki, en masumane zararsız menfaattir. Mümkün ise nefsimize bir hodğamlık gelmemek için istemeyen bir arkadaşla yaptırılması hoşunuza gitsin. Eğer ben sevap kazanayim bu güzel mes’leyi ben söyleyeyim Arzunuz varsa, çendan (gerçi) onda bir günah ve zarar  yoktur; fakat mabeyninizde (sizin aranızda ) ki sırrı ihlasa zarar gelebilir”. Biz bu  Düsturu kendimize numune-i imtisal yapmaya gayret edenlerden olmalıyız. Ehli hizmet, davasına hizmette muvaffak olmak için bu prinsip tükenmez bir kaynaktır.

Kıymetli kardeşlerim!  “Ehli hakla ittifak etmek, davada muvaffak olmanın bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu” asla unutmayacağız. Şimdi dairede ufak defek ihtilaf olabilir, bir merkezden idare edilebilen İstanbul Nur talebelerinin Süleymaniye’deki  tek 40 m2’lik Kirazlı mescid devri kapandı, biz dershaneyi idare edenlerin  birilerini tutup diğerlerine küsmek şöyle dursun, ehli sünnet dairesinde kim olursa olsun onları sevmeye çalışacağız  Tüm müslümanların, hassaten Nur talebelerinin çok dikkat etmeleri lazım gelen bir husus şu  ki , bir kimsenin Allahın yoluna gelmesi için, sebep kim olursa olsun kaidesine tarafdar olmak gerektir. Müslümanlarla beraber olmak onları sevmek şöyle dursun, bu fitneli zamanda zındıkayı (ateistleri) def’etmek için İsevilerin (Hristiyanların) ruhani kısmı ile bile birleşme zamanı olduğunu Üstadımız Peygamberimiz (a.s.m.) mın bu güzel hadisi şerifini bize haber veriyor. Hatalı kimselere karşı bizim vazifemiz ona küsüp kovmak değil, belki kusurları için ona tövbeyi öğretip  onu kazanmak lazım, Yani Kardeşlerimize karşı İlim ve hilm (yumuşaklık) prensiplerine dayanarak müspet hareket ederek kardeşler arasında tefani (kendimizi yok sayma) düsturunu tatbik etmek şarti ile hedefimize ulaşacağız.

Biz öyle kimselerden olmayacağız ki: Hüsnü zanla hareket etmesi mümkün iken zavallı sui zanna düçar olur, karşısındaki ne kadar iyi olsa yine muhakkak bir kusurunu arayıp bulur.  Bu çok kötü bir haslettir. Halbuki, Müslüman suizanla değil hüsnü zanla mükelleftir, Kusuru olmayan pek yok ama varsa da biz o kusursuzları değil, her tarafı bizim gibi suçlu kimselerle uğraşacağız. Biz “sahili selamet olan darüs-selama Ümmeti Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkarmaya çalışan hademeler” olduğumuzdan ötürü, kardeşlerin nefislerini  kendi nefisimize tercih eden Sahabe gibi olmalıyız, ve ancak bu şekilde Hz Ali ve Şâhi Geylani gibi kahramanları arkamızda zahir (yardımci) ve başımızda Üstad olarak bulabileceğiz.

Yine Üstadımızın dediği gibi: Mühim ve büyük hayırlı işlerin çok mani’leri olur, şeytanlar o hizmetin hizmetçileri ile çok uğraşır. Bu büyük hizmetlerde muvaffak olmak için bu mani’lere (engellere) karşı ihlas kuvvetine dayanmak gerektir, İhlası kıracak esbaptan (sebeplerden) yılandan akrepten çekindiğimiz  gibi çekineceğiz. O esnada Yusuf (a.s.) dediğini de  unutmayalım” Nefis kütülükleri çok emreder, kurtuluş ancak Allahın rahmetine sığınmakla olur”.

Biz her zaman her çeşit kardeşlere dershanenin kapısını açık tutacağız, Kardeşlerimizin dershaneye gelmelerine engel teşkil edecek sebeplere kat’iyyen tevessül etmeyeceğiz, hususi alemimizde şahsi fazilet yapabiliriz ama farz namazlarına daha yeni alışmaya çabalayan kardeşler yanında asla fazilefuruşluk yaparak nafile ibadetten bahsetmeyeceğiz, ders yaparken her zaman karşımızda kimler var. Onları nazari i’tibara alarak ona göre ders yapacağız. Ve ders yapabilecek kardeşler derse gelirken hazırlıklı olacak gelmeli, hiç farkı yok  isterse ona ders yapmayı  teklif etsinler isterse etmesinler.

Üstadımızın neşredilmeyen ifadelerini toplayan çok tecrübeli bir Ağabeyin bana gönderdiği bir yazısında Üstadın şöyle bir ifadesi  geçiyor “Kardeşlerimden ne için sakal bırakmadığımı benden sormak istediklerini hissediyorum; Onlara cevaben bende derim ki: İleride Risale-i Nur talebeleri çoğalacağını biliyorum, eğer ben sakal bırakırsam onlarda sakal bırakırlar, fakat gençlere sakal kötü gösterildiğinden gençlerin sakaldan ötürü Nurlara dahil olmamaya sakal engel olabilir düşüncesi ile bırakmıyorum” demiş ve Üstadımızın sakal bırakmamasına sebeplerden bir tanesi de bu imiş.

Ben yurtdışına yani Rumeliye Risale-i Nur hizmetine gideceğimi bilse idim, bende sakal bırakmaz idim. Sakal sünnetine ters bakmadığımızı bildirmek için biz yaşlı yaşlılara Ağabeylerden sakal izni verildiği için sakal bıraktım ve ben sakalımı fazla uzatmıyorum, ama gene de yurt dışında sakalımın hizmete engel olduğunu fark ediyorum. Hulasa ben sakal bıraktığım için çok korkuyorum ve endişe ediyorum: Ahirette Aleyhissalatu vesselam sakal bıraktığımdan ötürü beni yanından kovarsa acaba halim ne olur. Çünkü belki de sakalım sebep oldu yurtdışında herhangi Müslüman genç sakalımdan ötürü yanıma yaklaşamadı ki iman hakikatlerinden hisse alsın. Az önce dediğım gibi daireye herkes gelebilir sakallısı da sakalsızı da. Fakat Nur dairesindeki gençlerin sakal bırakması, dışarıdan gelen gençlerin dershaneye gelmemelerine kuvvetli bir sebep teşkil ettiğinden ötürü dershanedeki kardeşlerim sakal bırakmadıkları için çok isabet ediyorlar. Allah onlardan razı olsun. Ve dershaneye bakan Esnaf ağabeylerden Allah ebeden razı olsun ki, dershanede kalan fedakâr kardeşlere yeni elbiseler alıp onları temiz gezdiriyorlar. Çünkü bugün zavahiri fethetme şartı var,  bilhassa dershaneye yeni gelenler, karşılarına çıkanların üstüne başına bakıyorlar ona göre değerlendiriyorlar. Bugünkü eshabı suffa bu hususa çok dikkat etmeli ki davasına hizmet edebilsin. Hulasa, biz Muhabbet fedaileriyiz. Acz, Fakr, Şefkat, Tefekkür Şiarı üzere kurulan da’vanın mensuplarıyız.

Siyaset ve menfaatten uzak duran, SEVGİ, İLGİ, BİLGİ, kaidesi ile hareket eden kusuru başkasında değil, kendinde arayan bir kervanın kemter müntesiplerinden biriyiz.

Eddâî vel-müsted-î(Dua edıp dua bekleyen) Sizi Çok seven pür kûsur kardeşiniz

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Sahi Nedir Hoş Görü?

Hoşgörü ve bağışlama insanı yücelten güzel sıfatlardır. Dünyada barışın en etkin rolü üstlenen hoşgörü, bağışlama, sevgi ve merhamettir. Peygamberimiz (a.s.m.) o kadar hoşgörü ve merhametliydi ki kendisine en ağır hakareti yapanları bile affederdi. İşte İnsanlıkta, ahlakta ve tüm yaşayışında örnek misal bir rehber…

Efendimiz hoşgörü ile ilgili ne güzel söylemiş:’Sana zulmedeni affet. Sana küsene git, sana kötülük yapana iyilik yap, aleyhine de olsa hakkı söyle.’’ 1 Keza, “Mü’min kişi, diğer mü’mine karşı duvar gibidir. Birbirlerini takviye eder.’’ 2 Mü’minler, bir Şahs-i manevi gibi birbirlerine kenetlenerek kuvvette, düşüncede, maddi ve maneviyatta birleşerek, büyük bir gücü ittifakla sağlarlar.

