Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Sahabelerin hissiyatları uyanık

SAHABELERİN HİSSİYATLARI UYANIK, LETÂİFLERİ HÜŞYAR

        “Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar sahabelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içindeki kelimeleri okurken, şu kelimenin manası inkişaf etti. Tam manasıyla değil, fakat bir parça hakikatı göründü. Kalben dedim: Keşki birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyi idi. Namazdan sonra anladım ki; o hatıra ve o hal, sahabelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır. Evet Kur’an-ı Hakîm’in envarıyla hasıl olan o inkılab-ı azîm-i içtimaîde, ezdad birbirinden çıkıp ayrılırken; şerler bütün tevabiiyle, zulümatıyla ve teferruatıyla ve hayır ve kemalât bütün envarıyla ve netaiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette ve müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün manasının tabakatını turfanda ve taravetli ve taze ve genç bir surette ifade ettiği gibi; o inkılab-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyatını, letaif-i maneviyesini uyandırmış; hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir surette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddid manaları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte şu hikmete binaen bütün hissiyatları uyanık ve letaifleri hüşyar olan sahabeler, envar-ı imaniye ve tesbihiyeyi câmi’ olan kelimat-ı mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün manasıyla söyler ve bütün letaifiyle hisse alırlardı. Halbuki o infilâk ve inkılabdan sonra, gitgide letaif uykuya ve havas o hakaik noktasında gaflete düşüp, o kelimat-ı mübareke, meyveler gibi gitgide, ülfet perdesiyle letafetini ve taravetini kaybeder. Âdeta sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki; kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iade edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazilete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.” (Sözler:490)              

CENAB-I HAKK’A, MEVCUD-U MEÇHUL UNVANIYLA BAKILMALI

         “İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hakk’a malûm ve maruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünki bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema’dır. Hakikatı i’lam edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o ünvan ile fehme gelen mana, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak Zât-ı Akdes’i mülahaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenab-ı Hakk’a mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, marufiyet şuaları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecelli eden sıfat-ı mutlaka-i muhita ile, bu mevsufun o ünvandan tulû’ etmesi ağır gelmez.” (Mesnevi:131)

ÜLFETİ İLİM ZANNETMEK, İNSANI DALÂLETE ATAR …

         “İlem Eyyühel-Aziz! İnsanları fikren dalalete atan sebeblerden biri; ülfeti, ilim telakki etmeleridir. Yani melufları olan şeyleri kendilerince malûm bilirler. Hattâ ülfet dolayısıyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki ülfetlerinden dolayı malûm zannettikleri o âdi şeyler, birer hârika ve birer mu’cize-i kudret oldukları halde, ülfet saikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; tâ onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyaleye im’an-ı nazar edebilsinler. Bunların meseli deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair garib hâlâtına bakmayarak, yalnız rüzgâr ile husule gelen dalgalara ve şemsin şuaatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Mâlik-ül Bihar olan Allah’ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.

        İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsanların arza ait malûmat ve müsellemat-ı bedihiyatları ülfete mebnîdir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakılırsa zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur’an âyetleriyle insanların nazarını melufatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havarik-ul âdât mu’cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir.” (Mesnevi:196)

Paylaşan kardeşiniz. Abdülkadir Haktanır

Kuran’ın, küfrün zulümatını dağıttığını görmek istersen

“Kur’anın herbir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi, i’caz ve hidayet nurunu neşr ile küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevketmek istersen; kendini o asr-ı cahiliyette ve o sahra-yı bedeviyette farzet ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümud u tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’anın lisan-ı ulviyesinden   âyetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlemı sadasıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlukat,  sayhasıyla işitenlerin nazarında; gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nüma, birer nur-u hakikat-eda; ve arz bir kafa; berr ve bahr birer lisan; ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbih-feşan suretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa bu zamandan tâ o zamana bakmakla, mezkûr zevkin dekaikını göremezsin. Evet o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zaman ile ulûm-u mütearife hükmüne geçen ve sair neyyirat-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’anın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve bir çok enva’-ı i’cazı içinde bu nev-i i’cazını zevk edemezsin.” (Sözler:139)

