Risale-i Nur’un Öğretmenliği ve Eğitim Metodu

Bu dünyaya gelen hemen herkes, kendisini kuşatan varlık âlemlerindeki mükemmel sanat eserlerini gözlemleyerek düşünür ve aklına takılan soruların cevaplarını araştırır. Bu sorulardan en önemlileri, varlıklar arasındaki ilişkiler, varlıklardaki baş döndüren dönüşümler, bunların arkasındaki görünmez güçler ve bütün bunların anlamları ile ilgilidir. İnsanlık tarihi boyunca geliştirilen düşünce metotları çok farklı inançları ortaya çıkarmıştır. Bu düşünce metotları içerisinde “Bilimsel Metot” tarih boyunca en doğru metot olarak uygulanarak, bugün hayatımızı kolaylaştıran hayati öneme sahip tıbbi, teknolojik ve endüstriyel ilerlemeler meydana gelmiştir. Öte yandan semavi dinler, özellikle de İslâmiyet insanların hayatını şekillendirmede çok önemli bir yere sahiptir. Dünya nüfusunun büyük bir bölümünü semavi dinlere mensup kişiler oluşturmaktadır

Avrupa’da Kilise’nin bilimsel çalışmalara karşı çıkarak engellemesi sonucu aydınların Kilise’ye sırtlarını dönmesiyle Hıristiyanlıkta reforma gidilmiş, “bilimsel düşünce metodu” modern hayatın temeli yapılmıştır. Bunun sonucunda Avrupa bilim ve teknolojide hızla ilerlemiştir. Bu sıralarda İslâm Dünyası’nın en güçlü devleti Osmanlı İmparatorluğu’ndaki eğitim kurumları olan medreselerde zamanla sadece din ilimleri okutulduğundan bilim ve teknolojide geri kalınmıştır. Tanzimat Dönemi’nden itibaren Türk aydınları Avrupa’ya gönderilerek bilim ve teknolojinin Türkiye’ye getirilmesi amaçlanmıştır. Ancak Avrupa’ya giden Türk aydınları, Avrupa’nın dinden uzaklaşması sonucu ilerlediği kanaatine varıp İslam dininde de reform yapılması gerektiğini dile getirmişlerdir. Ancak bir İslam devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nda bu düşünce kabul görmemiş ve medreselerin dışında fen ilimlerinin okutulduğu mektepler ve darülfünunlar açılmıştır. Bunu sonucunda eğitim sisteminde ikilik oluşmuş ve bu daha sonraki yıllarda Türk aydınları arasındaki çatışmaların temelini oluşturmuştur. Medreseliler, dini ilimlerdeki eksikliklerden dolayı mekteplileri, mektepliler de fen ilimlerindeki eksikliklerinden dolayı mekteplileri cahillikle suçlamıştır

Osmanlının son zamanlarında (1878) dünyaya gelen Said Nursi, daha 14 yaşında iken medreselerde okutulan İslâmî ilimleri üç ay gibi kısa zamanda tahsil etmiş, Van ve Bitlis valilerinin konağında kaldığı sıralarda fen ilimleriyle ilgili seksen cilt kitabı ezberleyerek, Doğu ve Güneydoğu’daki âlimlerle yaptığı münazaralarda herkesi mağlup etmiştir. Daha sonra İstanbul’a gelerek dönemin padişahlarıyla görüşmüş Bitlis, Van ve Diyarbakır’da din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulduğu Medresetüzzehra adı altında eğitim kurumlarının açılmasını ve Yıldız Sarayı’nın darülfünun yapılmasını teklif etmiştir. Medresetüzzehra teklifi kabul görüp ödenek de ayrılmasına rağmen birinci Dünya Savaşı nedeniyle gerçekleşmemiştir. Said Nursi talebeleriyle birlikte Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu cephesinde Ruslara karşı savaşmış ve sonunda esir düşerek 2 yıl Rusya’da esir kaldıktan sonra firar ederek tekrar İstanbul’a dönmüştür. İstanbul’u işgal eden İngilizlerin baskısıyla Şeyhülislam’ın Anadolu’daki Kurtuluş hareketi aleyhindeki fetvasına karşı, karşı fetva vererek mücadele etmiş ve bu mücadelede başarılı olmuştur. Bu başarısı Mustafa Kemal’in de dikkatini çekmiş ve Said Nursi’yi Ankara’ya davet etmiştir. Israrlı davetler karşısında Ankara’ya gittiğinde Mustafa Kemal ile din konusunda tartışmış ve onu din aleyhindeki düşüncelerinden vazgeçirmeye çalışmıştır. Ancak, Mustafa Kemal’in bu düşüncelerden vazgeçmeyeceğini anlayınca, tekrar Doğu’ya dönmüştür.

Şeyh Said isyanından sonra Doğudaki diğer nüfuzlu âlimler ve ağalarla birlikte Burdur’a sürgün edilen Said Nursi, burada Risale-i Nur Külliyatı’nın telifine başlamıştır. Kur’an’ın manevi bir tefsiri olan Risale-i Nur’u telif ederken yanında Kur’an’dan başka kitap yoktur. Kur’an ve kâinat kitabını okuyarak telif ettiği Risale-i Nur’da, bin yıldan beri İslamiyet aleyhinde biriken tenkitleri çürüterek İslâmî hakikatleri yediden yetmişe herkesin anlayabileceği tarzda ispatlamıştır. Yaklaşık yüz yıldan beri okunan Risale-i Nur vasıtasıyla gerek Türkiye’de gerekse dünyada milyonlarca kişi imanını kurtarmıştır. Bugün bütün dünyada yaklaşık otuz dile çevrilen Risale-i Nur milyonlarca kişi tarafından okunmakta ve gerek ulusal gerekse uluslar arası kongre ve sempozyumlara konu olmaktadır. Said Nursi, Risale-i Nur’daki ispatlarında Bilimsel Metodu kullanmıştır.

