Peygamberimiz in Dedesi Abdü’l-Muttalib’in Rüyası (Şiir)

Peygamberimiz in Dedesi Abdü’l-Muttalib (Şeybe)’nin) Rüyası (Şiir)

 

“Abdü’l-Muttalib,” Kâbe yanında Hıcr mevkiinde

Uyurken, rüyasında seslenir bir zât kendisine

 

“Kalk, ‘Tayyibe’yi’ hemen kaz” diyordu

“Abdü’l-Muttalib ‘Tayyibe’ nedir? Diye sordu”

 

“Cevap vermez o şahıs uzaklaşıp gider”

Peygamberimizin dedesi rüyaya hayret eder

 

Uykuya daldı ertesi gün, yine aynı yerde

Düşünde seslenir bu kişi, tekrar ikinci günde

 

“Kalk “Berre’yi” kaz” dedi bu seferde

“Şeybe; “Bere” nedir der şaşkınlık içinde”

 

“Yine uzaklaşıp gider o adam, hiç cevap vermez”

“Abdü’l-Muttalip heyecan içinde, buna akıl sır ermez”

 

Üçüncü gün aynı yerde yatar, Peygamberimizin dedesi

Çok derin uykuya dalar, aynı şahsın bir daha gelir sesi

 

“Kalk “mednûneyi” kaz diye hitap eder bu sefer”

“ “Mednûne”nedir diye, Şeybe o kişiden izah ister”

 

O şahsiyet sessiz kalır hemen yanından ayrılır

“Abdü’l-Muttalip dehşetli bir merak içinde kalır

 

Peygamber’imizin(a.s.v) dedesi, müthiş bir merak içinde

Yatar uykuya Kâbe’de, dördüncü gün aynı mahalde

 

“Şeybe, aynı şahısın yine geldiğini görür düşünde”

Kalk, “Zemzem’i” kaz diyordu o adam bu seferde”

 

“Abdü’l-Muttalip dedi, “Zemzem” nedir?”

O şahıs nihayet beklenen cevabı verir

 

“Öyle bir sudur ki “zemzem”

“Hiç kesilmez, dibine erişilmez”

 

“İhtiyacını onunla karşılarsın hacıların”

“Mirasıdır sana o su, ulu ataların”

 

“O kurban kanlarının döküldüğü yerde”

“Terslerinin gömüldüğü mevkide”

 

“Alaca kanatlı bir karga gelir gagalar”

“Yuva yapmıştır yanına karıncalar”

 

Sevinç ve coşku ile uyanır Abdü’l-Muttalip

Kaderi İlahi zemzemi bulmaya eder talip

 

Rüyasında tarif edilen mevki ye hemen gider

Zemzem kuyusunun yerini tam tespit eder

 

Bekir Özcan

www.NurNet.org

Adetlerimiz Sünnete Uygun İse İbadet Olur

Peygamberimiz (asm)’in konuştuğu, yaptığı hal ve hareketlerinin tamamına sünnet diyoruz. O’nun söz, hal ve tavırları sosyal hayatımıza yön veren bir yaşam biçimidir. Sözler Efendimize ait olunca mü’minler arasında teveccüh ve teslimiyet vardır. Cenab-i Allah şöyle emrediyor: “De ki, Allahı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir.” (Al-i İmran Suresi,31) Keza,  “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa,80 )

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz, Allah’ın sevdiği ve razı olduğu mümtaz bir şahsiyettir. O’na uymayan Allah sevgisinden de uzak kalır. Sadece ayetle amel ederek sünnetten yüz çevirenler, Allah’ın sevdiği o mahbubuna sırt çevirmiş olurlar.

