Peşinde daima 3 polis vardı..

Mehmet Nuri Güleç ya da Nur Cemaati içinde bilinen adıyla Fırıncı Abi, Bediüzzaman Said Nursi ile geçirdiği günleri anlatırken duygulanıyor.

Bizim sadece manevi katkımız var

Mehmet Nuri Güleç ya da Nur Cemaati içinde bilinen adıyla Fırıncı Abi, yaşı seksenin üzerinde olmasına karşın hâlâ dinç, hâlâ hizmet aşkıyla dolu. Bediüzzaman Said Nursi ile geçirdiği günleri anlatırken duygulanıyor ama soyadı gibi gülümsemesi yüzünden hiç eksik olmuyor. Cemaatin abilerinden biri olarak İstanbul İlim Kültür Vakfı’nın Başkanlığı’nı yürütüyor ama asıl işi gençlerin yaptığını abilerin sadece manevi olarak önder olduklarını ifade ediyor ve ‘Zaten olması gereken de bu’ diyor.

Biz sizi Fırıncı Abi ya da Mehmet Fırıncı olarak biliyoruz. Asıl adınız?

Mehmet Nuri Güleç. Bediüzzaman Hazretleri’ne gittiğimizde, ne iş yapıyorsun diye sordu. Fırıncılık deyince, Fırıncı Muhammed dedi bana, öyle kaldı.

Bediüzzaman’la tanışmadan önce nasıl bir hayatınız vardı?

Bursa İnegöl’ün Yenice-i Müslim köyünde doğdum. İlkokulu orada okudum. 1945’te İstanbul’a geldik. Pederimin mesleği fırıncılıkla iştigal ediyorduk. Babam tahsilli bir insandı. Yeni Sabah Gazetesi’ni bilhassa Cemalettin Saraçoğlu’nun yazılarını çok takdir ederdi. Gazete 2- 3 ayda bir kapatılırdı valinin emriyle. Biz de bu çevrede yetişmiş olduk. 1946’da Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’suyla tanıştık. Orada dindar mukaddesatçı düşüncenin farkında olduk.

Bediüzzaman’dan nasıl haberdar oldunuz?

Büyük Doğu’da hakkında bir yazı yayınlanmıştı. Denizli Mahkemesi’nden sonra Emirdağ’dayken, hayatını anlatan 6- 7 sayı çıktı. Babam da mütareke yıllarında İstanbul’da bulunmuş. Oradan tanıyor kendisini. 1949’da caminin müezzinine bir soru sormuştum. O beni Muhsin Alev ve Ziya Arun’la tanıştırdı. O zaman İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde okuyan 2 talebe. Böylece Nurları da tanımış oldum. O zaman babamın fırınında çalışıyordum.

3 AY EVİNDE KALDI

Bizzat tanışmanız?

1952 yılı Ocak ayı sonunda Gençlik Rehberi mahkemesi oldu. Muhsin Alev ve Ziya Arun tab ettiler. Hemen mahkemeye intikal etti. O zaman yasak kitap gözüyle bakılıyor. Naşir olarak Muhsin Alev’e, müellif olarak Said Nursi Hazretleri’ne dava açıldı. Sonra beraat ettiler. Bu vesileyle İstanbul’a gelmişti, ziyaret ettik Akşehir Palas Oteli’nde. Gençlere çok şefkatle muamele ediyordu.

Kaç yaşlarındaydınız?

Tam 20 yaşındaydım ve bir sabah namazından sonra 2.5 saat sohbetinde kaldık. Hem ders yaptık, hem şahsi hayatından müdafaa sahnelerinden bahsetti. Böyle bir ziyaretimiz oldu ve bizi talebeliğe kabul etti (gülüyor).

Vefatına kadar sık sık görüştünüz değil mi?

