Trakya İman Hizmetleri 2014 Raporu

2010 yılından bu yana hizmet veren Ruba Vakfı İstanbul’da bulunan merkezini Çorlu’ya taşıdı. Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çorlu, Silivri, Çerkezköy, Kapaklı, Kızılpınar, Lüleburgaz, Malkara, Hayrabolu,Babaeski, Pınarhisar gibi iller ve ilçelerde hizmet verdiği gibi Yunanistan ve Bulgaristan’ın ardından Bosna Hersek gibi ülkelerde de hizmet vermeye başlamıştır.

Haftada 1 veya 2 kez Vakfımızın şubelerinde yapılan Risale-i Nur okumalarının ve sohbetlerinin dışında evlerde hatta tüm apartman komşularının katıldığı apartmanlarda Risale-i Nur okumaları ve sohbetleri yapılmaktadır.

Bunun yanı sıra bazı bölgelerimizde bulunan Şubelerimizde İl ve İlçe Müftülüklerinden İmam taleb edilerek Kuranı kerim öğretilmesi bilenlere tecvid ,siyer, kelam gibi bilgiler verdirilmesi sağlanmaktadır.

Ayrıca İl ve ilçe Milli Eğitim Müdürlüklerimizin müsadesiyle “Değerler eğitimi” adıyla okullarımızda, sınıf ve konferans salonlarında öğrencilerimize bilgilendirme toplantıları yapılmaktadır.

Unutulmaya yüz tutmuş taziye ziyaretleri, hac ziyaretleri, evlilik, sünnet gibi merasimlerde cemiyet sahibinin evine ziyaretlerle bulunmak, onlarla birlikte komşu ve misafirleriyle Risale-i Nur sohbetleri yapmak vakfımızın yapmış olduğu faaliyetlerin içerisinde yer almaktadır.

Esnaf ağabeylerimizin ticarethanelerinde gelen müşterilere , bunun yanı sıra otobüs yolcularına Risale-i Nur hediye etme faaliyetleri de hızla artmakta hediye alan müşteri ve yolcuların memnun olması faaliyet sahibi kardeşlerimizin şevklerinin artmasına sebep olmaktadır

Rumeli Vakfı Şubelerinde çevresindeki okullarda öğrencilik yapan yerli ve yabancı öğrencileri misafir etmekte onlara gıda ve barınmanın yanında manevi bir iklim ortamı sağlayıp ülke ve ailelerine faydalı birer fert olabilmeleri için gerekli itinayı göstermektedir.

Tüm bu hizmetlerimiz bayanlar tarafındanda yapılmaktadır.

Bu hizmet halkasında olmak isteyen tüm kardeşlerimizi şubelerimize davet ediyor nurlu sohbetlerde birlikte çayımızı yudumlamayı arzu ediyoruz.

Çetin Kılıç

Çerkezköy İrtibat İçin Tıklayınız

RubaVakfi.Org

Said Nursi Hırsızlığa Fetva mı Verdi?

Yazar Ümit Şimşek Risale-i Nur’un sadeleştirilmesine ruhsat arayanlara, Nuraniyyat isimli kişisel web sitesinden dikkat çekici bir örnek ile cevap verdi. Sadeleştirme yaparken bir ayeti de nasıl tekzip ettiklerini açıkladı.Ümit Şimşek’in açıklaması şöyle..Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin, bir eserini sadeleştirmek isteyen bir talebesine“O zaman eser benim olmaz; benim ismimi silip kendi ismini yazarsın”şeklinde verdiği cevap, Risale-i Nur’a karşı girişilen geniş çaplı bir tahrifat hareketine mesnet yapılmak isteniyor.
 
Bazı kardeşlerimiz de, maalesef, yürütülen propagandanın tesirine kapılarak, bu sözden, “kendi imzalarını attıktan sonra sadeleştirme işinin meşruiyet kazanacağı” vehmine kapılıyorlar.
 
Mecaz ilmin elinden cehlin eline düştüğü zaman hakikat telakki edildiği gibi, art niyetlilerin eline düştüğü zaman da işte böyle hakikat muamelesine tabi tutulup en olmayacak hükümler onun üzerine bina edilebiliyor.
 
