Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Resulullah’a itaat etmek, Allah’a itaat etmenin en berrak ayinesidir.

“Cenab-ı Hakk’ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı dairesinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünki bu işde en mükemmel imam, Zât-ı Muhammediyedir”(Lem’alar sh:58)

İşte bunun gibi pek çok âyât ve ehadisinbeyaniyle Resulullah’a  itaat ve ittiba etmek, Allah’a itaat etmenin en berrak âyinesidir.

Sonra Resulullah’ın yoluna en emin ve berrak âyine olan  Sahabelere hürmet ve ittiba gelir.

“ Evet  enbiyadan sonra nev’-i beşerin en efdali Sahabe olduğu, Ehl-i Sünnet ve Cemaatın icmaı bir hüccet-i katıadır …ki, Sure-i Feth’in âhirinde sitayişkârane tavsifat-ı Rabbaniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur’anın medh ve senasına mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez.”(Sözler sh:489)

Bir rivayette de şöyle buyuruluyor: ESHABİ KEN NÜCUMİ . FEBİEYYİHÜM İKTEDEYTÜM İHTEDEYTÜM…Yani : “Ashabım yıldızlar gibidirler. Artık herhangisine iktida etseniz, (itikad, amel ve âhlakta ) tâbi olsanız hidayete ermiş olursunuz. “(1) Kur’an (9:100) ve (59:10) âyetleri de Ashaba tebaiyeti tahsin eder. ”

Ashabdan sonra da Ashab hayatını tesbit ederek ehl-i sünnet yolunu gösteren ma’lum hak mezheb imanlarına; yani bir mezhebe ittiba gerekiyor. Mevzumuzla alâkalı bir sual:

“Başta müçtehidîn-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarîkatların şahları, aktabları mı efdaldir?

Elcevab: Umum müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Mâlik, Şafiî, Ahmedİbn-i Hanbel; şahların, aktabların fevkındedirler. Fakat hususî faziletlerde Şah-ı Geylanî gibi bazı hârikakutublar, bir cihette daha parlak makama sahibdirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır. Hem tarîkat şahlarının bir kısmı, müçtehidlerdendir; onun için umum müçtehidîn, aktabdan daha efdaldir denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, Sahabeden ve Mehdi’den sonra en efdallerdir denilir.”(Mektubat sh:280)

Mezkûr tebaiyet ve metbuiyet, umum İslâm dünyasına taalluk eden şer’î bir vazifedir.

Müstakim bir mürşide tebaiyet ise şer’î bir mecburiyet değil, belki ihtiyarî ve vicdanî bir tercih olup Şeriatçe tahsin edilir. Ancak sahih rivayetlerle bildirilen âhirzaman fitnesine karşı ıslah ve irşad ile vazifedar olan Mehdiyi tanımak ve ittiba etmekte ahkâm-ı şer’iyece mecburiyet yoksa da, ferdin o fitneden selâmetle kaçması için mânen ve diyaneten lüzum vardır. Bediüzzaman Hazretleri bu mes’ele ile alâkalı şu izahı verir:

Mehdi, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velayet “Onlar geçmiş” demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlahiye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünki her zaman, her asır, kuvve-i maneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak “Mehdi” manasına muhtaçtır. Bu manada, her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi’ olurdu.”(Sözler sh:343)

Demek Mehdi ve Deccal, feraset-i imaniye ile bilinir. Yani hakikî mânâda bu şahısları tanımak için, Mehdi’nin  irşadatından istifade ve tebaiyet etmek gerekiyor: Aksi halde Deccaliyet cereyanın te’siri ile gaflete düşmek tehlikesi olacağından, Mehdiyet cereyanının  te’sirinde olmak  diyaneten lâzımdır.   “Asrın imamını ve cemaatını tanımayan, câhiliye ölümü ile ölür.” diye hadis rivayetiyle verilen haber, bu mânâda ikazdır.(Bknz: İslam Prensipleri Ansiklopedisi – Mehdiyet, Süfyan, Deccaliyet, Ahirzaman maddeleri…)

 Şahsi makama değil, hizmete bakmak düsturunu ders veren bir muhavere:

“Bundan kırk-elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (Rahmetullahi Aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:

O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin (KuddiseSırruhu)nun has müridi idi. Ehl-i tarîkatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o merhum kardeşim dedi ki: “Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u a’zam gibi her şeye ıttılaı var.” Beni, onunla rabtetmek için çok hârika makamlarını beyan etti.