TERBİYE-İ İLÂHİYE, ZELZELE, FIRTINA, HARBLER İKTİZA EDER

“Ehl-i dalalet ve ilhad, mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına mukabele ve mümanaat etmek için, o derece garib bir temerrüd ve acib bir hamakat gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder. Meselâ: Bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anasır-ı külliye kızdıklarından ve Hâlık-ı Arz ve Semavat dahi, değil hususî bir rububiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasında ve rububiyetin daire-i külliyesinde nev’-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri kâinat sultanını tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev’-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kayyumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zâhir bir surette gösterdiği halde; insan suretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işarat-ı Rabbaniyeye ve terbiye-i İlahiyeye karşı eblehane bir temerrüd ile mukabele edip diyorlar ki:

“Tabiattır; bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika’da beş saat bütün makinaları durdurmuş ve Kastamonu vilayeti cevvinde ve havasında semayı kızartmış, yangın suretini vermiş”

diye manasız hezeyanlar ediyorlar. Dalaletten gelen hadsiz bir cehalet ve zendekadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle bilmiyorlar ki: Esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir: “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mu’cizatı inkâr eder misillü bazı zâhirî sebebleri irae eder. Hâlık’ın ihtiyar ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez  ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikata fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, manasız kaldı.        

İşte gel! Belahet ve hamakatın nihayetsiz derecelerine bak ki: Yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-ı meçhuleye bir nam takar; malûm bir şey gibi: “Bu budur” der. Meselâ: “Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır. Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev’iyenin ünvanları bulunan ve “âdetullah” namıyla yâdedilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rububiyeti irca’ eder. O irca’ ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden keser; sonra tutar tesadüfe, tabiata havale eder. Ebucehil’den ziyade muzaaf bir eçheliyet gösterir.

Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini bir nizam ve kanun-u askeriyeye isnad edip; kumandanından, padişahından, hükûmetinden ve kasdî harekâttan alâkasını keser misillü âsi bir divane olur. Hem meyvedar bir ağacın bir çekirdekten icadı gibi, bir tırnak kadar bir odun parçasından çok mu’cizatlı bir usta, yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam o odun parçasını gösterip dese: “Bu işler, tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş.” O ustanın hârika san’atlarını, hünerlerini hiçe indirse, ne derece bir hamakattır. Aynen öyle de…” (Sözler:174)   

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Lemalardan bazı kısımlar

29-) Lem’alar 150 : Yirminci Lem’a:

Ehl-i dalaletin zilletindendir ittifakları, ehl-i hidayetin izzetindendir ihtilafları. Yani ehl-i gaflet olan ehl-i dünya ve ehl-i dalalet, hak ve hakikata istinad etmedikleri için zaîf ve zelildirler. Tezellül için, kuvvet almaya muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçtan, başkasının muavenet ve ittifakına samimî yapışırlar. Hattâ meslekleri dalalet ise de, yine ittifakı muhafaza ederler. Âdeta o haksızlıkta bir hakperestlik, o dalalette bir ihlas, o dinsizlikte dinsizdarane bir taassub ve o nifakta bir vifak yaparlar, muvaffak olurlar. Çünki samimî bir ihlas, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet ihlas ile kim ne isterse Allah verir. (Haşiye-1):

Amma ehl-i hidayet ve diyanet ve ehl-i ilim ve tarîkat, hak ve hakikata istinad ettikleri için ve herbiri bizzât tarîk-ı hakta yalnız Rabbisini düşünüp, tevfikine itimad ederek gittiklerinden, manen o meslekten gelen izzetleri var. Za’f hissettiği vakit; insanların yerine Rabbisine müracaat eder, meded ondan ister. Meşreblerin ihtilafıyla, zahir meşrebine muhalif olana karşı muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittifaka ihtiyacını göremiyor. Belki hodgâmlık ve enaniyet varsa, kendini haklı ve muhalifini haksız tevehhüm ederek; ittifak ve muhabbet yerine, ihtilaf ve rekabet ortaya girer. İhlası kaçırır, vazifesi zîr ü zeber olur.

(Haşiye-1): Evet, “Me talebe vecedde vecede” bir düstur-u hakikattır. Külliyeti geniş ve genişliği mesleğimize de şamil olabilir

32-) Lem’alar 151 : Yirminci Lem’a:

İşte bu müdhiş sebebin verdiği vahim neticeleri görmemenin yegâne çaresi, “dokuz emirdir.”

1 – Müsbet hareket etmektir ki; yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin; onlarla meşgul olmasın.

2 – Belki daire-i İslâmiyet içinde hangi meşrebde olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek…

3 – Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise: “Mesleğim haktır yahud daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îma eden, “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek.