Çünkü medenilere galebe çalmak ancak ikna iledir .Zira, “eski zamanda dalâlet, cehâletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalâlet, Kur’ân ve İslâmiyet’e ve imâna taarruz, fen ve felsefe ve ilimden geliyor. Bunun izâlesi müşküldür… Hem, bundan evvelki asırlarda, müsbet ilimlerin yirminci asırdaki kadar terakkî etmemiş olduğu mâlûmunuzdur. Şu halde, bu asırda dünyaya yayılmış olan dinsizlik ve maddiyyunluğu kökünden yıkabilmek, hak ve hakikat yolunu gösterip beşeri sırat-ı müstakîme kavuşturmak, imânı kurtarabilmek için, ancak ve ancak Kur’ân-ı Hakîmin bu asra bakan vechesini keşfedip, umumun müstefid olabileceği bir şekilde tefsir edilmesi elbette bu asırda kàbil olacaktır.” Bu ifadelerden de anlaşılabileceği gibi kullanılması gereken metot doğruluğu baş döndürücü ilerlemelerle ispat edilen bilimsel metottur. Bu çalışmada, Bilimsel Metod ve Risale-i Nur’da kullanılan ispat metodu, bir örnek üzerinde daha yakından incelenerek karşılaştırılacaktır.

Bilimsel Metot

Fen bilimlerinde, yeni bir bilgi edinmek için kullanılan metottur. Bilim adamları bu metotla, zaman içinde bilgilerin üst üste binmesiyle evrendeki olayların doğru ve güvenilir bir tasvirini yapmayı amaç edinirler.

Bilimsel Metot, en basit haliyle aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

1. Evrendeki bir olayın gözlemlenmesi,
2. Yapılan gözlemlere dayanarak “problem”in tespit edilmesi,
3. Problemin çözümüne yönelik hipotezlerin oluşturulması,
4. Hipotezlerin gözlemler veya deneyler ışığında test edilmesi,
5. Ulaşılan sonucun ifade edilmesi.

Şimdi bu metodun basmaklarını sırayla açıklayalım:

1. Evrendeki bir olayın gözlemlenmesi: Olayları gözlemlerken en önemli prensip, objektif olmak, peşin hükümlü olmamaktır. Aynı olayı izleyen farklı kişiler, eğer objektif olmazlarsa farklı sonuçlara ulaşabilirler. Aynı sonuca ulaşmak için, objektif olmak zorunludur. Bu bağlamda, sıklıkla söz edilen bir kavramdan bahsetmek uygun olacaktır: “Tarafsız olmak”. Bu bir yanılgıdır. Çünkü gözlem yaptığınız zaman tarafsız olmak diye bir şey söz konusu olamaz. Doğruya, gerçeğe ulaşmak isteyen kişi herkesin görebileceği gerçeklere taraf olmak zorundadır. Yani bir olayı gözlemlerken, ancak herkes tarafından rahatlıkla görünebilecek gerçeklere taraf olmak bizi doğrulara götürür. Bilimde, bir bilim adamının elde ettiği bir sonuç diğer bilim adamları tarafından da aynı şartlarda tekrarlandığında aynı sonucu veriyorsa bilimsel bir gerçek olarak kabul edilir. Aksi takdirde elde edilen sonucun bilimsel bir gerçekliği yoktur.

Gözlem yaparken dikkat edilecek diğer önemli husus, olayın bütün yönlerini görmeye çalışmaktır. Eğer olayın sadece bir yönü gözlemlenip bir sonuca varılırsa bizi doğru sonuca götürmez. Mesela, gözü kapalı dalgıçların deniz altındaki bir definede nelerin bulunduğunu keşfetmeye çalıştıklarını düşünelim. Dalgıçlardan birisinin eline bir bilezik geçse, bir diğeri bir kolye bulsa, başka birisi elmas bulsa ve hepsi de definenin sadece kendi bulduğu şeyden ibaret olduğunu iddia etseler, vardıkları sonuç yanlış olacaktır. Halbuki hepsinin gözleri açık olsa ve defineyi açıp içindekilerin hepsini ortaya koyup definenin envanterini çıkarsalar ancak o zaman gerçeğe varabilirler. İşte bir olayı araştırmak da buna benzer. Ancak her yönüyle objektif olarak gözlem yapıldığında doğru sonuca ulaşılabilir.

2. Yapılan gözlemlere dayanarak “problem”in tespit edilmesi: Evrendeki bir olayla ilgili gözlemler yaptığımızda aklımıza cevabı önceden bilinmeyen bazı sorular gelir. Bu sorular problemleri oluşturur. Bu aşamada önemli olan akla, mantığa ve gözlemlere uygun doğru sorular sorabilmektir.

3. Problemin çözümüne yönelik hipotezlerin oluşturulması: Gözlemlerin amacı bilinen gerçeklerden yola çıkarak bilinmeyen gizli gerçeğe ulaşmaktır. Bu nedenle yapılan gözlemler sonucunda sorduğumuz sorularla ortaya koyduğumuz “problem”in çözümüne ulaşmak için hipotezler geliştiririz. Bu basamakta en önemli husus problemin çözümüne yönelik bütün ihtimaller ile ilgili birer hipotez oluşturulmasıdır. Bütün ihtimalleri içermeyen bir araştırma bizi gerçeğe ulaştıramaz.

4. Hipotezlerin gözlemler veya deneyler ışığında test edilmesi: Bu aşamada, oluşturulan hipotezler yapılan objektif gözlemler ışığında test edilir. İleri sürülen hipotezlerden bazıları incelenen olayı açıklayamadığı için terk edilir. İncelenen olayı tüm yönleriyle en iyi açıklayan ve gözlemlerle uyuşan hipotezler ise “doğru” veya “gerçek” olarak kabul edilir.

5. Ulaşılan sonucun ifade edilmesi: Bir bilimsel çalışmada varılan sonuç ilgili tüm bilim adamlarının bilgisine sunulmak için yazılı olarak ifade edilip yayınlanır. Eğer ilgili diğer bilim adamları da yapılan çalışmayı onaylarsa, varılan sonuç herkes tarafından “doğru” veya “gerçek” olarak kabul edilir.

Bilimsel Metot Kur’an’a en uygun metottur. Çünkü, Kur’an’daki çok sayıda ayette, insanlar Kâinattaki olayları gözlemlemeye ve başta Allah’ın varlığı ve Bir’liği olmak üzere imanın diğer şartlarının delillerini görerek iman etmeye davet edilmektedir. Çünkü “Kur’ân’da makasıddan başka olan kâinat bahsi istitradîdir. Tâ san’atın intizamıyla Sani-i Zülcelâle istidlâl yolu gösterilsin.”