Oysa aklı başında olan ve okuduğunu anlamakta güçlük çekmeyen herkes, bu ifadeyle Üstadın yapılan işi kesin bir dille reddettiğini ilk bakışta anlar. Üstad Hazretleri “Böyle yapma” da diyebilirdi; fakat sadeleştirme ile ortaya çıkan şeyin kendisiyle bir ilgisi kalmadığını belirtmek suretiyle, meramını çok daha veciz, kesin ve müessir bir şekilde anlatmıştır.
 
Yoksa, başkasına ait bir eseri bazı değişikliklerle kendisine mal etmek ve kendi imzasıyla neşretmek apaçık bir hırsızlıktır, yüz kızartıcı bir suçtur; buna “intihal”derler. Üstadın, “Ben bile kalem oynatamıyorum” dediği eserlerini yağmalanacak bir mal gibi hırsızların önüne attığını farz etmek hangi akla sığar?
 
Kıssadan hisse: Bir hadis-i şerifte “Utanmadıktan sonra dilediğini yap”buyurulur; hatta bu sözün, ilk insandan itibaren bütün peygamberler tarafından söylendiği hatırlatılır. Bugüne kadar hiç kimse bu hadisten “utanmamak şartıyla her işin helal telakki edileceği” hükmünü çıkarmamıştır.SADELEŞTİRMECİLER “SADELEŞTİRİRKEN” AYETİ TEKZİP ETMİŞLER!
Sadeleştirmeci arkadaşların Risale-i Nur üzerinde bir kasap maharetiyle yaptıkları operasyondan bir küçük örneği karşılaştırmalı olarak verelim.
 
Yirmi Altıncı Sözün başındaki bir cümlenin orijinali:
 
“Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin ca-yı istimali var.”
 
Bu da aynı cümlenin “sadeleştirilmiş” hali:
“Evet, manevi yönden ilerlememiş avam tabaka tarafından her şey kadere verilir.”
 
Oysa her şeyi kadere veren avam değil, Kur’an’ın bizzat kendisi! Sadeleştirmecilerimiz işte bunu hesaba katamamışlar (üstelik aşağıdaki örneklerin ikincisinde, takdim-tehir suretiyle “her şey” üzerinde ayrı bir vurgu var):
 
Her şeyi bir ölçüyle yaratıp kaderini belirleyen Odur.” (Furkan, 25:2.)
 
Muhakkak ki Biz her şeyi bir kaderle yarattık.” (Kamer,54:49.)
 
Artık burada duruyor ve söyleyecek bir söz bulamıyoruz!
Ümit Şimşek
RisaleAjans

Bediüzzaman’ın Aşkı – 1

Bediüzzaman, aşkı iki kelime ile tarif eder ve:“Aşk, muzaaf muhabbettir.” der. Muzaaf muhabbet, sevginin yoğunlaşmış, zirveleşmiş halidir. Bu tarifi yapanBediüzzaman’ın kendisinde işte böyle bir aşk, böyle bitip tükenmeyen bir sevda vardı.

-Kime karşı?

-Mahbub-u Ezeli ve, Ma’şuk-u Layezali olan Allah’a karşı.

Bediüzzaman, Ezeli Sevgilisine olan bu aşkını ve sevdasını 80 küsür senelik hayatında ve Risale-i Nur külliyatında ortaya koydu. Onun hayatını ve kaleme aldığıRisale-i Nur eserlerini inceleseniz iman, marifet, muhabbet, ruhani lezzet kısaca ilahi aşktan başka bir şey göremezsiniz. Bediüzzaman aşkı yaşadı, sonra yazdı.

Peygamberimizde gördüğümüz hürmeti, muhabbeti, aşkı, sevdayı, fasılasız Allah beraberliğini, onun bir varisi olan Bediüzzaman’da da ayan-beyan görmekteyiz.

Bediüzzaman, dünya zevki adına her şeyini, Maşuk-u Ezeli’sine feda etti. Bu uğurda, yardan, serden, servetten, şehvetten, şöhretten, makamdan, mevkiden geçti.

