Said Özdemir Ağabeyden Bandrol Açıklaması

Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürlüğü’nün Risalelerin basımıyla ilgili yayınevlerine bandrol vermediğini dillendiriyor. Hükümetin Risale-i Nurların basımını yasakladığı savunuluyor. Olayın aslını öğrenmek maksadıyla Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin has talebelerinden Said Özdemir’i ziyaret ettik.

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin Risale-i Nurları basması için kendisine verdiği yetkiyi içeren imzalı, mühürlü, parmak basmalı ve noter tasdikli belgeleri gösteren Özdemir, bakanlığın almış olduğu kararın sebebini anlattı. Kararın isabetliliğine vurgu yapan Özdemir, Risale-i Nur Külliyatı üzerinden yapılan istismarı dile getirdi.

‘Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Risale-i Nurların basımını durdurduğu, bandrol vermediği’ şeklindeki haberlerin aslı nedir?

Şimdi çok kimseler para kazanmak, şöhret kazanmak için Risale-i Nur Külliyatı basmaya başladı. Kimin hakkı olup olmadığı birbirine karıştı. Bakanlık da bunun hakiki varislerini, hakiki sahiplerini bulmak için hepsini durdurdu. Bizimkini de durdurdu.

Siz ne yaptınız?

‘Belgeniz varsa getirin’ dediler. Biz de bizzat Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin verdiği muvafakatnameyi, vekaletnameyi gösterdik. ‘Sizinkiler tamam’ dediler ve bize verecekler. Daha iş bitmedi.

Sizin basmanıza izin verilecek?

Evet. Çünkü ilk önce biz almışız ve kendisinden almışız. Şimdi onların aldıkları, torununun torunundan almışlar.

Peki Gülen cemaati mensupları neden sürekli ‘bakanlık Risale-i Nurları yasaklıyor’ diye yayın yapıyor?

Kendilerininki korsan. Neden korsan? Çünkü kendileri gitmişler efendim torununun torunundan almışlar. Halbuki biz daha evvel bizzat Bediüzzaman Hazretleri’nin kendisinden almışız.

Onların basma yetkisi yok o zaman?

Basma yetkisi yok. Varislerden evvel Bediüzzaman Said Nursi hazretleri kendisine yetki verdikleri esas birinci. Varisleri ondan sonra gelir.

Bediüzzaman Said Nursi yetki verdiği, basın dediği kişiler kimler?

Bizim İhlas Nur Neşriyat, bir de Envar Neşriyat. O da Ahmet Aytimur’un. Üstad ikimize izin verdi. Başka kimseye izin vermedi. Onun için birinci derecede Bediüzzaman’ın kendisi yetki verdiği kimseler basabilir. Kendi talebelerine verdi. Ondan sonra torunlarına dahi kalamaz. Onlar ikinci derecededir yani.

O zaman Gülen cemaatinin amacı ne günlerdir yayın yapıyorlar?

Bunlar tabii para kazanıyorlar, bir de şöhret elde ediyorlar ondan dolayı. Sonra esas bunların yetkisi olmamakla beraber bir de sadeleştirme namı altında bu eserleri bozdular. Bütün Nur talebeleri buna karşı çıktı. ‘Eserleri nasıl değiştiriyorsunuz?’ diye.

Tahrif mi ettiler?

Risale-i Nurları tahrif ettiler. Bundan dolayı Bediüzzaman’ın hakiki talebeleri onlara kızdı. Neden Üstad’ın eserlerini tahrif ediyorsunuz? Bunları mahkemeye verecektik fakat Allah’a havale ettik. Allah-u Teala da bunların hesabını görüyor.

Bakanlığın aldığı karar tahrifatı önleyecek mi?

Tabii tahrifatı önleyecektir. Çünkü artık hakiki varisler basabilecek. Diğerleri basamayacak. Bunun için tahrifatın önüne geçilmiş olacak.

Yani bakanlığın kararını destekliyorsunuz?

Destekliyoruz. Çünkü neden? Hakiki varisleri, bu işin hakiki sahiplerini arıyorlar. Tarihçe-i Hayat’tan dolayı bir buçuk sene yattık. Sonra bu eserlerden dolayı 9 defa hapishanelerde yattık. E bunlar kaç gün yattılar?

Sizin ödemiş olduğunuz bir bedel var. Onlar ise hazıra konuyor öyle mi?

Ödedik ya. Hazıra konup da ondan sonra para kazanalım, şöhret kazanmak…

Üstad da Risalelerin aslı korunsun diye sizlere yetki verdi?

İşte belgeyi gördünüz. Verdiği yetkide; ‘Benim vekilimdir. Her cihetle onu tevkil ediyorum’ diyor. Bizzat kendi hayattayken alındı bu ve noterde de tasdik edildi. Onun için başkası bizim iznimiz olmadan basamaz.

Bundan sonra öyle mi olacak?

Evet, bizim iznimiz olmadan basamaz. Neden? Üstad doğrudan doğruya yetkiyi bizlere verdi.

Peki Gülen cemaatine izin verir misiniz sadeleştirme yapıyoruz diyorlar?

Bozduktan sonra niye verelim? Bozuyorlar. Katiyen verilemez onlara. Basma hakları yok. Hem basıyorlar hem bozuyorlar.

Bugün baktığımızda onları da Risale-i Nur cemaati olarak kabul etmek gerekiyor mu?

Yok zaten kendileri ‘biz Risale-i Nur cemaatiyiz’ demiyorlar, ‘biz Gülen cemaatiyiz’ diyorlar.

Son olayda da kamuoyunu doğru bilgilendirmiyorlar. ‘Hükümet Risaleleri yasakladı’ diyorlar?

Yasak getirmedi. Esas bunun hakiki sahiplerini arıyorlar. Bunları doğrudan doğruya kim basmaya ehildir diye onları aramak için durdurdular. Onları bulduktan sonra serbest bırakacaklar.

Öbür türlü çok sayıda yayınevi basıyor Risaleleri?

Belki 20’ye yakın yayınevi basıyor. Hem para kazanılıyor hem şan şöhret elde ediliyor.

Bir de yayınevleri işlerine gelmeyen bölümü çıkartıp değiştirebiliyor?
Bazılarını değiştiriyorlar. Mektup ilave ediyorlar veyahut mektup çıkarıyorlar.

Bu doğru mu?
Katiyen doğru değil. Bizim İhlas Nur Neşriyat, bizzat Üstad’la beraber bastığımız için kendisi tetkik ediyordu. En doğru olan neşriyat odur.

Mesela Üstad’ın yazdığı bir mektup var. Bakıyoruz bazı yayınevleri 92’deki baskısına koymuş ama 94’teki baskıda çıkartmışlar?
İşte maalesef kendi işlerine geleni koyuyorlar, işlerine gelmeyeni koymuyorlar.

Son olarak eklemek istediğiniz bir husus var mı?
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütün Risale-i Nur eserlerini basmasını arzu ediyoruz. Ta ki millete mal olsun. Diyanet basarsa bunların 81 vilayette şubeleri var. O şubelerde satılır, millet istifade eder. Herkes okusun.

Haber Vaktim

Said Nursi’nin Resmi Vekalet Belgesi Yayınlandı

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin talebelerinden Hüsnü Bayram ağabeyin nezaretinde yayın yapan Nur Rehberi sitesinde Risale-i Nur varislerine dair resmi bir belge yayınlandı.

Vasiyetname Metni :

Yüz otuz parçadan mürekkep Risale-i Nur külliyatından Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar, Mesneviyi Nuriye, İşaratül İcaz, Lahika mektuplarımı ve sair Türkçe ve Arabi eserlerimden neşir ve muhafaza ve müdafaalarına ait her türlü haklarımı hususi hizmetkarlarım ve varislerimden Tahiri, Sungur, Zübeyir, Ceylan, Hüsnü, Bayram ve talebelerimden Said Özdemir ve Ahmet Aytimur’a tevdi ediyorum. Ben öldükten sonra bana aid bütün Risale-i Nur kitaplarının neşrine devam edeceklerdir.

Risale-i Nur ne benim, ne başkasının malıdır. Kur’an’ın malıdır. Risale-i Nurun hasılatı Risale-i Nurun ve hizmetinindir. Bu manevi evlatlarım ve talebelerim benim tarzımda Risale-i Nura ve umumuna hizmet edeceklerdir.

Lüzumu halinde bu vasiyetimi alakdar resmi makamata vermek üzere tanzim ediyorum.

Said Nursi

Risale Haber

Belgenin Orjinali ;

said-nursinin-resmi-vekalet-belgesi

Allah’ın Kudretinin Sonsuz Olması Delili (Ahirete İman) (Video)

Bu delilde şu kaideyi işleyeceğiz: “Bir şey zatî olsa, onun zıttı ona arız olamaz. Çünkü ictima-i zıddeyn olur. Bu ise muhaldir. ”

İlk önce kaidede geçen kelimelerin manalarına bakalım:

Zatî: Kendisi ile var olup sonradan takılmayan, zatına ait. Arız: Sonradan takılan, sonradan olan şey. İctima-i zıddeyn: İki zıttın bir araya gelmesi. Muhal: İmkânsız

Şu âlemde ki hiçbir mahlukun, hiçbir sıfatı zatî değildir. Yani zatına ait olmayıp hepsi Cenab-ı Hakk’ın ihsanıdır ve bir hediyesidir. Zatî (zatıyla kaim olan) sıfatlar, ancak Allah’a mahsustur. Zira kâinat sonradan yaratılmış ve içindeki mahlukat da sonradan icad edilmiştir. Yani ezelî değil, hâdisdir (sonradan olmuştur). Kendisi ezelî olamayanın, sıfatları elbette ezelî ve zatî olamaz. Lakin biz burada, Üstadımızın mezkûr cümlesinin anlaşılabilmesi için bazı şeyleri zatî kabul edeceğiz. Her ne kadar o sıfatlar sonradan yaratılmışsa da, yaratıldığı anda o eşyaya takıldığı için bir derece zatî kabul edilebilir.

Mesela Güneş’in ışığı bir derece zatîdir. Yaratılması ile beraber, ışığa sahip olmuştur. Bu sebepten, ışığın zıttı olan karanlık ona arız olamaz; yani karanlık Güneş’e yaklaşamaz. Çünkü “Bir şey zatî olduğunda, ona zıddının ona arız olamaması” bir kaidedir.

Fakat lambanın ışığı, zatî olmayıp arızî olduğundan, yani sonradan o cam parçasına takıldığından ve onun bizzat zatî malı olmadığından dolayı, ışığın zıttı olan karanlık, lambaya arız olabiliyor.

2. Misal: Güneş’in harareti bir derece zatîdir. Güneş, icadıyla birlikte bu sıfata sahip olmuştur. Bu sebepten, sıcaklığın zıttı olan soğukluk Güneş’e yaklaşamıyor ve yanaşamıyor. Çünkü bir şey zatî olduğunda, ona zıddı ona arız olamaz.

Sobanın hararetine gelince, onun sıcaklığı zatî değildir; yani soba “sıcak olma” sıfatına, içinde bir madde yakılmasıyla sonradan sahip olmuştur. İşte bu sebepten dolayı, sıcaklığın zıttı olan soğukluk sobaya arız olabiliyor. Odunu biten soba, bir müddet sonra soğuyor.

3.Misal: Altın ve elmas gibi maddelerin parlaklığı bir derece zatî olduğundan, solma ve kararma onlara arız olamıyor. Zira bir şey zatî olduğunda, onun zıddı ona arız olamaz.

Cilalanmış bir eşyanın parlaklığı ise arızî (sonradan) olduğundan, solmaya ve kararmaya mahkûmdur. Parlaklığın zıttı olan matlık, o eşyaya yaklaşır ve onu soldurur.

4. Misal: Dünyamızın hareket etmesi ve kendi etrafında dönmesi bir derece zatî olduğundan, hareketin zıttı olan sükûnet ve yerinde durmak, Dünyamıza arız olamıyor. Dünyamız devamlı dönüyor.

Fakat bir topacın ya da bisiklet tekerinin hareketi arızî olduğundan (o eşyalara sonradan takıldığından), yani “dönmek” onların zatî bir sıfatı olmadığından dolayı, hareketsizlik onlara arız olabiliyor.

Netice: Demek bir şey zatî olursa, onun zıttı ona arız olamıyor.

Cenab-ı Hakk’ın kudret ve kuvveti zatîdir, kendindendir. Yani varlığı ile daimdir. Başkasından alınmış veya sonradan kazanılmış değildir. Allah ezelî olduğu gibi sıfatları da ezelîdir, nihayetsizdir ve mutlaktır (kayıt altına girmez).

Bu mütalaanın neticelerini şöyle maddeleyebiliriz:

•     Madem kudret sıfatı, Allah’ın zatî bir sıfatıdır; o hâlde zıttı olan âcizlik Allah’a arız olamaz.

•     Madem âcizlik Allah’a arız olamaz, o hâlde Allah’ın kudretinde mertebeler olmaz ve bulunmaz.

•     Madem kudretinde mertebeler olmaz ve bulunmaz, o hâlde eğer hikmeti müsaade ederse, her an binlerce kâinatı yaratabilir. Güneş’in ışık verme fiilinde, bir damla ile deryanın veya bir çiçek ile yıldızların farkı olmadığı gibi, Allah’ın kudretine nispeten de az, çok, büyük, küçük, cüz’i, külli birdir. İcatta ve tasarrufta, zerreler yıldızlara eşittir. Bir sineğe hayat vermek ile bütün ölüleri diriltmek aynıdır. Bir çiçeği yarattığı gibi, aynı kolaylıkla baharı yaratır, cenneti dahi aynı kolaylıkla icad eder.

Bu kaideden şu neticeleri de çıkabiliriz:

•      Hayat, Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten bu sıfatın zıttı olan ölüm, Allah’a yanaşamıyor ve Allah ebedî oluyor.

•     Görmek, Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten bu sıfatın zıttı olan görmemek, Allah’a arız olamıyor ve Allah her şeyi aynı anda müşahade ediyor, hiçbir şey nazarından saklanamıyor.

•     İşitmek, Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten bu sıfatın zıttı olan işitmemek, Allah’a arız olamıyor ve Allah bütün sesleri, hatta kalbin geçirdiklerini dahi aynı anda işitiyor.

•      Allah’ın güzelliği zatîdir. Elbette güzelliğin zıttı olan çirkinlik Allah’a arız olamaz.

•     Allah’ın ilim sıfatı zatîdir. Elbette bu sıfatın zıttı olan cehalet, yani “bilmemek” Allah’a arız olamaz. Arız olamazsa, şu gibi neticeler çıkar: Allah denizlerin binlerce metre derinliğindeki bir balığın yüzmesini bilir. Gecenin karanlığında adım atan bir karıncayı bilir. Hiçbir yaprak onun bilgisi olmadan düşemez. Allah bütün kalplerden geçenleri bilir… Bütün bunlar, ilim sıfatının Allah’ın zatî bir sıfatı olmasının neticesidir. Zira bunlardan birini bilmemek cahilliktir. Hâlbuki ilim sıfatı zatî olduğundan, zıttı olan cehalet ona arız olamıyor; olamayınca da Allah her şeyi biliyor.

•      Cenab-ı Hakk’ın diğer sıfatlarına da bu kaideyle bakılabilir.

Bu kaideyle birlikte, şu kaidenin de mütalaa edilmesi faydalı olacaktır: “Bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin zıddının ona tedahülü (müdahalesi) iledir.” Bu kaideyi şu misallerle anlayabiliriz:

•     Işığın mertebeleri, zıddı olan karanlığın müdahalesi iledir.

•     Sıcaklığın mertebeleri, zıddı olan soğukluğun müdahalesi iledir.

•     Güzelliğin mertebeleri, zıddı olan çirkinliğin müdahalesi iledir.

•     Tokluğun mertebeleri, zıddı olan açlığın müdahalesi iledir.

•     Kuvvetin mertebeleri, zıddı olan diğer bir kuvvetin müdahalesi iledir…

Demek kaidemiz şu: Bir şeye, zıddı müdahale edemezse, o şeyde mertebe olmaz. Bu kaideden şu neticeleri çıkabiliriz:

•      Allah’ın zıttı yoktur.

•      Madem Allah’ın zıttı yoktur, o hâlde Allah’ın tasarrufuna müdahale de yoktur.

•     Madem müdahale yoktur, o hâlde Allah’ın kudretinde bir mertebe olamaz. Kudreti nihayetsiz olur.

•      Kudreti nihayetsiz olunca da, bir çiçeği yaratmak ile bir baharı yaratmak, bir sineği ihya etmek ile öldükten sonra bütün mahlukatı haşretmek o kudrete müsavidir. Bir iş, bir işe mâni olamaz.

“Ahirete İman” isimli eserimiz burada tamam oldu. Eserin başında da ifade ettiğimiz gibi, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin “10. Söz” ismiyle maruf “Haşir Risalesi”, eserimizde kaynak eser olarak kullanılmıştır. Eserimizde, Üstad Hazretleri’nin eserinde zikredilen delillerden sadece bir kısmını zikrettik. Diğer delilleri merak edenleri, Üstad Hazretleri’nin mezkûr eserine havale ediyor ve eserimizi Kur’an’ın şu ayetleriyle tamamlıyoruz:

“İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sevk edilirler. Nihayet oraya vardıklarında, kapıları açılır ve bekçileri onlara der ki: ‘İçinizden size uyaran peygamberler gelmedi mi? Rabbinizin ayetlerini okuyup sizi bu kavuşma gününüzle korkutmadı mı?’ Onlar da: ‘Evet, geldi.’ derler. Fakat kâfirler üzerine artık azap kelimesi hak olmuştur. Onlara: ‘Ebedî olarak, içinde kalmak üzere girin cehennemin kapılarından!’ denilir. Bak, büyüklük taslayanların yeri ne de kötüdür!

Rablerinden korkanlar da bölük bölük cennete sevk edilirler. Nihayet oraya vardıkları zaman kapıları açılır ve bekçileri onlara şöyle derler: ‘Selam sizlere, ne hoşsunuz! Ebedî olarak, içinde kalmak üzere haydi girin oraya!’ Onlar da: ‘Hamdolsun o Allah’a ki, bize vaadini doğru çıkardı ve bizi cennete vâris kıldı. Cennette istediğimiz yerde oturuyoruz.’ derler. Bak, amel edenlerin mükâfatı ne de güzel oldu!” (Zümer 71-74)

Seyrangah.tv

Sorry, site not recognized

Neden Ki?

İyi bir insan olmak varken neden kötü bir insan olmayı tercih ederiz ki?

Neden iyilik yapmak gibi bir güzellik varken kötülük yaparız ki?

Komşularımız ile iyi geçinmek varken; neden komşularımızı rahatsız etmek için çaba harcarız ki?

İkram etmek, infak etmek varken neden hep kendimiz için biriktirir ve sadece kendimiz için harcayıp bencillik ederiz ki?

Neden sokakta gördüğümüz bir muhtacın ihtiyacını gidermek için çaba harcamıyoruz ki?

Bir fakiri, bir yetimi, bir garibanı soframıza davet etmek varken; neden hep zenginleri ve hiç ihtiyacı olmayanlara çeşit çeşit yemeklerle enfes sofralar sereriz ki?

Neden insanlarla yumuşak ve nezaketle konuşmak yerine kaba ve hakaretvari konuşuruz ki?

Çöp bidonu içinde kedi olabilir düşüncesiyle çöpümüzü çöp bidonunun içine yavaşça bırakmak varken; neden çöpümüzü balkondan güm diye çöp kutusuna atıp, etrafa çöpleri saçıp, çevreyi kirletip, insanları rahatsız ediyor ve hayvanların canını acıtıyoruz ki?

Yalnızca amellerimiz ve bir parça kefen ile neredeyse boyumuzu aşan derinlikte bir çukura koyulacağımızı bile bile neden dünyada ebedi kalacakmış ve ahret yokmuş gibi yaşıyoruz ki?

Dünyada o kadar aç insan varken neden bu kadar ekmek israf ediyoruz ki?

Dünyada sokaklarda yaşayan o kadar insan varken neden kirada bile olsa, rutubetli bile olsa, sobalı bile hatta tek göz bir ev bile olsa yaşadığımız eve şükretmiyoruz ki?

Neden hep kendimizden daha zengine daha mülklüsüne bakıp ta bizden daha kötü durumdaki insanları aklımıza bile getirmiyoruz ki?

Neden ilimde, fazilette, güzel ahlakta, takvada, amelde yarışmıyoruz da; malda mülkte gösterişte yarışıyoruz ki?

Neden insanların bizleri kıskanacağı hal ve hareketleri, gösteriş ve riyakârlığı yapıyoruz ki?

Neden nefsimizin istekleri vicdanımızın isteklerinden önde geliyor ki?

Neden yolda gördüğümüz bir çiviyi birinin ayağına yada bir arabanın tekerine saplanmasın diye alıp kenara koymuyoruz da bana ne diyoruz ki?

Neden günün birinde mutlaka öleceğimizi düşünmüyor ve kendimizde olan kötü huyları ve adet edindiğimiz günahları terk etmiyoruz ki?

Neden abdesti ile beraber toplamda bir saat bile sürmeyen ve ebedi hayatımız için çok önemli olan Namazı kılmıyoruz ki?

Neden senede bir ay mideye bir istirahat ve de nefse bir terbiye vesilesi olan Orucu hiçbir özrümüz olmadığı halde tutmuyoruz ki?

Neden Allah’ın bize verdiği maldan fakirin hakkı olan Zekâtı fakire vermiyoruz ki?

Neden mahallemizdeki yetime, dula, kimsesize, yaşlıya, düşkün ve yatalağa sahip çıkmayız; kollayıp desteklemeyiz ki?

Nasıl oluyor da dışarıda aç insanların önünde göstere göstere yiyip, içebiliyoruz ki?

İnsanlar yiyecek bir ekmeği bile bulamıyorken biz hazırladığımız enfes sofraların başında çektirdiğimiz neşeli fotoğrafları sosyal medyada paylaşmaktan neden hiç rahatsız olmuyoruz?

Bu nedenler ve niçinler yazmakla bitmez; düşündükçe, kendi iç muhasebemizi yaptıkça ve de etrafımıza baktıkça bu neden ve niçinler uzar gider; yani bu hamur çok su götürür.

Bütün bu neden ve niçinlerin İslam’ı tam olarak yaşamamaktan, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesini hayatımıza tatbik etmeyişimizden kaynaklandığını düşünüyorum.

Dünyaya geliş maksadımızı tekrar hatırlamalıyız ve bu düşünceyi zihnimizde her daim canlı tutmalıyız. Allah’ın bizler için yasakladıklarını yapmamayı, emrettiklerini de harfiyen yerine getirmeyi, ömrümüzü maksadına uygun şekilde Allah’ın razı olacağı manada harcamayı, Peygamber Efendimizi örnek alıp Ona benzemeye çalışmalıyız.  Bütün bunları yaptıkça yukarıda saydığım neden ve niçinler göreceksiniz bitecektir.

Selam ve dua ile…

Halil İbrahim DEDE

15/04/2014 – Çorlu

www.NurNet.org

Peygamberimiz in Dedesi Abdü’l-Muttalib’in Rüyası (Şiir)

Peygamberimiz in Dedesi Abdü’l-Muttalib (Şeybe)’nin) Rüyası (Şiir)

 

“Abdü’l-Muttalib,” Kâbe yanında Hıcr mevkiinde

Uyurken, rüyasında seslenir bir zât kendisine

 

“Kalk, ‘Tayyibe’yi’ hemen kaz” diyordu

“Abdü’l-Muttalib ‘Tayyibe’ nedir? Diye sordu”

 

“Cevap vermez o şahıs uzaklaşıp gider”

Peygamberimizin dedesi rüyaya hayret eder

 

Uykuya daldı ertesi gün, yine aynı yerde

Düşünde seslenir bu kişi, tekrar ikinci günde

 

“Kalk “Berre’yi” kaz” dedi bu seferde

“Şeybe; “Bere” nedir der şaşkınlık içinde”

 

“Yine uzaklaşıp gider o adam, hiç cevap vermez”

“Abdü’l-Muttalip heyecan içinde, buna akıl sır ermez”

 

Üçüncü gün aynı yerde yatar, Peygamberimizin dedesi

Çok derin uykuya dalar, aynı şahsın bir daha gelir sesi

 

“Kalk “mednûneyi” kaz diye hitap eder bu sefer”

“ “Mednûne”nedir diye, Şeybe o kişiden izah ister”

 

O şahsiyet sessiz kalır hemen yanından ayrılır

“Abdü’l-Muttalip dehşetli bir merak içinde kalır

 

Peygamber’imizin(a.s.v) dedesi, müthiş bir merak içinde

Yatar uykuya Kâbe’de, dördüncü gün aynı mahalde

 

“Şeybe, aynı şahısın yine geldiğini görür düşünde”

Kalk, “Zemzem’i” kaz diyordu o adam bu seferde”

 

“Abdü’l-Muttalip dedi, “Zemzem” nedir?”

O şahıs nihayet beklenen cevabı verir

 

“Öyle bir sudur ki “zemzem”

“Hiç kesilmez, dibine erişilmez”

 

“İhtiyacını onunla karşılarsın hacıların”

“Mirasıdır sana o su, ulu ataların”

 

“O kurban kanlarının döküldüğü yerde”

“Terslerinin gömüldüğü mevkide”

 

“Alaca kanatlı bir karga gelir gagalar”

“Yuva yapmıştır yanına karıncalar”

 

Sevinç ve coşku ile uyanır Abdü’l-Muttalip

Kaderi İlahi zemzemi bulmaya eder talip

 

Rüyasında tarif edilen mevki ye hemen gider

Zemzem kuyusunun yerini tam tespit eder

 

Bekir Özcan

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version