Yani Kur’an Kâinattan Allah’ın varlığına ve birliğine “delil” olarak bahseder. “Madem maksat budur ve madem kâinatın kitabından intizama olan rumuz ve işaratını taallüm ediyoruz. Ve madem netice bir çıkar. Teşekkülât-ı kâinat, nefsülemirde nasıl olursa olsun, bize bizzat taallûk etmez. Fakat o meclis-i âlî-i Kur’ânîye girmiş olan kâinatın her ferdi, dört vazifeyle muvazzaftır.

Birincisi: İntizam ve ittifakla Sultan-ı Ezelin saltanatını ilân…

İkincisi: Her biri birer fenn-i hakikînin mevzu ve müntehabı olduklarından, İslâmiyet fünun-u hakikiyenin zübdesi olduğunu izhar…

Üçüncüsü: Herbiri birer nev’in nümunesi olduklarından, hilkatte cârî olan kavanîn ve nevâmis-i İlâhiyeye İslâmiyeti tatbik ve mutabık olduğunu ispat-tâ o nevâmis-i fıtriyenin imdadıyla İslâmiyet neşvünema bulsun. Evet, bu hâsiyetle, din-i mübin-i İslâm, sair hevâ ve heves içinde muallâk ve medetsiz, bazan ışık ve bazan zulmet veren ve çabuk tagayyüre yüz tutan dinlerden mümtaz ve serfirazdır.

Dördüncüsü: Her biri birer hakikatın nümunesi olduklarından, efkârı hakaik cihetine tevcih ve teşvik ve tenbih etmektir. Ezcümle: Kur’ân’da kasemle temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz ederler.

Evet, kasemat-ı Kur’âniye, nevm-i gaflette dalanlara kar’u’l-asâdır.”

Risale-i Nur’da İmânî Hakikatlerin İspatı

1. Allah’ın varlığının ve birliğinin ispatı: Risale-i Nur’un birçok bölümünde imanın bu rüknü geniş bir şekilde bir her yönüyle ispatlanmış ve Kâinat’ın yaratıcısının ancak Kur’an’da zikredilen Esma-i Hüsna’ya sahip olan Allah olabileceği sonucuna varılmıştır. Örnek olarak Tabiat Risalesi’ne bakarak Allah’ın varlığının ve Bir’liğinin nasıl ispatlandığını Bilimsel Metod’a göre değerlendirelim.

Tabiat Risalesi, “Peygamberleri onlara dedi ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah hakkında şüphe olur mu?” ayetinin tefsiridir.

Mukaddime

“Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz.

Birincisi: Evcedethu’l-esbab, yani, “Esbab bu şeyi icad ediyor.”

İkincisi: Teşekkele binefsihî, yani, “Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.”

Üçüncüsü: İktezathu’t-tabiat; yani, “Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor.”

Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem, her mevcut san’atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor. Herhalde, ey mülhid, bu mevcudu, meselâ bu hayvanı, ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor, yani esbabın içtimaında o mevcut vücut buluyor; veyahut o kendi kendine teşekkül ediyor; veyahut, tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor; veyahut (Dördüncüsü) bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle icad edilir. Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur. Evvelki üç yol muhal, battal, mümteni, gayr-ı kabil oldukları katî ispat edilse, bizzarure ve bilbedâhe, dördüncü yol olan tarik-i vahdâniyet şeksiz, şüphesiz sabit olur.”

Burada, bilimsel metodun birinci ve ikinci basamağının yani objektif gözlemin yapıldığını ve problemin doğru olarak tespit edildiğini görüyoruz. Yapılan objektif gözlem sonucunda tespit edilen olay “Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem, her mevcut san’atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor.” şeklinde ifade edilmiş. Bu olayın gerçekleşmesi için aklen ve mantıken mümkün olan dört ihtimal dört hipotezle ifade edilmiştir.

Birinci Hipotez: Esbab bu şeyi icat ediyor.

İkinci Hipotez: Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.

Üçüncü Hipotez: Tabiîdir, tabiat iktiza edip icat ediyor.

Dördüncü Hipotez: Bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle icat edilir.

Şimdi bu hipotezleri sırayla değerlendirelim ve ilk üç hipotezin yanlış fakat dördüncü hipotez olan “her şeyin ancak bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle icad edildiğinin” ispatının nasıl yapıldığına bakalım.

Birinci Hipotez:

Esbab-ı âlemin içtimaıyla teşkil-i eşya ve vücud-u mahlûkattır. Pek çok muhâlâtından yalnız bir tanesini zikrediyoruz.

Birinci Muhal

“Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zîhayat bir macun istenildi. Hem hayattar, harika bir tiryak, onlardan yapılmak icap etti. Geldik, o eczahanede, o zîhayat macunun ve hayattar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan herbirisini tetkik ettik. Görüyoruz ki, o kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsusla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından, ve hâkezâ, muhtelif miktarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o macun zîhayat olamaz, hâsiyetini gösteremez. Hem o hayattar tiryakı da tetkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsusla bir madde alınmış ki, zerre miktarı noksan veya ziyade olsa, tiryak hassasını kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrı bir mizanla alınmış gibi, ayrı ayrı miktarda eczaları alınmış.

Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, herbirisinden alınan miktar kadar, yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtıl bir şey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, “Bu fikri kabul etmem” diye kaçacaktır. İşte bu misal gibi, herbir zîhayat, elbette zîhayat bir macundur. Ve herbir nebat, hayattar bir tiryak gibidir ki, çok müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçüyle alınan maddelerden terkip edilmiştir. Eğer esbaba, anâsıra isnad edilse ve “Esbab icad etti” denilse, aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve bâtıldır. Elhasıl, şu eczahane-i kübrâ-yı âlemde, Hakîm-i Ezelînin mizan-ı kazâ ve kaderiyle alınan mevâdd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve her şeye şâmil bir irade ile vücut bulabilir. “Kör, sağır, hudutsuz, sel gibi akan küllî anasır ve tabâyi ve esbabın işidir” diyen bedbaht, “O tiryak-ı acip, kendi kendine, şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur” diyen divane bir hezeyancı, sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet, o küfür ahmakane, sarhoşâne, divanece bir hezeyandır.”

Burada, eczanedeki bir tiryakın veya hayattar bir macunun (bir ilaç) sebepler tarafından yani, o ilacın içerdiği bileşenlerin tesadüfî bir rüzgâr tarafından her birinden lazım olan miktarların toplanıp bir şişe içerisinde o ilaca dönüşemeyeceği, herkesin inkar edemeyeceği bir gerçektir. Madem bu gerçeği herkes kabul ediyor, o halde büyük bir eczane hükmünde olan dünyadaki her biri o ilaçtan çok daha karmaşık ve mükemmel bir terkip olan canlının kendisini oluşturan elementlerin her birinden lazım olan miktarlarının tesadüfen bir araya gelip oluştuğunu kabul etmek için ancak divane olmak gerektiği apaçık ortadadır.