Ben de o kardeşime dedim ki: “Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu görsem, çok mes’elelerde ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünki kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u a’zam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin; yani o ünvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikat görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zât-ı mübareki, senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünki Sünnet-i Seniyye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak; bilakis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.” (Haşiye)

(Haşiye):Çünki sen muhabbetini ona pek pahalı satıyorsun. Verdiğin fiyatın yüz defa ziyade bir mukabil düşünüyorsun. Halbuki onun hakikî makamının fiyatına, en büyük muhabbet de ucuzdur.

Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için, benim nokta-i nazarımı kabul edip takdir etti.

Ey Risale-i Nur’un kıymetdar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeşlerim! Şahsiyetim itibariyle sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez. Fakat sizin gibi hakikatbîn zâtlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurat ile âlûde mahiyetim, benden kaçmağa bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için, şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. 

Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârane dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakk’ın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymetdar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksim-ülmesaî kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.”(Kastamonu Lâhikası sh:88-89)

“Hüsn-ü zannın verdiği parlak makamları nazara alan zâtlar, sizlere bakıp içinizde mahviyet ve tevazu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şakirdleriâdi, âmi adamlar görür ve der: “Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhat! Bunlar nerede, evliyaları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî hizmet mücahidleri nerede?” diyerek dost ise inkisar-ı hayale uğrar, muarız ise kendi muhalefetini haklı bulur.”(Şualar sh:317)

“Hem manevî kıymet ve makam ve meziyet, bu dünyaya bakmıyor ki, kendini ihsas etsin. Hattâ en büyük makamda bulunanlardan bazı zâtlara verilen büyük bir ihsan-ı İlahîyi hissetmediklerinden , kendilerini herkesten ziyade bîçare ve müflis telakki etmeleri gösteriyor ki; avamın nazarında medar-ı kemalât zannedilen keşf ü keramet ve ezvak u envâr, o manevî kıymet ve makamlara medar ve mehenk olamaz. Sahabelerin bir saati, başka velilerin bir gün, belki bir çillesi kadar kıymeti olduğu halde; keşif ve manevî hârikulâdehâlâta evliya gibi mazhariyetleri her sahabede olmaması, bu hakikatıisbat ediyor.”(Şualar sh:332)

Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri hizmet-i imaniyeyi herşeyin fevkinde görür, kutbiyet de verilse ihlas için hizmetkârlığı tercih eder.”(Kastamonu Lâhikası sh:251)

Risale-i Nur şakirdleri, hizmet-i Nuriyeyi velayet makamına tercih eder; keşf ü keramatı aramaz;  ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz; ve vazife-i İlahiye olan muvaffakıyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstehak oldukları şân ü şeref ve ezvak ve inayetlere mazhar etmek gibi kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, “Vazifemiz hizmettir. O yeter” derler…”(Kastamonu Lâhikası sh:263)                

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Nur hizmetinde mürşitlik ve şahsi kemalatın değeri yoktur

25- “Ve bu müşevveş şerait içinde vahdetinizi muhafaza eden halet-i ruhiye, dünkü davamı isbat ediyor. Evet -temsilde hata yok- nasılki büyük bir veli, küçük bir ashab kadar hizmet-i İslâmiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de: “Bu zamanda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir veliden ziyade mevki alıyor.” diye kanaatım gelmiş ve siz daima bu kanaatımı takviye ediyorsunuz.”(Şualar sh:317)

26- “Risale-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i imana fevkalâde kuvvet-i imaniyeyi temin etmek olan bu netice, bizim fevkalâde hizmetimize kâfidir. On kutub derecesinde biri çıksa, bin adamı derece-i velayete sevketse, yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. Nur’un hakikî şakirdleri, bu gibi neticelere kanaat ediyorlar.”(Emirdağ Lâhikası-1 sh:90)

27- “Ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatlar ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikata bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikat-ülhakaika yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akide ve Usûl-üd Din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki; bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.”(Emirdağ Lâhikası sh:91) 

28-  Evet “ Risalet-in Nur ise, Kur’an’ın bir manevî mu’cizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcud imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden; herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.

O divanlar derler ki: “Veli ol, gör; makamata çık, bak; nurları, feyizleri al.” 