4 – Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlahînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle…

5 – Hem ehl-i dalalet ve haksızlık -tesanüd sebebiyle- cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehasıyla hücumu zamanında; o şahs-ı manevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlub düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp o müdhiş şahs-ı manevî-i dalalete karşı, hakkaniyeti muhafaza ettirmek.

6 – Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için…

7 – Nefsini ve enaniyetini

8 – Ve yanlış düşündüğü izzetini

9- Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terketmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla îfa eder.

33-) Lem’alar 152 : Yirminci Lem’a:

ÜÇÜNCÜ SEBEB: Ehl-i hakkın ihtilafı, himmetsizlikten ve aşağılıktan ve ehl-i dalaletin ittifakı, ulüvv-ü himmetten değildir. Belki ehl-i hidayetin ihtilafı, ulüvv-ü himmetin sû’-i istimalinden ve ehl-i dalaletin ittifakı, himmetsizlikten gelen za’f ve aczdendir.

Ehl-i hidayeti, ulüvv-ü himmetten sû’-i istimale ve dolayısıyla ihtilafa ve rekabete sevkeden, âhiret nokta-i nazarında bir haslet-i memduha sayılan hırs-ı sevab ve vazife-i uhreviyede kanaatsızlık cihetinden ileri geliyor. Yani: “Bu sevabı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü dinlesinler.” diye, karşısındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve muavenetine ve uhuvvetine ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabetkârane vaziyet alır. “Şakirdlerim ne için onun yanına gidiyorlar? Ne için onun kadar şakirdlerim bulunmuyor?” diye, enaniyeti oradan fırsat bulup, mezmum bir haslet olan hubb-u câha temayül ettirir, ihlası kaçırır, riya kapısını açar.

       İşte bu hatanın ve bu yaranın ve bu müdhiş maraz-ı ruhanînin ilâcı şudur ki:

Cenab-ı Hakk’ın rızası ihlas ile kazanılır. Kesret-i etba’ ile ve fazla muvaffakıyet ile değildir. Çünki onlar vazife-i İlahiyeye ait olduğu için istenilmez; belki bazan verilir.

Evet bazan bir tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemmiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünki bazan bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-i İlahîye medar olur.

 Hem ihlas ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine  tarafdar olmaktır. Yoksa, “Benden ders alıp sevab kazandırsınlar” düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir.

(Haşiye): Hattâ hadîs-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’an ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslekdaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hristiyanların hakikî dindar ruhanîleri ile dahi, medar-ı ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza’ etmeyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Nereden nereye geldik

İslam da kendine güvenip kendine beğenmek prensipleri geçerli değildir. Kur’anı kerim bütün insanlar ikaz ediyor. Bilhassa ona inanan Müslümanları ikaz ederken, nefis, şeytan ve iki ayaklı şeytanların emir ve desiselerine uymaktan uzak durup; dünya ve ahiretlerini cennet yapmak için Kur’anın prensiplerine harfiyyen uymaları icab ettiğini bildiriyor. Evet bu kaideye uyarak hem geçici dünyalarını hem de mutluluğunun sonu olmayan bir cenneti kazanırlar ikazını ortaya seriyor. Ancak bu şekilde her iki hayatın mutluluğunu elde edebilirler. Öyle bir cenneti kazanırlar Ki: Cennette hareket “Ruh hiffetine ve kuvvetinde.” Olacaktır. Meyveyi dalından koparmak için yanına gitmek yok, işaretle çağırırsın, hemen önüne gelir. Ve  Çok lezzetli imiş biterlerse halimiz nice olur dememek için meyveyi koparır koparmaz hemen yerine başkası biter. Bu şekilde sonu gelmeyecek bir hayat Müslümanlara, Yani dinini yaşayanlara Allah vaad etmiş.

Bugün Müslümanların en büyük derdi, Onlara en büyük hediye; Allah tarafından onlara verilen Evlatlarını dindar yetiştirmektir. Dünyalıktan hiç bahsetmiyorum çünkü, o hususta hiç kimse geri kalmıyor. Zavallılarda ne ana babaya hürmet ne yaşlılara saygı. Bütün yaptıkları İslam ölçülerine göre değil kendi kafalarına göre oluyor. Düşünün  Müslümanlıkta Huzur Evi olabilir mi? Oraya huzursuz evi demek daha münasiptir. Bir anne veya baba; evladının ve torununun yanında mı huzur bulur. Yoksa hayatında hiç görüşmediği kimselerle beraber yaşamakta mı? Annesini ve babasını huzur evine gönderen o anne ve babalar, hiç unutmasınlar ki, bir gün kendilerini de huzur evlerinde bulacaklar

Döşünün kendilerini Müslüman bilen o zavallı anne ve babalara, Allah onlara hediye eden evlatlarını, bilhassa kız evlatlarını Hıristiyan kıyafetine sokup hatta Hıristiyanlardan da daha çıplak sokakta gezdiriyorlar. O kızın sokakta 100 metre yürüyüşünde kaç erkek onu gördü ise onunla göz zinası yapmıştır, sebep olduğu için o hanım de o göz zinasına hissedardır, ki bunun cezası  o muthiş cehennem ateşinde yanmaktır.

Bunu hiç unutmayalım  ki: Açık saçık kızla evlenen erkeğin başka hanımlarda da gözü vardır. Fakat tesettürlü hanımın beyinin imanı müsaade etmez harama gitsin. Bazı cahil babalar kızlarını dandik tesettür ile örtmüşler dar elbise giydirip azalarının kalınlığı meydanda.  Dinimize göre tesettür: vücudun azaları belli olmayacak şekilde olacak. Bu sebepte Peygamberimiz onlara: “Elbiseli çıplaklar demiş.” Herkes madde madde deyip dünyalıkçı olmuş. Memur olmak için kızına dünyevi bir okul vermeden bırakamıyor. Abiler Müslümanlara memur eden damatlara kızlarını vermeye müsade etmiyorlar.

( Bu itikattan ötürü benim 4 olum 1 kızım var. Kızım 6 yaşında Kur’anı Kerimi hatmetti. hiç bir gün okula göndermemek şartı ile. 2 km uzak bir yerde çok sevdiğim bir Nur Talebesi hocaya kızım hafız olmak için 4 sene taşıdık. Annesi, kardeşleri, bazan ben dükkanı kapatıp götürüyordum. Hafızı Kuran yaptık. Ben kendim hafız yapabilirdim ama hafızlık kolay değil, bazan tokat atmak lazım. Baba evladını acır onu yapamaz bu sebepten hoca kardeşime götürdüm. Sonra 60 kişi ile beraber dışardan imtihana girdim 1 gönde dışardan imtihanı verdik türkçede o birinci, matematikte ben birinci oldum ilk okul diplomasını aldık. Allah hak ettiğime göre bir damat bana ihsan etti. (Yüksek islam ensitüsü mezunu birini)

Bu yazıyı okuyan Kardeşlerime çok selam ve dua: Abdülkadir Haktanır

Mehmetçik

Din iman ve vatan için, çarpışan asker,

Allahım, yolunda çarpışanları etme heder.

 

Mehmetçikler, Resulünün adını taşırlar,

Bundan bu mübarekler, şehit ve gaziler.

 

Allah yolunda ruhlarını, fedaya hazırlar, 

Onlar için fark etmez, olsa diz boyu kar.

 

Mehmetçiğin tüm vücudu olsada kan,

İman, o aslanlara ettirir fedai can.

 

Din ve namus için, can verdirir iman,

Bunu Mümin kardeşlere, emreder vicdan.

 

Kalbu gönülden, tebrikler bu fedailere,

Çünkü bunlar hazırdır, vatan için ruh vere.

 

Bu fedakȃrlığı, anlatamazsın kȃfire,

Çünkü o inanmıyor ki, mutlu cennetlere,

 

Zaten insanı insan eden, sağlam iman,

Bu imandır ki her an, canlara katar can,

 

Bundardır ki, Mehmetçiğim alkış toplar,

Bu sebepten, tüm müminler onları kollar.

 

Mehmetçiğim korkmaz, çünkü şehid ölmez,

Onun canı, Allah’tan başka yere gitmez.

 

Allah’ım, Mehmetçiğime sen yardım et,

Ana hedeflerine onları, rahatlıkla ilet.

 

Ana düşmanlara Mehmedi, galip eyle,

O din düşmanlarını, Sen mağlup eyle.

 

Onların üzerlerine, Kahhar İsmini gönder,

Onunla, hak ettikleri tokadı onlara ver.

 

Bununla bu milleti, sevindir Rahmanım, 

Böylece kurtulsun, kahırdan benim canım.

 

Şehid torunlarını, Rahman isminle sevindir,

Düşmanların başlarına, perişanlık indir.

 

Yalvarıp istemek için, yok ki başka kapı,

Allahım o kȃfirlere Sen yuttur acı hapı.

 

Abdülkadir Haktanır