İkinci Hipotez:

‘Teşekkele binefsihî’dir. Yani, “Kendi kendine teşekkül ediyor.” İşte bu cümlenin dahi çok muhâlâtı var; çok cihetle bâtıldır, muhaldir. numune için, muhâlâtından bir tanesini beyan ederiz.

Birinci Muhal

“Ey muannid münkir! Senin enâniyetin seni o kadar ahmaklaştırmış ki, yüz muhali birden kabul etmeyi bir derece hükmediyorsun. Çünkü sen mevcutsun. Ve basit bir madde ve câmid ve tagayyürsüz değilsin. Belki, daima teceddüdde olarak, gayet muntazam bir makine ve harika ve daima tahavvülde bir saray gibisin. Senin vücudunda her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücudun kâinatla, hususan rızık münasebetiyle, hususan beka-yı nevi itibarıyla alâkadar ve alışverişi vardır. Senin vücudunda çalışan zerreler, o münasebâtı bozmamak ve o alâkadarlığı kırmamak için dikkat ediyorlar, öylece ihtiyatla ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kâinata bakıyorlar, senin münasebâtını kâinatta görüp öyle vaziyet alıyorlar. Sen zâhirî ve bâtınî duygularınla, o zerrelerin o harika vaziyetine göre istifade edersin. Eğer sen vücudundaki zerreleri, Kadîr-i Ezelînin kanunuyla hareket eden küçücük memurları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları (herbir zerre bir kalem ucu) veya kalem-i kudretin noktaları (herbir zerre bir nokta) olduğunu kabul etmezsen, o vakit senin gözünde çalışan her bir zerreye öyle bir göz lâzım ki, senin mecmu-u cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebettar olduğun bütün kâinatı dahi görecek bir gözü ve bütün senin mazi ve müstakbel ve nesil ve aslın ve anâsırının membalarını ve rızkının madenlerini bilecek, tanıyacak, yüz dâhi kadar bir akıl vermek lâzım geliyor. Senin gibi bu meselelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bin Eflâtun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece divanece bir hurafeciliktir.”

Bu bölümde, mevcudatın “kendi kendine teşekkül etmesi” hipotezinin mevcudatın teşekkülü ile ilgili objektif gözlemlerle bağdaşmadığı ve yanlış olduğu ispatlanmıştır. Örnek olarak verilen bir insanın teşekkülüne bakıldığında, insan vücudunu oluşturan maddelerin kâinatın her tarafından insan vücuduna doğru bir yolculuk yaparak bu vücuda dahil olduğu görülmektedir. İnsan vücuduna giren her bir madde, yolunu hiç şaşırmadan görev mahalline giderek yerleşirken, o insanın aslına ve nesli ile münasebetini hissettiren bir vaziyet alması için ancak her bir zerrede o insan vücudunun her tarafını görecek, bütün aslını ve neslini bilecek bir ilme, kudrete ve iradeye sahip olması gerektiği apaçık ortadadır. Günümüze kadar zerrelerde ilim, kudret ve iradeye sahip olduğuna dair herhangi bir bilimsel tespit bulunmamaktadır. Bu hipotez kesinlikle yanlıştır ve yapılan objektif gözlemleri açıklayamamaktadır. Öyleyse, sürekli tahrip ve tamire maruz kalan insan vücudunun teşekkülü ancak, o vücuda giren ve işleyen zerrelerin, o vücudun her tarafını ve o insanın aslını ve neslini gören ve bilen ve o vücudun ihtiyaç duyduğu bütün zerrelere ve bu zerrelerin kaynaklarını bilen, o zerreleri bulundukları yerden alıp vazifeli olduğu vücuda hareket ettirmeye gücü yeten ve bunu irade edebilen Allah tarafından teşekkül ettirildiği kesin olarak ispat edilmiş olmaktadır.

Üçüncü Hipotez:

İktezathu’t-tabiat, yani, “Tabiat iktiza ediyor, tabiat yapıyor.” İşte bu hükmün çok muhâlâtı var. Numune için bir tanesini zikrediyoruz.

Birinci Muhal

“Eğer mevcudatta, hususan zîhayatta görünen, basîrâne, hakîmâne olan san’at ve icad Şems-i Ezelînin kalem-i kader ve kudretine verilmezse, belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse, lâzım gelir ki, tabiat, icad için her şeyde hadsiz mânevî makine ve matbaaları bulundursun; veyahut her şeyde kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet derc etsin. Çünkü, nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misalî ve aksî güneşçikler semâdaki tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki, bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabiî, fıtrî ve güneşin hâsiyetlerine mâlik, zâhiren küçük, mânen çok derin bir güneşin haricî vücudunu kabul ederek, zerrât-ı zücâciye adedince tabiî güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen bu misal gibi, mevcudat ve zîhayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelînin cilve-i esmâsına verilmezse, her bir mevcutta, hususan her bir zîhayatta, hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, adeta bir ilâhı, içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise, kâinattaki muhâlâtın en bâtılı, en hurafesidir. Hâlık-ı Kâinatın san’atını mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.”

Bu bölümde, yapılan objektif gözleme göre mevcudatta, hususan zîhayatta görünen, basîrâne, hakîmâne olan san’at ve icad bulunmaktadır. Eğer bu hipotez doğru ise, yani bu sanat ve icad Şems-i Ezelînin kalem-i kader ve kudretine verilmezse, belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse, lâzım gelir ki, tabiat, icad için her şeyde hadsiz mânevî makine ve matbaaları bulundurması gerekmektedir. Bu husus bilimde de sıklıkla kullanılan “modelleme” yani “örnekleme” yöntemiyle açıklanmıştır. Verilen örneğe göre gökteki güneşin yeryüzündeki şeffaf olan her şeyde görünen aksi, eğer gökteki güneşe verilmezse yeryüzünde parlayan her şeydeki misâlî bir güneşin maddesiyle bulunması gerekmektedir. Çünkü hiçbir cam parçası, yağmur damlası, yeryüzü suları olan nehirler, göller ve denizler gibi cisimler ışık kaynağı değildir. Kendileri ışık veremedikleri ve ancak bir ışık kaynağından gelen ışığı yansıtabildikleri hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçektir. Aynen bunun gibi, kâinattaki her bir mevcutta görünen sanat ve icat da bir şey yapabilmek için mutlak zorunluluk olan ilim, irade ve kudrete sahip değildir. Öyleyse, kâinattaki her bir sanat ve icat ancak, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve bunu irade edebilen bir sanatkâr yani Allah tarafından yapılıyor olması kesinlikle inkâr edilemeyecek bir şekilde ispatlanmış olmaktadır.