“ Seksen küsür senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum”> demesi, onun ilahi aşka ve sevdaya tutulmuş olmasındandı. Çünkü böyle yüksek dimağları, büyük davası olanları, bu fani dünyada ilahi aşktan başka hiçbir şey tatmin edemezdi.

Bu aşkı tadmayan ve yaşamayanlar, mecazi aşklara aşk diye sarılıyorlar. Şiddetli tokat yiyorlar ve ağlayarak ayrılıyorlar. Allah namına olmayan aşklar gayr-i meşrudur. “Gayr-i meşru muhabbetin neticesi merhametsiz azap çekmektir.” Gayr-i meşru aşklar, Necip Fazıl’in şiirinde “bomboş kuruntu”dur.

Var olan yoklukların ömrünü sürüyorum
Aşklar bomboş kuruntu, hürriyetler esaret
Yalnız, ‘Rakip’ ismiyle Allah’ı görüyorum
Bir yokluk ki, bu dünya, var olandan işaret…

Bediüzzaman’ın “Dünyanın akibeti ne olursa olsun, lezzetleri terk etmek evladır.” demesi, ve gayr-i meşru lezzetleri terk etmesi de bu Ezeli Mahbub’una olan aşkındandı.

Böyle yapmakla doğru mu yaptılar? Evet doğru yaptılar. Nebiyy-i Muhterem’in aşkını ve sevdasını, sünnetini ve ahlakını tercih etmekle doğru yaptılar. Dünyayı kesben değil, kalben terk etmekle, lezzetleri şirk için değil, şükür için istemekle doğru yaptılar. Dünyaya değil, dünyanın ve ahiretin dizginleri elinde olanın peşine düşmekle doğru yaptılar. Böyle yaptıkları için iki dünyayı da peşlerinden koşturdular. Aşk-ı hakikiye meftun olmayanlar, iki dünyayı da birden kaybettiler. Hafizanallah.

Üstad Bediüzzaman’ın aşk ve sevdası, Efendiler Efendisi’nin (sav) aşk ve sevdasına benziyordu. Bediüzzaman adeta Efendimizin bir aynası idi.

Alimler zaten böyle olmalıydılar. Onlara bakanlar, onları değil, onların şahsında Efendimizi görmeli ve Efendimizi (sav) seyretmeliydiler.

Bediüzzaman işte böyle bir alimdi. Efendimizin özellik ve güzelliklerinin meselatakvasının, haşyetinin, tazarru ve niyazlarının, Allah’a olan sevdasının, saygısının, duasının, edebinin, ibadetinin, iffeti, sabrı, affı, şükrü, şecaati ve zühdünün yansımaları, çok rahat Bediüzzaman da seyredilebiliyordu. Buna ait Misalleri “Hz. Peygamber’den Bediüzzaman’a Yansımalar” adlı kitabımıza veBediüzzaman’ın Geceleri” adlı makalemize havale ediyor sadede dönüyoruz.

Üstad Bediüzzaman’ın 80 küsür senelik hayatındaki aşk ve sevdasını isterseniz gelin onun hizmetinde bulunan öğrencilerinden öğrenelim.

Bayram Yüksel ağabey diyor ki: “Üstad, erken yatar, sabah namazına dört saat kala kalkardı. Teheccüd namazını kılar, münacat ve evradlarını sabah namazına bir saat kala bitirirdi. Okuduklarını, bir saat, başucundaki, bir metre genişliğinde dört metre boyundaki şecerede isimleri yazılı al-i beyt neslinden olan mühim zatlara bağışlardı. Talebeleri anahtar deliğinden bakarlardı, duasını bitirmeden kimse odasına giremezdi. Zira: “Benim bir dua vaktim vardır, o saatte melaike dahi olsa kabul etmem.”  derdi. Mübarek gecelerde ve ramazanın son on beş gününde uyumaz, kimseyi de uyutmazdı. Talebelerini kontrol eder, uyuyanı su döker, uyandırırdı.