1953’te İstanbul’u yeniden teşrif etti. Otelde rahatsız olmuştu. Gidip bizim evde kalmasını arz ettik. Gittik baktık, uygun gördüler. Biz evden çok zaruri birkaç eşyayı alıp, evi ona bıraktık. 3 ay kadar kaldı. O esnada daha yakından tanıma imkanımız oldu. Daha önceden de kitaplar Isparta’dan geliyordu. Burada gizlice ciltletiyordum. Sonra el altından Anadolu’ya dağıtıyorduk. Hizmetle iç içeydik. Üstad hazretleri gelince çok yakın bir ilişkimiz oldu. Emirdağ’da, Isparta’da yanında kalmayı çok arzu ettik ama bizi İstanbul’da neşriyat hizmetleriyle tavzif etti.

PEŞİNDE DAİMA 3 POLİS VARDI

O zaman 20 yaşında bir delikanlı olarak korkmadınız mı? Devlet tarafından sürekli baskı altında tutulan biri, polis takipleri, mahkemeler, kovuşturmalar…

Hakikaten ben de şimdi bile şaşırıyorum. Yeğenim Saide Hanım “Sen bu cinneti nasıl yaptın” diye soruyor. Bilhassa babam ve amcam sayesinde dini konularda yapılan baskılar bakımından gayet bilgili bir şekilde yetişmişiz. Böyle büyük bir din alimine hizmet etmek en büyük hayır ve güzellik olarak görülüyor. Nitekim babam da üstadın gelmesini kabul etti. Üstadı bekleyen 3 polis vardı ve her gün rapor yazarlardı. “Biz hocaefendiyi korumak için buradayız” derlerdi. Üstada söyledim, “Doğru, bana bir şey olursa devlet mesul olur” dedi.

Kişilik olarak nasıl biriydi Said Nursi?

Benim gördüğümde 77 yaşlarında, çok çevik, atik, hizmet meseleleriyle hep bizzat alakadar olan biriydi. Bir gün Edirnekapı Camii’nden dönerken arka sokaklardan geldik. 4- 5 sokakta çocuklar gelip gelip ayaklarına sarılıyordu. Onları okşayıp sevdi. “Benim hastalıklarım var, siz masumsunuz, bana dua edin” dedi. İnsanlara karşı fevkalade şefkatli ve merhametliydi. Biz de genciz. Böyle büyük bir zatın şefkatli davranışlarından çok istifade ettik

Peki ya gençliğinde?

Gençliğinde çok hiddetli çok şiddetli fakat Yeni Said devresinde farklı. Bu risalelerde de geçiyor, “Bu kadar hiddetli bir adamın böyle bir tavrın içine girmesinde bir sebep var. Siz bunu anlayın” der. Ondan sonra daima müsbet hareketi tavsiye eder. “Müsbet hareket en birinci tarzımız. Bize zulmedenler sonra Risale-i Nur’la imanlarını kurtarsalar hakkımızı helal etmekle mükellefiz” derdi. Son İstanbul’a geldiğinde 1960 yılbaşı gecesiydi. Geldiği duyulunca çok kalabalık oldu otelin önü. O gün divanın üzerinde ayağa kalkarak “katiyen menfi hareket istemiyorum. Siz miting tertip ettiniz, bu menfi harekettir. Benim hareket tarzım müsbet harekettir” diye bize çok hiddet etti. Ama sonradan affetti.

Mahkemeler baskılar nasıl etkiliyordu onu? Kişisel olarak sıkıntı oluşturuyor muydu?

Sungur Abi’nin 1.5 seneye mahkum edildiğini görünce çok hiddet etti. 1.5 saat kadar kıpkırmızı olmuştu yüzü. “Edepsiz, edepsiz” diye sanki karşısında biri varmış gibi kızdı. Sonradan öğrendik ki mahkeme reisi talebesiymiş. Bu hiddetin ardından durgunlaştı, böyle durgunlaşması gerçekten insan çok hüzün veren bir şeydi. Sonra dedi ki “ama sonu çok güzel olacak merak etmeyin.” Hakikaten kısa bir zaman sonra temyiz davayı bozdu Mustafa Sungur Abi tahliye oldu, beraat etti. Sonra Sungur Abi ziyarete gidiyor mahkeme reisini. “Hocaefendi bizi Sultanahmet’te okuttu fakat bugünkü şartlar içinde öyle yapmaya mecbur kaldık” diye özür dilemiş.