Tabiat Risalesi’nde buraya kadar ilk üç hipotezin yanlışlığı en temel bilim dalı olan matematikte çok kullanılan bir ispat yöntemi olan “Olmayana Ergi Metodu” kullanılarak ispatlanmıştır. Bu yöntemde doğruluğunu göstermeyi planladığınız ifadenin yanlış olduğunu kabul ederek işe başlıyorsunuz. Yanlışlığı ispatlama yolunda bir çelişkiye varıyorsunuz. Sonuç olarak başta yanlış olduğunu kabul ettiğiniz ifadenin aslında doğru bir ifade olduğunu ispatlamış oluyorsunuz .Veya bunun tam aksine olarak yanlışlığını ispatlamayı planladığınız bir ifadenin doğru olduğunu kabul ederek işe başlıyorsunuz. Doğruluğunu ispatlama yolunda bir çelişkiye varıyorsunuz. Sonuç olarak başta doğru olduğunu kabul ettiğiniz ifadenin aslında yanlış bir ifade olduğunu ispatlamış oluyorsunuz. Bu yöntemle ispatlanan çok ünlü teoremler vardır. Tabiat Risalesi’nde de bu yöntemle ilk üç hipotezin yanlışlığı ispatlandığına göre dördüncü hipotez olan “bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle icat edildiği” kesin olarak ispatlanmıştır.

Risale-i Nur’daki Allah’ın varlığının ve birliğinin ispatı sadece Tabiat Risalesi değildir. Bir çok risalede bu konu farklı yönleriyle ispatlanmıştır. Mesela, Meyve Risalesi’nin Altıncı Meyvesi’nde Said Nursi kendisine “Muallimlerimiz bize Allahtan bahsetmiyorlar, bize Halıkımızı tanıttır” diyen lise talebelerine “Okumakta olduğunuz her bir fen kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Halıkınızdan bahsediyorlar, muallimleri değil onları dinleyin.” diyerek her bir fennin Halıkın varlığını nasıl ispatladığını örnekler vererek ispatlamaktadır.

Yine, Şualar adlı eserin Yedinci Şua adlı bölümünde “Kâinat’tan Halıkını soran bir seyyahın müşâhedâtına (gözlemlerine) dayanılarak” Allah’ın varlığı, Bir’liği ve Esma-i Hüsna’sı ispat edilmiştir.

Risale-i Nur’un yüz otuz parçasının hemen her tarafında, imanın diğer şartları da benzer şekilde Bilimsel Metot kullanılarak ispat edilmiştir. Öldükten sonra dirilmek anlamındaki Haşir başta olmak üzere Ahirete İman onuncu ve yirmi dokuzuncu sözde; Peygambere İman on dokuzuncu söz ve on dokuzuncu mektup ile İşaratü’l-İ’caz’da; Kadere iman Yirmi Altıncı sözde; Meleklere iman başlıca Yirmi Dokuzuncu sözde; Kitaplara iman, Kur’an-ı Kerim örneğinin ispatıyla yirmi beşinci sözde ispat edilmiştir.

Bunun dışında Risale-i Nur’un çeşitli risalelerinde İslam aleyhinde bin seneden beri birikmiş olan şüphe ve eleştirilerin yanlışlığı, aksine şüphe edilen ve eleştirilen İslami hakikatlerin evrensel gerçekler olduğu bilimsel metot kullanılarak ispatlanmıştır. Mesela, hadis olmadığı iddia edilen çeşitli hadislerin gerçek hadis oldukları Yirmi Dördüncü Söz’de, Beşinci Şua’da ve On Dördüncü Lem’a’da; Miraç Mucizesi ve Şakk-ı Kamer mucizesi Otuz Birinci Söz’de; Kur’an’ın bir emri olan “tesettürün fıtri olduğu” Yirmi Dördüncü Lem’a’da ispatlanmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Risale-i Nurları telif edip neşrederek yetiştirdiği talebelerinin bir yandan imanlarını Taklidî İman’dan Tahkikî İman’a dönüştürerek onlara sağlam bir iman kazandırmış diğer taraftan da neşrettiği mektuplar ve lahikalarla da imanlarını hayat geçirmelerini teşvik ederek onların “inandıkları gibi yaşamalarını” sağlamaya muvaffak olmuştur. Bugüne kadar ülkemizde ve diğer ülkelerde Risale-i Nur’u okuyarak milyonlarca kişi gerçek İslâm’ı öğrenmiş ve hayatını buna göre düzenlemiştir. Bu sonuç büyük bir başarıdır. Bunun temelinde de yukarıda açıkladığımız gibi Bilimsel Metot kullanılarak İslâm’ın imânî, amelî, içtimaî ve siyasî hakikatlerinin ispatı vardır.

Sonuç olarak, başta Türkiye olmak üzere dünyada milyonlarca insanın hayatını değiştiren Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur ile uyguladığı ve büyük bir başarıya ulaştığı eğitim metodu olan ve bütün modern dünyanın kabul ettiği Bilimsel Metot başta Türkiye olmak üzere eğitim sisteminde büyük sorunlar yaşayan ülkelerin hükümetleri tarafından büyük bir titizlikle incelenmeli ve bütün eğitim kurumlarında uygulanmalıdır. Ancak bu yol ile eğitim sorunları aşılabilir ve akl-ı selim sahibi herkes tarafından istenilen “Yüksek ahlakî değerlerle donanmış, modern bilimleri tahsil etmiş, kendisiyle ve herkesle ve tüm kâinatla barışık ve insanlığın yararına çalışan bireylerden oluşan toplumlar” inşa edilebilir.