Hulusi Yahyagil ağabey diyor ki: “Barla’da bir gece yanında kalmıştım. Sabaha kadar uyumadan ibadet ediyor, zikrediyor, tazarru ve niyazda bulunuyordu, pek az uyur, uyur gibi görünürdü.” İnliyor gibi zikrine Barla’nın, Isparta’nın, Eskişehir’in, Denizli’nin, Emirdağ’ın, Afyon’un geceleri, dağları, evleri, otelleri, zindanları şahitti.

İniltisini saklamıyor, belki de saklıyordu ama, o kadarının sızmasına mani olamıyordu. Zira mesuliyet duygusu taşıyan bir insan için Rabbinin azameti karşısında öyle ağlayıp inlemek çok değildi. Çok görmüyordu. Ahiretteki inilti yanında bunun çok az kaldığını iyi biliyordu.  Ve yine biliyordu ki burada inleyenler, orada inlemeyeceklerdi.

Refet Barutçu ağabey diyor ki: “Namazını vaktinde kılardı. Heybet ve huşu içinde namaza bir girişi vardı ki, tarifi mümkün değil. “İlahi Ya Rab, İlahi Ya Rab, İlahi Ya Rab!.. Allahu ekber!” diyerek sarsılır, haşyet içinde namaza girerdi. Biz arkasında korkar ve ürperirdik.” Bayram Yüksel ağabey de diyor ki: “Allahuekber!” dediği zaman, mübalağa olmasın ahşap bina sarsılırdı.”

Emin Tekinalp ağabeyi Afyon’da hapse atmışlardı. Suçu belliydi. İman hakikatlerini okumayacaktı. Hapishaneye ulaştıklarında gecenin ikisiydi. O saatte ağlar gibi bir inilti duymuş ve bekçiye sormuştu. Adam: “Burada yetmiş beşlik Bediüzzaman diye bir hoca var.  O her gece sabaha kadar böyle devam eder. Ne yapar bilmiyoruz, diyordu.

Üstad’ı evinde üç ay misafir etme ve arkasında namaz kılma şerefine nail olan Mehmet Fırıncı ağabey, Hazret’in namazda tesbihatı ve okuduklarını gayet ağır okuduğunu, duyarak, düşünerek okuduğunu söylemiştir.

Üstad, her gece teheccüd namazına kalkıyor, bazı günler uyuyamayan Molla Hamid onu görüyor, Üstad Hazretleri: “Keçeli! Madem uyuyamıyorsun, kalk sen de gel, beraber dua edelim.” diyordu. Molla Hamid, okuyacak bir şey bilmediğini ifade ediyor, o: “Ben dua ederim, sen amin, dersin.” buyuruyordu. Molla Hamid’in dua esnasında uykusu gelirse: “Ben de eskiden senin gibi idim; sonra alışırsın.”derdi, çok mütevazı idi.  Arkasında kıldığım namazlardan çok zevk alırdım. Namaza duruşu bir mehabet ve haşyet verirdi insana. Namazdan sonra tesbihat hakkında şu dersi vermişti bize:

“Namazın sonunda tesbihat, namazın tohumu, çekirdekleri hükmündedir.”Hazin bir sada ile bizden çok ağır tesbihat yapardı. Çok namaz kılan hocaları görmüşümdür. Fakat böyle hazin ve huşu içinde kılana rastlamadım. “Lailahe illallah” diye tesbihata başladığı zaman, eğer yanında bir tarikat ehli olsa cezbeye gelirdi. Sesi top güllesi gibi tok çıkıyordu.

Üstad daima ibadet ve münacatla meşgul olurken, saatlerce diz üstü otururdu. Böyle oturmaktan, ayağının parmağı yara olmuştu. Molla Resul‘e parmağını göstererek bir merhem sürmek istediğini söyledi. Bu esnada Molla Resul ateş yakmakla meşguldü. Üstad’ın o halini ve parmağının yarasını gören Molla Rasul, içinin acısını şöyle dile getirdi:

“Biz de Allah’tan korkuyoruz, ama Üstadım, senin ödün patlıyor. Bizim gibi rahat otursaydın ayağın yara olmayacaktı!”