Zaman zaman meslek ve meşrepleri ne olduğu bilinmeyen bazı bid’a ehli ortaya çıkıyor. Bilerek veya bilmeyerek “Kur’an gibi, Allah’ın bir kelamı varken; vefat etmiş peygamberlere, evliya ve müçtehitlere; hadis ve sünnetlere ihtiyaç yok,” diyorlar. Oysa Kur’an’ı anlamaktan maksat, yaşamak ve yaşatmaktır. Örneğin: Ben Allah’ımı da, Kur’an’mı da, Bediüzzaman hazretleri gibi bir müceddid vasıtasıyla hakkalyakin derecede tanımışım, yoksa büyüklerimden nakli olarak aldığım bilgi ile kalacaktım. O zaman ben Bediüzzaman’ı nasıl sevmeyeyim.“dar düşünceler, dar görüşler…” Veyl (yazıklar) o kimseye ki, sünnet-i seniyeyi takdir etmeyip bid’alara giriyor.

O’ Yüce Peygamber (a.s.m.)’in mahiyetini bizzat Kur’an ayetlerinden dinleyelim:

“Peygamber size neyi verdiyse onu alın Ve size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşir,7)  “O’ kendiliğinden konuşmaz. O’nun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir.” (Necm,3-4)

Bediüzzaman diyor ki: “ sünnet-i seniye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın. Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm: “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.” Keza, “Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük (yapışsa) etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanır,” buyurmuş.

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef’ali, ahvalidir.

 Akval: Peygamber Efendimiz (asm)’in kavil ve sözleridir.

 Ef’al: Peygamber Efendimiz (asm)’in  fiil ve davranışlarıdır.

Ahval: Peygamber Efendimiz (asm)’in hâl ve durumlarıdır. Yani lisan-i hal ile durumu ifade etmektir.

Feraiz, nevafil ve âdat-ı hasene, bunlar da sünnetin hükümleri ifade ediyor. Farz, terk edilmesi haram olan sünnetlerdir ki beş vakit namaz hem farz hem de sünnettir. Nafile ise, farz ve vacip dışında kalan ibadetler anlaşılır. Namazların sünnetleri nafile ibadet gurubuna girdiği gibi, kuşluk namazı, tahiyye-i mescit namazı, evvabin namazı, gece namazı gibi nafile ibadetler vardır.

Âdât-ı hasene ise, Allah Resulünün (asm) yeme, içme ve oturma gibi işleridir. Her bir fiili insanlara birer güzel örnektir. Bir mü’min, âdet olarak her gün yaptığı işleri, Allah Resülünün (asm) yaptığı şekilde yaparsa,  “adatını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevaptar yapabilir.”  Hem dünya hem ahireti mamur olur. Zaten sünnetin asıl hedefi; “huzur-u İlahiyi temin etmek ve ömür sermayesini ibadete dönüştürmektir.”

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

www.NurNet.org

22.04.2014

Cemaat – Telattuf – Takiyye

Cemaat oluşumunda ve gelişiminde en çok uygulanan taktiklerden birisi de hiç kuşkusuz “telattuf” taktiğidir. Telattuf, hissettirmeden varlığını sürdürmek, ağyarı uyarmadan mesafe kat etmek gibi anlamlarda kullanılır. Kavram, dayanağını Kehf Suresinin 19. Ayetindeki “felyetelattaf” sözcüğünden alır. Ayetin bu kısmında ve bir sonraki hükme gerekçe gösterilen ayette mealen şöyle buyrulur:

“.. Şimdi siz birinizi, bu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise ondan size azık getirsin. Hem çok dikkatli davransın/telattuf etsin ve sizi kimseye sezdirmesin. Çünkü şehir halkı sizi ellerine geçirirse muhakkak sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman siz dünyada da ahrette de asla kurtuluşa eremezsiniz.”(Kehf, 19-20)

Ayette anlatılan telattuf, tedbir anlamınadır. Bu şekliyle söz konusu ayet, tedbiri, kafir bir toplumda yaşayan azınlık Müslümanlara, dinlerini yaşama uğruna uzleti tercih edenlere, neler yapmaları gerektiğini, mağaraya çekilmiş gençlerden birinin dilini kullanarak öğretir. Mekke döneminin ilk yıllarına tekabül eden çile sürecinin bütün zamana yayılmış izdüşümlerinde geçerli bu öğreti, hiçbir yılgınlığa, hiçbir geri dönüşe meydan vermemek adına uygulanması gereken taktiklerin sunumu mahiyetindedir, maksat dini tavizsiz yaşamaktır.

Ayette, böylesi bir taktiğin uygulanma gerekçesi üç şarta bağlanır. Birincisi: Kafir bir toplumun galip güç olarak tahakkümünü sürdürmesidir. Böylesi bir toplumda iman sahipleri hem güçsüz hem de azınlıktadır. Toplum bünyesi iman ehlini ret etmekte, onları zararlı bir virüs gibi algılamaktadır. İkincisi: Bilindiklerinde, deşifre olduklarında öldürülme tehlikesidir. Üçüncüsü: İman ehlinin dinlerinden döndürülmeye zorlanmalarıdır. Bu üç şart söz konusu değilse, talattuf hem geçersiz, hem de anlamsızdır.

Ayette dillendirilen önemli hususlardan biri de, çarşıya gönderilen gencin eline verilen gümüş para ve bu paranın veriliş gayesi ile ilgili anlatılanlardır. Gümüş para, ekonomik güçtür. Bu ekonomik güçten maksat da temiz ve helal bir geçimin teminidir. Bu bağlamda tavsiye edilen telattuf, takva üzere yaşamayı garanti etmek anlamındadır.

Söz konusu şartlar oluştuğunda, yine söz konusu gaye ve maksatlar uğruna, kişinin ya da azınlık bir iman topluluğunun kendini açığa vurmama, varlığını ayrıca hissettirmeme gibi bir uygulamaya hakkı vardır; nitekim ilk dönemlerdeki sahabe uygulamalarında da böylesi bir tedbir kısmen uygulanmıştır. Fakat bu uygulama, asla, müşrik bir toplumda müşrikler gibi davranma, onların halleriyle hallenme noktasına varan bir uygulama değildir; olamaz da. Verilen ruhsat, kimliğini doğrudan ilan etmeme, açığa vurmama çerçevesiyle sınırlıdır, tatbik de hep böyle olmuştur.

Ölümle, dininden dönme noktasında yapılan dayanılmaz baskıya (ikrah) karşı verilen cevaz, bir emir değil sadece bir ruhsattır. Yani insan böylesi bir durumda, kalben değil, diliyle dininden döndüğünü söyleyebilir. Ne ki bu noktadaki azimet, ölümü tercihten tarafa meyletme şeklindedir. Ruhsatı kullananlar için de bir kınama söz konusu değildir.

Tedbir ile takiyye hiçbir noktada birbiriyle örtüşmez. Tedbir, kendini açığa vurmamak iken takiyye bir gizleme ameliyesidir. Telattuf ya da tedbir, kafir toplumlara karşı uygulanırken, takiyye kendi mezhep ya da cemaatinden olmayan herkese karşı uygulanır. Telattuf, dini tavizsiz yaşama, azimete yüklenmiş dini hayatla dinini ihya etme uğruna yaşanırken, takiyye ruhsat ve tavizlerle kendini örtme, kendini başka gösterme hatta başkalaşma uğruna gerçekleşmektedir. Telattufun hedefinde sadece rızay-ı ilahiyi talep bulunurken, takiyyenin hedefinde insanların rızası ve her türlü dünyevi beklentiler bulunmaktadır.

Ashab-ı Kehfin uyanış ve diriliş döneminde ihtiyaç söz konusu olmadığı gibi, Türkiye özelinde ve İslam dünyası genelinde, günümüz açısından bir değerlendirme yapılacak olursa, dini hayatı yaşama adına eskiye ait pek çok problemin çözüme kavuşmuş bulunması sebebiyle telattufu gerektirecek bir durum artık söz konusu değildir. Henüz çözülememiş problemlerin çözüme kavuşmasının yolu ise telattuftan çok, toplumun çok yönlü hassasiyetlerini nazara alarak, herkesin anlayacağı ortak bir dille, gaye ve hikmeti öne çeken anlatım üslubuyla irşat ve tebliğde bulunmaktır; cemaat yapılanmalarının, özelliği olsa da gizliliği olmayan şeffaf yapıya kavuşturulmasını tesis ile güven sarsıcı her türlü niyet ve pratikten uzak tutulmasını temindir. Allah’ın rızasını tahsil dışında, her hangi bir gaye ve maksada yönelmeme konusunda azami sebat göstermek ve bunu hal diliyle, tecrübi yaşantıyla ispat etmektir.

Aziz dostlar,

Gezi olaylarından bu yana, Cemaate ve Hocaefendiye, yanlış uygulamaları nedeniyle açık eleştiri yapıyor ve doğru bildiğim doğrultuda bazı uyarılarda bulunuyorum. Kimileri de benim Hocaefendi ve Cemaatle ilgili daha önceki olumlu kanaat ve değerlendirmelerimle yaptığım bu eleştiriler arasında bir çelişki keşfiyle uğraşıyor. Zahmet etmesinler. Ben açıklayayım. İyi bir vasıtayla, güzel bir yolda, güzel yerlere giderken, ya vasıta arızalanıyor, ya kaptan vasıtayı bir yere çarpıyor ve tanınmaz hale sokuyor ya da kaptan rotayı değiştirerek bizleri istenilmeyen yerlere götürmeye çalışıyor.. Olumlu ya da olumsuz bu iki hal ve keyfiyetle ilgili yorumlarımız, tepkilerimiz hep aynı olmak zorunda mıdır? Soru retorik, cevabı içinde.

Latif Erdoğan

Çekilmez anne-baba mı, yoksa rahmet davetçileri mi?

Baba ile oğlu evlerinin bahçesinde yan yana oturuyorlardı. Baba bahçedeki ağaçlara, bitkilere ve çiçeklere bakıyor, oğlu gazete okuyordu. Derken baba, ağaca konan bir kuş gördü ve “Bu nedir oğlum?” dedi. Oğlu, “Baba, serçe o” dedi.

Aradan bir dakika bile geçmeden kuş ağaçtan yere kondu ve adam tekrar, “Bu nedir oğlum?” dedi. Oğlu babasına neden gazete okurken beni rahatsız ediyorsun der gibi baktı. Sinirlenmişti. Belli etmemeye çalışsa da ses tonuna yansımıştı öfkesi ve “Baba, o bir serçe!” dedi biraz öfkelice!

On-on beş saniye sonra kuş oradan uçup, tekrar ağaca kondu ve baba tekrar sordu: “Oğlum bu ne?” Oğlu iyice sinirlenmişti ve patladı, “Baba kuş o, kuş! Serçe! Ser-çe! Aynı şeyi neden tekrar tekrar soruyorsun? Beni sinirlendirmeye mi çalışıyorsun?” dedi.

Adamın gözleri doldu ve yutkundu ama birşey demeden kalktı. Eve doğru yönelince, oğlu pişmanlık duyarak “Nereye?” der gibi baktı. Yaşlı adam eliyle, “Otur, bekle!” der gibi işaret etti. Az sonra adam elinde tozlu bir hatıra defteriyle geldi. Oğlunun yanına oturdu ve açtığı sayfayı sesli okumasını rica etti. Oğlu başladı okumaya:

“Oğlum yeni yeni konuşmaya başlıyor. Bugün onu parka götürdüm. Parkta gördüğü kuşu, tam 21 kez bana ‘Baba, bu ne?’ diye sordu. Oğlumun sorusunu her defasında, hiç sinirlenmeden büyük bir zevkle cevapladım ve ona sevgiyle sarıldım. Oğlum o benim!”

Oğlunun cümleleri boğazında düğümlendi ve geri kalan kısmı okuyamadı. Hatasını anlamıştı çünkü!

Sizce onlar huysuz yaşlı, çekilmez anne-baba mı?

Şimdi lütfen bir an düşünün: Siz de bir zamanlar minicik bir yavrucaktınız! Ne konuşup derdinizi anlatabiliyor, ne yemeğinizi yiyebiliyor, ne tuvalete gidebiliyor, ne de başka birşey yapabiliyordunuz. Yapabildiğiniz şeyler; süt emmek, ağlamak ve def-i hacet yapmaktı. Anne-babanız sizi büyüttü, bugünlere getirdi.

Büyüdünüz artık ve sizin de eşiniz-çocuklarınız oldu. Peki ya hiç düşündünüz mü; sizi bugünlere getiren anne-babanız şimdi ne durumda? Eşinizin ve evlatlarınızın üzerine titrerken, anne-babanıza da aynı sevgi-saygıyı ve hassasiyeti gösterebiliyor musunuz? Kalbinizin bir köşesinde ve evinizin bir odasında, onlara ayırdığınız bir yeriniz var mı? Ya da onlar huysuz yaşlı, herşeye karışan çekilmez anne-baba, nine-dede, dırdırcı kaynana, mızmız kayınbaba mı?

Bütün bu ve daha fazla soruya vereceğiniz cevaplar, aslında sizin de –ömrünüz yeterse– yaşlandığınızda nasıl olacağınızın bir habercisi… “Kınadığınız şey başınıza gelmeden ölmezsiniz” hakikati bunun en açık ifadesi…

Aile büyükleriyle bir arada yaşamanın pekçok artısı

“Türkiye’de Aile Yapısı Araştırması” (2011), çekirdek aile oranının beş yıl içinde yüzde 80,7’den yüzde 75,3’e düştüğünü; geniş aile oranının ise yüzde 13’ten yüzde 14,4’e yükseldiğini göstermiştir. (Tek kişilik hanelerde de ciddi artış söz konusudur, ancak o bir başka makale konusudur.) Demek ki toplum olarak geniş aileye doğru –yavaş da olsa– bir geçiş yaşıyoruz ve bu geçişin şehirlerde daha fazla olduğunu görüyoruz.

En ideal aile modelinin geniş aile olduğunu iddia etmek de, bunu tercih edenleri yadırgamak da doğru değildir. Ancak geniş aile modelinde kendilerine yer bulabilen aile büyüklerimiz bizimle yaşıyorlarsa, onları bugün bilinen kalıpların ötesinde –biraz menfaatçi de olsa– farklı bir şekilde değerlendirebilir miyiz?

Üzerinde biraz kafa yordum ve aile büyüklerinin, bizimle yaşamalarının pekçok artısının olduğunu fark ettim. Hem de bu artılar sosyal sermaye açısından azımsanamayacak boyutta! Tabii bütün aile büyükleri her zaman olumlu katkı sağlayamıyorlar maalesef; ancak kötü örnek, örnek olmayacağından ben iyi örnekler üzerine yoğunlaşacağım. Şimdi ana hatlarını vereceğim ve detaylarını ve daha fazlasını sizin idrakinize havale edeceğim.

İhtiyar değil “aile büyüğü” ya da “kıdemli”

Öncelikle onlara, olumsuz bir anlam ifade ettiği için ihtiyar değil, “aile büyüğü” ya da “kıdemli” demeliyiz. Bu onlara karşı olan haksız/olumsuz bakışımızın düzelmesine yardımcı olacaktır. Aile büyüklerimizin bizimle aynı evde yaşamaları, öncelikle evde bir rahmet ikliminin oluşmasına katkı sağlar. Yaşları itibariyle, kendilerini ötelere daha yakın hisseden aile büyükleri, ağarmış saç-sakallarıyla, onlara her bakışımızda bize hal diliyle şöyle seslenirler:

“Gelir bir bir, gider bir bir, kalır Bir,

Gelen gider, giden gelmez, bu bir sır.

Gelirse gelir, bir kıl ile eyleme tedbir,

Giderse gider, eylemez bir koca zincir!”

Konuşmalarındaki nasihatvârilik –bizi biraz sıksa da– dünya mal-mülkünün geçiciliğini ve gönül insanı olmanın önemini vurgular ve böylece, gençliğinin zirvesinde olan bizlere hep öteleri hatırlatır. Dünya mal-mülkünün bir nefes sıhhate değmeyeceği, her sıkıntılı ya da güzel günün geçeceği ve geçici bir dünya hayatı için, ebedi bir hayatı feda etmenin akıl kârı olmadığı gibi hakikatleri, hep büyüklerimiz öğretirler bize.

Bu kadar mı? Hisseden kalpler için daha fazlası da vardır elbet!

Onların varlığı koruyucu hekimlik gibidir

Aile büyüklerinin evde varlığı, karı-koca ilişkilerinde denge, çocuk yetiştirme ve terbiyesinde ise önemli bir unsurdur. Zaman zaman bizzat eşler arasındaki kavganın, çocuklar için bazı olumsuz davranışların sebebi olsalar da, külli planda bakıldığında, artılarının eksilerinin yanında sayılamayacak kadar çok olduğu görülecektir.

Mesela aile büyükleri engin tecrübe ve ferasetleriyle, –yağmuru önceden hisseden romatizmalılar gibi– eşler arasında çıkabilecek problemleri önceden kestirir ve tedbir alırlar. Bir problem çıktığında da, arabuluculuk rolleriyle yine ortalığın yatışmasında ve daha büyüklerinin yaşanmamasında aktif rol oynarlar. Bazen söyledikleri bir cümle, eşler için can simidi bile olabilir. Bunun en tesirlisi “Hakkımı helal etmem”dir. Ancak bu da olur olmaz kullanılıp tüketilmemelidir.

Kıdemlilerin icra ettikleri bu görevler, çoğu zaman eşler için bir nevi koruyucu hekimlik gibidir, aileyi sosyal hastalıklara karşı korur.

Bu kadar mı? Ehl-i vicdan için daha fazlası da vardır elbet!

Çocuk bakımı ve terbiyesinde büyük rol oynarlar

Çocukların bakımı, terbiye edilmesi ve geleneğin aktarımında da, yine bu “geleneğin çınarları” çok hayatî bir rol oynarlar. Daha ilk çocuklarında ne yapacaklarını bilemeyen ve bocalayan yeni anne-babalar, kendileri de dâhil olmak üzere, aile büyüklerinin bu kadar çocuğu nasıl büyüttüklerini bir kez daha hayret ve hayranlıkla anar ve onların tecrübelerine başvururlar. Akılları varsa başvururlar da, binlerce yıllık tecrübenin imbiğinden geçmiş ve hâlihazırda aile büyükleriyle temsil edilen o engin tecrübelerden istifade ederler.

Hatta eşlerin ikisi de çalışıyorsa, aile büyükleri kaçırılmaması gereken muazzam çocuk bakıcıları olurlar. Hem “can”dan birisidirler hem de zevkle yaparlar bu işi… Özlerinden, içlerinden gele gele ve bedelsiz…

Bu kadar mı? Akıl sahipleri için daha fazlası da vardır elbet!

Geleneğin aktarımını sağlarlar

Türkiye’de –2011 yılı itibariyle– hanedeki küçük çocukların yaklaşık yüzde 9’unun bakımı, anneanne ya da babaanne, yüzde 1’den azı da dede tarafından yapılmaktadır.

Aile büyüklerinin olduğu iklimde yetişen çocuklar, hiç şüphesiz ki binlerce yıllık tecrübe ve geleneğin temsilcileriyle doğrudan temas eder ve başkalarının yıllarını verip ancak elde edebilecekleri bu birikimleri, daha küçükken ve bizzat sahiplerinden öğrenirler. Bugün hepimizin yokluğundan muzdarip olduğumuz adab-ı muaşeret kuralları da, yine bu büyüklerimiz tarafından ve fıtri ortamında öğretilirler.

Kıdemliler ayrıca, çocuklar gibi şefkate en fazla ihtiyaçları olan bir dönemi yaşadıklarından, onları daha iyi anlayabilecek kimseler de yine onlardır.

Bu kadar mı? Gören gözler için daha fazlası da vardır elbet!

Evde varlıkları tek başına güven sebebidir.

Aile büyüklerinin evde bulunması, evdekiler için büyük bir güven probleminin de çözülmesi demektir. Onların evde varlıkları tek başına bir güven sebebidir. Hırsızın-haydudun cirit attığı ve gündüz gözüne hırsızlık yapılan günümüzde, onlar ev için elbette bir güven teminatıdırlar.

Akşam-gece yalnız kalmaktan korkan eşler için de çaredir onlar; gündüz çocuklarını ve evlerini kime teslim edeceğini bilemeyen, kırk türlü güvenlik alarmı taktıran, kırk çeşit kreş araştıran eşler için de… Evini de çocuğunu da güvenle kıdemlilere teslim eder, dışarıdaki işlerini gönül huzuruyla yapabilirler. Çocuğu “ayak bağı” görenler, onların varlığında rahatça hareket eder, yapacaklarını gözleri arkada kalmadan gönül huzuruyla yaparlar.

Bu kadar mı? İşiten kulaklar için daha fazlası da vardır elbet ama yer darlığından bu kadar yazabildim.

Nakdin ve vaktin yetmediği zamanlarda altın fırsatlardır

Son olarak gelirleri varsa, aile büyükleri yük olmak bir tarafa, tam aksine aile için gelir kaynağı bile olurlar. Evlatları ve torunları için herşeyin en iyisini layık görür, az çok demeden emekli maaşlarını da yine onlar için harcarlar. Kadın kıdemli, evlatları için kışlık iaşe hazırlar, giyecekler örer, yemekler ve daha neler neler yapar; erkek kıdemli evle ilgili daha teknik diğer kimi işleri takip eder. Aslında nakdin ve vaktin yetmediğinden dert yanan günümüz eşleri için bunlar, bulunmaz birer altın fırsattır ama…

Bu kadar mı? Düşünenler için daha fazlası da vardır elbet! Vardır amma şimdi sen bana sor ey kâri: “Yaşlılık döneminde nerede yaşamak istediği sorulan bir toplumun, yaklaşık yüzde 35’i ‘fikrim yok’ diyorsa, bu yazdıklarını kime yazdın?”

Fikrim yok ey kâri, fikrim yok!

Yrd. Do. Dr. M. Ali Balkanlıoğlu

Moraldunyasi.com

Bediüzzaman’ın Eskişehir’e Nakli

O dönemki Hükümetin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya

Jandarma Genel Komutanıyla teçhiz etmiştir bir kıta

 

Isparta Afyon yoluna, süvari askerler yerleşti

Kontrol altında tutuluyor tüm Ege Bölgesi

 

İkinci bir Menemen olayı çıkartmak bütün gaye

Üstad hiç hizmet eder mi böyle kirli bir emele

 

Tutuklanmıştı bütün Nur talebeleri

Kelepçeler yetmedi iple bağlandı elleri

Eskişehir ağır ceza mahkemesine sevk edilir

Kamyona hep birlikte besmele çekerek binilir

 

Müfreze komutanı Ruhi Beyin sızlıyordu vicdanı

Kahraman askerler, içine akıtıyordu gözyaşlarını

 

Daha fazla dayanamadı çözdürdü kelepçeleri

Serbest olmuştu bilekleri ile birlikte benlikleri

 

Kazaya kalmadan tüm namazlar edilir eda

Başlayacaktı Eskişehir hapsinde büyük bir cefa

 

Yüz yirmi talebesi ile Eskişehir’e gelir Üstad

İdare tarafından uygulanmakta tecridi mutlak

 

Bekir Özcan

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version