Öz

İnsanlık tarihi boyunca geliştirilen düşünce metotları çok farklı inançları ortaya çıkarmıştır. Bu düşünce metotları içerisinde “Bilimsel Metot” tarih boyunca en doğru metot olarak uygulanarak, bugün hayatımızı kolaylaştıran hayati öneme sahip tıbbi, teknolojik ve endüstriyel ilerlemeler meydana gelmiş, bu ilerlemeler karşısında Osmanlı Devleti gerilemiştir. Dinin İslam toplumlarını geri bıraktığı düşüncesinin yaygınlık kazandığı bir ortamda telif edilen Risale-i Nurlar Bilimsel Metod’u kullanarak iman hakikatlerini ispat etmiş ve bu konudaki pozitivist yaklaşımları çürütmüştür. Bu tebliğde, Bilimsel Metod ve Risale-i Nur’da kullanılan ispat metodu, bir örnek üzerinde, daha yakından incelenerek karşılaştırılacaktır.

Yakup ASLAN

Torunla Anlaşılanlar..

Evlâdın yetiştirilmesine doğrudan taraf ve muhatap olan ebeveyn duygusallıkla bağlandığı için terbiye sürecinin geneline vakıf olamıyor. Dolayısıyla davranışlarını muhakeme ve kontrolde zorlanıyor. Kapalı olan bu ifadenin önemli kısmının anlaşılması dedelik zamanında mümkün olmaktadır.

Günlük hayatın getirdiği meşakkat ve sıkıntılarla evde anne, iş yerinde baba, akşama yorgun ama evlâdını sevmeye arzuludur. Kendine gösterilen ilgiye heyecanlanan yavru başlangıçta mutludur ve gereken alâkaya muhatap olmaktadır. Ne varki anne ve babayı yorgunluk tazyik ederek evlâda olan tahammülü zorlaştırmaktadır. Diğer yandan iş ve ödeme sıkıntıları ile zaten babının kafası ziyadesiyle meşguldür. Sıralanabilecek özel ve genel mazeret gibi görünen sebeplerden dolayı evlâda olan ilginin heyecanı yavaş yavaş sönmeye başlar. Düşen alâkanın yükselmesini isteyen evlâdın hırçınlığı başlayınca özellikle fıtraten anneye göre daha az şefkatli olan babada sinirlenme alametleri başlar. O an için önemli gibi görünen basit bir şey yüzünden tansiyon yükselir. Nihayet evlâdın gönül hanesine tamiri mümkün olmayan hatalar hatıra olarak işlenir. Sonrasında ne kadar da gönül alınsa bile ileriki yıllarda bu hataların acı hatıralar olarak bahsedilmesi yürekleri dağlayacaktır. Bunlar bizim gibilerin yaşadıkları eski tecrübeleridir.

Ovada bulunan, ovanın genişliğini farkedemez. Hadiseleri yaşayan bütününü göremez. Bunun için farklı bir makam gerekir. Küçük bir tepenin yüksekliği ovayı keşfe, duygulara hakimiyet ise hatalı davranışları görmeye makam olur. Duygulara hakimiyet zor bir iş olmakla beraber neticesi çok hayırlı ve hadis ile yüceltilen bir mücahededir.

Dedeye torun, bu makamın ihsanında vesiledir. Dede, torunun terbiyesinde ebeveyn gibi doğrudan muhatap değildir. Ebeveyn kadar iş hayatı yoğun da değildir. Yine onlar kadar duyguları heyecanlı değil aksine durulmuştur. Olaylara sükunetle yaklaşırlarken yaşayarak tecrübe edindikleri acı tatlı hatıraları şimdi torunları vesilesi ile bir kere daha yaşamaktadır. Dolayısıyla yapılan hataları artık daha açık görebilmektedir. Bu da dedelerin yaşadığı yeni tecrübedir.

İşte bu nokta, dede için ayrı bir tecrübe tepesi olacaktır. Yaşanan yeni hadiselerden sonuçlanacak acı veya tatlı hatıra öncesi, ebeveyn nasıl uyarılmalı? Her işe müdahale eden veya ilgisiz olmadan damara dokundurmadan nasıl anlatılmalı?

Konu ile alâkalı hatıralar, çok sık bahsedilip bıktırılmamalı. Başkalarının davranışları ile kıyaslayarak verilen nasihatlerin faydasızlığı unutulmamalı. Yardımcı kitaplardan bahisler, bilim adamlarının tavsiyelerinin ayarına dikkat edilmeli. Sabır isbetli kullanılmalı. Ne zaman sabredilecek, ne zaman konuşulacak, ne zaman müdahale edilecek? Kaldı ki ebeveyn müstakil bir ailedir, müdahaleye ne kadar hakkınız var? Diğer taraftan ise ortadaki yavru da torununuz!

Zannetmeyin ki bunlar sadece benim derdim! Bu vakitten sonra evlat sahibi olanlara veya olacaklara bu notları düşmezsem kendimi sorumlu hissedeceğim. Yeni ebeveyn iken yaptığım hataların böylece Allah’ın nezdinde ola ki affıma, evlatlarımın da helalliğine vesile olur.

İşte bu duygu ve düşünceler ancak torun ile hasıl oluyor. Zamanı gelmeden ne anlaşılan ve ne de yaşanabileceklerden.

Mehmet Çetin

30 09 2014 Batıkent Ankara

Ömer Hayyam’a Bekir Özcan’dan Nazire-6

Hayyam’ın inanç felsefesine eleştiri
Güzelleştiren hünerdir edebiyatı, şiiri
Yazılan şiiri görür de bilmez ise şairi
O dünyadaki tüm sadık ahmakların piri

Bekir Özcan
…………………………..

Ceyhun nehri kanlı göz yaşımızdır bizim;
Dünya dediğin bir bakışımızdır bizim;
Cehennem, boşuna dert çektiğimiz günler,
Cennetse gün ettiğimiz günlerdir bizim. (*)

Ömer Hayyam
……………………………..

Okyanus da denizde kimdir suyu tutan
İki gözden tek görüntüyü herkese takan
Cehennem, tüm ehli imanın büyük derdi
Bilemez ki bunu Cennet fırsatını kaçıran

Bekir Özcan
………………………………

Gül verme istersen, diken yeter bize.
Işık da vermezsen, ateş yeter bize.
Hırka, tekke, post most olasa da olur,
Kilise çanları bile yeter bize.

Ömer Hayyam
……………………………..