Üstad Molla Rasul’ün bu sözüne karşılık:

“Molla Resul! Kısa ömürde, kısa dünyada, ebedi hayatı kazanmaya gelmişiz. Hem burada rahat oturayım, hem Cennet dava edeyim, olmaz böyle şey! Onun için cesaret edemiyorum rahat oturmaya” dedi. 

8,5 sene kadar kaldığı Barla’daki komşuları diyorlar ki: “Üstadı, geceleri, Dershane-i Nuriye’nin önündeki bir mübarek çınar ağacının dalları arasında bulunan kulübecikte, sabahlara kadar zikr ü tesbihle meşgul olurdu. Hele bahar ve yaz mevsimlerinde bu muhteşem ağacın binlerce dalların, şevk ve cezbe içinde uçuşan kuşların arasında Üstadın böyle sabahlara kadar çalışmasını gördükçe, ne zaman uyur, ne zaman kalkar bilemezdik.

Bediüzzaman okuduğu evradı, tefekkürle içine sindire sindire okurdu. Hatta birçok hakikatin, evrad okurken kalbine doğduğunu biliyoruz.

“ Kur’an’ın hakiki ve tam bir nevi münacaatı ve Kur’an’dan çıkan bir çeşit hülasası olan Cevşen-i Kebir.” dediği bu muhteşem duayı Türkiye’de meşhur edenBediüzzaman olmuştur. Bin özelliği bulunan bu duayı Üstad, her gün okurmuş; dünyevi çok faydalarını da görmüştür. Mesela Emirdağı’nda kendisini zehirlemişlerdi, ama öldürememişlerdi. O bunu okuduğu duaya bağlıyor ve şöyle diyordu:

“ Cevşen-ül Kebir gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat, hastalık, ızdırap çok şiddetlidir.”   Ve yine diyordu ki:

“ Düşmanlarımın maddi-manevi zehirlerine karşı, Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibend beni ölüm tehlikesinden, belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar.” 

13. Şua’da gördüğümüze göre, İmam-ı Gazali Hazretleri’nin tertip ettiği “Hizb-i Masunu” da okuyordu. Üstadın düzenlediği Hizb’ül Hakaik-i Nuriye adlı evrad (dua) kitabında yer alan Abdulkadır Geylani hazretlerinin münacaatı ve Şah-ı Nakş-ibendin evradı, evliyanın büyüklerinin salavatlarını içine alan “Delail’in-Nur,  İmam Gazali’den aldığı “Sekine”, Tabii’nin büyüklerinden Üveys-el Karaninin duası, Lem’alar kitabının başına koyduğu ve akşam namazından sonra 33 kere okunmasının çok faziletli olduğunu söylediği altı ayet-i celile, Üstad’ın okuduğu muhteşem dualar arasındadır. 

-Bu kadar evrad ve ezkarı okumaya kimin gücü yetebilir ki?

-El-cevap: Ancak Bediüzzaman gibi Allah aşk ve sevdasına tutulmuş kimselerin gücü yeter.

Bediüzzaman’ı, Bediüzzaman yapan özelliklerden biri de her halde bu olsa gerek.
Onun bu dua ve münacatları, onu dünya çapında tanınan, sevilen bir insan haline getirmiş ve Risale-i Nur gibi bir irfan hazinesinin doğmasına vesile olmuştur.

Allah, bu aşk ve sevdayı, bu duaları okumayı ve vird edinmeyi, Bediüzzaman gibi üstadlarla beraber Nebiyy-i Muhterem’in(sav)sancağı altında Mahbub-u Ezelimize kavuşmayı hepimize nasip eylesin.

 Vehbi Karakaş

RisaleAjans

KAYNAKLAR

1-Said Nursi, Tarihçe-i Hayat

2-Said Nursi, Emirdağ Lahikası, I

2-Vehbi Karakaş, Hz. Peygamber’den Bediüzzaman’a Yansımalar, Hayat Yayınları

3-Mehmet Akarca, Secdede Bir Ömür
4-Necmeddin Şahiner, Son Şahitler.

Peygamberimiz’in Babası Hz. Abdullah’ın Vefatı

Hazreti Abdullah ticaretle uğraşır
Bir gün Suriye’ye giden kafileye katılır

Evlilikleri üzerinden bir ay geçer
Alış veriş için Şam yoluna düşer

Satacaklarını satıp, alacaklarını aldılar
Dönüş için Mekke yoluna koyuldular

Hazreti Abdullah için bu ebediyet yolculuğu
Ama bilemez ki, Âmine sine kavuşmaktır umudu

Uzun ve çileli bir dönüş yolculuğu başlar
Hz. Abdullah’ın sıkıntıları gittikçe artar

Çöl, gece çok soğuk, gündüz ise dehşetli sıcak
Güçlükle yola devam eder, Medine’ye kadar ancak

Hastalığı pek şiddetli Mekke yolunu göze alamaz
Kafileye der “siz gidin ben Medine’de kalayım biraz”

Kalır dayıları Neccar oğullarının evinde
Hastalığı çok şiddetli devam eder günlerce

Eşi benzeri olmayan düştü çaresiz derde
Bir ay ecelle pençeleşir ölüm döşeğinde

Hiçbir şey tesir etmez, vefat eder Hz. Abdullah
Onu ebediyet âlemine aldı artık, Cenabı Allah

Neccar oğullarından Nâbiga’nın evine defnedilir
Yüce Allah’tan gelince emir, İlahi kadere ne denir

Bekir Özcan

Bir Portre; “İhsan Kasım Salihi”

Bediüzzaman bir portre yazarıdır, portre yazısı ne demektir, Barla lahikasının başında Hulusi Abi ile Sabri abının  hakkında yazılmış Mukaddime başlıklı bir yazı var. Burada iki talebesine gösterdiği özel ilginin nedenlerini anlatır, onları över ve  Allah tarafından kendisine yardımcı olarak verildiklerini ifade ede. Onlar için “ müntehaptır” kelimesini kullanır. Müntehap ne demek seçilmiş demek, yani bir nesneyi almak başka nesneler arasından seçmek başka, Allah Bediüzzaman’a yardımcılar vermiş, demek ilahi tensib bir seçim yapmış ve bu iki insanı seçerek  üstadın yanın a muin olarak vermiş. Onlardan istidlalle diyorum ki gerçekten onun etrafında seçilmiş insanlar var.

Günümüzde de böyle insanlar yok değil. İhsan Kasım salihi ağabey, müntehap insanlardan. 19 Kasım’da ısparta’ya gelmiş o gün de Bayram  Abi’nin darı faniden bakiye intikal günü. Büyük bir kalabalık Salihi ağabeyin nefesini sesini duymak için bir araya gelmiş. İhsan Kasım salihi çok  zor bir işe kendini vermiş işinin ağırlığını kaldıracak büyük bir karihaya sahip . Allah herkesi bu hizmette  gücü ile bilgisi ile mütenasip  yerlere koyuyor.

Risale-i Nurlar’ı  Arapça’ya çevirip özellikle Arapca konuşulan ülkelerde dolaşarak Bediüzzaman’ı anlatan İhsan Kasım Salihi. Yaşına rağmen büyük birheyecan sahibi, konuşurken bütün bedeni bahsin içine girecek kadar hahişger bir insan. Tercüme sırasında kelimeler konusunda çektiklerini anlatıyor. Bazan bir kelimeye iki ay takıldığım ve derinliğini nasıl yansıtacağımı düşünüyorum, diyor. Risale-i Nur’daki kelimelerin ne kadar derinlikli olarak düşünüldüğünü talebelerin de bu derinliği hazzetmelerini  büyük bir istekle anlattı. Öyle ya kelimeleri anlamadan onların içine nüfuz etmeden nasıl onlar topluma yansıyabilir ki.