Risalet-in Nur ise der: “Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.””(Kastamonu Lâhikası sh:11)

29- Kemalât-ı şahsiyeye  mâni olan asrımızdaki fitne sebebiyle ve sırr-ı ihlası muhafaza için Risale-i Nur mesleğinde, şahsî kemalâtla irşada merci olup mürşidlik yapmak tarzı yerine, takva, hizmetkârlık sadakat ve sebatgibi keyfiyet hususiyetleri esas alınmıştır. Ezcümle, şu gelen derslere isemmül  edilse, hakikat tavazzuh eder Şöyle ki: 

“Uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma ve azabdan ve Cehennem’den kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma manevî gayet kuvvetli manialar beni men’ ediyordu. Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bırakıyordu.(Herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri, a’mal-i sâliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiç bir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben men’ ediliyordum. Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi.)

 Çünkişimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi’ olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bir tarzda; yani hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’an dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inadçı dalaleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin.

Bu kanaat da bu zamanda, bu şerait dâhilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir. Yoksa komitecilik ve cem’iyetçiliktentevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük manevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünki imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs dehasıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şübhesi kalır.”(Emirdağ Lâhikası -ll sh:79 )

30-“Hakikat-ı ihlas, benim için şan ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men’ediyor. Hizmet-i Nuriyeye gerçi büyük zarar olur; fakat kemmiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan,hâlis bir hâdim olarak, hakikat-ı ihlas ile,herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle  binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum.Çünki o on adam, tam o hakikatı herşeyin fevkinde gördüklerinden sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şübheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor nazarıyla bakıp, mağlub olarak dağılabilirler. Bu mana için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum.”(Emirdağ Lahikası sh:75)

31-“Nasılkiehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder; öyle de ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa -hem lüzum var- kendim değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terkederim. Evet her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede, siyaset ve felsefenin galebesinde ve enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında, büyük makamlar herşeyiendine tâbi’ ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını âlet eder. Manevî makamlar olsa, daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatları basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatlar dahi tereddüdler ile revacı zedelenir. Şahsa, makama faidesi bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.” (Emirdağ Lâhikası sh:74)

32-“ Sonra bizim hizmetimiz itibariyle bizde zaîf damar sayılan, fakat hakikat noktasında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmağa müştak olan manevî makam sahibi olmak ve velayet mertebelerinde terakki etmek ve o nimet-i İlahiyeyi kendinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaatperestlik ve nefsini kurtarmak hissi galebe çaldığı bir zamanda, elbette sırr-ı ihlasa ve hiçbir şeye âlet olmamağa bina edilen hizmet-i imaniye ile şahsî makam-ı maneviyeyi aramamak iktiza ediyor; harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâzımdır ki, hakikî ihlasın sırrı bozulmasın. İşte bunun içindir ki, herkesin aradığı keşf ü keramatı ve kemalât-ı ruhiyeyi Nur hizmetinin haricinde aramadığımızaîf damarlarımı tutmağa çalışanlar anladılar. Bu noktada dahi mağlub oldular.”(Emirdağ Lâikası sh:244)

33-“ Kur’an-ı Hakîm’inhakaik-i imaniyesini tefsir eden Risale-i Nur’u hiç bir şeye ve şahsî menfaatlerine ve manevî kemalâtlarına âlet yapmamak ve hakikî ihlası kırmamak için ehl-i siyaset Said hakkında “dini siyasete âlet yapmak” vehmini verip; tâ Said işkencelerle, hapislerle dini siyasete âlet etmesin diye ehl-i siyasetin zalimane hükümleri altında kader-i İlahî Nur’daki hakikî ihlası kırmamak için Said’e şefkatli tokatlar vurup “Sakın sakın, hakaik-i imaniyenin tefsiri olan Risale-i Nur’u kendi şahsî menfaatlerine ve hattâ manevî kemalâtlarına ve belalardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına âlet yapma. Tâ ki Nur’un en büyük kuvveti olan ihlas-ı hakikî zedelenmesin! ” diye kader-i İlahînin şefkatli tokatları olduğuna kat’î kanaat ediyorum. Hattâ her ne vakit sırf âhiretime şahsî ibadetle ziyade meşguliyetim sebebiyle Nur’un hizmetini bıraktığım aynı zamanda ehl-i dünya bana musallat olup bana azab verdiğine kat’î kanaat getirmişim.” (Emirdağ Lâhikası sh:75)

Meselâ: Bu bîçare Said’dir.

34-“ Her ne vakit hizmete fütur verir, “neme lâzım” deyip hususî nefsime ait işlerle meşgul olduğum zaman tokat yemişim. Hem de kanaatım geliyor ki; ihmalimden tokat yedim. Çünki hangi maksadım beni iğfale sevketmiş ise, onun aksi ile tokat yerdim. Sair hâlis arkadaşlarımın da yedikleri şefkat tokatları, dikkat ede ede, benim gibi hangi maksad için ihmal etmişse, onun aksiyle şefkat tokatlarını yediklerinden kanaatımız gelmiş ki: O hâdiseler, hizmet-i Kur’aniyenin kerametindendir.