Bediüzzaman, bu konuya şöyle bir açıklık getirmiştir: “Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası ne kadar harika da olsalar, cemaatin, şahs-ı manevisinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir.” 3

Üstad, bu asırda yapılan bütün hücumlara karşı ancak cemaatin şahs-ı manevinin dayanabileceğini dikkatlere sunmuş. Mü’minler arasında birlik ve beraberliğinin sağlanmasını aşağıda manidar bir örnekle izah etmiş:

 Nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalp ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder.”, “Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip, sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umûmî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakiki bir tesanüt, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler.”diyor. 4

Efendimiz (a.s.m.)’in hoş görü ile ilgili bir hadis-i şerifinde:’Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, nefret ettirmeyin, birbirinizle iyi geçinin, ihtilafa düşmeyin’’ 5 diyor. Görüldüğü üzere İslam dini, insanlar arasındaki kin ve düşmanlık duygularının kaldırılmasını, barış ve uzlaşıyı, güler yüzlü, hoşgörüyü, merhameti öne almaktadır. Kaba, kırıcı kin ve nefretten uzak kalmayı emreder.

Hazreti Peygamberimiz (a.s.m.)’in 1400 sene önce insanlığa verdiği manidar bir mesaj:

“ Ey insanlar dikkat ediniz! Rabbiniz tektir. Arabın, arab olmayana, arab olmayanın arab’a, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha, takvadan öte, hiçbir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz Allah’u Teala (c.c) katında en üstünüz, Allah’u Teala’dan en çok korkanınızdır.’’ buyurmuş.6

Efendimiz (a.s.m.),  Cenab-i Allah’ın vahit ve Ehad olduğuna, ulûhiyette insanların o’na ibadet etmelerini, kendi aralarında da maslahatta ve takvada üstün gayrette bulunmaları vurgu yapmıştır. Hiç kimse kendi güç ve kuvvetine dayanarak başkası üzerinde üstünlük tasarlayamaz. Çünkü üstünlük tasarlama hakkı yoktur ve olamaz da. Allah nezdinde ancak üstünlük takvadadır.

İşte Kadir-i Hakkim, şöyle buyurur: Biz insanları kavim kavim yarattık ki birbirlerini tanısınlar diye. Muhakkak Allah katında üstünlük takva iledir.”7

İnsanların kavim kavim yaratılma hikmeti, birbirlerini tanımaları içindir. Yoksa kavimlerin, kabilelerin, aşiretlerin, cemaatlerin menfi hareketlerde bulunmaları ve kaba güçlerini birbirleri üzerinde tatbik etmeleri için, değildir. Bu günkü menfi milliyetçilik ve unsuriyetçilik fikri dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de vardır. Oysa Türkiye’nin kültür zenginliğini gösteren değişik milletin teşekkül ettiği mozaiktir. Bu zenginliği kardeşlik bağları ile pekiştirerek bir şahs-i manevi gibi kuvvette, düşüncede, maddi ve maneviyatta pek çok birlikleri birleştirerek insanlığa yardımcı olabilecek büyük bir gücü sağlamaktır.

Maalesef, 1870’li yıllardan başlayarak 1920’lere kadar içimizde aktif çalışan Fransızlar ile İngilizlerin sinsi ajanları; milletimizin arasına nifak koymakla meşgul olmuşlar. Bir yönde Kürtleri, diğer yönde Ermenileri, bir diğer yönde dindar vatandaşları kışkırtarak, insanlık dışı emellerini, isyanlarla organize etmişler. Ne yazık ki, bugün bile çektiğimiz sancılar, o günlerden kalma nifak tohumun pis kokularıdır.

Cumhuriyete geçiş döneminde de, devlet halkın üzerinde kurduğu kaba güç, istibdat, tahakküm ve hâkimiyet; din ve dindarlara yapılan zulüm ve baskılar, vatandaşları tamamen ayrışmalara ve devlete karşı güvensizliğe itmiştir. Halen derin devlet mi, devlet mi derin? Kuşkuları devam ediyor. Son zamanlarda, balyoz, Ergenekon, paralel devlet, dikey devlet, yatay devlet vs. hepsi de 140 seneden beri Fransızların ve İngilizlerin pazarından kalma kokuşmuş, nifak ürünüdür. Öyle bir hale getirmişler ki: Ne devlet vatandaşına ne de vatandaş devletine güvenmiyor, dolayısıyla bu güvensizlik, pusudaki köpeklere de açık kapı oluyor.

Pusuda beklenen hainlere meydan vermemek için; devlet de, millet de birbirlerine güvenmeli ve itidal ile hareket etmeli, başta devlet dindarlara saygılı olmalıdır. Mevzuumuzla alakalı Bediüzzaman şöyle buyurur: “Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâ-yı din ile olur şu milletin ihyâsı. İslâm bunu anladı.”9Toplum olarak ne zaman İslamiyet’te tam yapışmışsak terakki edip, hem madden hem manen yükselmişiz. Ne zaman da İslamiyet’ten uzaklaşmışsak perişan olmuşuz. Hali âlem buna şahittir. Demek bizim hayat bulmamız din iledir.

Ayrıca, Türk- Kürt halkı ile ilgili gündemdeki mes’ele bir çözümsüzlük gibi algılayanlara da şunu söylemek istiyorum: Bin yıldan beri her iki millet beraber yaşamış, adeta et kemik gibi birbirlerinin tamamlayıcısı olmuşlar. Bu birlikteliği kimse bozamaz.

Bediüzzaman, Türk ve Kürtler için ne güzel demiş: “Türkler bizim aklımız, biz (Kürtler) de onların kuvveti. Mecmuuz bir insan oluruz.” Dünya’da Türk’ün dostu, Kürt’ten başka; Kürt’ün de dostu, Türk’ten başka yoktur. Artık Arap kışı geride kaldı; baharın hoş görü gülleri açılmış, koklamaya ve teneffüs etmeye hazır…

Benden de; umman denizinden bir katre,’’anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.’’ misali… Dünyada barışın en etkin rolü üstlenen hoşgörü, sevgi, saygı ve merhamet şiarımız olsun… Sevgi ve saygılarımla…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

02.05.2014

www.NurNet.org

Kaynaklar

1 -Kütüb-i sitte

2- Nesai kutub-ı sitte, 2.cilt.

3- Emirdağ lah. Say.70

4-Lem’alar, s: 222

5-Hz.said ebu bedre

6-Mesned-i Ahmet hanbel,5/411

7-Hucürat  suresi 13. Ayet

9-Sözler, Lemaât, s. 1166

Halife-i Arz (Şiir)

İnsan isminde halife-i arz birileri,

Bunlar, ma’nen bazısı ölü bazısı diri,

Kimisi Allah rızası için yürüyor seri,

Bazısı şeytana uyarak, kalıyor geri.

 

Ey şerefli mahluk! Durma cennet  bekler seni,

Dikkat et, cehennem yakmasın sendeki teni,

O ateş hazır durur yakmaya, övüneni,

Burada mütevazi ol, yoksa mahvdır işin.

 

Ey insan! Unutma ki, hilkate sebep sensin,

Sen, bütün mahlukat tarafından övülensin,

Meleklerin bile üstüne, çıkabilensin,

Yap ne yap, şeytana uyma , yoksa mahvdır işin.

 

Allah seni, en şerefli mahluk yaratmıştı,

Bütün ihtiyaçlarını sana  hazırlamıştı,

Şerefli kulun noksanını tamamlamıştı,

Sakın Rabbine isyankar olma mahfdır işin.

 

Senin için halal dairesi yeter iken,

Acaba seni harama iten hangi neden,

Sen Allahın rızasına gir kurtul benlikten,

Yoksa mahşer gününde senin berbattır işin.

 

Razı ol, Meşru olan elbise ve gıdaya,

Sakın tenezzül etme yüzsüzlüğe modaya,

Yoksa çok çekersin girdin mi o dar odaya,

O hesap günü için, hazırlıklı ol peşin.

 

Madem aptal değilsin, bil ki geliyor son gün,

Bu sebepten, günahlı hayata sırtını dün,

Ancak böyle sana alkış tutar o mutlu gün,

Yoksa o gün, seninde perişan olur işin.

 

Ey insan cenneti firdevsi ol hak eden,

Çalış ki, ulaşsın zirveye sendeki beden,

Aksi takdirde, olursun cehenneme giden,

O tatlı canın çıkmadan, bunu bilmelisin.