Zahmetsiz rahmet, hiç olur mu dünya da?
Işığın ve ateşin, gönlünde olmalı insanda
Hırka, tekke, post most bizim, al sana çan
Çan dediğin, bazen olur hayvan boğazında

Bekir Özcan
………………………………

Bu dünyadan başka bir dünya yok, arama;
Senden benden başka düşünen yok, arama!
Vaz geç ötelerden, yorma kendini:
O var sandığın şey yok mu, o yok arama!

Ömer Hayyam
……………………………..

Yok; ‘yok’ olunca ‘var’ olur, var ki; yok dersin
Kalbinde ki, ebediyet duygusuna ne söylersin?
Fani bu dünya da, ebediyen yaşam zaten yok
Ebet hissini acaba nasıl nerede tatmin edersin?

Bekir Özcan

………………………………

Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de ordaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.

Ömer Hayyam
……………………………..

Güzelin, en güzeline meftun zalim nefis
Dünyadaki en iyi, Cennete göre, pis
Sen bu fani çöplükte biraz daha oyalan
Kevser’den su, hurilerden eş; bize en nefis

 

Bekir Özcan

Saadet Devri

Yıllar sonraydı, Mekke fethedilmiş, İslam tüm ihtişamıyla Arabistan yarımadasına hakim olmuştu.

 

Mekke halkı guruplar halinde Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in huzuruna gelip müslüman olmuştu.

 

 Hz. Ebu Bekir’in yüreğinde bayram sevinci vardı.

 

Ama bir köşesi yine sızlıyordu.

 

Herkes ister istemez.

 

İslam’ın saadetli sinesine koşarken yaşı doksana ulaşmış babası hala evinde bu saadetten mahrum oturuyordu.

 

Yüreğindeki bu acıyı da yok etmeliydi.

 

Yaşlı baba Ebu Kuhafe’nin gözleride görmez olmuştu artık.

 

Eve vardı ve babasının elinden tutup Peygamber Efendimizin huzuruna getirdi.

 

Efendimiz (s.a.v) üzüldü:

 

 “Ebu Bekir” dedi.

 

 “Neden ihtiyarı yorup getirdin.

 

Onu evinde ziyaret etseydik olmazmıydı?”

 

Bu sözleri hem nezaket ve alçak gönüllüğünün hemde “bir göz hatırı için, çok göz sevilir” gerçeğinin bir ifadesiydi.

 

Hz. Ebu Bekir’i seviyordu, dolayısıyla babasınında hatırını ondan dolayı sayıyordu.

 

Ama O’ndan dersini alan Hz. Ebu Bekir da babasının yanına gelmesini uygun bulmuştu.

 

 “Ey Allah’ın Resülü! Senin, onun yanına gitmenden, onun senin yanına gelmesi daha uygundur.”

 

Efendimiz (s.a.v) mübarek ellerini Ebü Kuhafe’nin göğsüne koydu ve:

 

 “Müslüman ol, ey Ebü Kühafe” dedi.

 

Mübarek elinin dokunduğu yerde neler bitmezdiki!

 

O ana kadar bir türlü hakka ısınmayan Ebu Kühafe’nin gönlüne iman nimeti birden bitiverdi ve onu İslam’ın saadetiyle buluşturdu.

 

 Fakat sevinmesi gereken Hz. Ebu Bekir bir köşeye çekilmiş hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.

 

Şaşırmıştı herkes Efendimiz (s.a.v) ise merak edip sordu:

 

 “Neden ağlıyorsun ey Ebu Bekir?”

 

Gözyaşlarını sildi.

 

 “Ey Allah’ın Resülü, babamın müslüman olmasını çok istiyordum.

 

 Nasip bu günmüş.

 

Ancak ben, bugün babamın yerinde amcanız Ebu Talib’in olmasını ne kadar çok isterdim.

 

Zira sende onun iman etmesini çok istiyordun.

 

Bunu hatırladım da gözyaşlarımı tutamadım.”

 

Sevmek buydu, aşk ve sevda buydu.

 

 Hz. Ebu Bekir’i yüce kılan buydu.

Sadakatte Zirve Hz. Ebu Bekir (r.a)

Biz şu zamanda bu sevgiden böylesine sevebilmekten meğer ne kadar uzakmışız bir  damla göz yaşımızı bile bu kutlu sevda yolunda  dökemiyoruz…

Sevmek  Hz. EBU BEKİR (r.a) gibi HZ. ÖMER-ÜL-FÂRÛK gibi biri SAĞ yanında diğeri SOL yanında ya biz ya biz ?

RABBİM! PEYGAMMERİMİZİN (KARDEŞLERİM) DEDİĞİ ZÜMREYE BİZLERİDE DAHİL ETSİN HAKKI İLE  İNŞAALLAH…

BİNLER SELAM VE DUALAR İLE…

Hatice Başkan

www.NurNet.org

Hakikatten Nefret Ettirir

Ziyade etmek, nizamı bozduğu ve vehme kapı açtığı için daha zararlıdır. Noksana, cehil bir derece özür olur. Fakat ziyade etmek, ilim ile olur. Âlim olan mazur değildir. Kezalik dinden bir şeyi fasl veya olmayanı vasletmek, ikisi de caiz değildir.

Belki hikâyatın bakırları ve İsrailiyatın müzahrefatı ve teşbihatın mümevvehatı elmas-ı akidede, cevher-i şeriatta, dürer-i ahkâmda idhal etmek; kıymetini daha ziyade tenzil ve müteharri-i hakikat olan müşterisini daha ziyade tenfir ve pişman eder.[1]

Bir şeyin ölçüsüz olarak artması çoğalması insanların aklına şüpheler getirir. Zaten vehim aklidir, vesvese kalbidir. Bir şeyin ölçüsüz ve başına buyruk büyümesi ve artması bir nevi kanserdir. Zaten kanserin tarifi de budur. Kanserin Arabi ismi seretandır.

Bir insan bir şeyi bilip onu tamamlaması, üzerine bina çıkması ise ilimle olur. Bir tuğlanın üzerine neyin nasıl hangi aşamalarla koyulması gibi meselelerde o işin ehli mütehassısı olmak gerekir.

Bir işi yapan ehlinin yaptığı hata ile o işten anlamayanın yaptığı hata bir değildir. Birisi bilmez yapar, birisi bilir öyle yapar.

Bilmeden yapana denir: Bilmiyorsun neden yaptın?
Bilene denir: biliyorsun neden yaptın?