Van’da ders-i hakaik-i Kur’aniye ile meşgul olduğum miktarca Şeyh Said hâdisatı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki “neme lâzım” dedim, kendi nefsimi düşündüm.Âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı’nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebebsiz beni aldılar nefyettiler. (Lem’alar sh:41)

35-Bu mevzuumuzun bir hülâsası şu neticeye bakar.

Tarikat mesleğinde esasa alınan bir şahsın merciiyeti yerine, Risale-i Nur’da kitap esas alınmış ve onun üzerine tahşidat yapılmıştır. Ancak Risale-i Nur’un keyfiyet hususiyetlerine hâizhas dairedeki müdebbir şakirdler,  hizmet-i Nuriyenin tedbir ü idaresinde ve meşveret-i şer’iyye ile ve Risale-i Nur’un ta’limatı dairesinde düsturlara ciddî sadakat şartıyla vazifedarlardı r.

 

36-Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” gibi sözlerintarikat sahasında ve şeyhîn müstakim olduğu kat’i bilinmek şartıyla, şahsa ittiba mânâsının bir hakikat payı vardır. Fakat velayet-i kübra denen  Cadde-i Kübra-yı  Kur’aniye mesleğinde,  Hakaik-ı Esasat-ı Şer’iyye ve  desâtir-i Sünnet-i Seniyye hâkimdir. Hakikî ittiba, ***  âyetinin beyan ettiği mezkûr ahkâm-ı Kuraniyeye yapılır. Şahıslar bu hakikata mazhariyetleri, muhafız ve tatbikçilikçileri olmaları sebebiyle metbuiyet hakkını kazanıyorlar.

Hakikat-ı halde tebaiyet ve metbuiyetin esasında, Rububiyete karşı ubudiyet sırrı vardır. Yani bütün mahlukat, Rububiyet-i İlahiyenin irade sıfatından gelen şeriat-ı fıtriyesine iztıraren ve ef’al-i ihtiyariye cihetiyle de bütün insanlar, kelâm sıfatından gelen şeriat-ı meşhuresineihtiyaren itaat ve ittiba ile mükelleftirler.

Ancak şu var ki; beşer âleminde diyanet ve siyaset sahaları olarak ikiye ayrılan ve vesilelikten başka hakikî müessiriyeti ve hâkimiyeti olmayan tebaiyet ve metbuiyetin diyanet kısmında ilk ve umumî ve umum zamanlarda hükümran olan ve ittiba-ı Kuranı ta’lim eden Hazret-i Muhammede (ASM) ittibadır.

Bu hakikatı Hazret-i Üstad şöyle buyurur: 

KUL İN KÜNTÜM TÜHİBBUNELLAHE FETTEBİUNİ YUHBİBKÜMULLAH … âyetindei’cazlı bir îcaz vardır. Çünki çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyle ki: Şu âyet diyor ki: Allah’a (cellecelalühü) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”(Lem’alar sh:57)

 

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Risale-i Nur Tarikat Değil İman Hakikatlerine Hizmet Eden Eşsiz Eserdir

1- Mesnevî-i  Nuriye’de kaydedilen; Risale-i Nur’un, tarikat tarzına ve ne de Ulemanın âlet ilimleriyle gidilen mesleğine girmeden hakikata îsal ettiğine dair beyanı şâyân-ı dikkattir. Şöyle ki:

“Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet Kur’andan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum.

Seri-üs seyr olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîkı ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin şânındandır. (Mesnevî-i Nuriye sh:212)

“Ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet’e gidilmez, fakat Tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil…

İşte otuzüç aded Sözler, böyle Kur’anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.”(Mektubat sh:23 )

2- Kemalata mani olan zamanın bozuk cemiyetinin manevi havayı bozması sebebiyle bazı şahsiyetlerin merciiyetine dayanan tarikat tarzının şartları zedelenmiştir. Hatta bazı ehl-i tasavvufun merciiyeti istemek gibi sebeblerle istikameti muhafaza edemediklerini anlatan Hazret-i Üstad şöyle der:

“Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde fahrı, nazı, şatahatı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti; şükre, niyaza, tazarruata ve nâstan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, “Mahbubiyet” ünvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası; niyaz, şükür, tazarru’, huşu’, acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatın kemaline mazhar olur. Bazı evliya-yı azîme, fahr ve naz ve şatahata muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez; hâdîdirler, mühdî değillerdir; arkalarından gidilmez! ”(Mektubat sh:455)