 

Sana yakışır mı, zirvedeyken gümleyesin,

Dünyadayken, insanlık hakkını vermeyesin,

Ders almak için, cenazeleri görmeyesin,

Nasıl olur geliş sebebini bilmeyesin.

 

Bir an önce günahlardan pişman ol kurtul,

Böylece sen geleceği,  kurtuluş yeri bul ,

Hiç ara vermeden, doldur sevapla bir bavul,

Yoksa,  gelecekte çok zor olur senin işin.

 

Hazır olmayana pişmanlık günü çok acı,

Bunu böyle bilin siz erkek kardeş ve bacı,

Kazanabilmek için o cennetteki tacı,

Size yetecektir Kur’anın tiryak ilacı.

 

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Dünyadan Allah’a Bakmak; Tefekkür

Gözümüzün gördüğü, kulağımızın işittiği, burnumuzun kokusunu aldığı ve aklımızın algıladığı ve anladığı her şey ile Allah (c.c.) tüm şuurlu mahlûkatına birer mesaj, birer mektup veriyor. Oku diyor. Anla ve Beni tanı diyor.

Gözlerimizle gördüğümüz şu yaratılmış her şeyi ama her şeyi hikmet ve ilimle yaratan, ihtiyaçlarını gideren, rızıklandıran, intizam ve nizam içerisinde çekip çeviren, idare eden, gözümüzün gördüğü sebepler değil, Allah’tır. Sebepler imtihan gereği arada sadece birer perdedir.

Mesela bir portakal ağacının meyvesine bir bakalım. Rengine bakalım, rengi çok güzel. Kokusuna bakalım kokusu da çok güzel. Bir de tadına bakalım o da çok güzel. Bir de bu meyvenin geldiği yere, portakal ağacına bakalım; bu ağaç bizi tanımaz, neyden hoşlanacağımızı yada hoşlanmayacağımızı bilmez, bilemez. O zaman nasıl oluyor da aklı, şuuru ve ilmi olmayan portakal ağacından tadı, kokusu ve rengi ile hoşumuza giden hem faydalı, hem de ambalaj içerisinde, dilim dilim bir meyve çıkıyor? Demek ki o meyveyi o ağaç yapmıyor, bizi tanıyan ve bilen biri yapıyor. O da kim? Hiç şüphesiz bizlere odundan, portakalı ve diğer tüm meyveleri yediren ve bizleri besleyen Allah’tır (c.c.). Demek her bir ağaç ve her bir meyve birer mektuptur; beni oku diyor…

Her insan da ayrı ayrı birer mektuptur. Her insanın burnu, dili, gözleri, ayakları, midesi, kalbi, beynini ve diğer tüm organlarını aynı yerdedir, bir birlik içerisindedir. İşte bu birliği sağlayan sanatkâr her yarattığı insan üzerine bu birlik tuğrasını basıyor ve bu tuğrasını okumasını bilenler, sanatkârın kim olduğunu işte bu tuğralı mektupları okuyarak anlıyor. Demek bir insanı yaratan kim ise tüm insanları da yaratan Odur.

Mesela bedensel veya zihinsel engelli bir insan üzerindeki mektubu okuyunca şunları düşünmeye başlarsınız;  Allah beni sağlıklı ve sağlam yarattı, isteseydi beni de engelli yaratabilirdi. Halime şükretmeliyim. Bana vermiş olduğu nimetler için Allah’a şükretmeliyim, her türlü halime Elhamdülillah demeliyim ve demeliyiz.

Yani bedensel engelli bireylerin varlığının bir hikmeti de bizlere sağlam olduğumuzu fark ettirmektir.

Bedensel engelliler de şöyle düşünmeli, itikat etmeliler “benim bu halim Rabbimin bana bir imtihanıdır, bana düşen sabretmek ve benden kötü olanları düşünüp bu halime hamd etmektir.” Allahu Teala Kuran-ı Kerimde Bakara Suresi 286. Ayetinin bir kısmında mealen şöyle buyuruyor; “Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez..” yani ne demek bu? Rabbim imtihan ettiği kişiye dayanma ve o imtihandan başarı ile geçme gücünü de beraberinde veriyor demektir. Allah kulunu kaldıramayacağı imtihan ile sınamaz demektir.

Zihinsel engelli kardeşlerimiz için de şunları söylemeden geçemeyeceğim; Zihinsel engelli bireyler zaten dini olarak mükellef değillerdir. Onlar sağlıklı ve engelli insanlara ibret olmak için dünyaya birer misafir olarak gönderilmiş birer ibret ve tefekkür mektuplarıdırlar.

Hadis-i Şerifte “Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır.” Buyuruyor Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm. Yani nafile ibadetlerden olan Teheccüd Namazı’nı ele alacak olursak. Bir sene hiç kaçırmadan Teheccüd Namazı’nı kılmak yerine bir saat tefekkür ederek daha sevaplı ve Allah’ın daha çok razı olacağı bir ibadeti yerine getirmiş oluruz.

Bizler, Allah’ın yarattığı bütün mahlûkatı tefekkürümüz için bir malzeme ve bir esin kaynağı olarak görüp tefekkür etmeliyiz,  tefekkürümüzü arttırmalıyız.

Bediüzzaman Said NURSİ hazretleri Mesnevi-i Nuriye’de “Cenâb-ı Hakkın mâsivâsına, yani kâinata mânâ-yı harfi ile ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismi ile ve esbab hesabına bakmak hatâdır.” Buyuruyor.

Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfında “Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-yı harfiyle sev; mânâ-yı ismiyle sevme. Ne kadar güzel yapılmış de. Ne kadar güzeldir deme. Diyerek bize nasıl tefekkür etmemiz gerektiğini ders veriyor.

Risale-i Nur’da birçok yerde tefekkür ufkunuzu genişletecek, size tefekkür pencereleri aralayacak, hayret ederek iman mertebelerinde ilerlemenizi sağlayacak birçok misal ve konu vardır. Risale-i Nur Külliyatı’nı okuduktan sonra her sabah önünden geçtiğimiz ve sadece sıradan bir ağaç olarak gördüğünüz o ağacın, size ne kadar çok şey anlattığını anlayacak ve ne demek istediğini duyacak ve üzerindeki tuğralı mektupları okuyabileceksiniz.  Risale-i Nur Külliyatını okumanızı tavsiye ederim.

Allah, bizlere gönderdiği ve hayatımızın her anında önümüze getirdiği bu mektuplarıyla bizlere kendini tanıtıyor ve tanıtmasına karşılık bizlerden de tanımamızı ve itaat etmemizi istiyor.

Biz şuurlu mahlûklara da bu Allah’ın bizlere gönderdiği bu mektupları okumak,  anlamak ve mektupların sahibine itaat etmek düşüyor.

Selam ve dua ile..

Halil İbrahim DEDE

28/04/2014 – Çorlu

www.NurNet.org

Kur’an’ın Risale-i Nura İşareti Konusundaki Tenkitlere Akgündüz’den Cevap Gecikmedi

İşârî Mana, İşârî Tefsir ve Kur’an’ın Risale-i Nura İşareti Konusundaki Tenkitlere İlmî Cevap

Son zamanlarda bazı cahillerin Bediüzzaman’ın Kur’an’daki Nurlara işaretler konusundaki eserlerini tenkit etmişler. Gerçi bunların, işarî tefsir, işârî mana, sarih mana ve benzeri, hem usul-i tefsir ilmine, hem de usul-i fıkıh ilmine vâkıf olmayan bazı cahiller oldukları âşikârdır; bunlara cevap olarak sükût etmek evladır. Ancak bu saf ehl-i imana meseleyi izah etmek bizim görevimizdir.