GECE İBADET EDERDİ

Üstad sık sık latifeler de yaparmış talebelerine değil mi?

Evet. Bilhassa Ceylan Abi’ye. Emirdağ’da hizmetine girmiş, çalışkan biri. Sanki bir samimi arkadaş gibi yaklaşırdı. Ama hizmete ait meselelerde çok ciddiydi. Talebeler risaleleri yazardı o da günde 200 sayfa tashihat yapardı.

Son dönemde yazım şekli yine aynı mıydı? Söyleyip başkasının yazması şeklinde?

Evet öyleydi. Benim tanıdığım dönemde risaleler bitmişti. Tabiatla ilgili birkaç mektubun yazılması İstanbul’da olmuştu.

Üstadın bir günü nasıl geçiyordu?

Akşam namazından sonra kimseyi kabul etmezdi. Yatsıyı kılıp hemen istirahata çekilir. 1- 2 gibi ayaktadır. Her gece 4- 5 saat evrad-ı ezkar’la meşguldür. Hayatının tamamında böyledir. En son gittiğimde Emirdağ’a Şualar yeni basılmıştı. Yanımda götürmüştüm. Gece 2’de kabul etmişti. Sabaha kadar ders yaptık. Çok neşeli bir geceydi. Sabah namazından sonra bir ders yapar, ondan sonra kıra çıkar. Kırda bir iki saat teneffüs eder gelir.

İkindide de bir ders yapar bazen. Günü köylerde yazılan nüshaları, teksirlerin mumlu kağıtlarını tashihle geçerdi. Bazen misafirler gelir, onları kabul ederdi. Herkesi kabul etmezdi. Görüşemeyenlere de “Risale-i Nur’u okumak benimle görüşmekten on kere daha kârlıdır” derdi. Hatta bunu kapının arkasına yazmıştı gelip göremeyenleri teselli etmek sadedinde.

GÜNDE BİR EKMEK PARASINA GEÇİNİRDİ

Üstad’ın hediye kabul etmediğini biliyoruz. Nasıl geçiniyordu?

Darül hikmet-i islamiye’de parasının çoğuyla telif ettiği kitapları bedava dağıttırmış. Bir kısmını ayırmış. Bunların parasıyla. Fakat çok iktisatlı. “Günde 40 parayla geçinen bir adama neyle geçiniyorsun diye sorulmaz” derdi. 70 yamalı hatta yüz yamalı bir şeyi senelerce giyiyor. Isparta’da duruyor bu kıyafeti. Risale-i Nurlar basılmaya başlayınca da 100 kitaptan 10 kitabı tayinat olarak alır bize de günlük bir ekmek parası 30 kuruş verirdi. Ben halen alıyorum Risale-i Nur neşrinin hasılatından.

Şimdiki tayinatınız da bir ekmek parasına mı karşılık geliyor?

(Gülüyor) Otuz kuruş 108 lira mı tutuyordu o zaman? Şimdi 250 lira falan veriyorlar Sungur Abimize.

Mezarının yerini bilen abiler var

Risale-i Nurların yazdırıldığından bahseder üstad. Burada kastettiği Allah’ın iradesi mi, vahyin farklı bir çeşidi mi?

İlham diyor, istihraç diyor. Vahiy değil.

Bir roman yazarının da ilhamı vardır…

Vahyin hizmetini gören büyük ilhamlar” diye bahsediyor. Yani Abdülkadir Geylani, İmam-ı Rabbani, Gazali, Mevlana Hazretleri’nin ilhamı gibi. Biri anlattı. Bismil’de bir alim zat kabul etmiyormuş ama Risale-i Nur’u görünce demiş ki “Bu peygamber değil ama mehdi de değil, başka bir şey, ama ne olduğunu söyleyemiyorum” demiş. Ben de hakikaten o hususta tereddüt etmiştim fakat Mahkeme-i Kübra’da “Vahyin hizmetini gören büyük ilhamlar” tabirini görünce farklı bir ilham olduğuna kanaat getirdim.

Üstad ibadeti mi önceliyordu, risaleleri mi? Yani saatlerce namaz kılmak mı, risale okumak mı?

İbadet yerinde evrad ve ezkar yerinde, ilme çalışmak tarzını Emirdağ lahikasında daha evla görüyor. Aynı zamanda kendisi evrad ezkarı yapıyor. Yasin, Fetih, Rahman sureleri, Cevşen-i Kebir, Nakşibent hazretlerinin evradı olan Evrad-ı Kutsiye, Salavat, Dalailin Nur, Hz. Osman’ın tertip ettiği Münacat-il Kur’an, Abdülkadir Geylani Hazretlerinin dualarını her gece zaten okur. Talebelerine bunları okumayı tavsiye eder fakat “Risale-i Nur okuyarak ibadet yerinde ilim içinde hakikate yol açmıştır” der. Risale-i Nur’un okunup anlaşılmasını, evradla birlikte, tavsiye ederdi. Yalnız namazda çok şiddetli. Mahkemede dahi namaza duruyor.

Bediüzzaman Atatürk ilişkisi çok tartışıldı. Sizin bizzat tanık olduğunuz ya da kendisinden dinlediğiniz bir şey var mı?

Ben bizzat dinledim Üstad’dan. Ankara’da Meclis’teki münakaşada “Biz seni güzel fikirlerinden istifade etmek için çağırdık ama sen geldin namaza dair bir şeyler yazdın ve aramıza ihtilaf verdin” demesine karşın, “Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur” şeklinde mukabele etmiş. Atatürk sonra tarziye vermiş hocam beni yanlış anladı diye Meclis’e. Bilmiyorum söylemek doğru mu bunları. Sonra kıyamet kopuyor.

Meclis’le ilişkisi nasıl oldu sonra?

Epey devam ediyor görüşmeleri. Divan-ı riyasette uzun konuşmaları var O’nu istikamete çekmek için. Sungur Abi’ye anlatmış ders yaparken. Konuşurlarken Maarif Vekili Mustafa Necati girmiş içeri, onu kovmuş “Ne giriyorsun çık dışarıya” diye. “Hocam devam et” demiş sonra. Fakat Batı’yla Lozan Anlaşması yapılmasından sonra tamamen uzaklaşıp Van’da bir mağaraya çekiliyor.

Üstadın mezarının yeri bilinmiyor denir. Gerçekten bilinmiyor mu?

Var, bilenler var. Ben gerçekten öğrenmek istemiyorum. Bilirsem bana sorduklarında mutlaka cevap veririm.

Kimler biliyor peki?

Tahmin ettiğim isimler var. Mustafa Sungur abi, hasta şimdi. Abdullah Abi’nin de bildiğini zannediyorum. Ona sorunca “Bilen söylemez ama ben işte falan” diye karıştırıyor.

Söylenmeme sebebi bir türbe haline dönmesini engellemek mi?

Kendisinin vasiyeti var benim mezarım bilinmeyecek diye. Urfa’da 50 bin kişiyle defnedilince ne hikmet var acaba diye şaşırmıştık. Sonra bildiğiniz gibi alıp götürdüler. Geçen İran’a gitti arkadaşlar. İnsanlar İmam Rıza’nın bulunduğu yeri aynen Kâbe’deki gibi tavaf ediyorlar. Bunu da yapabilirlerdi önüne geçemezdik. İyi ki Üstad öyle yaptı.

Gerilla gibi çalışıp risaleleri dağıttık

Said Nursi’nin Doğu’da dini ve fenni derslerin bir arada verildiği bir üniversite hayali vardı. Bu gerçekleşseydi Kürt sorunu yaşanır mıydı?

1954’te de Celal Bayar ve Adnan Menderes’e yazdığı mektupta bundan bahsediyor. Bu beladan bu şekilde kurtulabiliriz diye. Benim de kanaatim bu sıkıntı olmazdı. Şu anda Anadolu’da risale okuyan kesim var. Diyarbakır’a, Kızıltepe’ye, Mardin’e, Batman’a, Bismil’e, Ceylanpınar’a gittik. Oradaki insanlar katiyen bu ırkçı harekete karşı. Geniş topluluklar halindeler ve katiyen kabul etmiyorlar.

O topluluğun fazla sesi çıkmıyor?

Onlar ilmi olarak çalışıyorlar. Bazı yerlerde sıkıntılar yok değil. Kızıltepe’de önceden ateşe tutmuşlar. Nasıl bir stratejileri var bilmiyorum ama şimdi dokunmuyorlar, dersler devam ediyor. Dicle Üniversitesi’ndeki kaç tane profesörle görüştük, hepsi gayet müsbet çalışıyor. Hiç sorun yok sanki!

Bazı kesimlerin Cuma namazını ayırma teşebbüsleri?

Tamamen yanlış. İslam’da ırkçılık yok. Bediüzzaman eserlerini Türkçe yazmış. Abdülkadir Badıllı, hayatta daha, üstadla Kürtçe konuşmak istediğinde “ben Kürtçe’yi unutmuşum kardeşim” diye Türkçe konuşuyor. Ama Malazgirt’ten gelen ve hiç Türkçe bilmeyen bir gençle Kürtçe konuşmuş.

Neden böyle davranıyor?

O zaman da bu mesele ortaya atılmış. Üstad o zaman da buna şiddetle karşı çıkıyor. Boghos Nubar Paşa ile Şerif Paşa Paris’te birleşip beraber bir Ermeni ve Kürt Devleti kurma planları var. Üstadın o zaman Sebülürreşad’da ve İkdam’da cevapları var. Mevlanzade Rıfat Kürt Teali Cemiyeti Başkanı, Üstad’a bu hususta çağrıda bulunuyor. Üstad da “bir kuvvetiniz varsa devleti kurtaralım bu gibi fikirlerden vazgeçin” diyor.

Üstadın zamanındakiyle günümüzdeki Nurcuları karşılaştırsanız?

O zaman çok yakınında olanlar Risale-i Nur’un bütün şeylerini bilenler. Geniş halkada olanlar tarikatlardan aldıkları terbiyelerle Risale-i Nur’a da sahip çıkıyorlar ama kendi anlayışlarında hareket halindeler. Fakat şimdi daha ziyade ilmi bakımdan yaklaşıyorlar.

Üstadın vefatından sonra siz neler yaptınız?

Neşriyatla uğraştık yine. Üstad vefat ettikten bir süre sonra ihtilal oldu biz Uhuvvet Risalesi’ni neşrettik. Onun için bizi içeri aldılar. 25 gün 1. Şube hücrelerinde kaldık. Çıktığımız gün “Risale-i Nur sönmez” diye bir teksir kitap hazırladık. İhtilalden sonra matbaaları bizim aleyhimizde kışkırttılar, teksirle bastık. Anadolu’yu hareketlendirmek için ziyaretler yaptık. Gizlice basmaya başladık. El altından Anadolu’ya sevkettik. Yani bir nevi gerilla gibi çalıştık (gülüşmeler) Ta 1975’e kadar.

Emeti SARUHAN / Yenisafak.com.tr