3- “Risale-i Nur’un bir esası, kusurunu bilmekle mahviyetkârane yalnız rıza-i İlahî için rekabetsiz hizmet etmektir. Halbuki keramet sahibleri ve keşfiyattan zevklenen ehl-i tarîkatın mabeynindeki ihtilaf ve bir nevi rekabet ve bu enaniyet zamanında ehl-i gafletin nazarında onlara sû’-i zan edip o mübarek zâtları, benlik ve enaniyetle ittiham etmeleri gösteriyor ki; Risale-i Nur’un şakirdleri şahsı için keramet ve keşfiyatlar istememek, peşinde koşmamak lâzım ve elzemdir. Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor. Şirket-i maneviye ve kardeşler birbirinde tefani noktasında Risale-i Nur’un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilât ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikramat-ı İlahiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemalât ve kerameti aramıyorlar.”(Emirdağ Lâhikası-1 sh:87)

4- Risale-i Nur mesleğinde şahsın merciiyeti yerine, münavebeten kıyamete kadar devam edecek olan ve Haslar dairesi ve tâbir edilen umum  Nur Cemaatını temsil eden bir şahs-ı mânevînin merkeziyeti vardır.

 

Şu aşağıdaki parçada, evvelâ  Risale-i Nur’un merciiyeti, sâniyen haslardan binler maddî Said’ler diye ifade edilen fedakârlar, Hazret-i Üstad’a bedel hizmetin sahibleri nazara veriliyor. Vasiyet mahiyetindeki o parça şudur:

“Zâten benim vazifem bitmek üzeredir. Risale-i Nur, hususan mecmuaları, herbir nüshası, Said’e karşı hüsn-ü zannınızın fevkinde onun vazifesini görebilir ve görüyor; ve Nur şakirdlerinin haslardan herbir fedakârı, o Said’in vazifesini mükemmel görebilir. İnşâallah ileride tam görecekler. Bir Said içinizde noksan olmakla, yüzer manevî Said olan mecmualar ve binler maddî Said’ler, içinizde hâlis ve mükemmel o vazifeyi görebilirler ve görüyorlar.”(Emirdağ Lâhikası-1 sh:180)

5- Yukarıdaki parçada ve Risalelerin çok yerlerinde kaydedildiği gibi hizmet-i Nuriye’de esas teşkil eden Risale-i Nur eserleri olduğu gibi, mânevî feyizler veren mürşid de Risale-i Nur olduğunu, Yirmisekizinci Mektub’un Üçüncü Mes’elesi’nin tamamı vâzıhan izah ve isbat eder ve te’vil kaldırmaz. Oraya bakılsın.

“Bu zaman ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı manevî hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahib olmak için bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini, o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa o buz parçası erir, zayi’ olur; o havuzdan da istifade edilmez.”(Kastamonu Lâhikası sh:143)

“Ben görüyorum ki: Kur’an-ı Hakîm’in hakaikine ait bazı kemalât, o hakaike dellâllık eden vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünki me’hazın kudsiyeti, çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor; onun ile, ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o me’hazdaki kudsiyetin tesiri kaybolur. Bu sır içindir ki, bana karşı haddimden çok fazla teveccüh gösteren kardeşlerime bir hakikatı beyan edeceğim. Şöyle ki: ….”(Mektubat:319 p. 2)

6- Risale-i Nurdan istifade için müderrislere (ders veren hocalara) ihtiyaç olmadığı ve ciddiyetle okuyanların muhakkik bir âlim olabilecekleri de şöyle beyan edilir:

“Hem meselâ YEKADÜ ZEYTUHA YUDİU VELEV LEM TEMSESHÜ NARUN NUR… cümlesi, mana-yı remziyle diyor ki: “Onüçüncü ve ondördüncü asırda semavî lâmbalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır, yani bin ikiyüz seksen (1280) tarihine yakındır. İşte bu cümle ile nasılki elektriğin hilaf-ı âdet keyfiyetini ve geleceğini remzen beyan eder. Aynen öyle de: Manevî bir elektrik olan Resail-in Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmağa ve başka üstadlardan taallüm edilmeğe ve müderrisînin ağzından iktibas olmağa muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir.”(Şualar sh:690)

7- Hem Nur mesleğinde şahsi kemalâttan daha çok, azami ihlâs, azamî sadakat, azamî sebat , azami fedakarlık gibi keyfiyet şartları ile beraber hizmette devam etmek tavsiye edilir. Hatta böyle bir şahıs, velilikten üstün makamda gösterilir. Ezcümle birkaç numunesi şöyledir:

Mesleğimizde ihlas-ı tâmmeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki; öyleler, herbiri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş. Âdi bir adam ve yirmi-otuz yaşında iken, altmış-yetmiş yaşındaki velilere tefevvuk etmişler var.”(Kastamonu Lâhikası sh:248)

8-Aziz, Sıddık Kardeşlerim!