Bayram Abi’den bahsetti, onun samimiyetinden  ve daima kendisine manevi destek olduğunu anlattı, onun için “ bir cam saydamlığında idi, iki dışı bir, içinde hiçbir kirli , paslı , kin , nefret ve adavet “ yoktu , onun mukaddes saflığından bahsetti. Bir gün Bayram Abi’nin bir şikayetinden  bahsetti. “kardeş iki saat üstattan bahsettim, bana dediler üstadın mezarı nerede, konuştuklarımdan etkilenmedikleri aşikar, mezar konusunda çok ketum ve meraklara ilgisiz. O da elini şöyle havada bir daire çizecek şekilde işaret eder, yani koca bir alanı içine alan bir daire , orada diyerek harika bir  cevap verir ve ketumiyetini teyid eder. Demek  ister ki mezarına bu kadar kafayı takmanın hiç de anlamı  yok, aslolan  hizmetteki kişiliği.

İhsan Kasım Salihi’nin tercüme macerası ve dolaştığı ülkeler konuştuğu kişiler bir kitap olacak kadar fazla. Bizim Türkiye dünyamızdan çok farklı, çok değişik insanlarla  muhatab olmuş. Biri hatıra anlat deyince hangi  hatıra der gibi çokluğundan kinaye bir işaret yaptı. Bir tane anlattı.

Bir gün bir arap alimine Bediüzzaman nasıl biridir , diye sorar o da işte şöyle böyle der bir küçük kafa işaret eder gibi , yetersiz bir tavır takınır. Bir süre sonra 24 sözün üçüncü dalını o alim olan adama oku  der okuduktan sonra der ki “ Yahu bu alimmiş” . Birkaç basamak çıkmıştır, aradan bir süre geçtikten sonra , bir bahsi okur ve Kasım Abi sorar nasıl o da der” Bediüzzaman tek başına birmillettir” bu da gösteriyor ki adam okumuş ve okudukça onu tanımada farklı yerlere gelmiş. Bir keresinde galiba Fas’ta bir Bediüzzaman günü tertib edilir. Orada Müceddid Bediüzzaman diye bir serlevha görür. Şöyle döner ve der “ kardeşim Bediüzzaman kıyamete kadar müceddid” adeta haykırır. Demek insanlar okudukça bakış açıları derinleşiyor. Bizim nedense ülfet ile cümleler ve kelimeler üzerindeki derinliğimiz tehire uğramış yollu yorumlar yaptı.

İhsan Kasım Ağabey şevk kaynağı , tutumunda konuşmasında bir Bediüzzaman vari ateşin hava var, o kadar heyecanlı ki ondan alacağımız ne kadar şey var. Beni görünce dur seninle konuşacaklarım var dedi. Benim Bediüzzaman’ın Fikir ve Sanat Dünyası kitabımı okumuş kısım kısım, kitabım hakkında o kadar etkileciyi bir yorum yaptı ki , dün beni oraya götüren Rabbime ne kadar şükür etsem azdır. Fırıncı Abi beni üstadın evinde  bir süre kaldığımı görünce “ sen o kitabı yazdığın için Üstad seni evine  kabul etti” dedi. Ondan da çok mutlu olmuştum. Orhan Abi’de kitap için “ bu kitabı ancak sen yazabilirsin dedi, gelecek nesiller bu kitabın sayfalarında neler arayacak bir kaynak olacak “ de Bir de Erzurum’dan Prof Ahmet Kırkkılıç çok güzel söyler demişti. Takdir etmek için derinlik gerekir doğrusu böyle .

İhsan KASIM  Abi  dedi ki sen o kitabı bir Avrupai kafa ile yazmışsın, o kitap Avrupai ölçekte bir kitap, Bediüzzaman Avrupa düşüncesini iyi massettiği için onun eserlerini Avrupai düşünenler daha iyi anlar dedi.Kitap gibi bir söz, üstadı ve fakirin yirmi beş yıllık gayretini ifade eden bir sözdü, idrak ve huşum sanki başımdan gitti , nice başımızın üzerinde gezdirdiğimiz insanlar ketum durdular  ne garip değil mi.

İhsan Kasım Salihi Ağabeye uzun ömürler versin Allah. Bediüzzaman’ın  bu çok çok özel ve seçilmiş, seçkin talebesini gönülden alkışlıyoruz. 

Prof. Dr. Himmet Uç

NurNet.Org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version