Etiket arşivi: Abdülbâkī ÇİMİÇ

Dimağda tahayyül mertebesi…

“Ziya-i kalbsiz olmaz nur-i fikir münevver.”1

Bu sırdan dolayıdır ki dimağ kalbe bağlı çalışır. Çünkü “kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada”2 yürür. Bir lâtife-i rabbaniye olan kalbin makes-i efkârı dimağdır. İnsanın hislerinin mazharı vicdan, fikirlerinin ma’kesi ise dimağdır. Her ikisi de lâtife-i Rabbaniye olan kalbin birer şubesi konumundadır. Kalbten dimağa ma’kes bulan efkâr dimağda mertebelerden geçer. Dimağdaki mertebeler ise şöyledir: Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam, itikad. Bu mertebelerin her birisinde farklı bir hâlet oluşur ki, bunun en zirvesi ve makbûlü itikad dediğimiz son mertebedir. İşte buna ehl-i imân için salâbet-i îmâniye diyoruz.

Dimağda önce tahayyül vukû’ bulur. Safsata (hezeyan, uydurma, boş, temelsiz söz) burada başlar ve doğar. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Dinsiz felsefe hakîkatsiz bir safsatadır.”3 dediği nokta tam da burası olmalıdır. Hayâl etmek, bir şeyi önce hazîne-i hayâlde canlandırmaktır. İnsan önce hayâl ederek düşünmeye başlar. Tahayyül, düşüncenin ilk aşaması ve mukaddimesidir. Zihin aşamasındaki birinci aşama, tahayyüldür. Zihin arzularını gerçekleştirmek için önce hayâl eder. Eğer hayâl hakîkate mavafık olmazsa bu hâletten ‘safsata’ hâsıl olur. Hayâl etmek bir hüküm değildir. Bu sebeple hayâlimizdekilerden me’sul değiliz.

İnsan öncelikli olarak hayâl eder. Sonra bu hayâllere suret vermeye başlar, yani tasavvur mertebesine geçer. Hayâlde efkârın hakîkati görülmez. Zihinden hayâller, perdeli ve suretler şeklinde gelir geçer. Bu hayâl ve düşünceler çeşitli suretleri giyer ve dokur. Bir fikir dimağa yansıdığında akıl onu hemen kabul etmez. Önce hayâlin elinde tutar. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Size söylediğim sözler hayâlin elinde kalsın; mihenge vurunuz.”4 dediği nokta tam da bu noktadır. İşte bu hayâl mertebesinde safsata hâsıl olur. Çünkü “mantıkça, tahayyül hüküm değildir.”5 Ancak insan bu mertebede aldanabilir. Şeytanın önce kalbe attığı çirkin sözlerini kalbin reddetmesiyle birlikte hayâle yansıttığından hükümsüz bir tahayyülü hakîkat tevehhüm eder.6

Tahayyül mertebesinde şöyle bir hâl daha vukû’ bulur. ”Mânâlar kalpten çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayâle girerler; oradan suretleri giyerler. Hayâl ise, her vakit bir sebep tahtında, bir nevi suretleri nesç eder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır; hangi mânâ geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer mânâlar, münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur; fakat, temas var. Vesveseli adam teması, telebbüsle iltibas eder. “Eyvah,” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş.”7 diyerek evhama kapılır. “Bîçare vesveseli adam, bazen tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yani, hayâle gelen bir şüpheyi, akla girmiş bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder.”8 Halbuki, “hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler, cüz-i ihtiyârîyeyi pek dinlemiyorlar, teklif-i dinî altına çok giremiyorlar”.9 “Hem, tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz’an değiller; öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar.”10

Özellikle vesveseli adam “Bazı tahayyülî halâtı, taakkulî hâlât ile iltibas eder. Hayâle gelen şüpheyi, akla gelen bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Bazan, tevehhüm ettiği şüpheyi, şek zanneder. Bazan, tasavvur ettiği şüpheyi, bir tasdik-i aklî zanneder. Bazan, bir emr-i küfrîde, tefekkürü, hilâf-ı imân zanneder… Halbuki; tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür; tasdik-i aklîden, iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, şüphe ve tereddüt değildirler. Lâkin tekerrür edip istikrar peyda etseler, bazan bir nev’î şüphe-i hakîkî onlarda tevellüd eder.”11

“Küfrü hayâl etmek küfür olmadığı gibi, dalâleti tasavvur etmek de dalâlet değildir. Zira tahayyül ve tasavvur, aklen tasdik, kalben iz’an etmekten farklıdırlar. Bu yüzden şüphe ve tereddüte düşmeye gerek yoktur. Kalbe uğrayıp geçen vesveselere aldırış edilmemelidir. Ayrıca bir delilden kaynaklanmayan ihtimaller de safsatanın ötesine geçemez. Bu bakımdan, araştırma safhasında, objektiflik adına yanlışlara düşmemek, yanlıştan hareketle yanlış muhakemede bulunmamak kaydıyla, bazı tahayyül ve tasavvurlar itikada zarar vermez. Ancak lüzumsuz yere yapılan tekrarlar, o tahayyülü müstakar hâle getirebilir, bu da bazı şüphelerin doğmasına sebep olabilir. Zira aklı tasdik eden kalbtir. Kalbte zayıflık olursa, safsatalar bile tasdik edilebilir.”12

İnşâallah konuya devam edelim…

Dipnotlar:

1- Sözler, 2013, s. 1148.
2- Sözler, 2013, s. 804.
3- Sözler, 2013, s. 217.
4- Eski Said Dönemi Eserleri, 2013, s. 230.
5- Sözler, 2013, s. 434.
6- Sözler, 2013, s. 434.
7- Sözler, 2013, s. 434.
8- Sözler, 2013, s. 439.
9- Sözler, 2013, s. 439.
10 -Sözler, 2013, s. 439.
11- Nurun İlk Kapısı, 2000, s.129.
12- Y. Alan- Dimağdaki İlim Mertebeleri.

Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir

Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir

Bediüzzaman Hazretleri “muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır; elde ve ayakta aramak abestir.” (1) der.

Hem de “kulağın dimağa karabeti ve akıl ile sıla-i rahmi vardır.”2 tespitini de aktarır. “İnsan yalnız cesetten ibaret değil; cesedi beslemek için kalb, dil, akıl, dimağ”3 gibi hasseler ve duygular ile donatılmıştır. Dimağ, akıl ve şuur aleti olarak tarif edilir. Ayrıca düşünme mekanizması konumundadır. Dimağ, bir lâtife-i Rabbaniye olan kalbdeki mânâların ma’kes-i efkâr olarak fikirlerin aksettiği, düşüncenin yansıdığı yerdir. Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikad dimağın mertebeleridir.  Aynı zamanda ‘insanın bin cihazatına takılan hikmetlerinden yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hafızası, ezelî hikmet tarafından dimağının cebine koyulmuştur.’4 İnsanın “yalnız dimağına yüzer hikmetler ve faydalar takılmıştır.”5 İnsanın dimağındaki pek büyük ve pek küçük kütüphanesi olan kuvve-i hafızası, Levh-i Mahfuz’un numunecikleri hükmündedir.6

Risâle-i Nur’da kalb ve dimağ ile ilgili şu izahatlar da yapılmıştır.“Şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i mânevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği”7hükmündedir. “Madem kalb ve dimağ-ı insânî bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde derc edilmiştir.”8

Bediüzzaman Hazretleri Allah “kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün Rahmânî hediyeleri, atiyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve Esmâ-i Hüsnânın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince târifeleri o âletlere yardımcı vermiş.”9  Diyerek fıtratımıza derc edilen mânevî cihazatların hakiki vazifelerini izah etmiştir.

Ayrıca “Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı. Hüda kalbde işliyor, dimağı da işletir. Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, daneleri sümbüllettirir. Karanlıklı tabiat, onunla ışıklanır.”10 Tespitleri ile dimağın mahiyetine ışık tutabilecek noktaları izah etmiştir. “İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma’kes-i nur-i iman. Dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan. Fikir ile dimağ, bekçi-yi iman.”11 Noktalarına da temas edilmiştir. Bu sırdan dolayıdır ki “Ziya-i kalbsiz olmaz nur-i fikir münevver.”12

Lemaat’te “Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir, mültebise. Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir. İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet. Salâbet itikaddan, taassup iltizamdan, imtisal iz’andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf(tarafsız), bîbehre(nasipsiz) tasavvurda, tahayyülde(hayelde) safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde, sâfi olan zihinleri cerhtir, hem idlâli.”13 Tespitleri dimağın mahiyetine ışık tutabilecek önemli izahlardır.