“ Bugün, büyük ve merhum kardeşim Molla Abdullah ile Hazret-i Ziyaeddin hakkındaki malûmunuz muhavereyi tahattur ettim. Sonra sizi düşündüm. Kalben dedim:  Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmayan bu samimî dindarlar ve ciddî Müslümanlar, eğer herbiri bir veli, hattâ bir kutub görünse, benim nazarımda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az ziyadeleştirecek ve eğer birer âmi ve âdi görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmeyecek diye karar verdim.

Çünki böyle pek ağır şerait altında iman kurtarmak hizmeti, herşeyin fevkindedir. Şahsî makamlar ve hüsn-ü zanların ilâve ettikleri meziyetler, böyle dağdağalı, sarsıntılı hallerde hüsn-ü zanlarını kırmakla muhabbetleri azalır ve meziyet sahibi dahi onların nazarlarında mevkiini muhafaza etmek için tasannua ve tekellüfe ve sıkıntılı vakara mecburiyet hisseder. İşte hadsiz şükür olsun ki, bizler böyle soğuk tekellüflere muhtaç olmuyoruz.”(Şualar sh :307)

9- “Ve bu müşevveş şerait içinde vahdetinizi muhafaza eden halet-i ruhiye, dünkü davamı isbat ediyor. Evet -temsilde hata yok- nasılki büyük bir veli, küçük bir ashab kadar hizmet-i İslâmiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de: “Bu zamanda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir veliden ziyade mevki alıyor.” diye kanaatım gelmiş ve siz daima bu kanaatımı takviye ediyorsunuz.”(Şualar sh:317)

10- “Risale-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i imana fevkalâde kuvvet-i imaniyeyi temin etmek olan bu netice, bizim fevkalâde hizmetimize kâfidir. On kutub derecesinde biri çıksa, bin adamı derece-i velayete sevketse, yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. Nur’un hakikî şakirdleri, bu gibi neticelere kanaat ediyorlar.”(Emirdağ Lâhikası-1 sh:90)

11- “Ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatlar ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikata bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikat-ül hakaika yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akide ve Usûl-üd Din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki; bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.”(Emirdağ Lâhikası sh:91)

12-  Evet “ Risalet-in Nur ise, Kur’an’ın bir manevî mu’cizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcud imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden; herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.

O divanlar derler ki: “Veli ol, gör; makamata çık, bak; nurları, feyizleri al.”

Risalet-in Nur ise der: “Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.””(Kastamonu Lâhikası sh:11)

13- Kemalât-ı şahsiyeye  mâni olan asrımızdaki fitne sebebiyle ve sırr-ı ihlası muhafaza için Risale-i Nur mesleğinde, şahsî kemalâtla irşada merci olup mürşidlik yapmak tarzı yerine, takva, hizmetkârlık sadakat ve sebat gibi keyfiyet hususiyetleri esas alınmıştır. Ezcümle, şu gelen derslere insan kendini  verse, hakikat tavazzuh eder Şöyle ki:

“Uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma ve azabdan ve Cehennem’den kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma manevî gayet kuvvetli manialar beni men’ ediyordu. Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bırakıyordu.(Herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri, a’mal-i sâliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiç bir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben men’ ediliyordum. Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi.)

Çünki şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi’ olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bir tarzda; yani hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’an dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inadçı dalaleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin.

Bu kanaat da bu zamanda, bu şerait dâhilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir. Yoksa komitecilik ve cem’iyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük manevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünki imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs dehasıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şübhesi kalır.”(Emirdağ Lâhikası -ll sh:79 )

14-“ Hakikat-ı ihlas, benim için şan ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men’ediyor. Hizmet-i Nuriyeye gerçi büyük zarar olur; fakat kemmiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-ı ihlas ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle  binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünki o on adam, tam o hakikatı herşeyin fevkinde gördüklerinden sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şübheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor nazarıyla bakıp, mağlub olarak dağılabilirler. Bu mana için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum.”(Emirdağ Lahikası sh:75)

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Bugün Nefsi Terbiye Etmenin Önemi

