Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Şuur Ateşi

Şuur Ateşi

İnsan imtihan için yaratılan son mahluktur, öncesinde cinler… Biz Âdemoğlunun hilkatinde Azâzil’in kışkırtmasıyla Melaike, Cenab-ı Hakka istifsara başladığı herkesin malumudur. Azâzil bu hadiseden sonra İblis ve Şeytan sıfatlarını yüklenmiştir.

Kelam-ı Kadim, Furkan-ı Hakimde Şeytanla olan bu mükaleme şu şekilde geçmektedir:

Hicr Suresi 32-38

32.Allah, “Ey İblis! Saygı ile eğilenlerle beraber olmamandaki maksadın ne?” dedi.

33.İblis dedi ki: “Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş balçıktan yarattığın insan için saygı ile eğilemem.”

34,35. Allah, “Öyleyse çık oradan, çünkü sen kovuldun. Şüphesiz hesap gününe kadar lânet senin üzerinedir” dedi.

36. İblis: “Rabbim! Öyle ise onların tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver” dedi.

37,38. Allah da, “O hâlde, sen vakti (yalnızca benim tarafımdan) bilinen güne (kıyamete) kadar mühlet verilenlerdensin” dedi.

Buraya baktığımızda iblis kıyamete kadar Âdemoğlunun karşısında olacağını, kibrinden vazgeçmeyip Âdemoğlunun dünya ve ukbada cehenneme ehil olacak bir vaziyete gelene kadar durmayacağını anlıyoruz.

Şeytanın normal şartlarla Âdemoğluyla bir sorunu yok. Temel sorun Rabb-ül Âleminledir. Emre muhalefet edip huzurdan tard edilmesine sebep olarak biz Âdemoğlunu görmektedir. Bu sebeple temelde ebedi bir hüsrana düşmemiz ve ukbadan önce de dünyada da cehennemi bir hali yaşatmak için sağ ve soldan yaklaşmaya çalışmaktadır. Nitekim asırlar boyunca Âdemoğlunun hayat serencamı buna şahittir. Ancak bu şekilde şeytan içindeki öfke ateşini söndürmeye çalışmaktadır.

Şeytan ve takipçileri sureten parlak kelamlar ve maskelerle Âdemoğluyla uğraşıyor. Okuduklarımız, dinlediklerimiz, izlediklerimiz, yediklerimizle… Bizler de azami derecede kendimizin ve hayatımızın şuurunda olursak bu desiselere karşı müteyakkız oluruz. Hutuvat-ı Şeytanî karda yürüyüp iz beli etmeyecek kadar hafi olabiliyor.

İşin farklı bir ciheti de Şeytan “Kendini, kendine tâbi’ olanlara inkâr ettirmekt(ed)ir.”[1] Bizlere burada düşen şeyse şu levhalara dikkat etmektir. “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işârette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar.[2]

Bu levhalar bizlere daima teyakkuz halinde olmamızı söylemektedir. Çünkü elhamdülillah bizler ehl-i imanız, dalalet değiliz. Ama dikkat etmezsek ehl-i gaflet olup, dalalet ehline şuursuzca iltihak edebiliriz. Bu, suda ısınan kurbağalar gibi yavaş yavaş olduğu için kolay farkına varamıyoruz. Cemaatle hareket etmemiz bizleri bundan bir derece alıkoyacaktır.

“Bu sath-ı arz her asırda, her mevsimde, her vakitte daima tecelli etmekte olan o cilvelerin gölgelerini teşhir, tavsif, ilân ve izhar eder.”[3] Küre-i arzda sürekli bir tebeddiülat ve faaliyet varsa elbette ki, şeytan ve şakirtlerinin de muhtelif-ül cins desiseleri olacaktır. Bizler de bu desiselere dikkat ederek adım atmalıyız.

“Kalbinde ateş olan arz…”[4] Bu tabire de dikkat elzemdir. Çünkü nasıl kalbindeki ateşi yitirirse dünya ölecektir bizler de bizi hayatta tutan şuur ateşini kaybedersek ehl-i gaflet olarak sahnedeki yerimizi alacağız.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Lem’alar (82)
[2] Lem’alar (136)
[3] Mesnevi-i Nuriye (41)
[4] Sözler (123)

Kaynak: RisaleHaber

BİR MAHKÛMUN SORULARINA CEVAPLAR-3

Soru 7: Mektubat kitabından 9. Mektubun Sâlisen diye başlayan kısmını açabilir misin?

Cevap 7: Üstad bu bölümde şöyle diyor:

“SALİSEN: Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî telâkki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telâkki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızâyı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına daimî bir elmasın fiyatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir.

Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir.

Bâki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.

İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi (Ahirete ait şeyleri) kazanmak için verilmiştir.

O hissiyatı şiddetli bir surette fâni umur-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir.

Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş; söyleyeceğim. Şöyle ki:

Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder.

İşte, insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: biri mecazî, biri hakikî. Meselâ, endişe-i istikbal hissi herkeste var. Şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüt altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüt altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder.

Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyâya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan merâtib-i mâneviyeye ve derecât-ı kurbiyeye (Allah’a yakınlık derecelerine) ve zâd-ı âhirete (Ahiret azığına) ve hakikî mal olan a’mâl-i salihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âli bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılâp eder.

Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder.

İşte, şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.”

Mektubat kitabı, kalb terbiyesini işliyor. Kalb ise, duygularımızın merkezidir. Fakat ruhun da kendine has duyguları bulunuyor. Zihnimiz düşüncelerimizin merkezidir. Kalb, ruh ve sır gibi latifelerimiz ise duygularımızın merkezidir. Kalb, insanın fakrını ve ihtiyaçlarını hissettiği yerdir. Ruh ise, insanın aczini ve korkularını hissettiği boyuttur. İhtiyaçlardan hırs, tutku, sevgi, aşk, ünsiyet etme gibi duygular uyandığı gibi aczden de, korku, endişe, telaş, dehşet, teselli, sükunet, emniyet ve benzeri duygular uyanırlar.

Üstad burada insan fıtratına konulan duyguları sınıflandırıyor. Hayatî önemde olan işlere tahsis edilenler ve hayatî olmayan işlere ayrılanlar. İlk grubu da 2’ye ayırıyor: Fâni dünya hayatı için çalıştırılacak olanlar, bâki Ahiret hayatı için verilmiş çok güçlü duygular.

Bu kısımdaki temel ders: “Duygular, fıtrat dağından kaynayan nehirlerdir. Bunları yok edemezsin. Durduramazsın. Sadece çok ciddi bir iç terbiye ile önüne belki baraj kurabilirsin. Fakat çok güçlü duygulara baraj da kuramazsın. Sadece akacağı yönü belirleyip ona akış kanalları açabilirsin. Bunu da aklının ilmi ve marifetiyle yaparsın.”

Duygu seline kapılan kişilerin akıbeti çorak arazide kaybolup gitmek, enerjisini zayi etmek, meyve vermemiş bir hayatı yaşamak ve hüzünlere garkolmaktır. Hayatın meyvesi, manalardır. Manaları ise duyguları kontrol altına almak veya hayırlı işlere sevk etmekle elde edebiliriz. Bu noktada güçlü duygular, güçlü ve büyük manalar demektir. Üstad fıtrattaki bazı güçlü duyguları alıp işliyor: Aşk, hubb-u cah (makam sevdası), endişe-i istikbal ve inad gibi…

Hisler için kader 2 durumdur: Câhilce akış hali, şuurluca akış hali… Cahilce akış haline, “mecaz” (uğranıp geçilecek yer) deniliyor. Şuurluca akış haline “hakiki” deniliyor. Bu noktada mesela insanı 2 tane gelecek zaman bekliyor:

  1. Ölümüne kadarki sınırlı gelecek zaman…
  2. Ölümünden sonraki sınırsız gelecek zaman…

Bu zamanlara karşı bizde endişe-i istikbal (gelecek zaman endişesi) şeklinde bir duygu var. Üstad inceliyor: Ölümüne kadarki gelecek zamanın ister farkında ol, ister olma “yaşatacak kadar rızık konusunda kefalet ve himaye altında” dır. Fakat ölümünden sonraki gelecek zaman ise, gâfiller için kefalet altında değildir; ne rızık ne de himaye açısından. İnsan ruhunun asıl endişe edeceği, korkacağı gelecek zaman hakiki ve sonsuz gelecek zaman olan Ahiret hayatıdır. Garanti ve taahhüd altında olanı lüzumsuz yere düşünerek keyfini sürme derdiyle endişe etmek, buna mukabil asla taahhüd altında olmayan, sadece nefsini ve malını bir asker gibi Allah’a adayan kişilere taahhüd altında olan kendi Ahiret hayatını düşünmemek, bir gün mutlaka yüzleşeceği o hayat hakkında endişe etmemek aklın işi değildir. Bu tefekkür endişe-i istikbal hissini hakiki mecrâsına yönlendirir. Bu mecradaki akan bu his, insana ebediyet yolunda koşmayı, çalışmayı ve ebediyete mazhariyetin istediği bedelleri görebilme imkanını kazandırır. Ciddiyet ve sebat ve sabra yardımcı olur.

Aşkta da 2 hal var: Mecazi sevgiliye odaklanma veya Hakiki Sevgili’ye yönelme… Sıradan bir insanın ilk seveceği kişi veya nesne, gözle görülen bir şey olacaktır. Her gözle görülenin bir başlangıcı vardır. Her başlangıcı olanın bir sonu vardır. Her sonu olan fânidir. Kalb ise, batıp gidenleri sevmez; fanilerin faniliğini görerek ona aşk ile teveccüh edemez. Sadece onun o aciz ve fani haline üzülür. Kalbin aradığı aşk, Mutlak Kemal ve Bâki Cemal sahibidir. Bu ise gözle görülmez. İşte kalbin gözü, şehadet âleminden gayb âlemine dönerse, yüzünü oraya çevirirse o zaman Aşk-ı Mutlak’ını bulur. “Allah kuluna kâfi değil mi?” ayetini iliklerine kadar hisseder. Burada da kriter: Kalbin, “beka aşkı” ile dolu olmasıdır. Bu yönü iyi kullanan biri her sevdiği şeye sorar: “Sen bâki misin?” Biraz tefekkürle onun faniliğini gördüğü an yüzünü ondan çevirir. Hz. İbrahim’in (AS) yaptığı gibi… Bu arayış bize Fâtır-ı Bâki-i Mutlak’ı buldurur. Aksi takdirde yalan sevdaların zincirinde köpek gibi mahkum kalır, sonunda da büyük bir hüsran ve hüzünle muhatap oluruz. Hakiki Aşk’ı bulan bir kalb ise, günahlara bulanmış nefis kelplerini zincirlerinden kurtarır, adam eder; dünya hayatında bunalmış kalpleri ise irşad edecek bir kutbiyet makamına erişir. Kayyum isminden feyz alır.

İnad duygusu da güçlü bir duygu, bunun da 2 hali var: Mecazi ve hakiki… Mecaz halinde, insan belirli şeylere takar, inad duygusunu bu lüzumsuz işlerde yıllarca kullanır ve harcar. Bir sınır davasından komşusuyla hatta babasıyla 30 yıl küs duran adam ciddi bir inadı sergiliyor demektir. Fakat bu inat duygusu hakiki halini bulsa, “hakta şiddetli sebat” şekline dönüşür. Böyle birini bütün dünya bir araya gelse hak bildiği yoldan geri döndüremez. İnad duygusu bu haliyle istenen bir kıvamı gösterir. Böyle biri ne olursa olsun, Allah’ın dinine hizmet eder. Hangi şartta olursa olsun dimdik ayakta durur. Peygamberlerin hepsinde bu duyguyu görüyoruz.

Hubb-u cah (makam sevdası) duygusu da öyle… Bu duygu mecaz haliyle dünyevi makamlar, rütbeler ve servet için kullanılır. Fakat makamlar baki olsa da ömür fani ve bir makama çok talip bulunduğu fakat bir kişiye verildiğinden nihayeti hüzün ve hüsrandır. İnsanın fıtratında “halife namzedi” olarak yaratıldığı için bir makam sevdası var. Bu sevdayı manevi makam ve rütbelere yöneltirse meşru ve hayırlı bir hale dönüşür Bu durumda kutbiyet, gavsiyet, ferdiyet, hızıriyet, mehdiyet gibi manevi makamlardan hisse alabilecek şekilde gelişir. Bu makamlarla çeşitli esma-yı hüsnanın cemal ve kemaline ayna haline gelir. Mesela kutbiyet, aşk kutbiyetiyle Kayyumiyete; irfan kutbiyeti Rububiyyete; her ikisini bir edebilmesiyle Samediyete bir aynalıktır. Aşk ve Kayyumiyette, celal vardır. İrfan ve Rububiyette cemal vardır. Hakikatli, marifete dayalı ebedî aşkta ise Samediyet ve kemal vardır. Her cemal ve kemal sahibi cemal (Rububiyet) ve kemalini (Samediyet) görmek ve göstermek ister sırrı kalb açısından bu şekilde tahakkuk eder. Ruh için daha farklı şekilde Esma-yı Hüsna ile tecelli eder. Bu manevi makamlar, gereğini yerine getiren herkeste ebedî olarak kalır. Zaman içinde derecesi artar. 10 kişinin kutbu iken veya cemal kutbu iken, zaman içinde 100.000 kişinin kutbu ve kemal kutbu haline gelebilir.

Fakat insanın iç dünyasında böyle bir mecaz-hakikat ayrımı gerçekleşebilmesi için insanın Sâlisen kısmının başında ifade edildiği üzere dünyayı bir askerî misafirhane şeklinde algılaması, hayatını Allah’a bir asker gibi adaması ve rıza-yı İlahi için çabalaması şarttır. Yoksa duygularının seline kapılıp gider.

İnsanda böyle sayısız duygu var. Onların ıslah ve terbiyesi ile insan, “insan-ı kâmil” seviyesine yükselir. Bu konuya dair Mesnevi-i Nuriye, Badıllı Tercümesinde şöyle bir bölüm var:

“Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer. Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a’lem- onun fenası değil bekasıdır. Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde (embriyosunda) şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş’um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.”

Üstad burada da hırs, gurur ve muhabbet-i zâtiye duygularını ele almış. Bunların 2 halini bildirmiş.

BİR MAHKÛMUN SORULARINA CEVAPLAR-2

Soru 5: Esmaü’l-Hüsna ve Tevhid hakikatlerine kilitlendim. Kerîm ve Vedûd gibi bazı isimleri, ya da istediğin isimleri seçip açarak bana gönderebilir misinİZ?

Cevap 5: Esmaü’l-Hüsna konusunun piri, Üstad Bediüzzaman’dır. ÖzellikLe 30. Lem’a, ism-i A’zam bahisleri; 24. Söz’ün tamamı veya en azından 1. Dal’ı; ayrıca 32. Söz’ün 3. Mevkıfı’ndaki kadın ve çiçek bahsi; ayrıca 10. Söz’deki Hakikatler kısmı muhteşemdir. Bana sadece madem Kerîm ismini sordunuz, o konuya dair bir şifreyi göstereceğim: 10. Söz’ün 2. Hakikat’i şöyle başlıyor: “Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir.” Yine 10. Söz’ün 10. Hakikati ise “Bâb-ı Hikmet, İnâyet, Rahmet, Adalettir. İsm-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîmin cilvesidir” diye başlıyor. Bu iki cümleye dikkat ederseniz Kerîm ismi ile ilgili bir sırrı göreceksiniz. O da şudur: Kerîm ismi 2 şekilde tecelli eder: İnâyet ve Kerem… Âcizlere, şefkate ve emniyete muhtaç olanlara “inâyet” şeklinde; fakirlere, muhtaçlara ve açlara ise “kerem” şeklinde… Bu noktada Kerîm ismi, insanın hem aczini hem fakrını gideren bir ism-i a’zamdır. Hakiki ism-i a’zam insanın hem aczini hem fakrını aynı anda giderebilen isimdir. Bu açıdan sırf celalî veya sırf cemalî isimler, ism-i a’zam olamaz. İsm-i a’zam “Kibriya-yı Vahdet, Kemal-i Vahdâniyet” içermeli. Bu noktada Kerîm ismi, inayetiyle celal sergiler, keremiyle cemal sergiler. İnayetin tecelli ettiği yere “mana” denilir. Bir kişinin dünyasında manaların açılması çok önemlidir. Çünkü mana, insana doğrudan Allah’ı gösterir. İnsanı Onunla muhatap kılar. Mana karşısında insan aklı, aciz düşer, teslim olur. Duyguları da boyun eğer. Evliyalarda görünen olağanüstü hallerin bir kısmı onun fakr yönünde gelişimine dayanır. Böyle evliyalara “kerâmet-i kevniye ve maddiye” verilir. Acz yönünde ilerleyen evliyalara ise Allah inayetiyle tecelli eder. Onun aklına, kalbine ve ruhuna manaları açar. İnayete mazhar olan kişi, büyük evliya olur. Keramet ise orta ve küçük evliyaların mazhariyetidir. Üstad 10. Söz’de 2 iki farklı hakikatin girişinde bu ayrımı yapmış. Bendeniz de bu sırrı oradan öğrenmiş bulunuyorum. Külliyatın içinde de böyle işlenmiş. 17. Söz’ün 2. Makamında Farisi Münacat buluyor. Oraya bakarsanız bir yerde “inayet ve fakr” dan bahsediyor. Oraya dikkat ediniz. Burayı iyi anlarsak “Biz Risale-i Nur talebeleri inayet-i hassaya mazharız” şeklindeki Lahika mektuplarını da iyi anlarız.

Üstad’ın bir ism-i İlahiyi veya iç içe bir çok ism-i İlahiyi anlattığı yerlere dikkat etmek lazım. 7. Şuadaki 2. Makamdaki hakikatler de böyledir. Her biri bir ismi anlatır. Rahmaniyet, Rahman ismini; Hâkimiyet, Hâkim ismini; Rububiyet, Rabb ismini v.s.

Bu yazdığım size bir sermeşk olsun. Siz Risale-i Nur okumalarınızı bu minvalde yapabilirsiniz.

Soru 6: 20. Mektubun başındaki “Sabah ve akşam namazından sonra tekrarı pek çok faziletli bulunan…” diye devam eden bir tespih var. Bu virdi zikir olarak çekmek uygun mudur? Uygunsa kaç adet çekmeli ve zamanını cevaplar mısınız?

Cevap 6: Öncelikle zikir olarak çekmek uygundur. Çünkü tevhid hakikatini anlatan bir cümledir. Bizzat Hz. Peygamber’in (SAV) zikridir. Hayatü’s-Sahabe’de okumuştum. Sahabeler İran’ı fethe gittiklerinde karşılıklı konuşma esnasında elçi sahabe bu zikri okuyunca sarayın duvarları sallanmaya başlıyor. Bu açıdan kişinin imanına göre bu zikir, kerametlidir. Ayrıca cinlere karşı mücadelede de şifalı olduğu biliniyor.

Miktarı: Hadiste verilen rakamı ya aynen çekmek en doğrusudur. Veya artırılacaksa rakamı katlayarak çoğaltmalı. Mesela 10’dan 20-30-100… şeklinde 10 ve katları olmalı. Hz. Peygamber bir üstad ve mürşid olarak 10 rakamını vermiş. Ya 10 hakikati ifade ettiği için veya 10 zahiri ve batınî duygumuzu terbiye ettiği için veya 10 farklı hastalığa şifa olduğu için 10 defa okunmalıdır. Artırılacaksa 10 ve katları şeklinde olmalı.

Zamanı: Hadiste okuma zamanı bizzat Peygamberimiz (SAV) tarafından bildirilmiş. Ekstra bir zaman bildirme haddimize düşmez. Fakat aynı konuda Peygamberimiz’in (ASM) diğer bir sözü varsa onu aktarmak gerekir. Baktığımızda şu hadisi görüyoruz: “Kim, (Lâ ilâhe illallâhu vahdehu lâşerîke leh, lehu’l mülkü ve lehu’l hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr) duasını bir günde 100 kere söylerse, kendisine 10 köle âzad etmiş gibi sevab verilir, ayrıca lehine 100 sevab yazılır ve 100 günahı da silinir. Bu, ayrıca 3 gün akşama kadar onu şeytana karşı muhafaza eder. Bundan daha fazlasını okumayan hiçbir kimse, o adamınkinden daha efdal bir amel de getiremez. Kim de bir günde 100 kere (Sübhânallahi ve bihamdihi) derse hataları dökülür, hatta denizin köpüğü kadar (çok) olsa bile.” [Buhârî, Daavât 54, Bed’ü’l-Halk 11; Müslim, Zikr 28, (2691); Muvatta, Kur’ân 20, (1, 209); Tirmizî, Daavât 61, (3464)]

Bu hadiste miktar artırımında 100 rakamı model tutulmuş. Demek ki 100 okunabilir. Dikkat edilirse 100, 10’un 10 katıdır. Buradan virdleri artırmada usul öğreniyoruz.

Ayrıca hadis “10 köle azat etmek” tabiri kullanması gösteriyor ki bu vird 10 defa çekilirse, insanın bir latifesinin zincirlerini ve kabuğunu kıracak demektir. 100 defa çekenin 10 latifesi birden gelişim gösterecek anlamına gelir. Yukarda ilk hadise dair yazdıklarımızı Hz. Peygamber (AS) burada tashih ediyor, doğrusunu öğretiyor.

(Devam edecek…)

BİR MAHKÛM’UN SORULARINA CEVAPLAR-1

Soru 1: Ceza evinde görülen rüyalar ile özgürken görülen rüyalar arasında fark var mıdır?

Cevap 1: İnsanın gördüğü rüyalar kişinin temelde karakter yapısına bağlıdır. Dışa dönük ve sosyal karakterli kişiler, dış dünya ve sosyal çevresi ile ilgili rüyalar görürler. İçe dönük ve asosyal karakterler ise, kendisi ve en yakın çevresi ile ilgili rüyalar görür. Rüyalarda kişisel gelişim etkin rol oynar. Allah rüyalarla kişinin geliştiğini, gelişiminde engel olan hususları, yaşayacağı muhtemel veya kesin durumları, yaşadıklarının onda bıraktığı manevi, olumlu ve olumsuz izleri bildirir. Ayrıca kişinin sosyal hayattaki konumu da rüyalarda rol oynar. Yusuf suresindeki kralın rüyası, Hz. Yusuf’un kendi rüyası, hapishane arkadaşlarının rüyaları çok farklı yönlerle rüya meselesine bakmak gerektiğini ifade ediyor. Bu noktada cezaevi ile özgür hayattaki rüyalar da kişi ile ilgili olarak değişim gösterirler. Fakat mekandan ziyade insan ve sosyal çevresi, kişisel gelişim boyutlu olarak… Rüyalarda Allah manaları bildirir. Manalar, kişinin hayatındaki sembollerle gerçekleşir. Hür hayatta iken yatağıyla sembolleşecek mana, hapishanede koğuştaki ranzayla sembolleşir. Hür hayatta diyelim ki Mesut diye öfkeli biriyle sizin öfkeniz sembolleşecekse hapishanede gördüğünüz en öfkeli kişi Mehmet ise onu rüyada görürsünüz, aynı mana size bildirilebilir. Bu açıdan rüya sembolleri içinde bulunulan mekanla ilişkilidir.

Soru 2: 19. Söz’ün sonunda Kur’anın tekrarındaki hikmetleri ve başka yerde de “Herkes her vakit Kur’ana muhtaçtır fakat herkes her vakit bir sureyi galiben muktedirdir” deniliyor. Üstad’ın burada kasdettiği belirli bir sure var mı? Varsa hangisidir? Bir de sizin tavsiye edeceğiniz, ezber yapın diyeceğiniz sure var mıdır? Namaz sureleri, Yasin, Nebe, Mülk haricinde…

Cevap 2: Üstad’ın kasdettiği belli bir sure yok. Zaten Üstad, herkese farklı sureler daha cazip gelir demek istiyor. Ayrıca kişinin gelişim seyrine göre farklı sureler onun akıl, kalp, hayal ve ruh gözlerine kendi güzelliklerini gösterirler. Mesela bir insan Ferdiyet makamına çıkacaksa veya karakteri bu merkezli ise Vakıa suresi ona kendini açar. Muhyiddin-i Arabi Hz.leri böyle söylüyor. Çünkü o sure, ruhun yapısını; gelişim seyrini ve ruhî gelişime göre insanların aldıkları 3 hali anlatıyor. Ruhani yaşamaya başlayanlar; ruhani yaşayamayıp ruh çekirdeğini korumakla iktifa edenler; ruh çekirdeğini günahlar ve sapkın fikirlerle kirletip bozanlar… Bu surenin içerik olarak kardeşi Beled suresi ve Müddessir suresi’dir. Dikkatle bu 3 sureyi Arapçasından okursanız bağlarını görebilirsiniz. İşte ruhani bir hayat yaşayan ve hakikaten ruhlaşanlar, Ferdiyet makamını elde ederler.

Diyelim ki gündemimiz kötülükler ve bunlardan korunma yolları; o zaman Felak ve Nas sureleri bize açılır. Gündemimiz dille çevreye zarar vermek ise, Hümeze suresi; kadınların erkekler üzerindeki etkisi ve baskınlığı ise Adiyat suresi; dünya hayatı, mal ve mülk derdi ise, Tekasür suresi; ömrünü zayi etmek ise Asr suresi bize kendi cemallerini gösterirler.

Bu noktada size tavsiye edeceğim şu: Önce Duha suresinden itibaren Kur’an surelerinin tamamını ezberlemenizdir. Sonrasında 30. Cüz olan Amme cüzünü ezberlemektir. Şahsen, ben hemen hemen hepsini biliyorum. Okumamaktan ve artık biraz da yaştan dolayı unuttuklarım oluyor. Ama eksiğimi tamamlayacağım inşallah. Çünkü önemli bir husus. Yapabilirseniz 29. Cüz’ü de ezberleyin. Kur’an ezberlemek insanın zihnini açar. Yapamazsanız Vakıa-Beled-Müddessir, İnfitar-Mutaffifîn, Mülk-Rahman sureleri gibi sureler arasında bağlar bulup okuyabilirsiniz. O zaman Kur’an okumak daha leziz gelir.

Eğer yapabilirseniz, ezber için demiyorum, Hâ-Mîm diye başlayan 7 sure var. Mü’min suresinden başlıyor, Câsiye suresiyle bitiyor. Her güne bir tane gelecek şekilde bu 7 sureyi her hafta devredebilirsiniz. Hadiste “Cehennem’in 7 kapısı vardır. Bu 7 sureyi okuyan bu kapıları kapatır” deniliyor. Cehennem kapıları bizim içimizdeki 7 manevi hastalıktır. Her biri bir sureye tekabül eder. Okuma şekli şöyle:

40. Sure Mü’min suresidir; o Pazar akşamı veya Pazartesi gündüzü olmalı.

41. sure Fussilet suresidir; Pazartesi akşamı veya Salı gündüzü okunmalı.

42. sure Şûra suresidir; o Salı akşamı veya Çarşamba gündüzü okunmalı.

43. sure Zuhruf suresidir. Çarşamba gecesi veya Perşembe gündüzü okunmalı.

44. sure, Duhan suresidir. Hadiste bildirildiği üzere bu sure Perşembe akşamı veya Cuma gündüzü okunmalı.

45. sure Câsiye suresidir; Cuma akşamı veya Cumartesi gündüz okunmalı.

46. sure Ahkaf suresidir; Cumartesi akşamı veya Pazar gündüzü okunmalıdır.

Bunları bir ara okuyarak hadisi tecrübe ettim. Şifalı olduğunu hissetmeye başladım. Hepimizin içinde 1 Cehennem kapısı mutlaka bulunuyor. İşte o kapının ilacı bu 7 Ha-Mim’den birisidir. Mesela bu kapılardan birisi “şikâyet hastalığı” dır. Yani sürekli bir şeylerden şikayette bulunma, yakınma, hiçbir şeyden memnun olmama ve şükretmeme… Surelerden birisi “şikâyet” hastalığını tedavi ediyor. Fakat şu an hangisi olduğunu bilemiyorum.

Soru 3: “Siz büyük günahlardan kaçının küçük günahlarınızı Ben affedeceğim” ayeti var ve bununla ilgili hadisler var. “İki namaz arası gibi…” Bu tür hadis de çok var. Bu âyet ve hadiste geçen küçük günahlar hangisidir?

Cevap 3: Müsaadenizle bir numune anlatayım. Tüccar bir sahabe Medine çarşısında mal satarken bir kadın müşteri geliyor. Kadını galiba beğeniyor. Ona dükkan gibi bir yeri varmış veya arka tarafta başka mallar da var, gelin göstereyim diyor. Kadın gelince de kimse görmediği için kadına sarılıp öpüyor. Kadın bağırıp çağırmamış ve şikayetçi de olmamış. Belki eskiden tanıdığı biri olabilir. Sonrasında sahabe pişman olup Mescid-i Nebevi’ye geliyor. O sırada namaz kılınıyor. O da abdest alıp namaza duruyor. Namaz sonrasında yaptığı hatayı utanarak anlatınca Hz. Peygamber “2 vakit namaz arasındaki günahlara kefarettir” sözünü o zaman söylüyor. Bu durum gösterir ki, fiilen zina gibi büyük bir günah olmayan bu tarz harama dokunma, harama bakma, haramı dinleme gibi ufak çaptaki günahlar keffarete maruz kalır. Namazların sürekliliğinin bir sırrı da budur. Çünkü sosyal hayatta gerek düşünce, gerek duygu, gerek fiziksel yönden sürekli kirleniliyor. Bu kirler, birikse kişiyi büyük günahlara götürür. İşte bu noktada öğle namazı ve özellikle ikindi namazı bütün ağırlıklarıyla ön plana çıkıyor. Onlar iş hayatının kirlerini götürüp kudsiyetiyle iç dünyamızı temizliyorlar. İş hayatında takva lazım ama zor bir şey. Çünkü sosyal hayat özellikle Türkiye’de çok karmaşık, çok kirli. Çok bilinçli, hassas ve dikkatli olunması gerekiyor. En ufak bir hata büyük günahlara giden bir yolu açıcı olabilir. Namazın sürekliliği Müslümanların raydan çıkmış duygularını tekrar rayına oturtuyor. Çok şükür namaz 5 vakit kılınmış.

(Devam edecek…)

ÂMİL KUVVELERİNİ EĞİTMELİSİN 

ÂMİL KUVVELERİNİ EĞİTMELİSİN 

“..zîşuurun en câmii insandır.. ve bütün kâinat ise, hayata müsahhardır ve onun için çalışıyor..”[1] 

 “..kâinat sultanının ism-i a’zamına mazhar ve bütün esmasına en câmi’ bir âyinesi ve hitabat-ı Sübhaniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hâssı..”[2] 

 

         Fakat insan, bu halleri kendi dünyasında yaşamadan, kelimeler de, duygu ve hislerine tercüman olamıyor. Mânevi âlemlerde kalbin keşfiyâtına lisan daima tercüman olamıyor. Çünkü kalb, hem mânevi âlemlerin merkezi hem de fiziki hayatın temelini teşkil ediyor. Lisan da istidadına göre bunları telaffuz ediyor. İnsan kalbi mülk ve meleküte bakan zarf ve mazruf şeklinde farklı manaları ifade etmektedir. Nasıl ki, kalbimiz maddi hayatımızın merkeziyse aynı şekilde maneviyatın yani on sekiz bin âlemin de merkezidir.  

“Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı gibi) bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır.” [3] 

            Bu sebeple insan maddi ve manevi hayatının istikamet ve istirahati için kalb sağlığına azami derecede ihtimam göstermesi elzemdir. Sadece maddi veya manevi tarafına meyledip diğer tarafını ihmal etmek de abes bir tutumdur. Nasıl ki kelime-i şahadetin iki kelamı biri birisiz mükemmel olmuyorsa(*) maddi ve manevi hayatın sıhhat u istikameti de dengede olmazsa insana zarar verebilecektir.  

            Manevi kalbimizse vesvese ve günahlarla yıpranıp işlevselliğini kaybetmektedir.

işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şübhe, kalb ve ruhumuza yaralar açar… Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor.. günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şübheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar. 

         Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”[4] 

            İçtimaiyat-ı beşeriyenin getirdiği hâller de insan hayatının tuzu biberi oluyor. Her ne kadar bu hallerin imtihan olup geçeceğini ve hikmetin iktiza ettiğini bilse de hayata geçirebilmek, hiç de kolay olmuyor. Çünkü insan ne sadece kalpten ne de akıldan ibaret basit bir şey değildir. Bilgilerin, okunan ve tecrübe edilen şeylerin tatbiki için sadece bilmek yeterli değildir. Dimağda meratib-i ilim muhtelifedir, mültebise”[5] iltibas edilmiş yani karıştırılmış olan bu sistemi öncelikle tekrar işlevsel hale getirmemiz ve sistemin sistematiğini kullanmamız lazımdır. Dimağ/zihne atılan bilgilerin tasnif edilmesi tatbikata kolaylık sağlayacaktır. İz’anda olan bir bilgi ile iltizamda olan aynı bilginin tatbiki ve kabul edilip ehemmiyet verilmesi aynı seviyede değildir. İtikada olanın hiç değildir. 

            Sadece dimağdaki bilgiyle insan tatmin olamaz bazen de tatmin olması için hissin tatmini gerekmektedir. His tatmin edilmezse insanın da tatmini söz konusu olamaz.  

       Hülasa, insan kendinde amil olan saika ve şahikalarını tanımak, bilmek ve eğitmek mecburiyetindedir. 

     Bu noktada ilim, iman kuvveti ile birlikte Risale-i Nur cemaatinin de manevi desteğiyle hareket etmek bu mezkur bahse kavi bir destek olacaktır. Aynı zamanda hadiselere de nasıl bakmak gerektiğini öğretmekle, hayatın dağdağasında rehberimiz ve mizanımız olan Sünnet-i seniyyeden de manevi istimdad ve nur almaya vesile olacaktır. 

   Adeta Risale-i Nur’u okumaya, anlamaya, dinlemeye başladığımızda, onun şahs-ı manevisine dahil oluyor, kardeşlerimizle, iki ceset, bir ruh hükmüne geçiyoruz. Birbirimize sahabe/sohbet arkadaşı oluyoruz. 

     Ölüm geldiğinde, diğer ruhlar bir anda duâ zinciri başlatıyor, Fatihalar sağnak sağnak kabirde Nur olmaya başlıyor. Hem de günahsız diller adedince. Fakat bu nurlardan istifade etmek, sırr-ı ihlâs,sırr-ı uhuvvet ile tesanüt ve sırr-ı İttihad ile teşrikü’l-mesai ile mümkün. 

   Rabbimin nihayetsiz rahmet ve merhametini umarak, bizleri Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinden ayırmamasını, istikamet üzere kalmayı niyaz ediyoruz.  

  Risale-i Nur’un yazılan ve kıyamete kadar okunacak

harfleri adedince ölmüşlerimize rahmet etmesini diliyorum.

Amin… 

Selam ve dua ile.. 

Muhammed Numan ÖZEL 

 

[1] Şualar (54) 

[2] Şualar (218) 

[3] İşarat-ül İ’caz (77) 

(*) Bkz. Sözler (702), Mektubat (740-34-336), i. İ’caz (86) 

[4] Lem’alar ( 8 ) 

[5] Sözler (706) 

 

Kaynak: RisaleHaber

 

www.NurNet.org