Bizim bu izahlarımız tamamen ilmî meselelerdir. Bir zamanlar İstanbul’da bir Şeyh de Üstad’ın Sikke-i Tasdik-i Gaybî adlı eserini sobaya atarak müridlerinin yanında yakma ahmaklığını göstermiştir. Üstadımızın buna karşı tavsiyesi şudur:

“İstanbul’da malûm itiraz hâdisesi îma ediyor ki; ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a ve şakirdlerine karşı kendi meşreblerini ve mesleklerinin revacını ve etba’larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.” (Kastamonu Lahikası 196 )

1.1 Kur’an’ın En Önemli Mu’cizelerinden Biri Lafzındaki Câmiiyyettir

Bilindiği gibi Kur’an-i Kerimin bütün ayetleri bize naklediliş itibariyle mütevâtirdir ve kesindir (lafzan kat’î); ancak manaya delaletleri açısından Kur’an bir okyanus gibidir. Kur’an, bütün asırlara ve bütün insan tabakalarına hitap ettiğinden kullandığı kelimelerin bütün bu muhataplara yönelik manaları ve kâinatla alakalı bütün ilimlere dair işaretleri kendisinde toplaması gerekir (lafzındaki camiiyyet). Nitekim Kur’an’ın kelimelerinin birden fazla manalarını Arapça âlimleri Arap Gramerinin temel bilimleri olan Sarf ve Nahiv ilimlerine göre; belâgat[1] alimleri ise bu ilmin temel dalları olan maʿâni[2], beyan[3] ve bedi[4] ilimlerinin kanunlarıyla açıklamışlardır. Bununla birlikte yukarıda sayılan Arapça ilimleri açısından doğru ve belâgat ilimleri kurallarına uygun olmak ve de İslam dininin temel esasları ile muhalif düşmemek şartıyla, Kur’an’dan alınan bütün mana ve vecihler makbuldür. Bunun en büyük delili, içtihad derecesine yükselen İmâm-ı Azamların ve İmâm Şafiilerin; Kur’an’ı tefsir eden binlerce Fahreddin Râzî ve Kurtubi gibi müfessirlerin; İmâm Gazali, İmâm Mâtüridî ve İmâm Eş’ari gibi usul’uddin tabir edilen Kelâm âlimlerinin ve de Kur’an’ı nasıl anlayacağımıza dair tefsir, tevil ve delalet kaidelerini inceleyen Pezdevi, İmâm’ül-Haremeyn ve Molla Husrev gibi usul’ul-fıkıh allamelerinin Kur’an’dan çıkardıkları manalar bunun en büyük delilleridirler.[5]
Şimdi Kur’anın lafzındaki camiiyyeti açıklaması bakımından iki noktayı açıklamak durumundayız.

1.1.1 Resulüllah’ın Konuyla İlgili Hadisi
Peygamber Efendimiz “أنزل القرآن على سبعة أحرف لكل آية منها ظهر وبطن ولكل حد مطلع =Kur’an yedi harf üzerine indirilmiştir. Kur’anın zahiri, batını, haddi, muttalaı vardır.” hadisiyle Kur’anın mana zenginliğine işaret eder. Bunu diğer hadis ile de birleştirirsek mana “Herbir âyetin mana mertebelerinde bir zahiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört tabakadan her birisinin (hadîsçe “şücûn ve gusûn” tabir edilen) füruatı, işaratı, dal ve budakları vardır”[6] şeklini alır. Hadiste belirtilen “zahir, batın, had, muttalaʿʿ” ifadeleri hakkında başka yorumlar da vardır. Bedîüzzaman’a göre “Kur’an’ın lafızları öyle bir tarzda vaz’edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir“[7]

Şimdi bu kelimeleri teker teker açıklayalım:

Zahir: Ehl-i ilme göre açık olan manadır. Nitekim çoğu fıkıh ve tefsir kitaplarındaki manalar buna dâhildir. Elbette ki Kur’an’ın muhkemat tabir edilen ve tevile ihtiyaç duymayan ayetleri de böyledir. Bunu tilavet ve lafız ile ve hatta Kur’anda zikredilen kıssaların zahiri önceki ümmetlerin helakini haber vermek ile tevil edenler de vardır.

Bâtın: Erbab-ı hakikatın muttali olduğu sırlar manasındır. Ancak bunu da Kur’anı anlama ve hatta Kur’an kıssalarının başkalarına ibreti ifade etmesi olarak da değerlendirmişlerdir.

Hadd: Bunu helal ve haram yahut Kur’an’ın ulaşılabilecek nihai manaları ve sırları olarak açıklayanlar olmuştur. Bazıları ise Hadd-i muttala’ı beraber kullanarak Kur’an’ın en derin ve zor manalarının bile mutlaka bir izah vechi ve yolu olduğuna işaret eder demişlerdir.

Muttalaʿ: Vaad ve vaʿîd gibi sırlara işaret eder diyenler olduğu gibi, Cenab-ı Hakkın yüce kitabında tenezzülat-ı ilahiye kabilinden kullarına olan tecellisi şeklinde açıklayanlar da olmuştur. Bazıları da nüzul-ü İsa gibi ancak Allah’ın bildiği sırlar şeklinde açıklamışlardır.[8]

Şücûn ve gusûn: Bu kelimeleri en güzel açıklayan ise yine Bedîüzzaman olmuştur: Bunlar hadîsçe “şücûn ve gusûn” tabir edilen füruatı, işaratı, dal ve budakları manasınadır.[9]

Kur’an zahiri ve batınıyla bir bütündür. Nasıl ki lafız ve mana bir ve beraber mütalaa edilir; insan ceset ve ruhuyla mükemmel bir sistem oluşturur. Onun gibi, Kur’anın zahir ve batın manaları da muazzam bir bütünlük içindedir. Sadece zahire veya batına bakmakla Kur’anı hakkıyla anlayamayız. Zerkeşî’nin ifadesiyle “Zahiri iyi bilmeden batına ulaşılamaz. Ulaştığını söyleyen, kapıyı geçmeden evin ortasına ulaştığını iddia edene benzer.”

Kur’anın sadece zahirine göre hüküm vermek Zahirilik mezhebini, sadece batınına dikkat etmek Batınilik ekolünü, zahiri kabulle beraber ince batıni manaları görmeye çalışmak da İşârî Tefsir mektebini netice vermiştir.

Büyük Müfessir Hamdi Yazır şöyle der:“Şüphe yok ki Kur’an apaçık bir Arapça ile inmiştir. Kur’anın dili, bilmece ve muamma gibi remizden ibaret sembolik bir ifade değildir. Ve şüphe yok ki nasslarda asıl olan, bir karine-i mânia olmadıkça, zahiri üzere hamlolunmaktır. Bununla beraber, Kur’anın Ümmü’l-Kitap olan muhkematının yanında ‘hafi, müşkil, mücmel ve müteşabihatı; hakikatı, mecazı, sarihi, kinayesi, istiaresi, temsili, tansısi, îmâsı, belâgatının nükteleri, tarizleri, telmihleri remizleri’ de vardır. Bütün bunlarda en açık olan mana maksud olmakla beraber, müstetbeat-ı terakib denilen ve tâli derecede matlup olan nice ifadeler de vardır… Herhalde zahirilikte ifrat etmek de, batınilikte ifrat etmek kadar zararlıdır.”

Eğer Kur’ân’ın tamamı muhkem olsaydı, bu sefer hem tasdik hem de amel yönü ile Kur’ân’la sınama hikmeti sözkonusu olmazdı. Çünkü Kur’ân’ın anlamı açıkça ortada olacak olsaydı fitneyi aramak ve Kur’ân’ın tevili peşinde gitmek maksadı ile onu tahrif etmeye ve müteşâbihlere sarılmaya imkân bulunmazdı. Şayet bütünüyle müteşâbih olsaydı, bu sefer Kur’ân’ın bütün insanlar için apaçık ve bir hidayet olması sözkonusu olmazdı. Gereğince amel etmeye de imkân bulunmazdı. Üzerine sağlam bir akîde bina edilemezdi.

Fakat yüce Allah hikmetiyle onun bir kısım âyetlerini muhkem olarak indirdi. Müteşâbih görülen âyetlerin açıklanması için bu muhkem âyetlere başvurulur. Diğer âyetler ise kullara sınav olmak üzere müteşâbihtirler. Böylelikle imanında samimi olanlar ile kalblerinde eğrilik bulunanlar birbirinden açık bir şekilde ayrılmış olur. İmanında doğru ve samimi olan bir kimse Kur’ân’ın bütünüyle yüce Allah tarafından geldiğini kesinlikle bilir. Allah tarafından gelen herşeyin hakkın ta kendisi olduğunu, onda bâtıl diye bir şeyin ya da çelişkinin bulunmasının imkânsız olduğunu kesin olarak bilir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Önünden de, arkasından da batıl ona erişemez. (Çünkü o) hikmeti sonsuz, her hamde lâyık olan tarafından indirilmedir.” (Fussilet, 41/42); “Eğer o Allah’tan başkasından gelseydi elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı.” (en-Nisâ, 4/82)
Kalplerinde eğrilik bulunan kimseler ise, müteşâbihten hareketle muhkem buyrukları tahrif etmeye yeltenirler. Haberler hakkında şüphe uyandırmak için hevâlarına tabi olmaya, hükümlere karşı büyüklenmeye kalkışırlar. Bundan dolayı akide ve amelleri itibariyle sapık kimselerin, çoğu zaman bu sapıklıklarına bu tür müteşâbih âyetleri delil gösterdiklerini görürüz.[10]

1.1.2 İslam Nazarî Hukuku (Usul’ul-Fıkıh) İlmindeki Lafzın Manaya Delaleti İle İlgili Kurallar
Biz burada bütün İslami ilimler ve belâgat ilimlerindeki Kur’an’ın manalarının bu dört mertebesini ve de bu dört mertebenin de füruatı, işaratı, dal ve budaklarını açıklama imkânımız mevcut değildir. Fakat misal olması açısından usul’ul-fıkıh ilmindeki delalet şekillerini özetleyeceğiz.