Bir fiil kalbin ve de hissin temâyülatından ortaya çıkar. Çünkü kalb bu fiillere fıtraten meyyaldir. İmân kalbte ve kafada, yani dimağda daimi mânevî bir yasakçıdır. Fenâ meyelânlar ise his ve nefisten çıkar. Bu meyelânları îmân bekçisi olan fikir ile dimağ yasaktır der, tard eder ve kaçırır. İnsanın güzel fiilleri ise kalbin temâyülatından çıkar. Vesveseleri ve fena meyilleri îmân tard eder. Güzel meyillerden sonra fillerin ilk hareketi duygulara ait ise vicdanda ma’kes bulur ve vicdana yansır. Eğer bu filler fikirlere ait ise dimağa yansır. Bediüzzaman Hazretleri kalb ve vicdan ile ilgili şu açıklamayı yapar: ”Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır.”14

Abdülbakî ÇİMİÇ

Dipnotlar:

1- Muhakemat,2013,s.109
2- Muhakemat,2013,s.156
3- Lem’alar,2013,s.414
4- Şualar,2013,s.341
5- Şualar,2013,s.347
6- Şualar,2013,s.348
7- Mektubat,2013,s.751
8- Mektubat,2013,s.751
9- Şualar,2013,s.115
10- Eski Said Dönemi Eserleri(Lemaat),2013,s.677
11- Eski Said Dönemi Eserleri(Lemaat),2013,s.719
12- Sözler(Lemaat),2013,s.1148
13- Sözler(Lemaat),2013,s.1148
14- İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.130

 

Bediüzzaman’a yapılan iftira ve itirazlara cevap verilmeli mi?

Bediüzzaman’a yapılan iftira ve itirazlara cevap verilmeli mi?

Geçen haftaki yazımızdan sonra görüştüğümüz kişiler ve haberdâr edildiğimiz linklerden de edindiğimiz bilgilere göre internet âleminde Üstad Hazretlerine epey dil uzatılmış durumda.

Bazıları sadece bulandırmak ve çamur at izi kalsın kabilinden yazılar sınıfından. Bazıları ise ciddî mânâda incelenip delillerle tekzip edilmeyi bekliyor. Esasında cevap vermeye değmeyecek seviyede olan yazılar hakkında, hak ve hakikati taharri edenler adına bir şeyler yazmak gerekir düşüncesindeyiz. Ancak kitap hacminde1 olanlara ise muhakkak zaman ayrılmalı ve ciddî araştırma ve çalışmalarla iddialar çürütülmelidir. Şunu da ifade edelim, bu tür iftiralara ciddî mânâda reddiyeler yazılmış durumda da değil.

Üstada yapılan iftiraların bir kısmı tamamen cehaletten ve cevap vermeye bile değmeyen cinsten yazılar ve yorumlar. Bu tür iftiracılara “Cevabü’l-ahmaku’s-sükût” kaidesince, böylelere karşı cevap sükûttur.2 Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht âkıller bulunduğundan3, onları nazara alıp cevap vermek gerekiyor. Fakat buna da dikkat etmek gerekir. “Canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek, onu hücuma teşci ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevk eder. Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı; tâ dostların lâkaytlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.”4

Risale-i Nur’da Üstad Hazretlerinin kendini bildirmeyen bir zata ve gazetelerde serrişte edilen muterizlere verdiği cevaplar malûmdur. Kendisini bildirmeyen o zat ile ilgili “Bir zat, uzunca bir mektup yeni hurufla bana yazmış, kendisinin kim olduğunu bildirmemiş. Üç noktada şüphe edip bir nevi itiraz gibi yanlış mana verdiği için güya bizi ikaz ediyor. Bu meçhul zatın mektubunda üç esasın hakikatini gösterip yanlışını tashih etmek istedim”5 diyen Bediüzzaman Hazretleri bu meçhul zatın şüphelerini izale edip, itirazlarına cevap vermiştir. Hatta On Dördüncü Şuâ’daki Hata-Cevap cetveli de müdde-i umûmînin isnad ettiği suçlamalara verilen cevaplardır.

Üstad Hazretleri bu bahis için de şu izahı yapmıştır: “Mahkemede aleyhimizdeki iddianamede, ‘Yüz yanlışını ispat etmezsem, yüz sene cezaya razıyım’ diye iddia ettiğime bir hüccet olarak, iddianamenin kırk sahifesinde, şahsıma ait on beş sahifede seksen bir yanlışını gösteren bu cetveli takdim ediyorum.”6

Geçen hafta Bediüzzaman Hazretlerine atılan “İngiliz ajanı” iftirasına bir nebze cevap vermeye çalıştık. Burada ise bizzat Üstad Hazretlerinin İngilizler ile ilgili yapmış olduğu tesbitlerin bir kısmını paylaşmak istiyoruz. Böylece “Saîd Nursî İngiliz ajanıdır” gibi çirkin iftiralara Bediüzzaman’dan Bediüzzamanca bir cevap olmuş olsun!

Bediüzzaman Hazretleri “İngiliz hükûmeti, gerçi zahiren müstebit değilse de, milleti mütehakkimedir, âdâtı dahi mütegallibedir”7 tesbitini aktarır. Kendisine İ. G. Z. siyaseti ile ilgili sualler yöneltilir.

Sual: Neden bu kadar İ.G.Z. siyaseti galip çıkar?

Cevap: Siyasetinin hassa-i mümeyyizesi, fitnekârlık, ihtilâftan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikâp etmek, yalancılık, tahripkârlık, hariçte menfiliktir.”8 Bu mümeyyiz sıfatlar bizlere hiç de yabancı gelmiyor. Âlem-i İslâm beyninde tatbik edilen fitnelerin mümeyyiz sıfatları olarak görünüyor.

İstanbul’un işgali zamanında Üstad Hazretlerinin o hengâmede yaşadığı önemli hadiselerden birisi de Anglikan Kilisesi’nin Başpapazı tarafından Meşîhat-ı İslâmiye’den dinî altı sual sorulmasıdır. Buna cevaben Üstâd Hazretleri şöyle der: “Bir adam seni çamura düşürmüş, öldürüyor. Ayağını senin boğazına basmış olduğu hâlde istifham-ı istihfafıyla sual ediyor ki: ‘Mezhebin nasıldır?’ Buna cevab-ı müskit, küsmekle sükût edip yüzüne tükürmektir. Tükürün İngiliz-i lâinin o hayâsız yüzüne!”9

“Mâdem hakîkat budur. Hem mâdem bir zâlim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat’î ezecek bir sûrette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşî zâlimin ayağını öpse, o zillet vâsıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, rûhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar, vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşcî eder. Eğer ayağı altındaki mazlûm adam, o zalimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlûm olur. Evet, tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!

“Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi’nin Başpapazı tarafından Meşîhat-ı İslâmiye’den dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: ‘Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.’

“Ben dedim: ‘Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!’ demiştim.

Şimdi diyorum: “Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur’ânî bana kâfi geldiği halde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.”10

Sanırım Bediüzzaman’ın dilinden “Saîd Nursî İngiliz ajanıdır” iftirasını atanlara verilecek en mükemmel cevap bunlar olmalıdır. Üstad Hazretleri İstanbul’un işgâli hengâmında “Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!” dediği gibi, bizler de aynen öyle diyoruz, iftiracı zalimlerin yüzüne tükürmek lâzım geliyor.

Dipnotlar:

1- http://gezite.org/said-nursi-arastirmacisi-emrah-cilasunla-roportaj/
2- Mektubat, 2013, s. 724.
3- Mektubat, 2013, s. 724.
4- Mektubat, 2013, s. 604.
5- Emirdağ Lâhikası-II, 2013, s. 727.
6- Şuâlar, 2013, s. 646.
7- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 240, 41.
8- Eski Said Dönemi Eserleri (Tulûat), 2013, s. 575.
9- Eski Said Dönemi Eserleri (Rumuz), 2013, s. 515.
10- Mektubat, 2013, s. 708.

ABDULBAKİ ÇİMİÇ

Kaynak: YeniAsya

Yazının Orjinali İçin Tıklayınız

Oruç ve Hikmetleri

Oruç ve Hikmetleri

Ramazân ayındaki oruç, İslâmiyetin beş rüknünden birincilerindendir. Hem de İslâmın alâmetleri olan şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır.

Biliyoruz ki ezan, selâm, başörtüsü, minâreler ve câmiler de İslâmiyeti âzam mertebede ihtâr ederler. Bunların yanında “sübhânallah, elhamdülillah, mâşâallah, barekâllah” gibi kelimeler, selâmın lâfızları, besmele gibi birçok kavram İslâm işâretlerine yani şeâire dâhildirler. Mezar taşları, medreseler, çeşmelerdeki kitâbeler de bu mâ’nâda birer İslâm nişanıdır. Bunlar bizlere Allah’ı, Kur’ân’ı, İslâmiyet hakîkatlerini hatırlatırlar ve anlatırlar.

Aynen bunlar gibi Ramazân’daki oruç da İslâmiyeti âzam mertebede ve alem (sembol, alâmet) hükmünde temsil ediyor. Nerede bir oruçlu insan görülse hemen İslâm ve Müslüman olduğu kolayca anlaşılıyor ve “Oruçluyum” diyen insan İslâmı ihtâr ediyor ve oruç, alâmeti ile şeâirliğini âzamî cihette yapıyor.

Cenâb-ı Hak, zemin yüzünü bir nimet sofrası sûretinde yaratmıştır ve bütün nimetleri o sofrada “Umulmadık yerlerden” bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, Yüce Allah, yarattıklarını terbiye edip besleme ve onları gözeticilik vasfının mükemmelliği olan kemâl-i rubûbiyetini ve kullarını beslemesi, koruması ve merhamet etmesi cihetiyle rahmâniyetini ve her bir mahlûkta tecelli edip görünen merhamet ediciliği olan rahîmiyetini o vaziyette sofra-i nîmet olarak ifâde ediyor. Özellikle “Umulmadık yerlerden” âyeti sırrınca hem insanların, hem hayvanların, hem de bitkilerin bütün rızıkları “umulmadık yerlerden” veriliyor ve mahlûkat mükemmel olarak besleniyor ve onlara çok güzel bakılıyor ve de merhamet ediliyor.

İnsanlar ise, Allah’tan uzaklaşıp nefislerinin arzularına dalarak duyarsız ve umursamaz bir hâl alarak gaflet perdesi altında ve sebepler dairesinde, Allah’ın nimetlerinin ifâde ettiği ma’nâları tam göremiyor ve aldanıyor, ba’zen de nimetlerin sahibini unutuyor. Hâlbuki gafleti parçalamak ve gafletten hakka dönmek esâs vazîfesi iken insan aldanıyor ve unutuyor. Gafleti parçalayan tefekküre yapışamıyor ve gafletten kolay kurtulamıyor.

İşte Ramazân-ı şerifteki oruç, ehl-i îmânı, birden muntazam bir ordu hükmüne geçiriyor ve o ordunun komutanından gelen emirlerle hareket eder misüllü komutanını tanıyor ve O’na inkîyât ediyor. Kuvvet, kudret ve hükümranlığının başlangıcı olmayan Sultân-ı Ezelînin ziyâfetine dâvet edilmiş bir sûrette akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir kulluk tavrı göstermeleri, o içten ve karşılıksız şefkat edici ve büyük ve haşmetli ve geniş merhamet ediciliğe karşı bol ve geniş ve büyük ve intizamlı bir kullukla ancak mukabele edebiliyor. İşte oruçla kul bu ubûdiyete müşerref oluyor. Bu ulvî kulluğa, kerâmetli şerefe katılmayan insanlar insanlık ismine ve mâ’nâsına lâyık olabilirler mi? Elbette olamazlar. Öyleyse o şerefli ubûdiyete oruçla katılmak insâniyetimizin ve fıtratımızın gereğidir.

Oruç insanın nefsindeki rubûbiyeti ve firavunluğu çok şiddetli bir şekilde kırıyor ve nefsi bir nev’î teslîm-i silâha mecbur ediyor.

Çünkü nefsin çok şümûllü mâhiyeti vardır. Meselâ; insan nefsi Rabbini tanımak ve emir altına girmek istemiyor. Kendisinin hür ve serbest olduğunu telâkkî ediyor. Hatta kendine vehmî bir Rubûbiyet veriyor. Kendi keyfince, başıboş olmak istiyor. Mükâfatta en önde ve vazîfede en geride durmak istiyor. Hem nefis kendinin ne kadar çabuk, zayıf ve sönmeye ma’rûz olduğunu ve çok çeşitli musîbetlere müptelâ olduğunu, çabuk dağılan ve bozulan et ve kemikten ibâret olduğunu da düşünmüyor.

Böylece kendisini lâyemût görüyor. Bunun için de bütün lezzetlere saldırıyor ve sınır tanımak da istemiyor. Bütün hırs ve şiddet ile dünyaya atılıyor. Hubb-u dünya ile onu arzu ediyor. Ahireti düşünmek istemiyor. Sadece dünyadaki fani ve geçici hazır lezzetlere müptelâ oluyor. Böylece zehirli bal hükmünde olan lezzetli ve kendisine menfaatli olan her şeye atılıyor.

İşte bu mâhiyetteki nefsi, oruç ibâdeti ve oruçtaki hakîkî açlık teslim alıyor ve nefis böylece hem Rabbini hem de nimetlerin hakîkî sahibi olan Mün’im-i Hakîkî olan Allah’ı tanıyor ve O’nun aciz bir kulu olduğuna inkiyâd ediyor.

Böylece oruç ibâdeti hakîkî maksâdına ulaşıyor ve Allah’ın kullarından istediği ubûdiyet böylece tam mâ’nâsına ve gâyesine ulaşmış oluyor.

Yirmi Dokuzuncu Mektub’da Ramazân-ı Şerîf’teki orucun hikmetleri kısaca şöyledir:

• “Hem Cenâb-ı Hakkın rubûbiyetine” bakar. Oruç Allah’ın Rab isminin tecellisine ve terbiye cihetine bakıyor. Nefis Allah’ın rubûbiyetinden ve terbiyesinden tam hissesini oruçla alıyor.

• “Hem insanın hayat-ı içtimâiyesine” bakar. Ramazândaki oruç, insanların sosyal ve cemiyet hayatına, yardımlaşmaya, fakirlerin hâllerini idrâk etmeye ve böylece zenginlerin fakirlere yardım etmesine bakan yönleri cihetiyle sosyal yönü kuvvetli bir ibâdet olarak vazîfesini yapıyor.

• “Hem hayât-ı şahsiyesine” bakar. Ramazândaki oruç hem de insanın şahsî hayatına bakıyor ve insana sabır, şükür kapılarını ardına kadar açmasına vesîle oluyor. İnsan oruçla nimetlerin hakîkî fiyatını ve sahibini idrâk ediyor, ülfet ve gafletten sıyrılarak nimetlerin Mün’im-i Hakîkînin ihsânı olduğunu anlayan insan kulluk mertebelerinde arş-ı kemâlâta çıkmaya orucunu vesîle yapıyor.

• “Hem nefsin terbiyesine” bakar. Oruç en çok insanın nefsine darbe vuruyor. Çünkü nefis ancak açlık tahtında teslîm-i silâh ediyor. Açlık olmasa nefis Rabbini tanımak istemiyor. Açlıkla zaafiyetini ve acziyetini anlayarak kulluğunu ve Allah’a olan ihtiyacını tam hissetmeye başlıyor. Zaten acziyetini ve fakriyatını anlayan insan kulluğa adımını atmış oluyor. İşte oruç nefsi bu cihetten çok iyi terbiye ediyor ve firavunluk tarafını törpülüyor.

• “Hem ni’âm-ı İlâhîyenin şükrüne bakar.” Oruç, insanların normal zamanlarda tam idrâk edemediği nimetleri ve Mün’im-i Hakîkîyi idrâk ettirdiği için hakîkî nimet sahibine hakîkî fiyat olan şükre çok keskin bir vesile oluyor. Bu cihetten de Allah’ın nimetlerinin şükrüne bakıyor.

Ya Rabbi, oruç emrinden hakîkî olarak nasiplenmeyi, Seni tanımayı ve nimetlerindeki nimet derecelerini fehmetmeyi bizlere ihsân buyur. Âmîn.

 

Abdülbâkī ÇİMİÇ

Ramazan Kategorisi

www.NurNet.Org