Modern tıbbın da kabul ettiği bir gerçektir ki vücut sağlığı ile ruh sağlığı birbiriyle çok yakından ilgili ve birbirine çok kuvvetle bağlı olup bence modern bir tabip, her ikisi ile de yakından ilgilenmek durumunda ve mecburiyetindedir. Bugün yalınız vücut ve beden sağlığını tedavi edip, ebed ile ilgili maneviyatını ihmal etmek ? tıbbın  ruh sağlığı ise tasavvufun konusu! O halde iyi bir tabip, hem tıbbı, hem de tasavvufu, imanı, mâneviyatı iyi bilmeli; hastasını her yönüyle iyi tanımalı, anlamalı ve ona maddeten de mânen de faydalı olabilmeli!
Klasik İslâm tasavvufuna göre, insanın içinde “nefs” denilen bir mânevî varlık vardır. “Hayvanî”, “nefsanî”, “hevaî”, “şehvanî” diye adlandırılan içgüdü, arzu ve istekler ondan çıkar gelir. Türkçe’de insanın kendi “beni”, “benliği”, Batı’da “ego” denilen bu iç varlık, bedeni ve hayatı korumak, nesli devam ettirmek için var kılınmıştır; varlığı, hiç şüphesiz, hikmetli, lüzumlu ve faydalıdır. O âdeta vücudun maddî menfaatlerini koruyan bir bekçi, hayati ihtiyaçlarını sağlamaya çalışan bir müdür gibidir.

Beden yorulunca dinlenmek, acıkıp susayınca yemek, içmek, doyunca rahat etmek, rahatlayınca eğlenmek, zevklenmek, erginleşince varlığını tenâsül yoluyla devam ettirmek… istiyor. Bu arzu ve istekler “nefis”tendir. Bunların hepsi, İslâm dinine göre, fıtratın gereği, tabii ihtiyaçlar ve normal duygulardır. Şu şartla ki ancak gerektiği kadar karşılansın ve de helal ve meşru yollardan sağlansın. Bu isteklerin meşru yollarla sağlanması İslâm’a göre sırasında mübah veya bazen farz ve hatta sevaptır.

Ama nefs aşırı şımartılır, arzu ve istekleri bol bol karşılanırsa haddi aşar ve azgınlaşır; kuvvetlenir, insanı günahlara, haramlara, yasaklara, gayr-i meşru ve gayr-i ahlâkî denilen fiillere zorla sürükler, büyük maddî ve mânevî tehlikelere düşürür. Bu halde de nefsin arzularının frenlenmesi, nefsin zabt ü rabt altına sokulması şartı insan için mecburiyet hasıl olur.

Nefsin sayısız, sınırsız istek ve dileklerine “Hevâ-yı nefs” denilir ki insan, içinden kopup gelen bu “hafif meşrep” arzuları kontrol etmeli, süzmeli, lüzumsuz olanları engellemeli, lüzumlu olanları yeterli ölçüde vermelidir. Tamamen hevâ-yı nefse uymak hadîs-i şerîflerde şiddetle yasaklanmıştır. İyi bir müslüman kendisine aklı rehber edinmeli, işlerini aklın ve mantığın ölçüleri içinde yürütmeli, kararlarını dinin ve şeriatın ahkâmına göre vermelidir, hevâ-yı nefsine göre değil!

Nefsin kuvvetli isteklerine “şehevât-ı nefsâniyye” adı verilir. Yeme arzusuna “şehvetü’l-batn”, tenâsül arzusuna “şehvetü’l-ferc” denilir. Bu kuvvetli arzular karşılanmaz ve baskı altında tutulursa çeşitli ters patlama ve arızalara, iç ve dış, rûhî ve bedenî hastalıklara yol açar. O yüzden insan gereği kadar yemeli, içmeli, uyumalı, evlenmeli, çoluk çocuk sahibi olmalıdır. Bu yüzden İslâm’da ruhbanlık, bekârlık, evlenmemek Müslümanlara emredilmemiştir ancak Peygamberimiz zamanında ehli Suffa gibiler Evlenmemeyi terk edenler var dahil tüm dünya işlerini terk etmişlerdir. Bugün o mübareklere benzemek isteyenler hariç. Yani  bugün Risale-i Nur cemaatında  en az 1000 kişi mevcuttur ki arkadaşları olumsuz yerlerde vaktini geçirirken onlar gecesini gündüzünü Dine İmana hizmet yolunda vakitlerini geçirirler. Onlari tebrik etmekten başka bize düşmez. ( Nitekim ehli Suffadan olan Ebu Hureyre evlenmek içn Peygemberimiz a.s.m. 3 defa izin istemiştir ama Peygamberimiz a.s.m. vermemiştir.)