Kur’an-ı Kerim ve hadisi şeriflerdeki şer’î naslardan hükümlerin nasıl istinbât edildiğini anlayabilmek için Âlimlerin, Arabçanın ifade tarzlarından veya şer’î hükümler ve onların illetlerinden, şeriatın esaslarından ve naslardan anlaşılan küllî esaslardan istifade ederek bir takım Kur’an’dan hüküm çıkarma kurallarını bilmek gerekmektedir. Bunlar şer’î naslann anlaşılmasında riayet edilen kaideler halindedir. Çünkü lafızlar kapalılık ve açıklıkta aynı derecede değildir. Onun için lafızların manaya delâlet yollan, âmm, has ve müşterekin müdlûlü, tevil keyfi-yeti; atfın mugâyaratı gerektirmesi; emrin vücub ifade etmesi, nehyin haram ve yasağa delâlet etmesi gibi hususlarda bu dil kaidelerine müracaat edilir:

1.1.2.1 Birinci Kaide: Nassın Şer’î Hükme Delâlet Yolları
Hanefîler lafzın manaya delalet yollarını dört kısma ayırmışlardır. Bunlar: Nassın ibaresi, nassın işareti, nassın delaleti ve nassın iktizasıdır. “Nass” dan maksad, manası anlaşılan Kur’an veya hadis lafzıdır.

1.1.2.1.1 Nassın İbaresi
“Nassın ibaresi” demek, sözün kendisinden kastedilen manaya delalet etmesi demektir. Yani ister asıl ister ikinci derecede kastedilmiş olsun kelime¬den hemen anlaşılıveren manadır. Şer’î naslardan her birinin ibaresinin delalet ettiği bir mana vardır. Bu ya kelimeden bizzat kastedilen manadır -ki asıl kas¬tedilen budur- veya asıl olmayıp tâbi (ikinci derecede) olarak kastedilen bir mana olur. İşte buna “tebeî mana denir[11]. Bu ikisi arasındaki fark şu misallerle ortaya çıkacaktır:

“Allah alış-verişi helal faizi haram kıldı”[12] ayet-i kerimesi¬nin bir asıl kastedilen manası vardır ki bu alış verişle faizi ayırmaktır. Çünkü ayet-i kerime yine Kur’an-ı kerimin naklettiğine göre “alış-veriş de faiz gibidir” diyen cahiliye insanı ve Yahudilere cevap vermek için nazil olmuştur. Bu ayetin teb’an kastedilen başka bir manası daha vardır ki bununla asıl kastedilen mana anlatılmak istenmektedir. İşte o “alış-verişin helal faizin haram olduğunu” ifade etmektedir. Her iki manâ da murad edilmiştir. Ancak birinci mana aslî ikinci mana tebe’îdir.

Kur’an-ı Kerîm ve sünnet-i şerifede teşrî’ için varid olan nasların ekseriyeti “ibâratü’n-nas” yolu ile hükümlere delalet eder. Meselâ “Akidleri tam ifa ediniz”[13] ve “Satıcı ve müşteri ayrılmadıkça muhayyerdirler” hadisi şerifi bu kabildendir. Nassın ibaresinin delâleti haricî mânialardan tecerrüd ettiği zaman kat’î hüküm ifade eder. Buna göre eğer nass tahsis edilmiş âmm ise delâlet zannî olur, kat’î olmaz.

1.1.2.1.2 Nassın İşareti
Bu sözün ne asaleten ne teb’an maksud olmayan lakin sözün bizzat ifade etmek için söylendiği mananın yani lafızdan ilk anlaşılan mananın lâzımı olan bir manaya delâlet etmesidir. Ve nassın, sözün siyakından maksud olmayan, doğrudan kastedilmeyen bir manaya delâleti, ibare ile değil işaretle olur. İşte bu mana iltizamî yani nassdan ilk bakışta anlaşılan aslî hüküm için lâzım olan bir manadır[14].

Meselâ “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı”[15] ayeti ibaresiyle ramazanda fecre kadar gecenin her cüzünde münasebette bulunmanın mubah olduğuna, işaretiyle de oruç halinde cünüp olarak sabahlamanın caiz olduğuna delâlet eder. Çünkü fecre kadar münasebetin mubah olması kişi cünüp iken fecrin üzerine doğması demektir. İşte bu mana ayetin siyakında maksud değildir, ancak bu, maksud olan mana için ay¬rılmaz bir manadır.

İbarenin delâleti ile işaretin delâleti tearuz ederse, ibaresiyle sabit olan hü¬küm işaretiyyle sabit olan hükme tercih edilir, çünkü o daha kuvvetlidir. Meselâ “Kısas size farz kılındı”[16] nassı ibaresiyle amden öldürene kısasın farz olduğuna delâlet ederken “Amden adam öldürenin cezası cehennemde ebedî kalmaktır”[17] nassı da işaretiyle uhrevî ceza ile iktifa edilerek kısasın terkinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Ancak birinci hüküm takdim edilerek kısas tatbik edilir. İşaretin delâleti de ibarenin delâleti gibi kat’î hüküm ifade eder.

Bedîüzzaman bu nassın ibaresine manay-i sarîh yani açık mana demekte ve bu kaideyi nassın işareti yani manay-i işârîsi ile birlikte şöyle kullanmaktadır:
“İşte o pek acib ve çok hazîn halette iken, îman ve Kur’ândan gelen bir mededle … Âyeti imdâdıma yetişti ve gâyet emniyetli ve selâmetli bir gemi hükmüne geçti. Ruh, kemâl-i emniyetle ve sürurla o Âyetin içine girdi. Evet, anladım ki: Âyetin ma’nayı sarihinden başka bir ma’nayı İşârîsi, beni teselli etti ki, sükûnet buldum ve sekinet verdi.

Evet, nasıl ki ma’nayı sarihi, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a der: “Eğer ehl-i dalâlet arka verip senin Şerîat ve Sünnetinden i’raz edip Kur’ânı dinlemeseler, merak etme! Ve de ki: Cenâb-ı Hak bana kâfidir. Ona tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize ittiba edecekleri yetiştirir. Taht-ı saltanatı herşeyi muhittir. Ne âsiler, hududundan kaçabilirler ve ne de istimdâd edenler mededsiz kalırlar!” Öyle de ma’nayı İşârîsiyle der ki:
Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcûdât seni bırakıp fenâ yolunda ademe giderse, eğer zihayatlar senden müfarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terkedip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalâlet seni dinlemeyip zulümata düşerse, merak etme! De ki: Cenâb-ı Hak bana kâfidir. Mâdem o var, herşey var. Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı Azîm sâhibi, nihayetsiz cünûd ve askerinden başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar, başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalâlete düşenlere bedel, tarîk-ı hakkı takib edecek mutî kullarını gönderebilir. Mâdem öyledir, o herşeye bedeldir. Bütün eşya, birtek teveccühüne bedel olamaz! der.”[18]

1.1.2.1.3 Nassın Delâleti
Bu, lafzın ibare veya işaret yolu ile değil de hükmün sebebi veya illeti yolu ile delâlet etmesidir. Meselâ, iki hâdisenin hükmün illetinde ortak olması veya nassın sükût ettiği meselenin hükmü, söylediğinden daha açık olması ve bunun kıyasa veya içtihada ihtiyaç duymaksızın lafızdan anlaşılması gibi. Buna hitabın fahvası yani gaye ve maksadı denir. İmâm Şafiî bunu celî kıyasdan sayar ve Şafiîlerce buna “mefhûmu’l-muvafaka” denir. Bu delâlete “nassın delâleti” denir. Çünkü bununla sabit olan hüküm nassın ibaresi ve işaretinde olduğu gibi sadece lafızdan anlaşılmaz bilakis bu delâlet ancak hükmün menâtı ve illeti vasıtasıyle anlaşılır.

Mesela: “Onlara “öf bile deme onları azarlama”[19] ayet-i kerimesi ibaresi ile açıkça öf demenin haram olduğuna delâlete eder. Çünkü bu onlara eza vermektedir. Yine bu nass delâlet tariki ile de onlara vurma, sövüp-sayma, aç bırakma gibi muamelelerin haram olduğuna delâlet etmektedir, zira bunlar “öf” demekten daha ağır eza verir. Çünkü “öf demenin nehyedilmesinden, ana-babaya bundan daha çok eza veren şeylerin nehyedilmiş olması dil bakımından pekâlâ anlaşılmaktadır. O halde nassın sükût geçtiği meselnin hük¬mü, söylediğinden daha açıktır. Zira illet birincisinde ikincisinden daha kuvvetlidir.

Bedîüzzaman bu kuralı da Rislae-i Nur Külliyatında kullanmakta ve buna tarîk-i evlâ tabır etmektedir. “Bu zıtları bir fiilinde cem etmek, ancak kudreti hadsiz bir Sâni-i Kadire mahsustur. Hülâsa: Herbir fıkra, tek başına hâtem-i Ehadiyeti izhara kâfi olduğu takdirde, fıkraların hey’et-i içtimâîyesi pek zâhir bir tarîk-i evlâ ile hâtem-i Ehadiyeti gösterir.”[20]

1.1.2.1.4 Nassın İktizası
Sözün şer’an muteber olabilmesi için takdir edilmesine ihtiyaç duyulan la¬fızdır. Bu delâlete iktiza denilmiştir, çünkü iktiza, taleb etmek ve istemek ma¬nasınadır, söz şer’an doğru ve sahih olması için o mukadder manayı taleb eder.
Bunun misali “Ümmetimden hata, nisyan, unutma ve ikrah kaldırılmış¬tır” hadisi şerifidir. Bu nass lafzı ve ibaresiyle hata, unutma ve ikrahın bu üm¬metten kaldırıldığına delâlet eder ki bu selim bir mana değildir, çünkü fiil ol¬duktan sonra kalkmaz. O halde ibareyi düzeltmek için mutlaka bir şey takdir etmek lazımdır ki işte bu “günahın veya hükmün kalkması”dır. Yani hatanın, unutmanın ve ikrahın vebali kaldırılmıştır demektir. “Günahın kalkması” ik¬tiza ile anlaşılmaktadır.

Bedîüzzaman’ın bu kaideyi tevhide dair bir meselede kullanmasına en güzel misal şudur:
“Eğer Kadîr-i Zülcelâl’e verilmezse; o vakit, o kâsedeki toprakta, herbir çiçek için ma’nevî, ayrı, tabiî bir makinesi bulunmazsa, bu hal vücûda gelemez. Çünkü tohumlar ise nutfeler ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yâni: Müvellid-ül mâ, müvellid-ül humuza, karbon, azotun intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber, hava, su, hararet, ziya dahi, herbiri basit ve şuursuz ve herşeye karşı sel gibi bir tarzda gittiğinden, o hadsiz çiçeklerin teşkilleri ayrı ayrı ve gâyet muntazam ve san’atlı olarak o topraktan çıkması, bilbedâhe ve bizzarure iktiza ediyor ki; o kâsede bulunan toprakta, ma’nen Avrupa kadar, ma’nevî ve küçük mikyasta matbaaları ve fabrikaları bulunsun. Tâ ki, bu kadar hayatdar kumaşları ve binler ayrı ayrı nakışlı mensucâtları dokuyabilsin.”[21]

1.1.2.2 İkinci Kaide: Mefhûmu’l-Muhâlefet
Nassın mefhumu iki çeşittir: Mefhûmu’l-muvâfakat ve mefhumu’l-muhalefet.

Mefhûmu’l-muvâfakat: Hakkında hüküm bulunan bir şeyin hükmüne delalet eden lafzın, illette müşterek oldukları için, hakkında hüküm bulunmayan bir şeyin hükmüne de delâlet etmesidir. Meselâ, “onlara öf bile deme” ayet-i kerimesinin onlara vurmanın da öncelikle haram olmasına delâlet etmesi gibi. Bunun hükmü, bu mefhum ile amel etmenin vacib olmasıdır. Çünkü o, hükme mantuktan daha münasibdir. Meskûtün anh mantuka müsavi olduğu zaman da hüküm aynıdır. Yetimin ma¬lını haksız yere yemenin haram olmasına müsâvî olan onun malını telef etme¬nin de haram olması gibi. Bu çeşit mefhum ile nassın ibaresi aynıdır.

Mefhumu’l-muhalefet: Hükmü açık meselenin şartlarından biri bulunmadığı için Kelâmın hakkında hüküm sabit olan meselenin hükmünün, hakkında hüküm bulunmayan meseleden nefyedildiğine delâlet etmesidir.
Meselâ: “Zina eden kadın ve zina eden erkek, her birine yüzer sopa vurun”[22] ayet-i kerimesi mehfumu’l-muhalefet’i ile bu sayının yüzden ne fazla ne eksik olmasının caiz olmadığına delâlet eder. “Onlara seksen sopa vurun”[23] ayet-i kerimesi mehfumu’l-muhalefeti ile seksenden az ve çok olamayacağına delâlet eder.

Bedîüzzaman her iki metodu da ayetin izahında kullanarak şöyle demektedir:
“Hem netice ve âkibetlerine işaret eden şu âyet, … mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor: “Ehl-i dalâletin ölmesiyle, semâvat ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.”
Ve mefhum-u muhâlif ile delâlet ediyor ki: “Ehl-i îmânın dünyadan gitmesiyle, semâvat ve zemin, onların üstünde ağlıyor.” Yâni: Ehl-i dalâlet, madem semâvat ve arzın vazifelerini inkâr ediyor. Mânalarını bilmiyor. Onların kıymetlerini iskat ediyor. Sâni’lerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adâvet ettiğinden elbette semâvat ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalif ile der: “Semâvat ve arz, ehl-i îmânın ölmesiyle ağlarlar.” Zira ehl-i îmân ise; (çünki) semâvat ve arzın vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlarını tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri mânaları îmân ile anlıyor. “Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar.” diyor. Ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenâb-ı Hak hesabına onlara ve onlar âyine oldukları esmâya muhabbet ediyor. İşte bu sır içindir ki, semâvat ve zemin, ağlar gibi ehl-i îmânın zevaline mahzun oluyorlar.”[24]

1.1.3 Risale-i Nur İtibariyle Netice
Bedîüzzaman’a göre, “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân; âyetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde nazmetmiş ve vaz’etmiştir ki, her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki, muhtelif fehimler ve isti’dâdlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler. Binâenaleyh ulûm-u Arabiyyenin kaidelerine muvafık ve belâgatın prensiplerine uygun ve ilm-i usûle mutabık olmak şartiyle, müfessirlerin birbirine muhalif olan beyânatı ve ihtimalleri; zamanlara, tabakalara ve fehimlere göre murad ve câizdir diye hükmedilebilir.”[25]

İşte Bedîüzzaman Hazretleri Sikke-i Tasdik-i Gaybî adlı eserinde, Kur’anın bütün bu özelliklerini göz önünde bulundurarak ve de İslami ilimlerde mevcut olan yukarıdaki kurallara uyarak şöyle demektedir: “Kur’an hakkında nâzil olan bazı ayetler, fer’î bir tabakadan ve bir mana-yı İşârîsiyle de Kur’an ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şe’nine bir nakîse değil, belki o lisan-ül gaybdaki i’caz-ı manevîsinin muktezasıdır.” Dikkat ederseniz Bedîüzzaman Kur’an’ın işaret ettiği fer’î tabakalardan biri ve işaret manasıyla Kur’an Risale-i Nur gibi bir Kur’an tefsirine işaret ediyor diyor.[26]

Buna en güzel misal Nur Ayetidir. Geliniz Bedîüzzaman’ın konuyla alakalı izahlarını dinleyelim:
“Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’caz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâı ve o mâden-i ilm-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesi olduğundan onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur’ân’ın şerefine ve hesabına ve senâsına geçtiğinden, elbette Risale-i Nur’un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kur’ân izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz. Gelecek âyetlerin işârâtına bu nokta-i nazarla bakmak gerektir. Yoksa beni kendini düşünen biri olarak ittiham edenlere hakkımı helâl etmem.

Tevâfukla işâretler eğer münâsebat-ı mâneviyeye dayanmazsa ehemmiyeti azdır. Eğer münâsebet-i mâneviyesi kuvvetli ise, bu onun bir ferdi, bir mâsadakı hükmünde olsa ve müstesna bir liyakatı bulunsa, o vakit tevâfuk ehemmiyetlidir. Ve o Kelâmdan bunun irâdesine bir emâre olur. Ve ondan o ferdin hususî bir surette dâhil olduğuna ya remz, ya işaret, ya delâlet hükmünde onu gösterir. İşte gelecek âyât-ı Kur’âniyenin Risale-i Nur’a işaretleri ve tevâfukları ekseriyet ile kuvvetli bir münasebet-i mâneviyeye istinad ederler.. Evet bu gelecek âyetler onüçüncü asrın âhirine ve ondördüncü asrın evveline cifirce bakıyorlar ve Kur’ân ve îman hesabına bir hakikata işaret ediyorlar. Ve medar-ı teselli bir “Nur”dan haber veriyorlar. Ve o zamanın dalâlet fitnesinden gelen şüpheleri izâle edecek Kur’ânî bir bürhanı müjde veriyorlar. Ve o işaretlere ve remizlere tam mazhar ve o vazifeleri bihakkın görecek Risale-i Nur gibi bir tefsir-i Kur’ânî olacak. Hâlbuki Risale-i Nur bu mezkûr noktada ileri olduğu, onu okuyanlarca şüphesiz olmasiyle delâlet eder ki; o âyetler bilhassa Risale-i Nur’a bakıp ona işâret ediyorlar. Mesela bunlardan biri Âyet-in-Nur’dur ki, bunun mânaca çok tabakaları ve çok vecihleri vardır. Ve o tabakalardan ve vecihlerden işârî ve remzî bir vechi mânaca ve cifirce nurlu bir tefsiri olan Risâle-in-Nur ve Risâlet-ün-Nur’a dört – beş cümlesiyle on cihetten bakıyor. Ve o tabakalardan ve o vecihlerden bir tabaka ve bir perde dahi mu’cizane elektrikten haber veriyor.”[27]

1.2 İşârî Mana ve İşârî Tefsir
İşârî mânâ, bir Kelâmın doğrudan değil, işaret olarak ince anlamlar taşımasıdır. Mesela, katıldığı toplantıdan erken dönen birine, “Niçin erken döndüğü” sorulduğunda “Hava soğuktu, fazla kalamadım” dese bununla hem maddi havanın soğukluğunu nazara verebilir, hem de toplantıdaki uygunsuz ortama dikkat çekebilir.

Fıkıh âlimleri kıyas yoluyla bazı neticelere varırlar. İşari tefsir mensupları da istihrac ettikleri manalarla ibret alırlar. Mesela, “Ona (Kur’ana) ancak tertemiz olanlar dokunabilir”[28] ayeti için “Nasıl ki Kur’ana ancak temiz beden dokunabilir. Onun gibi, Kur’anın manalarını da ancak müttaki insanların temiz kalbleri zevkedebilir” sonucuna ulaşmak güzel bir İşârî manadır. Keza, “İçinde köpek ve cünüp bulunan eve melekler girmez”[29] hadisinden “kibir ve hasedle kirlenmiş kalbe de iman hakikatlerinin feyzi girmez” sonucuna varmak isabetli bir yorumdur.

Kur’ân-ı Kerim, anlaşılmak ve amel olunmak için geldiğini açıkça bildirmektedir. “Biz, Kur’ân’ı anlaşılıp öğüt alınması için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?”[30] Bu itibarla, nüzûle başlamasıyla birlikte anlaşılması için çalışmalara da başlanmış; bu yöndeki faaliyetler, ilk zamanlarda “te’vil”, daha sonra genellikle “tefsir” adıyla anılmıştır. İlk müfessir ve semavî orijinine en uygun yorumlar getiren Hz. Peygamber’e ve vahiy atmosferini yaşamaya mazhar olan sahabeye dayanan rivâyet ağırlıklı tefsire, sonraları çoğunlukla bu rivâyetlere aykırı düşmeyecek şekilde akıl, tefekkür ve her sahada gelişen ilimlerin daha bariz bir tarzda devreye girmesiyle dirâyet tefsiri katılmıştır. Böylece, içtimaî tefsir, lügavî tefsir, edebi, hukuki, fenni ve daha başka tefsir çeşitleri ortaya çıkmıştır. Bunun yanında, usûl bakımından daha farklı ve daha hususi bir bakış açısını yansıtan İşârî tefsir adı verilen çalışmalar da yapılmıştır. Bu faaliyetler, kesintisiz devam etmektedir. Gazzalî’nin deyişiyle bu durum, “Kur’ân’ın kıyısız bir umman”[31] olduğunun bir göstergesidir.

Klâsik kaynaklarımızda İşârî tefsir geniş bir alana şamil olarak görülmektedir. [32] Sonraları bu tefsir, sûfî veya tasavvufî tefsir olarak görünmeye başlamıştır. Konu ile ilgili literatürü incelediğimizde, işâri tefsirin, tasavvufî tefsire münhasır olmayıp, tasavvufî tefsiri de içine alan daha kapsamlı bir faaliyet olduğunu görüyoruz.

Işarî tefsire delâlet eden birçok âyet vardır. Yusuf (a.s.), hâdiseleri ve rüyaları tabir ilmini Allah’ın kendisine öğrettiğini ifade eder[33]. Gözlerini kaybeden babasının gözlerinin kendi gömleği ile açılacağını bildirmesi ve dediği gibi olması[34] yine bu ilmin cümlesindendir. Onun bu ilim kesinlik bildirir.[35]

Hz. Yakub’un, (a.s.) Filistin’den, Mısır’da bulunan oğlu Yusuf’un kokusunu almasını imkânsız görenlere: “Allah’tan aldığım ilimle ben sizin bilmediğinizi bilirim”[36] dediğini öğreniyoruz. Bu âyet ve özellikle Kehf Sûresi 78-82. âyetlerinde, Hızır’ın, Hz. Musa’ya verilenden başka bir bilgiye sahip olduğunu anlatan kıssa, Allah’ın bazı kullarına lütfettiği bir kavrayış ve ledünnî bir ilim olduğunu açıkça bildirmektedir. Kehf Sûresindeki bu kıssa, açık ve tatbikatlı olarak bu âlemde ve hayatta bilinen ve keşfedilen şeylerin ötesinde bilinmeyen pek çok şey olduğunu ispatlamaktadır. Ayrıca Kur’ân, işaretten anlamayı açıkça teşvik etmektedir: “Kesinlikle bunda işaretten anlayanlar için nice ibretler (âyât) vardır.” [37]

Bedîüzzaman Said Nursî, İşârî tefsiri değerlendirirken, zahir gibi bâtın ve mecazda da ifratı tehlikeli görür: “Her şeyi zahire hamledip zahirîlerin yanlış mezhebini ortaya çıkarıncaya kadar tefrit etmek ne kadar zararlı ise, her şeye mecaz gözüyle baktırıp sonunda bâtınîlerin batıl mezhebini sonuç verecek kadar ifrat sevgisi daha zararlıdır”.[38] O, böyle derken, tabiî ki İşârî ve remzî mânâyı reddetmez, bilâkis kabul eder ve bu konuda şu açıklamaları da yapar: “Bir işle çok uğraşan kimse, genellikle başka alanlarda bilgisiz olur. Bundan dolayı, maddî alanda fazla yoğrulan, maneviyatta zayıflar ve sathi olur. Sadece zahirî tefsir ile iktifa eden Kur’ân’ın derûnî anlamlarına nüfuz edemez ve yaptığı iş noksan kalır. Sarih mânâ, çoğunlukla bir tanedir ve bellidir. Aksi takdirde bu mânânın belirlenmesinde âlimlerin büyük çoğunluğunun tasvibi gerekir. Ama sarih mânânın altında gizli olan İşârî ve remzi mânâ böyle değildir. Işarî mânâ bir bütün olup her çağa mahsus kısımları vardır. Bu açıdan, İşârî mânâ, Kur’ân’ın âyetiyle veya sarahatiyle çelişmek şöyle dursun, bilâkis O’nun i’caz ve belâgatine hizmet eder. Dolayısıyla, bu nevi işaretlere itiraza sebep yoktur.”

Bedîüzzaman’ın, Âli Imrân Sûresi (3) 64. âyetindeki “Yâ Ehle’l-Kitâb” ifadesi hakkında şu orijinal tesbiti İşârî tefsire örnek teşkil etmektedir: “Yâ ehle’l-Kitâb lafzı, Ya ehle’l-Mekteb mânâsını dahi tazammun eder”.[39] Onun, kezâ Bakara Sûresi’nin ilk âyeti hakkında, “Elif Lâm Mîm lisân-ı hâliyle hem muarazaya meydan okur, hem mu’ciz olduğunu ilân eder” [40]yönündeki tespiti de bu kabildendir.

Elmalı Hamdi Yazır da şu tesbitleri yapar: Kur’ân’ın lisanı lügaz ve muamma gibi remizden ibaret sembolik bir ifade değildir. Şüphe yok ki nususta asıl olan mâni bir karine bulunmadıkça zahiri üzere haml olunmaktır. Bununla beraber şu da muhakkaktır ki Kur’ân’ın Ümmü’l-Kitâb olan muhkemâtının yanında hafî, müşkil, mücmel ve müteşâbihatı, hakikatı, mecâzı, sarihi, kinâyesi, istiaresi, temsili, tensisi, imâsı, belâğatinin nükteleri, târizleri, telmihleri, remizleri de vardır. Bütün bunlarda en vazıh olan mânâ maksut olmakla beraber müstetbeât-i terâkib (satır arası mânâlar) denilen ve tâli derecede matlup olan nice ifadeler de vardır. Usûl ilminde malum olduğu üzere zâhirin zâhir olması aynı zamanda te’vil, tensis, mecâz ihtimallerini kesmiş olmak lâzım gelmeyeceği cihetle o zahire münafi ve münakız olmayarak maiyetinde bazı ihtimallerle tâli derecede birçok işaretlerin anlaşılıp istinbat olunabilmesi, muhkemâtın vuzuh ve beyânına aykırı olamayacağı gibi, bilâkis lisan arabiy mübîn olmasının levazımındandır. Bundan dolayı Kur’ân’da hiç bâtın, remiz ve îmâ yoktur, demek doğru olmaz. Elif Lâm Mîm, Kâf, Nûn gibi sûre başlarında gelen harfler ne sûrette tefsir edilirse edilsin remzî olmaktan hâli denemez. Fakat Kur’ân, O’nu gereği gibi düşünmüyorlar mı? Eğer Kur’ân Allah’tan başkasına ait olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı esası üzere çelişkiden beri, son derecede beliğ bir kelâm olduğu için, zâhiri ve bâtını arasında aykırılık ve çelişkiden münezzehtir. Haddi aşmamak şartıyla ondan zaman zaman vehbî ve zevkî olarak alınan tulûât ve ilhamlara nihayet tasavvur olunamaz.”[41] Şihab’ın dediği gibi bu kabil gizli işaretlerin Kur’ân’ın mu’cizelerinden olması uzak bir ihtimal olarak görülemez.[42].

Maamafih müteşabihat vadisi demek olan bu gibi nüktelerden muhkemata aykırı mânâlar çıkartmağa kalkışmak, Hurûfîlik sapıklığıyla Bâtınîlik karanlığına sürüklenmek demek olacağı, bunun ise Kur’ân’ın zulmetten nûra götüren açık beyanına aykırı olduğu şüphesiz olmakla beraber muhkemata aykırı olmayarak sezilen, duyulan parıltılar, ışıklar, ince ince irfanları, zevkleri okşayan remizler, îmâlar, kâlden ziyade hâle ait olan ve ehlinden başkasına örtüsünü açmayan hârikalar da ne kadar incelense o kadar faydalı, o kadar güzel olur. Meselâ Kur’ân’ın başı besmelenin (bâ)sı ile başladığı, sonu da ‘nâs’ın ‘sîn’i ile son bulduğu düşünülünce, bunun ‘bes’, yani yetişir, kâfi, işte o kadar demek gibi olduğu, bunun da ‘Biz Kitap’ta hiç bir şeyi eksik bırakmamışızdır. Sonra, Rab’lerinin huzurunda toplanacaklardır’ (En’âm: 6/38) muhkem mefhûmuna uygun olarak Kur’ân’ın başka bir kitaba, diğer bir delile ihtiyaç bırakmayacak derecede din esaslarının hepsini içeren, yeterli bir hidayet rehberi olduğuna bir remiz, yani ‘Kendilerine okunan kitab (Kur’ân)ı sana indirmemiz onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır’ (Ankebût: 29/51) muhkem mânâsına da işaret olması gibi anlayışlar boş değil, hoştur.[43]

Makbul bir İşârî tefsir için şu dört esasa dikkat çekilmiştir:
1-Kuran’ın zahirî manalarına aykırı olmaması.
2-Onu destekleyen şer’i bir delil olması.
3-Şer’an ve aklen reddedilmemesi.
4-Zahiri mananın tamamen reddedilip, “Bundan murat ancak bu İşârî manadır” denilmemesi.

Konuyu bazı örneklerle açmakta yarar görüyoruz: Allahın yardımı ve fetih geldiğinde insanların bölük bölük Allahın dinine gireceklerini haber veren Nasr Suresi nazil olduğunda, artık Resululllahın (asm) dünyadaki görevinin bitmek üzere olduğunu hisseden Hz. Ömer (ra) ağlamaya başlar.
Keza, Hz. Peygamber ömrünün sonlarına doğru bir konuşmasında “Bir kul dünyada kalmakla Allah’a dönmek hususunda muhayyer bırakıldı. O, Allah katında olanı seçti.” deyince, Hz. Ebubekir gözyaşlarını tutamaz.[44] Hâlbuki aynı hadisi duyan nice insan, o anda Hz. Ebubekirin hissettiğini hissetmez.
Hz. Ebubekir, Veda Haccı’nda nazil olan “Bugün dininizi kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım.”[45] ayetini duyunca “Kemalden sonra ancak noksan vardır” der. Hz. Peygamberin vefatının yaklaştığını hisseder ve ağlar.[46]

NETİCE OLARAK
Sonuç olarak, Bedîüzzaman’a göre, “Bir tabakanın mâna-yı işârisinin külliyetindeki fertlerinin bu asırda tezâhür eden ve münasebeti pek kuvvetli bir ferdi Risalet-ün-Nur olduğunu, onu okuyan herkes tasdik eder. Risalet-ün-Nur’un Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Te’lif olduğu vakit hiçbir kitab müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir.

İşte Sikke-i Tasdik-i Gaybi adlı risalede zikredilen otuzüç âyetin bil’ittifak, tekellüfsüz, mânaca ve cifirce Resail-in-Nur’un başına parmak basmaları ve başta Âyet-in-Nur on parmakla ona işaret etmesi ve eskidenberi ulema ortasında ve edibler mabeyninde meşhur bir düstur ve hakikatlı bir medar-ı istihracat ve hattâ hususî tarihlerde ve mezar taşlarında ediplerin istimal ettikleri mâruf bir kanun-u ilmî iledir. Eğer o kanuna tasannu karışmazsa, işâret-i gaybiye olabilir. Eğer sun’î ve kasdî yapılsa, yalnız bir letâfet, bir zerâfet, bir cezâlet olur.”[47]

Bedîüzzaman hazretleri, hiçbir yerde bu ayet Risale-i Nur hakkındadır demiyor ve şahsını ön plana çıkarmıyor; sadece yukarıdan beri izah ettiğimiz İşari tefsirin kurallarını kullanarak Kur’an ayetlerinin işaret ettiği külli manaların yüzlerce işari manalarından birinin de Risale-i Nura işaret eylediğini belirtiyor.

Özetle Resûlullah’ın da beyânına göre, Kur’an âyetlerinin zahirî, bâtınî, İşârî, sarih ve remzî çok mânâları ve her asra hitab eden hakikatları vardır. “Her âyetin dalı var, budağı var; her dalın da başı var, sonu var, çetikleri var” şeklindeki hadis, bu mânâya işaret etmektedir. Zira Kur’ân’ın muhatabı bütün insanlardır. Kur’ân, kâinat kitabının tercümesidir. Kâinatın rengini değiştiren her meseleyi vuzuha kavuşturmuştur. Hâdiselerin satırları altında gizlenen hakikatları ortaya çıkaracak olan da yine Kur’ân’dır. Dolayısıyla İslâm ittihadını yakından ilgilendiren Risale-i Nur’a da, İstanbul’un fethine de ve Mısır fethine de herhalde işaret edecektir. Ancak sarâhat demiyoruz, işâret diyoruz.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Hollanda İslam Üniversitesi Rektörü

www.NurNet.org