Birincisi belki bilmediği halde hamiyet namına meydana çıkmış ve bir şeyler yapmıştır. Ama bilen birisinin hata işlemesi ise bunun bir izahı yoktur. Ya gaflettir ya ihanettir. İkisinin de neticesi aynıdır.

Âlimin hatası, kaptanın hatasına benzer. Gemi batınca, onunla beraber birçok insan da batar.

Kim ilmi arayıp öğrenirse, günah işlemekten, hata yapmaktan kaçar. Günahtan ve hatadan kaçan ise, kıyamet günü cezasından kurtulur.

“Nev’-i beşerde envaen dalalete düşen fırkaların sebeb-i dalaletleri, imamlarının kusurudur.”[2] Sözü bu meselenin 6 tarafınıda aydınlatmaktadır. Şayet bir işin başı hata ederse o işten anlayan olarak o baş altında olan herkesin zincirleme hata yapması kaçınılmaz %100 ihtimaldir. Bu sebeple baş olmak çok azami bir dikkat ve hassasiyet gerektirir.

Bu sebeplerleÂlimin hatası sıradan birisinin hatası gibi değildir. Ve o Âlim için hiçbir şekilde özür sebebi olmaz. Nitekim başlar baş’a bağlı baş ise Kur’an, Sünnet, icma, Kıyas’a bağlı olmazsa hatalar daima söz konusudur, kaçınılmazdır.

Dini bir mesele ise daha da dikkat gerekir. Çünkü yarım doktor candan yarım imam dinden eder diye darb-ı mesel olmuştur.
Kendisini müdafaa etmek için olmayan şeyi söylemek, olanı da söylememek ise ahlaki bir davranış değildir. Hele hele dini bir mesele olursa.

§ “Hülâsa: Yolikidir:

Ya sükût etmektir. Çünki söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır.

Veya sıdktır. Çünki İslâmiyetin esası, sıdktır. İmanın hâssası, sıdktır.

· Bütün kemalâta îsal edici, sıdktır.

· Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır.

· Terakkiyatın mihveri sıdktır.

· Âlem-i İslâm’ın nizamı, sıdktır.

· Nev’-i beşeri kâ’be-i kemalâta îsal eden, sıdktır.

· Ashab-ı Kiram’ı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır.

· Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.”[3]

Dini meselede kendisinin ve etbaının hüsn-ü zannını ve makamını muhafaza etmek için çeşitli yalanlar uydurmak ise Allahın kudretine iftiradır, yalandır. Mesela haram olan bir şeye çeşitli rüyalar uyduruğ fetva vermek gibi..

Bir şeyin aslı ve esası net olduktan sonra israiliyatvari uydurma şeyleri içine katıp hak ile batıl karması bir şey yapılacak olursa bu ehl-i hakikat için nefret, kin, öfke, garez sebebi olacaktır.

Güneş gökte varken güneşi tarif etmek için teviller yapıp neticesinde güneşi küsufa tutturup gece zannettirmek ise cerbezedir.

Kimin kime tabi olduğu peşinden gittiği ise çok ehemmiyetlidir. Bediüzzaman Hazretleri eşsiz şu sözü herkesin kulağına küpe olmalı. “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor.

Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum.

Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz.

Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.”[4]

Gerçekten herkes kendi anlayışına göre bir yol açıyor.“Cadde-i Kübra-yı Kur’aniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var.”[5]

İmanı muhafaza etmek Ehl-i Sünnet olan istikamet fırkasına elzemdir. zaten burada üstadımızın “cadde-i kübra” tabiri ehl-i sünnet vel cemaattir.

Yoksa sadece ehl-i sünnet içindebir meslek/meşrebi anlamak dalalettir. Ehl-i sünnet olan tüm meslekler birdir. Gayede müttehittir. Zaten meşrebini mesleğinden üstün tutan yerde durmamak elzemdir.

Kiminle beraber hareket edersek elbette sirayet olacaktır ve kaçınılmazdır. Hizmet ediyorum diye kendince içtihatlarda bulunup, kafasına/işkembesine göre hareket edenlerden uzak durmak gerekir.

Nurculuk bir meslektir, bu mesleğin esası ve sistemi bellidir. Merkezde kitap vardır şahıs yoktur yani şahsa bağlanmak yoktur. Üstadımızın ismen belirttiği kimselerle beraber olmak ve kabul etmek sadakattir. Nurculuk sistemi ise lahikalardır.

50Lahikasız hareket eden sadece namaz kılması gerektiğini bilip neyi nasıl nerede yapacağını bilmeyen kimseye benzer. Taklid eder herkesi. “sadîkolsan, sadîk-ı ahmakolursun. Adüvv-üd dinden daha muzırsın.”[6] Malumdur ki tam güven ve itimadı kazanmamış olan bir dost çok defa hizmet yapıyorum diye zarar verir. Bir nevi insanın düşman veya rakibine şuursuzca yardım etmiş olur. Hele bunu din namına yapıp söylese din namına dinsizlere yardım hesabına geçer.

“Lâkin bu hal büyük bir derstir. Beni ikaz etti ki: Cahil dost, düşmankadarzararverebilir. Öyle ise şimdiye kadaryalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki elmas kılınçla onların tefritlerini kırardım..”[7]

Bizler harici ıslah ve tebliğ yerine daire içerisinde bir kardeşimizin muhkemleşmesini sağlamakla gayemize daha çabuk ulaşırız. Kainatta her şey tekemmüle gider tekemmül giden yolda engeller de çetin olur. “Demek imannekadarmükemmel olursa, o derece hürriyetparlar. İşte Asr-ı Saadet…”[8]

“Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çokmuzırmanileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çokuğraşır.”[9]

Demek ki düşmanlarımızın kafası 50 çalışıyorsa biz istikameti kaybetmemek için 200 defa fazla uyanık olmak zorundayız. Yoksa “Mekke Mekke” diye bağıran dolmuşa binip “ Londrada” ineriz.

Yarabbi bizleri sitikamet üzere her daim kim eyle!

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Risale-i Nur Araştırma Merkezi

Yozgatnur
[1] Muhakemat ( 53 )
[2] Mesnevi-i Nuriye ( 136 )
[3] İşarat-ül İ’caz ( 82 )
[4] Münazarat ( 14 )
[5] Lem’alar ( 163 )
[6] Muhakemat ( 34 )
[7] Muhakemat ( 51 )
[8] Tarihçe-i Hayat ( 82 )

[9] Lem’alar ( 160 )

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version