Azda olsa benzeyen: Nefis terbiyesi ile ilğili, tasavvufta, “riyâzet-i nefs” denilen; nefsi kırıcı, güç kaynaklarını kısıtlayıcı, arzularını kesici ve zayıflatıcı tedbir ve çalışmalarla kontrol altına alınır ve ıslah edilir. Oruç tutmak veya az yemek, az uyumak, az konuşmak, uzlete çekilmek, halvete girmek, zikrullahla meşgul olmak onu yumuşatır, terbiye eder, olgunlaştırır.1417
Nefs, ham ve çiğ halinde iken “nefs-i emmâre” adıyla anılır. Bu, “Emmâretün bi’s-sû’i”: “kötülükleri çok emredici” demektir ki nefs bu aşağı mertebede hep kötü işleri ve günahları isteyip, yapılmasını insana, içinden emir ve empoze ettiğinden bu ismi almıştır.
Nefs-i emmâre, ıslahı kâbil, eğitimi mümkün bir varlıktır, dinî ve tasavvufî talim ve terbiye ile değişir, gelişir, olgunlaşır, melekleşir.

Nefsin eğitimi esnasında, yani seyr-i sülûkunda geçtiği mertebe ve kademeler klasik olarak nefsi terbiye usulleri şöyle sıralanmıştır: Levvâme, mülheme, mutmeinne, râziye, marziye, sâfiye.

Nefs terbiyesi, tarih, kültür ve tasavvuf kitaplarında kalmış bir hatıra ve fantezi değil, bugünün insanı için de son derecede lüzumlu ve faydalı bir çalışmadır. Modern nesiller de nefsin ne olduğunu, gücünü, hilelerini, arzularını, tehlikelerini bilmeli, hevâ-yı nefsi yenmeyi, şehevât-ı nefsâniyelerini dizginlemeyi meşru yollarla sağlamayı öğrenmeli, rûhen ve bedenen sağlıklı, dengeli, kuvvetli, insan-ı kâmiller olmaya çalışmalıdır. Bugün Nefsin kötü arzularını gemlemek için en sağlam yol Risale-i Nur eserlerini okuyup imanı kuvvetlendirdikten sonra nefis üzere tesirat mümkün olur. Diğer usullele çok zor olur.

Kimi derleyip kimi kendi bilgilerinden ortaya seren: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Kuran hikmeti ile felsefe hikmetinin farkları

“BİRİNCİ ESAS: Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak: Bir zaman, hem dindar, hem gayet san’atkâr bir Hâkim-i Namdar istedi ki: Kur’an-ı Hakîm’i, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i’caza şâyeste bir yazı ile yazsın. O mu’ciz-nüma kamete, hârika bir libas giydirilsin. İşte o Nakkaş Zât, Kur’anı pek acib bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri, yazısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını lü’lü ve akik ile ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altun ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatın nazarına o sûrî güzellik, manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaratı olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur. Sonra o Hâkim, şu musanna ve murassa Kur’anı, bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: “Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.” Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, ona dair birer kitab te’lif ettiler. Fakat feylesofun  itabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünki o ecnebî adam, arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur’anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mâhir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san’atlara göre eserini yazdı.

Amma müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an-ı Hakîm’dir. İşte bu hakperest zât, ne tezyinat-ı zâhiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği mes’elelerinden daha âlî, daha galî, daha latif, daha şerif, daha nâfi’, daha câmi’… Çünki nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envar-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı. Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zîşan’a takdim ettiler. O Hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki: O hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış. Hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünki o menba-ı hakaik olan Kur’anı, manasız nukuş zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki: Gayet güzel ve nâfi’ bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir te’liftir. “Aferin, bârekâllah” dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san’atkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak; herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden “On altun verilsin” irade etti.

Eğer temsili fehmettin ise bak, hakikatın yüzünü de gör: Amma o müzeyyen Kur’an ise, şu musanna kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelî’dir. Ve o iki adam ise, birisi yani ecnebisi; ilm-i felsefe ve hükemasıdır. Diğeri, Kur’an ve şakirdleridir. Evet Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en belîğ bir tercümanıdır. Evet o Furkan’dır ki; şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i manidar olan mevcudata “mana-yı harfî” nazarıyla, yani onlara Sâni’ hesabına bakar, “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemaline delalet ediyor” der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor. Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir…” (Sözler:130)

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır