Manevi Deprem

Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne..[1]

İnkılabat-ı dâhiliyeden ihtizazat, o dağlar ile iskât olunurlar. Zira dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dâhilî bir heyecan olduğu vakit arz dağlar ile teneffüs ettiğinden gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.[2]

Malumdur ki zelzeleler depremler mana-i ismi ile “Tabiattır; bir madenin patlamasıdır..[3]” Dünyanın muhtelif yerlerin de her an nice deprem olmaktadır. Bunlar ilgili kurumca kaydedilip münteşirdir. Zahirde denildiği gibi bir madenin patlaması veya yer değiştirmesidir. Küre-i arzdaki dağlar bir nevi yer ve gökler arasındaki sütunlar, kolonlar ve direkler gibidirler. Gelen zelzele önce bu dağlara gider dağlar bu zelzeleyi teskin edip sakinleştirir. Mesela zelzele 10 şiddetinde geliyor bir dağ onu teskin edip ya geri gönderiyor veya şiddetini 2-3’e düşürüyor. o maddeye emir nereden geliyor. O maddenin ipi kimin elinde?

Acaba o maden istediği yerde otlaması hareket etmesi için ipi başıboş bırakılmış mıdır ki sadece bir madenin arzusuna bağlı olsun.

Eğer bunu kabul edersek o madenin zerratı adedince ilahlar tasavvur etmek düşünmek lazım gelir. Hep diğer maden zerratına hem hâkim hem de mahkum-u mutlak olması lazım gelir ki ancak buna eblehler ihtimâl verirler.

Mana-i Harfi ile; Cenab-ı Hak – yani Allahu Zülcelal –‘ın izni ile bazı hikmetler dahilinde izni ile deprenir veya titrer. Neticesinde ya zelzele ya deprem olur. Bir yerde zina ve ekber-ül kebair çoğalmadıkça deprem olmayacağına dair Rasul-üs Sakaleyn (asv) Ehadis-i Şerifelerde beyan edip izah ettiği Kütüb-ü Hadiseyede mevcuddur isteyen tahkik edebilir.

Bu alem-i şehadet olan Dünyada böyledir. Bunun bize bakan veçhesine bakacak olursak enfüsi yani iç alem batıni alemde ise bunun tezahürü var ve olması elzemdir.

“Bazan bela nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.” Şu hadîsin sırrı gösteriyor ki: Mukadderat, bazı şeraitle vukua gelirken geri kalır..[4]” bir bela musibet gelirken yolda sadakat çıkıp o mesaibi musibetleri geri çevirmesi bir hakikattir. Bu sadaka nedir diye düşündüğümüzde kendisi maddeye hapsedenler sadece nakti veya mal’i bir şey anlar.

Lakin bu sadaka meselesi enfüste öyle değil bazen bir diyet bedel taleb eder. “bazı câmileri kaldırmak için bir mecliste, bir kısım dinsiz meb’uslar çalışmışlar. Aynı vakitte beni tesmim (zehirlendirmesi) ve Hasan Feyzi’nin ölüm hastalığı tesadüfe benzemiyor. Bu üç sû’-i kasd aynı zamanda birbiriyle alâkadar görünüyor. İkisi şimdilik akîm kaldı, birisi bir kahramanı aldı.[5]” bu tezahür edip vuku bulan hadiseden bu anlaşılmakta. Yani bazı bela ve musibetlerin gelmemesi için bazı kimseler diyet olarak vefat etmektedir. Yakın zamanlarda çok iyi hatırlıyorum ki bazı Ehass-ı Has vasfına sahip olan vakıflar, kardeşler trafik kazalarında vefaat etti.

Hem can kaybı hem mal kaybı bir ara o kadar arttı ki artık bu bir bedel ve diyettir. Büyük bir musibet geldi geliyor manevi alemde bir dağ olan eşhas ise o gelen zelzeleyi kendisi teskin etmeye çalışmakta ve bu teskin etme faaliyeti bazen o eşhası sekerata getirmekte. Şiddeti o kadar yüksek ki o dağ gibi olan şahıs param parça oluyor.

“Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat ehl-i İslâmın eleminden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâma indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim.[6]” müezzin-i ahirzaman Bediülbeyan olan Bediüzzaman bu meselede bu sözü sarf etmekle bize bu meseleden bahsetmekte.

“Hem o musibet hâdisesinden iki gün evvel, Risale-i Nur şakirdlerinden olmayan ve hiç bizimle zihnen meşgul olmayan biri rü’yada görüyor ki: Isparta’nın altındaki ovada çok ormanlar bulunuyor. Kuvvetli bir sel geliyor, bu ormanın çok ağaçlarını deviriyor. Birdenbire bir zelzele-i arz oluyor, Risale-i Nur naşiri, elbisesiyle heybetli bir surette yer yarılıp çıkıyor.[7]” bu rüyanın kendimce bir tahlili Isparta manevi medreset-üz zehranın mücessem halidir. Isparta haricindeki her yer bir ovadır.

Her ferdi bir ağaçtır.

Her bir cemaat ise bir ormandır.

Din-i Mübin-i islama zarar verecek olan her hadise ise bir sel gibidir.

Selin ormandan ağaç yıkması ise has talebelerden bazısı dağ gibi musibeti geri çevirmek için kendisini feda etmekte.

Zelzele olup Naşir-i Nur çıkması ise; bu bertaraf ettikten sonra hakikat-ı İslamiye bir nevi musibetten kurtulmakla hakaik düşman işgalinden kurtulmuş olur.

Hakikatin sancağı iman kalasında dalgalanmaya devam etmektedir. “o cihadda hayr-ı kesîr var ki, İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terkedilse, o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür.[8]”

“Bugünlerde herkes sıkıntıdan şekva ediyor. Âdeta manevî havanın bozukluğundan, maddî ve umumî bir sıkıntı hastalığını vermiş. Hattâ bana da bir gün sirayet etti. Bizim her derdimize ilâç olan Risale-i Nur ile meşgul olanlarda, o sıkıntı hastalığı ya yok veya pek azdır.[9]”

“şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.[10]”

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

Haşiye – Mehaz

[1] Muhakemat ( 62 )

[2] Muhakemat ( 73 )

[3] Sözler ( 174

[4] Lem’alar ( 103 )

[5] Emirdağ Lahikası-1 ( 191 )

[6] Tarihçe-i Hayat ( 137 )

[7] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 28 )

[8] Mektubat ( 43 )

[9] Kastamonu Lahikası ( 249 )

[10] Tarihçe-i Hayat ( 476 )

Zehirli Bal Tuzakları…

Balın faydaları saymakla bitmez. İlahi mesaja kulak verelim. “ Rabbin balarısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların

karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır.(Nahl Suresi, 68-69)

Peygamber Efendimize (sav) bir adam gelerek : Kardeşimin karnı ağrıyor, ishal oldu, der. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (sav) de: “Bal şerbeti içir” buyurmuştur.Adam ikinci ve üçüncü defa gelip hastalığın geçmediğini söyleyince Peygamber efendimiz yine: “Bal şerbeti içiriniz” demişti.Tekrar gelerek “İçirdim fakat ishali ve ağrısı geçmedi” deyince Peygamber (sav) “Allah sözünde doğrudur, fakat kardeşinin karnı yalancıdır” buyurdu.Peygamber Efendimiz ‘in : “Allah sözünde doğrudur” buyurması, Cenab-ı Hakkın şu ayetine işarettir: Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar.Onda insanlar için bir şifa vardır”.(Nahl : 16/69)


Balın şifa kaynağı olduğu birçok hastalığın devası olduğu tıp otoriteleri tarafından da kabul edilen bir gerçektir. Şifa kaynağı olan balın içine insanı öldüren zehirli maddeleri koyarsanız ve bu balı yerseniz ölürsünüz. Dünya hayatınız sona erer. Bugün insanlığın önüne zehirli bal tuzakları konmuştur. Bu tuzaklara kapılırsak, yalnız dünya hayatımız değil,  ebedi hayatımız da mahvolmaktadır…

İslamiyet’ten önce, cahiliye devrinde kız çocukları diri diri kuyulara atılıp öldürülüyordu. Şimdi ise hem kızlar, hem de erkekler kuyulara atılıp diri diri öldürülüyorlar. Dünküler ağlatılarak öldürülüyordu, bugünküler güldürülerek öldürülüyorlar. Sadece kuyular değişti, kuyular modernleşti.

Gayr-ı meşru eğlence alemlerinin icra edildiği her eylem, her yer, özellikle bir kısım televizyon kanalları, bazı internet siteleri, sigara, alkol, uyuşturucu, zina, şöhret birer modern dipsiz kuyudur, hatta kadınımızı, erkeğimizi, kızımızı, oğlumuzu yutan birer kara deliktir. Ne hazindir ki, kimse de onların bir kuyu veya kara delik olduğunu fark edememektedir. Çünkü onlar makyajlı ve maskelidir. Zehirken bal görünümündedirler. İnsanlar bal yediklerini zannediyorlar. Ama bu bal zehirli baldır. Cehennem hurileri, takdim edilmektedir. Bu modern ve maskeli kuyulara atılan ve onların cezbesine ve cilvesine kapılan insanlar, özellikle gençler manen öldürülmekte, birer canlı cenaze veya hareketli mezar haline getirilmektedirler. Daha dünyadayken  tokat yemektedirler. Zina ve sapık ilişkiler sonucu insanların AİDS hastalığına yakalandığını artık bilmeyen yoktur. Bu hastalık insanı ölüme kadar götürebilmektedir.

Dün diri diri kuyulara atılan çocuklar ağlıyorlardı. Ama onlar, ağlaya ağlaya Cennete gidiyorlardı. Şimdi ise dipsiz, modern kuyu ve birer kara delik haline gelen bir kısım ekran, ve sair eğlence âlemlerine atılan gençler, tabak kıran, şampanya patlatan, bira ile yıkanan, gayr-ı meşru birlikteliği aşk, soyunmayı sanat ve çağdaşlık sananlar ve onlara aldananlar ise gülüyorlar, güldürülüyorlar. Bunlar da güle güle ne yazık ki ateş ülkesine, Cehenneme gidiyorlar ve oraya gitmek için birbiriyle yarışıyor ve birbirlerine yardım ediyorlar.

Dün diri diri kuyulara atılanların arkasından ağlayanları vardı. Baba ağlamasa, anası ağlardı. Bu gün modern kuyulara atılanların arkasından ağlayanları da yok. Çünkü kuyular makyajlı, kuyular maskeli. Görünüşte gençler gençliklerini yaşıyorlar, kimse bilmiyor ki ekrandaki gençler de çürüyor, seyretme adına ekrana kilitlenen gençler de aileler de çürüyor. Oynaya oynaya koskoca bir kitle ateşten çukurlara dökülüyorlar.

Yukarda: “Bu gün modern kuyu denilen bir kısım ekran ve sahnelere atılan ve manen öldürülüp canlı cenazeler haline getirilen zavallı gençliğin arkasından ağlayanı yok.” dedik.

Bu sözümüzü geri alıyoruz çünkü onların da arkasından bir ağlayanları var.. O da Bediüzzaman Said Nursî’dir.

Olağanüstü şartlar altında, dağda, bağda, zindanda, sürgünde, savaşta kaleme aldığı 6000 sayfayı bulan ve Kuran’ın çağımıza bakan eskimez mesajını Risale-i Nur Külliyatı adıyla, okuyan gençliğin, düşünen beyinlerin önüne koyan bu Zat, bu vatanın evlatlarına ağladığını bakın nasıl ifade ediyor:

“Bir zaman bir Cumhuriyet Bayramında Eskişehir hapishanesinin penceresinde oturmuştum. Hapishanenin karşısındaki lise mektebinin büyük kızları okulun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden manevi bir sinema ile elli sene sonraki hâlleri bana göründü. Baktım ki o kızlardan elli atmış tanesinin cesetleri kabirde çürümüş azap çekiyordu, on tanesi 70-80 yaşına gelmiş çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini koruyamadığından sevgi beklediği nazarlardan şimdi nefret görüyor. Onların o acınacak hallerine ağladım. hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler, geldiler, sordular. Ben dedim şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”(Asa-yı Musa, Üçüncü Mesele)

Bir insanın kendi evlatlarına ağladığını çok görmüşsünüzdür. Ama bir insanın başkasının evlatlarına ağlaması nadirdir. İşte Bediüzzaman o nadirlerden biridir. Kendi evlatlarına değil bütün bir milletin evlatlarına ağlıyordu O. Yine bir felakete maruz kalanlara ağlandığına şahit olmuşsunuzdur. Ama gülüp eğlenenlere ağlandığına şahit olmamışsınızdır. Bediüzzaman işte böylelerine ağlıyordu. Başkalarının günahlarına ağlıyordu…Kurtulmaları için…

Ana-babaları sevindiren ve “Çocuklarımız ne güzel eğleniyorlar!” dedirten Bediüzzaman’ı ağlatıyordu. Niçin? Çünkü eğlenceler meşruiyetini ve masumiyetini kaybetmişti. İnançlarda deprem olmuş, haram ve günahlar helal ve sevap görülür hale gelmişti. Bunun da belanın ta kendisi olduğunu kimse fark edemiyordu. Bu gün gayr-ı meşru bir şekilde eğlenenlerin kabirde ve ahirette başlarına ne tür belalar ve azaplar geleceğini O biliyor ve onun için ağlıyordu. Onun şefkati bizim şefkatimize değil, Hz. Muhammed’in (sav) şefkatine benziyordu. O peygamber ki dünyaya gelirken ümmeti için ağlamış, yaşarken ümmeti için ağlamış, Miraç’ta ümmeti için ağlamış, mahşerde ümmeti için ağlayacak. Tâ ki, ümmetinden bir kişi dahi cehenneme düşmesin. Ağlamış, bu ağlamaları ve “Benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız!”çığlığı ile ümmetini gayr-ı meşru gülmelerden ve eğlencelerden uzak tutmaya çalışmış ve Allah’a layık şükrü ve ibadeti takdim edememekten dolayı ağlamaya davet etmiş, adetâ fani dünyada ağlayın ki baki dünyada ebediyyen gülesiniz, demek istemiştir.

Bu dersi Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) alan Bediüzzaman kendisini ağlatan o olaydan sonra bütün ciddiyetiyle şunları söylemiştir:

“Evet, gördüğüm hayal değil hakikattir. Bu yaz ve bu güzün sonu kış olduğu gibi gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası da kabir ve berzah kışıdır. Eğer gelecek zamanın elli sene sonraki olaylarını gösteren bir sinema olsaydı, bugün gülen ve eğlenen ehl-i dalalet ve sefahetin elli sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi; şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine acılar içinde ağlayacaklardı.”(Asa-yı Musa, Üçüncü Mesele)

Tavrından, edasından, üslubundan, derdinden, davasından, acısından, muvaffakiyetinden anlaşılıyor ki, Bediüzzaman Kâinat’ın Efendisi’nin (sav) asrımızdaki en yüksek, en tatlı, en şefkatli gür sesidir.

Fahrettin Razi diyor ki, Anne babalar çocuklarının sadece dünyevî istikballerini düşünür ve onları dünya acılarından korumaya çalışırlar, ama Hz. Muhammed’in (sav ) varisi olan alimler ise çocukları ve gençleri, hem dünya ve hem de ahiret azabından korumayı hedef edinmişlerdir.

İşte Bediüzzaman’ın ağlaması bundandır. İşte bunun içindir ki biz, çocuğu olmadığı halde, Millet evlatlarının çocuklarına ağlayan bu Peygamber Varisine ve onun bıraktığı eserlere bütün bir milletin ihtiyacı vardır, diyoruz. (Köprü, Bahar 2005, 90. sayı, Vehbi Karakaş, İlim ve Din Bağlamında Said Nursi’ye Olan İhtiyaç ve Risale-i Nur)

Bugün insanlık, bilhassa gençlik zehirli bal tuzakları ile karşı karşıyadır. Zina, alkol, uyuşturucu, sınır tanımayan kız-erkek arkadaşlığı, rüşvet, mevki makam hırsı, şöhret, helal ve harama dikkat etmeme vs…

Prof. Dr. Cevat Akşit, hocamız feryat ediyor,”Yeminle söylüyorum. Vallahi billahi rüşvet kaldırılmadıkça, zina; serbest oldukça, yaygınlığı önlenmedikçe, bu homoseksüellik önlenmedikçe Üzerimize lanet yağar! “

Hükümetin sigara ve  uyuşturucu  hakkında aldığı kararları olumlu buluyoruz, alkışlıyoruz..Uyuşturucu ile mücadelede Narkotimlerin kurulması çok olumlu bir gelişmedir. Aynı hassasiyetin zina, alkol, rüşvet, yolsuzluk konularında da gösterilmesi, gerekli tedbirlerin alınması milli ve manevi değerlerine sahip milletimizin isteğidir. İdarecilerimize duyurulur…Geleceğimizin teminatı gençliğimizin zehirli bal tuzaklarına düşmemeleri için, tedbirlerin acilen alınması gerekiyor. Yarın çok geç olabilir…

Gençliğin, insanlığın zehirli bal tuzaklarına düşmemesi  için, Bediüzzaman’ı dinlemesi gerekiyor:

“Gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyetinde, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek. Eğer o fâni ve geçici gençliğini iffetle hayrata istikamet dairesinde sarfetse, onunla ebedî, bâki bir gençliği kazanacağını bütün semâvî fermanlar müjde veriyorlar.

Eğer sefâhete sarfetse, nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir. Öyle de, gayr-i meşrû dâiredeki gençlik keyfleri ve lezzetleri, âhiret mes’uliyetinden ve kabir azabından ve zevâlinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevi mücâzatlarından başka, aynı lezzet içinde  o lezzetden ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübe ile tasdik eder.

Meselâ: Haram sevmekte, bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalar ile o cüz’i lezzet, zehirli bir  bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin su-i istimâli ile gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklariyle hapishanelere ve kalb ve rûhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefâhethânelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen; git, hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette ekseriyetle, gençlerin gençliğinin su-i istimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-i meşrû keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin.

Eğer istikamet dâiresinde gitse; gençlik, gayet şirin ve güzel bir ni’met-i ilâhiyye ve tatlı ve kuvvetli bir vâsıta-i hayrat olarak âhirette gayet parlak ve bâkî bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’an olarak çok kat’i âyâtıyla bütün semâvî kitablar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar. Mâdem hakikat budur. Ve mâdem helâl dâiresi keyfe kâfidir. Ve mâdem haram dâiresindeki bir saat lezzet, bazan bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette gençlik ni’metine bir şükür olarak, o tatlı ni’meti iffette, istikamette sarfetmek lâzım ve elzemdir”.(Asa-yı Musa, Beşinci Mesele)

Hayatın baharı ve yazı kabul edilen gençlik en verimli çağdır. Bu çağ geçtikten sonra ne kadar istenilse de gençliğin güç ve kuvvetini geri getirmek imkansızdır.Yaşlıların hemen hepsinin gençliklerinden şikayetçi olmaları, onu gereği gibi  kullanamadıklarından  dem vurmaları sebepsiz değildir. Çünkü, ihtiyarlıkta insanı ağlatacak acı akıbetlerin hemen hepsi gençliğin kötü kullanılmasından,  gençlik taşkınlıklarının ve duygularının sonucu olduğunu gayet iyi idrak edebilmektedirler. Gençliğin, en kıymetli bir nimet olması yanında, külfeti de o oranda büyüktür.

Çünkü  ‘Gençlik damarı akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez.’ Bundan dolayı ailenin çocuklarının yanlış yapmaması için,  sabırla iletişim kurarak,  gencin aklı ile  duygularının dengeli olmasına yardımcı olmalıdırlar. Gençlik çağının önünde zehirli bal tuzakları vardır. Kötü arkadaşlar,  sigara, alkol, uyuşturucu, internet bağımlılığı, zina, sınır tanımayan kız erkek arkadaşlığı…Gencin bu tuzaklara düşmeden hayat merdivenlerini çıkması,  başarılı ve huzurlu yaşaması için  en önemli  şartlardandır.

Dünyada zehirli balın tuzağına düşenlerin akıbetini görmek mi istiyorsunuz? İşte bakınız hastaneler, gençliğini kötüye kullanan insanların feryatlarıyla inlemektedir. Hapishaneler gençlik taşkınlığı ile meşru olmayan hayatın tokatlarını yiyen mutsuz gençlerle doludur. Meyhaneler, birahaneler, sefahat köşeleri manevi gıdasızlık nedeniyle sıkıntılarını içki ve eğlenceyle kapatmaya çalışan insanların uğrak yerleridir.

Çözüm:

Kâinat’ın Efendisi’nin (sav) asrımızdaki en yüksek, en tatlı, en şefkatli gür sesindedir.

Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyfe iktifâ ediniz; o, keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-i meşrû dairedeki bir lezzetin içinde bin elem vardır.

Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.

 

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Zübeyir Ağabeyin “RİSALE-İ NUR Dersi Yapmada” Ölçü ve Metodları ?

– Zübeyir Ağabey, dersi duyarak ve hissederek okurdu.

Bir cümleyi okur, önemliyse döner, tekrar okur ve lûgat mânâlarını verirdi. Ama Zübeyir Ağabeyin esas üzerinde durduğu husus, Risâle-i Nur’u Risâle-i Nur ile izah etmekti. Çünkü onun dışında izahlar olduğu zaman, çoğu zaman konuya uygun olmuyor veyahut da konu dağıtılıyor.

– Cemaatin dikkatini toplamak için de, okurken hiçbir zaman kafası kitaba bağlı olmaz, gözü de projektör gibi cemaatin üzerinde olurdu. Hem dikkatleri topluyor, hem de uyumayı önlüyordu. Tabiî derslerde konsantrasyon meselesi çok önemli. Dikkatin derse, okuyana ve kitaba yönelmesi gerekiyor. Zübeyir Ağabey bu noktalarda çok titiz ve dikkatliydi. Aynı zamanda duyarak okuduğu için, anlama noktasında, dersin cemaate tesiri de fazla oluyordu. “Ben kendi nefsime okuyorum” diyordu.

Toplu olan derslerde daha genel ve anlaşılır meselelerin okunmasını isterdi.

“Ağır ilmî meseleler okunsa, oraya her seviyeden insan geldiği için, istifadeleri azalır. Genel meseleler okunsa herkes hissesini daha fazla alır.” derdi.

Derslerde evvelâ imanî bir ders okunur. Sonra mesajı içinde olan lâhika mektuplarından okunurdu. Çünkü bunlar Üstad’ın talebeleriyle muhabere vasıtası olmuş. Meselelerini, problemlerini onunla çözmüş, hatta Üstad’ın mesleğinin en güzel göründüğü yer lâhika mektuplarıdır. Çünkü; mesele olmuş, Üstad’a sormuşlar. Üstad da anlatmış, cevap vermiş. Üstadın ve talebelerinin mahkemedeki müdafaaları sadece bir nefis müdafaası değildir. Hep dâvâlarına ve Üstadlarına karşı, sadakatlarının bir ölçüsü ve alâmeti olarak görülüyor; bilmeyenlere bir kahramanlık ve cesaret aşılıyordu. Hem de aynı zamanda dâvânın mahiyeti o savunmalarda görülüyordu. Üstad pek hukukî savunma yapmamış, yaptıkları çok azdır. Hep Risâle-i Nur’un ehemmiyeti hakkında, yani hem İslamiyete, hem bu millete, hem insanlığa getirdiği Kur’ânî mesajların önemini anlatıyor.

Zübeyir Ağabey, bunun için dersleri üçe ayırıyordu. Hazırlanıp da gitmemizi isterdi. Bilhassa umumî derslerde, dersi herkesin okumamasını isterdi. Senelerce zaten ders üç-dört kişinin üzerinde olmuştur.  Abdulvahid Ağabey, Birinci Ağabey, Fırıncı Ağabey okur. Aşağı yukarı birinci dersleri bu kişiler yapardı. Ama Zübeyir Ağabey geldiği zamanlar birinci dersi o yapardı. Çok zaman da rahatsız olduğu için de odasından aşağı inmezdi. İnmediği için de biz yapardık. Ama o geldiği zaman biz tabiî ki kitabı ona bırakırdık. Bazan biz ders yaparken gelir, bir “Ağabey buyur derdik” O da derdi ki: “Hayır, siz devam edin kardeşim, neticede bu Risâle-i Nur’u okumaktır, siz de güzel okuyorsunuz, Allah razı olsun” derdi. Ama biz onun yapmasını isterdik tabiî. Çünkü istifade ederdik.

Onun bir özelliği daha vardı. Beraber çalıştığı insanların yetişmesi noktasında yakından ilgilenirdi, insiyatif verirdi, takip ederdi, bazı yanlışlar varsa onları nezaket içinde hatırlatırdı. Ve daima etrafındaki insanların yetişmesini isterdi. “Hep ben ders yapayım, herşeyle ben meşgul olayım” demezdi.

Zübeyir Ağabey “Dersler verimli olursa, cemaat daima artar, istifade fazla olur” diyordu. “Bunun için de hazırlanılması, dersi okurken dikkatli okumak ve okuyanın cemaatle daima göz iletişimi kurması lâzım” diyordu. Bir de Zübeyir Ağabey, ders yaparken, vurgulayarak ve lûgat mânalarını söyleyerek okur; aynı meseleyle ilgili olan parçaları bir araya getirerek veyahutta okunan bahsi teyit eden hadiseler cereyan etmişse ve kendisi karşılaşmışsa onu da orda zikrederdi.

Bürokraside olan insanların isimlerini derste zikretmezdi. Derdi ki: “Bir vali veya bir subay, Risâle-i Nur hakkında böyle demiş.” İsmini söylemezdi. Bazıları “Ağabey, ismini de versen” dediği zaman, “Kardeşim, ismini sana niye vereyim? Adam görevli, sen de gidip başkasına söyleyeceksin, onu orada sıkıntıya sokacaksın. Sana ismi ne lâzım, onun söylediği önemli” derdi.

Zübeyir Ağabey, küçük ebatlı eserlerin de çok üzerinde dururdu. “Eseri küçük görünce içindeki hakikatleri de küçük zannederler. Onun için dersleri mümkün mertebe küçük risâlelerden de okuyun” diyordu. Derdi ki:“Ben bir yerde ders yaptıktan sonra, oradaki dinleyen insanlar, talebeler, ‘Ağabey, bu kitaptan bize de verirmisin, var mı?’ diye sorup istemedikçe, kendimi ders yapmış kabul etmem.”

Bazıları gelirdi, “Ağabey, acaba şu mesele nerede?” derdi. O da “Acaba Sözler’de mi, ama Mektûbât’ta da olabilir, ya da Lem’alar’a da baksan…” derdi. “Ağabey, niye böyle yapıyorsun? Sen bunu biliyorsun” dendiğinde “Kardeşim, o, bu bahaneyle okusun kitabı” derdi. Derslerdeki takip ettiği metodlar buydu.

Bize de derdi: “Derse en evvel siz gideceksiniz ve en son siz ayrılacaksınız. Çünkü siz gelmeden biri kitabı eline alır, okumaya başlar. Onun da zaten okuması düzgün değildir, kafasını da kaldırmaz, siz ikaz etseniz olmaz… Halbuki siz zamanında giderseniz, derse başlarsınız. İkincisi de, bir takım karıştırıcı adamlar da olabilir. Ama sizleri orada görürse, sizden çekindiği için,  o diyeceği şey boğazına kadar gelse de ağzından çıkmaz” diyordu.

Bize ders aralarında ve ders sonlarında, gelenlerle ve bilhassa yeni gelenlerde ilgilenilmesi, tanışılması gerektiğini, bunun da önemli olduğunu söylüyordu.

Diyordu ki: “Esnaf olsun, işçi olsun, memur olsun, arkadaşlar eve giderlerse zaten gündüz de yorulmuşlar, akşam dönüp derse gelemez. Sen hiçbir zaman buzdolabını, mutfağı ekmeksiz, peynirsiz, zeytinsiz bırakma. Derler ki: ‘Dershaneye gitsem, en azından ekmek-peynir de vardır. Yani atıştırırız biraz. Ondan sonra dersi dinler eve giderim”

Bazıları “Ya ağabey, asalaklar da var” diyordu. “Kardeşim, önemli değil o. O öyledir ama onun getirdiği adamlar kendisinden daha iyidir” derdi. 1966’dan itibaren her gün, her akşam biz yemek çıkarırdık. Yaklaşık 5 sene kadar mutfağın yemek ve temizlik işleriyle bizzat meşgul olmuştuk. Yani Zübeyir Ağabey bu noktalarda da dikkatimizi çekerdi.

Ağabeylerin yazılarından derleyen:

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Ey Mazlumların Ahını İşiten Allah’ım!

Ey mazlumların ahını işiten Allah’ım! Filistin’e ve tüm İslam âlemine dua için ellerimizi Sana açtık! Dualarımızı kabul buyur Allah’ım!  Filistinli kardeşlerimize yardım eyle, onlara muzafferiyet nasib eyle…Mübarek kıldığın Mescidi Aksa’yı ve mazlumları koru Ya Rabbi…Yalnız sana ibadet ederiz yalnız senden yardım isteriz.

Cebbar ismini Filistin’in imdadına ver. Kardeşlerimize kafir topluluk karşısında dirayet nasib eyle. Kahhar isminle de İsrail terör devletinin altını üstüne getir. Ordularının düzenini dağıt! Sinsi oyunlarına fırsat verme! Kan içicilerin şerrinden kardeşlerimizi koru!… Kâbe’ni yıkmaya gelen Ebrehe ordularını yerle bir eden Ebabil kuşlarını, Mescid-i Aksâ’nı yıkmaya çalışan katil İsrail ordusunun üzerine de gönder Allah’ım! Ey Hayr’ül-Mâkirîn; Planı/tuzağı en üstün/hayırlı olan! Siyonist katillerin Filistinli müminler için kurdukları tuzakları boşa çıkar! Zalimlerin hazırladıkları sinsi tuzakları kendi başlarına geçir Allahım! İslam’a zafer ver ya Rabbi!…

Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Ferd, Ya Hayy, Ya Kayyum, Ya Hakem,Ya Adl, Ya Kuddüs

İsm-i Azamın hürmetine, güzel isimlerin hürmetine, görünmeyen ordularınla Filistin’e ve tüm âlem-i İslama yardım eyle.  Dualarımızı kabul eyle, Ey bütün duaları işiten ve cevap veren Mücib!

Âmin Âmin Âmin

Abdülkadir  Haktanır

www.NurNet.org

Diyanet’ten Risale-i Nur İle İlgili Müjdeli Haber!

Kanun ve kararnameyle telif ve yayın hakları Diyanet İşleri Başkanlığına verilen Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin telif ettiği Risale-i Nur Külliyatının tamamının 2015 yılı içinde basılmış olacağı öğrenildi.Korsancı ve tahrifatçı medya kuruluşları ise bandrol almayarak kara propagandaya devam ediyor.
 
2014 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından talimat verilerek Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bastırılması sağlanan Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin Risale-i Nurkülliyatından İşaratu’l- İ’caz isimli eserin devamının da bastırılacağı öğrenildi.
 
2015 SONUNDA ESERLERİN TAMAMI BASILACAK
 
Diyanet İşleri Başkanlığınınkaynaklarından edinilen bilgiye göre BaşkanProf.Dr.Mehmet Görmez’in Diyanet İşleri Başkanlığı yayın Dairesi ve Diyanet Vakfı yetkililerine talimat vererek “Risale-i Nur külliyatının tamanının 2015 yılında basılması ve dağıtılmasının tamamlanmasını” istediği ifade edildi.
 
Risale-i Nur külliyatının tamamının yayına hazırlanması için çok ciddi ve titiz bir çalışma başlatıldığı, tezhip, hat ve grafik tasarımıyla eserlerin tıpkı İşaratu’l- İ’caz baskısında olduğu gibi en güzel şekilde okuyucuya ulaşabilmesi için ehliyetli bir heyet tarafından çok dikkatli bir çalışma yürütüldüğü bu yüzden de baskı sürecinin zaman aldığını ifade ediliyor.
 
KORSANCILAR VE TAHRİFATÇILAR KARA PROPAGANDA YAPIYOR
 
Yıllardır Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin eserlerini korsan basan ve tahrif eden bazı medya kuruluşlarının iddia ettiği gibi Risale-i Nur yayınlarının asla engellenmediğini ve müracaat eden her yayınevine sözleşme ile basım yetkisinin de verildiğini, Başkanlık olarak da İşaratu’l-İ’caz dan sonra Mesnev-i Nuriye ve Sözler mecmualarının tasarımlarının büyük ölçüde tamamlandığını Nisan ayına kadar Başkanlık tarafından bastırılmış olacağını diğer eserlerinde tamamının hazırlık ve basım işlerinin 2015 yılında tamamlanmış olacağı belirtiliyor.
 
BANDROL VERİLİYOR AMA KORSANCILAR BASMIYOR
 
Her türlü tahrifatı yapmaktan çekinmeyen bazı medya kuruluşları ise şu ana kadar bandrol için herhangi bir başvuruda bulunmadı. Bandrol alması durumunda Bediüzzaman’ın eserlerini aslına uygun basmak zorunda kalacağı için bandrol almamakta ısrar eden bu kuruluşlar “Risale-i Nur Külliyatı engelleniyor” kara propagandasını yapmaya devam ediyor.Hukuksuzluğun devam etmesini isteyen korsancı kuruluşların yargı yoluna başvurduğu ve bandrol almamakta ısrar ettiği öğrenildi. Diyanet İşleri Başkanlığı’na dava açan bir yayınevinin ise farklı isimlerle bandrol alarak ‘Bize bandrol verilmiyor’ kara propagandasına devam ettiği belirtiliyor.

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version